Ashab ve Tabiin, Hadisi Nasıl Dinler ve Rivâyet Ederlerdi?

Hadisi Nasıl Dinler ve rivayet ederlerdi?

Medine kadısı İbrâhim ibni Abdillah ibni Kureym el-Ensârî şöyle demiştir:

Bir defasında Mâlik ibni Enes, tabiîn muhaddislerinden hocası Ebu Hâzim Seleme bin Dînâr’ın (v. 140/757) hadis meclisine gitti. Fakat orada durmayıp geri döndü. Kendisine niçin orada kalıp hadis dinlemediği duyulunca şu cevabı verdi:

“Hadis meclisinde oturacak yer bulamadığım için geri döndüm Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini ayakta dinlemeyi uygun görmedim.”(1)

Yine Mâlik ibni Enes şöyle demiştir:

“Tabiîn âlimlerinden Saîd ibni’l-Müseyyeb uzanmış yatarken yanma bir adam geldi ve ona bir hadis sordu. İbnü’l-Müseyyeb doğrulup oturdu ve ona istediği hadisi rivâyet etti. Adam:

“Keşke rahatını bozmasaydın.” deyince Îbnü’l-Müseyyeb:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini yattığım yerden rivâyet etmeyi uygun görmedim.” diye cevap verdi. (2)

Tâbiîn âlimlerinden Muhammed ibni Şîrîn (v. 110/729) yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan biriydi; ancak yanında Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin bir hadisi anılınca, kendinden geçercesine o hadîs-i şerifin câzibesine kapılırdı. (3)

İmâm Mâlik’in talebesi olan Medine kadısı Ebû Mus’ab el-Kureşî’nin (0. 242/857) söylediğine göre, İmâm Mâlik Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme olan üstün saygısından dolayı onun hadislerini abdestsiz rivayet etmezdi.(4)

Aynı şekilde İmâm Mâlik de Ca’fer-i Sâdık diye bilinen hocası Ca’fer ibni Muhammed in (v. 148/765) abdestsiz hadis rivâyet etmediğini söylerdi.(5)

İmâm Mâlik Hadisi Böyle Rivâyet Ederdi

İmâm Mâlik’in talebesi Mus’ab ibni Abdillah (v. 236/850) şöyle demiştir:

“İmâm Mâlik, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden hadis rivâyet edeceği zaman abdest alır, kendine çeki düzen verir, özel elbisesini giyer, ondan sonra rivâyette bulunurdu.” Mus’ab sözüne şöyle devam etti: “İmâm Mâlik’e niçin böyle yaptığını sordular. O da: ‘Çünkü rivâyet edeceğim şey, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisidir’ dedi.”(6)

İmâm Mâlik’in talebesi Mutarrif ibni Abdillah da (v. 220/835) şöyle derdi:

“İnsanlar İmâm Mâlik’ten ilim öğrenmek için evine gittiği zaman, kapıya hizmetçi çıkar ve gelenlere, ‘Üstâd; hadis rivâyet etmesi için mi, yoksa kendisine dinî bir soru sormak için mi geldiğinizi öğrenmek istiyor’ derdi. Eğer gelenler dinî bir soru sormak için gelmişlerse, İmâm onları bekletmeden, üzerindeki kıyafetle yanlarına çıkardı. Şayet hadis öğrenmek için gelmişlerse, önce bir boy abdesti alır, güzel koku sürünür, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, Arapların âdeti üzere ridâsını başına alır, ağırbaşlı ve saygı uyandıran bir edâ ile dışarı çıkıp kendisi için hazırlanmış olan kürsüye gelip otururdu. Hadis rivâyeti sona erene kadar yanan buhurdanlıktan da etrafa güzel kokular yayılırdı.”

Bir başka râvinin anlattığına göre, İmâm Mâlik o kürsüye, sadece Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden hadis rivâyet edeceği zaman otururdu.

Rivâyet Edebî

Tebe-i tâbiîn âlimlerinden Abdurrahmân ibni Mehdî (v. 198/813) şöyle demiştir:

“Bir gün İmâm Mâlik ile birlikte Medine’nin yakınındaki Akik mevkiine doğru giderken ona bir hadis sordum. Hemen sözümü kesti ve: ‘Sen benim gözümde, yolda yürürken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisi hakkında soru sormayacak kadar değerlisin.” diye beni uyardı.

Şerh: Hatîb el-Bağdâdî, Abdurrahmân ibni Mehdî’den buna benzer şu olayı nakletmiştir: “Bir gün İmâm Mâlik ile olda giderken ona bir hadis sordum. Bunun üzerine  bana şunları söyledi: ‘Bana Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini soruyorsun. Yolda yürürken sana hadis rivâyet etmeyi doğru bulmam. İstersen bir yere oturup sorduğun hadisi sana rivâyet edeyim; istersen benimle beraber evime kadar gel, sana orada rivâyet edeyim.*” Abdurrahmân ibni Mehdî, İmâmla birlikte onun evine gittiğini, İmâm Mâlik’in orada yere oturduktan sonra sorduğu hadisi kendisine rivâyet ettiğini söylemiştir.(7)

Devrin kadısı Cerîr ibni Abdilhamîd (v. 188/804) İmâm Mâlik’e ayaküstü bir hadis sordu. İmâm Mâlik de onun hapsedilmesini emretti. Orada bulunanlar Cerîr’in şehrin kadısı olduğunu, hapsinin uygun olmayacağım söyleyince de, onlara: “Kadı olan kişinin, edebi herkesten çok gözetmesi gözetmeyene ise terbiyesinin verilmesi gerekir!” dedi.

Rivâyet edildiğine göre Hişâm ibni’l-Gâzî, İmâm Mâlik’e ayaküstü bir hadis sordu. Ayaküstü hadis sormayı edebe aykırı bulan İmâm, bu talebesine yirmi kırbaç vurulmasını emretti. Sonra ona acıdı ve kendisine yirmi hadis öğretti. Daha sonra Hişâm: “Keşke hocam bana daha fazla vursaydı da, daha çok hadis öğretseydi” dedi.(8)

Mısırlı muhaddis Abdullah ibni Sâlih (v. 223/838), hem Mâlik ibni Enes’in hem de tebe-i tâbiîn âlimlerinden Leys ibni Sa’d’ın (v. 175/791) abdestsizken hadis yazmadıklarını söylemiştir.

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî de (v. 117/735) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini abdestli olarak okumayı uygun görürdü.

Tabiin alimlerinden a'meş(v.148/765),hadis rivayet etmek istediği zaman,abdest alma imkanı yoksa teyemmüm ederdi.(Bu söz de benzeri bir ifadeyle biraz yukarıda zikredilmiştir.)

Kadı İyaz,Şifai Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir).cilt.2,syf;368-373



Kaynaklar;

  1. Hatib el Bağdadi,el Cami'li ahlakır ravi,1,408,nr.968
  2. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 409, nr. 973.
  3. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmij li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 412, nr. 985. Kâdî İyâz, bu rivayeti daha önce de zikretmişti.
  4. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmı li-ahlâkı’r-râvi (Tahhân), I, 410, nr. 977.
  5. İbni Abdilber, Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlihî (Zemirlî), II, 384, nr. 1259.
  6. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-euliyâ, VI, 318.
  7. el-Câmı li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 408, nr. 970.
  8. İbni Hacer el-Askalânî, İmâm Mâlik’e isnâd edilen bu olayın sahîh olmadığını söylemektedir (Fethü’l-bârî, XIII, 132).
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Şefaat ve Makâm-ı Mahmûd özellikleri



Allah Teala, Resûl-i Ekrem'ini şefâat ve Makâm-ı Mahmûd özellikle­riyle diğer peygamberlere üstün tutması konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd'a yükseltir.”

Şerh:Âyetin tamamı şöyledir: “Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk, sadece sana mahsus olmak üzere teheccüd namazı kıl. Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûda yükseltir.”

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar gruplar hâlinde toplanır. Her ümmet peygamberinin etrafında yer alır. Ve onlara adlarıyla hitap ederek: “Ey falan, bize şefaat et!Ey falan bize şefaat et!” derler. Peygamberler şefaate yetkili olmadıklarını söyleyince, sonunda, şefaat dileğiyle Nebiyy-i Ekrem sallallahualeyhi ve sellemin yanına gelirler. O gün, Allah Teâlâ run Resü-i Ekrem'e Makâm-ı Mahmûd’u verdiği gündür.”(Buhari,Tefsir,11)

Makâm-ı Mahmûd Nedir?

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre sahâbiler Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Umulur ki böylece Rabbîn seni Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir.”âyetinin anlamını sordular. O da “Makâm-ı Mahmûd şefaat makamıdır.” buyurdu.(Tirmizi,Tefsir,7)

Ashâb-ı kirâmdam Ka’b ibni Mâlik radıyallahu anh (v. 54/674) Peygam­ber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kıyâmet gününde insanlar Mahşer yerinde toplanacak. Ben ve üm­metim bir tepe üzerinde bulunacağız. Rabbim bana yeşil bir elbise giydire­cek. Sonra konuşmama izin verilecek. Ben de Allah Teâlânın söylememi istediği şeyleri söyleyeceğim (Kendisini öveceğim; şefâat niyaz edeceğim).İşte Makâm-ı Mahmûd budur.”(Hanbeli Müsned,3,456)

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ rivâyet ettiği bir hadiste şefâat hadisinden söz ederek şöyle buyurdu:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ilerler ve Cennet kapısının hal­kasını tutar. İşte o gün Allah Teâlâ onu, kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracaktır.”

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:“Kıyâmet gününde güneş insanların tepesine iyice yaklaşacak, ter kulaklarının yarışma kadar çıkacak. Onlar  işte bu hâldeyken Hz. Âdem’in yanına varıp kendilerine şefâat etmesini isteyecekler. O ise: “Ben bu yetkiye sahip  değilim.” diyecek. Sonra Mûsâ peygambere gidecekler o da aynı şeyi söyleyecek. Daha sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin yanına varacaklar. Peygamber aleyhisselâm insanlara şefaat edecek ve Cennete varıp  kapısının halkasını tutacak; işte o gün Allah Teâlâ onu,  kendisine vaad ettiği Makâm-ı Mahmûd’a çıkaracak, ' bütün mahşer halkı onu övecektir.”

Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet ettiğine göre Makâm-ı Mahmûd, Allah’ın Elçisi nin Arşın sağ tarafında ayakta duracağı bir makam olup ondan başka hiç kimse orada durmayacaktır. Dünyaya önce gelen ve sonra gelecek olan bütün insanlar o makama imrenecektir.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Yukarıda Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyet ettiğii benzeri bir hadiste de, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şöyle  buyurduğu geçmişti:

 “Cennet elbiselerinden bir elbise giyeceğim. Sonra Arş-ı  Alâ’nın sağ tarafında, ayakta duracağım. Benden başka,  yaratılmışların hiçbiri o makamda durmayacaktır.”(Tirmizi,Menakıb,1)

Bu hadisin bir benzerini her ikisi de tabiîn âlimi olan Kâ’bu l-Ahbâr(v. 32/652) ve Hasan-ı Basrî de rivâyet etmiştir.

Bir başka rivâyete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:

“Makâm-ı Mahmûd, ümmetime şefaat edeceğim makamdır.”

Yine Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Ben Makâm-ı Mahmûd’da duracağım.” buyurunca ashâb-ı kiram:

“Makâm-ı Mahmûd nedir?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:

“O gün Allah Teâlâ’nın (kullarını hesaba çekmek için) Kürsî’si üzerinde tecelli edeceği gündür. ”.(Hanbeli,Müsned,1,398-399)

Şerh:Hadisin tamamı şöyledir:

“Cenâb-ı Makk’ın yer ile gök arasını dolduracak kadar geniş olan Kürsî’si, o gün zorlandığı için yeni deve semeri gibi gıcırdayacaktır. O gün siz huzûra yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak getirileceksiniz. Kendisine ilk defa elbise giydirilecek kimse Hz. İbrâhim olacaktır.

Allah Teâlâ ‘Benim dostumu giydirin!” buyuracak, he­men Cennet elbiselerinden İki beyaz elbise getirilip Hz. İbrâhim giydirilecek. Ardından beni giydirecekler. Bun-dan sonra Allah Teâlâ’nın sağında, dünyaya önce gelen ve sonra gelen bütün insanların imreneceği bir makamda duracağım.”

Peygamber Efendimizin Şefâati

Ebû Mûsâ el-Eş’arî1 radıyallahu anhın (v. 42/662) rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana, ümmetinin yarısının Cennet’e girmesini mi, yoksa şefâati mi istersin diye soruldu; ben de şefâati tercih ettim; çünkü şefâat daha çok kimseyi kapsar. Siz bu şefaatin Müttakıler için olduğunu mu sanıyorsu­nuz? Hayır, şefâatim, çok hatâ eden günahkâr ümmetim içindir.”

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Avf ibni Mâlik el-Eşcaî radıyallahu anhın da rivâyet ettiği bu hadisin baş tarafında şöyle bir  ilâve vardır:

“Resûl-i Ekrem: ‘Bu gece Rabbim beni hangi şeyi seçmek- İ te muhayyer bıraktı, biliyor musunuz?’ diye sordu. Biz de iAllah ve Resûlü daha iyi bilir.’ dedik.” Hadisin sonunda da şöyle bir ifâde vardır: “Biz, ‘Yâ Resûlallah! Bizi de o şefâat edilenlerden kılması için Allah’a duâ et!’ dediğimizde şöyle buyurdu: ‘O şefâat bütün ümmetim içindir.’(İbn Mace,Zühd,37;nr.4317)

“Şefâatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”(Ebû Dâvûd, Sünnet 23, nr. 4739.)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh diyor ki:

“Yâ Resûlallah! Şefaat hakkında sana ne indirildi?” diye sordum.

Şöyle buyurdu:

“Şefâatim; kalbi, dilinin söylediğini tasdik ederek, bütün samimiye­tiyle Kelime-i Tevhîd’i söyleyenler içindir.”(Hanbeli,Müsned,2;307-518..)

Mü’minlerin annesi Ümmü Habîbe radıyallahu anhâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

"Benim vefatımdan sonra ümmetimin başına ne gibi felâketler ge­leceği, onların birbirinin kânını haksız yere nasıl dökeceği, daha önceki milletlerin uğradığı belâlara onların da uğrayacağı bana bildirildi. Ben de Cenâb-ı Hak’tan, kıyamet gününde onlara şefâat etmeyi bana nasip et­mesini istedim; niyazımı kabul buyurdu.”(Müsned,4;427-428)

Ashâb-ı kiramdan Huzeyfe ıbnü’l-Yemân radıyallahu anha. 36/66$ şöyle dedi:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanları dümdüz bir yerde toplaya­cak; onlara seslenen biri, hepsine sesini duyurabilecek, onlara bakan biri, hepsini görebilecek. İnsanlar, yaratıldıkları günkü gibi yedin ayak ve çırıl-çıplak olacak. Herkes derin bir sükût içinde olacak. Allah izin vermeden kimse konuşamayacak.

Şerh:Şu âyetler bu manzarayı tasvir etmektedir: “O gün, Ruh ve melekler saf saf olurlar. Rahmânın izin verdiklerin­den başkası konuşamaz; izin verilip konuşan da doğru­yu söyler. İşte bu gerçek olan gündür”(Nebe,38-39)

Bugün dillerinin tutulduğu gündür, izin de veril­mez ki özür dilesinler. Gerçeği yalanlayanların o gün  vay hâline! Bugün hüküm günüdür. Sizi ve öncekileri toplamışızdir.”(Mürselat,35-38)

‘Muhammedi’ diye seslenilecek. Resûl-i Ekrem de şöyle diyecek:

‘Rabbim! Ben Senin emrindeyim! Her zaman hizmetindeyim. Bütün hayırlar Senin kudret elindedir. Şerri de Sen yaratırsın, ama onun yapıl­masına razı olmazsın. Doğru yolu bulan, ancak Senin yardımınla bulur. İşte bu kulun Senin huzûrundadır. Onun hakkında hüküm vermek Sana âittir. Onun her işi Senin kudret elindedir. Senen kaçıp sığınacak ve Se­nin elinden kurtulacak bir yer varsa, o yine Sensin! Hayrın ve bereketin pek çoktur. Şânın pek yücedir. Seni her kusurdan tenzih ederim. Sen Beyt’in Rabbisin. ’

Huzeyfe Ibnü’l-Yemân sözünü şöyle tamamladı: İşte Allah Teâlâ’nın: “Umulur ki böylece Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a (övgüye değer bir konuma) yükseltir. ” (isrâ 17/79) buyurduğu makam bu yerdir.(Hâkim, el-Müstedrek(Atâ), D, 395, nr. 3384; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef (Hût), VI, 319.)

Günahkârlara Nasıl Şefâat Edecek?

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle demiştir:

“Cehennemlikler Cehennem’e, Cennetlikler Cennet’e girince, ge­ride Cennet ve Cehennem ehlinden birer grup kalır. Cehennemlikler, (günahları yüzünden geride kalan) Cennetliklere:

“Bakın, îmân etmiş olmanız bir fayda sağlayıp da sizi Cennet’e gö­türmedi. " derler.

Onlar da Cehennemliklerin kendilerini ayıplamasından dolayı Rablerine feryâd ederek yalvarırlar. Onların feryâdını duyan Cennet ehli, Hz. Âdem’e ve diğer büyük peygamberlere giderek onlara şefâat etmeleri­ni isterler. Peygamberler de özür beyan ederek şefâat edemeyeceklerini söylerler. Bunun üzerine Cennetlikler Muhammed sallallahu aleyhi ve Selleme başvururlar.O da bu günahkar Müslümanlara şefaat eder.İşte Makam-ı Mahmud budur.

Şerh:Ibni Abbas'ın bu sözü yani bu mevkuf hadis, Peygam­ber Efendimiz'in sözü yani merfû hadis hükmündedir.

Çünkü İbn Abbasın bu bilgiyi kendiliğinden vermesi mümkün değildir.

Bu rivayetin bir benzeri sahabeden Abdullah ibni Mes’ûd ve tâbiîn âlimlerinden Mücâhid ibni Cebr den rivayet edilmiştir.(Taberânî, el'Mu'cemü’l-kebîr (Selefi), IX, 354-357, nr. 9760; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), İV, 541, nr. 8519)

Aynı hadisi Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelâbidîn Ali de Peygamber Efendimiz'den rivâyet etmiştir.'

Ashâb-ı kiramdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhumâ tâbiîn ravilerindenYezîdü l-fakîr’e;

“Allah Teâiâ nın Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi çıkaracağı Makâm-ı Mahmûd hakkında bir hadis duydun mu?” diye sordu. O da:

“Evet, duydum. ” deyince:

“İşte o Makâm-ı Mahmûd, Cenâb-ı Hakk’ın Resûlullah Efendimize verdiği yüce bir makamdır ki, onun sayesinde günahkâr mü’minleri Cehennemden çıkarır. dedi, ardından da günahkâr mü’minlerin dere­celerine göre Cehennemden çıkarılacağına dâir şefâat hadisini okudu.(Müslim, imân 316, nr. 191)

Bu hadisin bir benzerini Enes ibni Mâlik radıyaliahu anh rivâyet etmiş olup hadisin sonunda: “İşte bu ona vadedilen Makâm-ı Mahmûd’tur." demiştir.(Buhâri, Tevhîd 24. nr. 7440)

Şefâathadisini Selmân-i Fârisî6 de rivâyet etmiş ve şöyle demiştir:

“Makâm-ı Mahmûd, Resûl-i Ekrem’in kıyamet gününde ümmetine şefâat etmesidir.”(İbn Ebi Asın,Es-sünne(Elbani),1,369-370,nr.813)

Bu hadisin bir benzerini Ebu Hüreyre radıyallahu anh rivâyet etmiştir.(Tirzimi,Tefsir,17/7,nr.3137)

Tâbiîn âlimlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî (v 117/735) şöyle de­miştir:

İlim adamlarına göre Makâm-ı Mahmûd; Resûlullah sallallahu aley­hi ve sellemin, kıyamet gününde bütün insanları mahşerdeki bekleme sıkıntısından kurtarmak için yapacağı şefaatidir. Makâm-ı Mahmûdun, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kıyamet günündeki büyük şefâati şefâat-i kübrâ) olduğu sahâbe ve tabiîn ile müctehidlerin, müfessirlerin ve muhaddislerin de görüşüdür.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz’den gelen sahîh hadislerde de Makâm-ı Mahmûd’un şefaat makamı olduğu belirtilmiştir. Makâm-ı Mahmûd’un ne anlama geldiği konusunda, güvenilir âlimlerin rivâyetlerinin aksine se­lef âlimlerinden biri aykırı bir görüş ileri sürmüşse de, bunu destekleyen sahîh bir rivâyet ve sağlam bir görüş olmadığı için, bu görüşe güvenme­mek gerekir. Bu tür rivâyetler sahîh olsa bile, onların anlaşılır bir açıkla­ması yapılmalıdır. Zâten Peygamber aleyhisselâmın Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh hadisleri bu tür rivâyetleri çürüttüğü için, bunlara değer vermemek gerekir. Kur’an’da ve Sünnet’te böyle bir delil bulunmadığı, Ummet-i Muhammed de böyle bir görüşü benimsemediği için onu yo­rumlamaya bile gerek yoktur. Böylesi görüşleri olduğu gibi alıp nakletmek bile son derece yanlıştır.

Şefaat-i Kübrâ Hadisi

Enes İbni Mâhk, Ebû Hureyre ve daha başka ravilerin Makâm-ı Mahmud baklandaki rivayetleri hem lafzen hem de mânen birbirine uygun­dur. Buna göre Resululah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ gelmiş, gelecek bütün İmadan bir araya toplayacak; in­sanlar kendi nefisleri için aşın derecede üzülüp hüzünlenecek veya Allah Teâlâ onlara ilham edecek de, “Allah katında şefkat ederek bizi bu hâlden kurtaracak birini bulsak..." diye konuşacaklar

Bir başka senedle Resulullah Efendırniz'in:

“İnsanlar deniz dalgalarıgibi birbirine girecektir.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.

Şerh:Peygamber Efendimiz bu ifâde ile: "O gün Biz insanları birbiri içerisinde dalgalanır hâlde bırakacağız. Sûra üfurülecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.'' (Kehf/99) âyetine işaret etmiştir.

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ek­rem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Güneş insanlara yaklaştırılacak, herkes sıkıntıdan ve kederden artık ,dayanamayacak hâle gelince birbirlerine:

“içinde bulunduğunuz sıkıntıyı, başınıza gelen hâli görmüyor musu­nuz? Hâlinizi Rabbinize arzederek size şefâat edecek birini bulmayı dü­şünmüyor musunuz? diye soracaklar.” Sonra Hz. Âdem’e gelip:

“Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Seni Allah kudret eliyle yarattı. Sana Kendi rûhundan üfledi. Seni Cennet’ine yerleştirdi. Meleklerim sa­na secde ettirdi. Sana her şeyin ismini öğretti. Rabbine varıp bizim için şefâat et de,bizi şu bulunduğumuz yerden kurtarsın. İçinde bulunduğu­muz hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim çok gazaplı. daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Rabbim, o ağaca yaklaşmamı yasakladı, ama ben O’nu dinlemedim. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim! Siz başkasına gidin; Nûh’a gidin.” diyecek. Onlar da Nûh’a gidecek:

..Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resûllerin ilkisin. Allah sana "çok şükreden kul” demişti. İçinde bulunduğumuz perişan hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbinin huzûrunda bize şefâat etmeyecek misin?” diyecekler. O da:

"Bugün Rabbim çok gazaplı. Daha önce hiç böyle gazaplanmadı; bundan sonra da böyle gazaplanmaz. Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim, âh benim nefsim”

Enes ibni Mâlik’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle bu­yurdu: ‘‘Nûh, yaptığı hatâyı bilmeden Rabbinden oğlunun kurtarılmasını istediğini söyleyecek.”(Buhari,Tevhid,24,nr.744)

 Şerh:Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Nûh  Rabbine şöyle yalvardı: ‘Rabbim! Oğlum benim âilemdendir. Senin vaadin de elbette gerçektir. Ve Sen hüküm verenlerin en âdilisin.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı çok  kötü bir iştir. Ayrıca, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın Benden isteme! Câhillerden olmayasın diye  sana öğüt veriyorum.’ Nûh da: ‘Rabbim! Aslını bilmediğim şeyi Senden istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen her şeyi kaybedenlerden olurum.’ dedi.”(Hud,45-47)

Anlaşılan Nûh Peygamber: “Aileni ve iman edenleri  gemiye al!”(Hud,40) emrini alınca, bütün âilesinin kurtulacağını ümid etti ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk’a: “Rabbim! Oğlum benim dilemdendir!.” diyerek O’na ailesini kurtaracağı yolundaki vadini hatırlatmak istedi. Hz. Nûh,  tufandan sonra oğlunun âhiretteki durumunu düşünüp üzülmüş ve onun bağışlanması ümidiyle Cenâb-ı Hakk’a ; böyle yalvarmış da olabilir.

Ebû Hüreyre radıyaliahu anhın rivâyetine göre Hz. Nûh şöyle diye­cek:

'‘Benim bir duam vardı: onu da kavmimin aleyhine kullandım. Siz başkasına gidin. İbrâhim'e gidin; çünkü o Halîlullah’tır. ”

Onlar da İbrâhim'e giderek: “Sen, Allahın peygamberisin, bunca insan içinde Allah'ın tek dostu sensin. Rabbinin huzurunda bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz perişan hâli görmüyor musun?” diyecekler. O da:

“Bugün Rabbim benzeri görülmedik şekilde gazaplıdır.” diyerek Hz. Adem ve Nûh gibi kendi hatâsını dile getirecek ve vaktiyle söylediği üç yalanı hatırlattıktan sonra ‘Asıl benim şefâate ihtiyâcım var; âh benim nefsim. Ben şefâat edecek durumda değilim; fakat siz Mûsâ’ya gidin. Çünkü o Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle konuştuğu kimsedir (Kelîmullah’tır)” diyecek.

Bir başka rivâyete göre Hz. İbrâhim sözünü şöyle tamamlayacak: “0, Allah Teâlâ’nın Tevrât’ı verdiği, kendisiyle konuştuğu, doğrudan konuş­mak için huzûruna aldığı kimsedir"(Buhari,Tevhid,24,nr.7440)

Peygamber aleyhisselâm sözüne şöyle devam etti:

Onlar da Mûsâ’ya gelecekler. Fakat Mûsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim.” diyerek yaptığı hatâyı ve birisini öldürdüğünü söyleyerek Asıl benim şefaate ihtiyâcım var; âh benim nefsim; fakat siz İsa’ya gidin. Çünkü o, Allah'ın rûhu ve kelimesidir.” diyecek.

Onlar da İsa'ya gelecekler; fakat îsâ:

“Ben şefâat edecek durumda değilim. Siz Muhammed sallallahu aley­hi ve selleme gidin. O, gelmiş geçmiş bütün günahlarını Cenâb-ı Hakk'ın affettiği kimsedir. ” diyecek.

“Mahşer halkı bana gelecek; ben de: ‘Şefaat etmeye yetkili benim’ diyeceğim. Rabbimin huzûruna çıkıp şefâat için izin isteyeceğim; bana izin verilecek. Rabbimi görür görmez secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayet ise şöyledir:

“Arş’ın altına geleceğim, Rabbime secdeye kapanacağım.”(Buhari,Tefsir,17/1,nr.4712)

Diğer bir rivâyet şöyledir:

“Rabbimin huzûrunda duracağım. Nasıl olduğunu şimdi bilmemek­le beraber, Rabbimin bana ilhâm edeceği övgülerle O’na hamdü sena edeceğim.”(Buhari,Tevhid 36,nr.7510)

Başka bir rivayete göre Efendimiz şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ, daha önce hiçbir peygambere öğretmediği en güzel hamd-ü senayı bana ilhâm edecek.”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam etti:

“Sonra Allah Teâlâ bana hitâben:

‘’Ya Muhammed Secdeden başına kaldır ve iste ! İstediğin sana verilcek.Şefaat et, şefaatin kabul edilcek’’buyuracak.Bende başımı secdeden kaldıracağım ve"Yâ Rabbim,Ümmetimi bana bağışla !YaRabbi! Ümmetimi kurtar!”diye yalvaracağım.O zaman Rabbim bana;

“Ya Muhammedi Ümmetinden hesaba çekilmeden Cennet’e girecek olanları. Cennet kapılarının en sağındaki Ba’bül Eymenden içeri al! On­lar, başkalarıyla beraber Cennet'in diğer kapılarından da gireceklerdir.” buyuracak.1

Şerh:Kâdi lyaz’ın Saluh-i Müslim'e yazdığı şerihte belirttiğine göre, Cennet’in sekiz kapısı olup adları şöyledir: Namaz kapısı, Sadaka kapısı. Oruç (Revyin) kapısı, Cihâd ka­pısı, Tövbe kapısı. Öfkesini yenip insanların kusurları­nı bağışlayanlar kapısı, Râzı olanlar kapısı ve sorgusuz sualsiz Cennete girecek olan mütevekkilere ait Eymen kapısı.Bazı hadis şârihleri, Cennet’in sekiz kapısı ara­sında şunları da saymışlardır: Hac kapısı, Zikir kapısı,Umre kapısı, Duhâ kapısı, Ferah kapısı, Sabır kapısı.(İbn Hacer,Fethul Bari,,VII,28)

Enes ibni Mâlik in rivayet ettiği hadiste, Ebû Hûreyre tarafından riuâyet edilen bu ilâve yoktur. Bunun yerine. Peygamber aleyhisselâmin şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Sonra secdeye kapanacağım. Bana şöyle buyrulacak:

“Yâ Muhammed! Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefaat et,şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek." Ben de:

“Yâ Rabbî! Ümmetimi bana bağışla! Yâ Rabbi! Ümmetimi kurtar!" diye yalvaracağım. Bana şöyle buyurulacak:

“Haydi git, kalbinde buğday (veya arpa) tanesi kadar İmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

 Şerh:Yani Fahr-i Âlem Efendimiz’in, kalbinde, (kalp ile yapılan amellerden) fakirlere şefkat, Allah korkusu, iyi bir şey yapmaya niyet etmek gibi îmân eseri olanları Cehennemiden çıkarmasına izin verileceği ifâde buyurulmaktadır.

Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım ve yine bana ilhâm edilen  o hamdü senâlar ile Rabbimi öveceğim." Resûl-i Ekrem bundan önce söylediklerini aynen tekrarladıktan sonra sözüne şöyle devam etti: "Bana şöyle buyurulacak:

"Haydi git, kalbinde hardal tanesi kadar îmân eseri olanları Ce­hennem'den çıkar.” Ben de gidip emredileni yapacağım.

“Sonra tekrar Rabbimin huzûruna çıkacağım. Aynı şekilde yalvarıp geri kalan ümmetimin Cehennem’den çıkarılmasını isteyeceğim. Bana:

"Kalbinde hardal tanesinden daha az, çok daha az, azdan da az îmân eseri olanları Cehennem’den çıkar.” buyurulacak, ben de bana emredileni yapacağım.”

Resûlullah Efendimiz dördüncü defa Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çık­tığında kendisine:

“Secdeden başını kaldır! Söyle, sözün dinlenecek. Şefâat et, şefaatin kabul edilecek. İstediğin sana verilecek.” buyurulacağını söylemiştir. O zaman Allah’ın Elçisi şöyle diyecek:

“Yâ Rabbî! Lâilâhe illallah diyenleri Cehennem’den çıkarmama izin ver. Allah Teâlâ şöyle buyuracak:

“Lâilâhe İllallah diyenleri Cehennem’den çıkarmak üzere şefâat etme yetkisi sana verilmemiştir. Ancak Ben, kudretime, büyüklüğü­me, azametime ve ululuğuma yemin ederim ki, lâilâhe illallah diyen­leri Cehennem’den Ben çıkaracağım.”(Buhari,Tevhid36,nr.7510)

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’nin (v. 117/735) Enes ibni Mâlik radıyallahu anhdan rivayetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna üçüncü veya dördüncü çıkışımda, ki bunu tam bilemiyorum, şöyle diyeceğim: ‘Yâ Rabbî! Geride sadece Kur’ân-ı Kerîm'deki emrinle ebediyen Cehennem’de yanacak kimseler kaldı.”Buhâri, Tefsir 2/1, nr. 4476; Müslim, îmân 322, nr. 193.)

Kur an ı Kerîm’in ebediyen Cehennemde kalacaklarını söylediği kimseler kâfirler ve münafıklardır.

Bu hadîs-i şerifin bir benzeri, ashâb-ı kiramdan Hz. Ebû Bekir, Ukbe bin Âmir. Ebû Saîd el-Hudrî ve Huzeyfe İbnul-Yemân tarafından rivâyet edilmiş olup, onların herbiri şöyle demiştir:

“Mahşer halkı Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gelecek; Allah htâlâ ona şefaat izni verecek. Emânet ve sıla-i rahim Sırat’ın iki yanında ayakta duracak.

 Şerh:Emânet; emânete riayet edenlere şahitlik edecek, emâ­nete hiyânet edenleri de Cenâb-ı Hakk’a şikâyet edecek.

Aynı şekilde sıla-i rahim de, akrabasını koruyup göze­tenlere şâhitlik, akrabalık bağlarım koparanları da Allah Teâlâ’ya şikâyet edecektir.

Sırat Nasıl Geçilecek?

Ebû Mâlik’in Huzeyfe İbnul-Yemân’dan rivayetine göre Resûl-i Ek­rem şöyle buyurmuştur:

Muhammed’e gelirler; o da şefâat eder. Mahşerden sonra Sırat kurulur, insanlar onun üzerinden geçmeye başlar. İlk kafile şimşek gibi geçer, ondan sonra gelenler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçer­ler. Sizin peygamberiniz herkes geçene kadar Sırat’ın üzerinde durarak "Allahım! Selâmete çıkar, selâmete çıkar.” diye duâ eder.(Müslm,İman,329,nr.195)

Şerh:Ashâb-ı kirâmdan Huzeyfe İbnü’l-Yemân diyor ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizin ilk kâfıleleriniz şimşek gibi geçer.” buyurunca, Ben: ‘Anam babam  sana fedâ olsun, şimşek gibi geçmek nedir?’ diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şimşeği görmediniz mi? Göz açıp yumacak kadar bir zamanda geçip gidiverir!” buyurdu. Ve sözüne şöyle devam etti:

' Sonrakiler rüzgâr gibi, kuş gibi, koşucular gibi geçerler. Onların amelleri böyle süratli geçirir. Peygamberiniz Sırat üzerinde durup şöyle der: ‘Ey Rabbim! Selâmete çıkar,selamete çıkar.( Nesâi, Tatbik 81, nr. 1139; Ahmed İbni Hanbel, Mûsned, 11, 275, 533. Buhârî, Ezan 129. nr. 806)

Neticede,kulların amelleri kendileri­ni Sırat tan geçirmede aciz kalır.O kadar ki, yürümeye gücü yetmeyen bir adam kalçaları üzerinde sürünerek gelir, Sırat’ın iki tarafında asılmış çengeller vardır. Bu  çengellerin görevi, kendilerine emredilen kimseleri ya­kalamaktır. Bazıları yaralanmış vazıyette kurtulur, bazılarıda Cehenneme yuvarlanır..Ebu Hureyre(r.a) hadisi rivâyet ettikten sonra şöyle demiştir: “Ebû Hüreyre’nin canını elinde tutan Allaha yemin ederim,Cehennem o kadar derindir ki, dibine ancak yetmiş yıl da varılabilir”

Ebû Hüreyre radıyallahu ânhın rivayet ettiği hadise göre Peygamber Efendimiz “Sırat’tan ilk geçen ben olurum,” buyurmuştur.

Ümmetinin Hepsine Şefâat Edecek

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

“Peygamberler, (Mahşer günü) kendileri İçin kurulacak kürsülere otu­racaklar. Ben ise kürsüme oturmayıp, Rabbimin huzûrunda ayakta dura­cağım. Allah Teâlâ bana:

“Ümmetine ne yapmamı İstiyorsun?” diye soracak. Ben de:

“Yâ Rabbî! Onların hesabını bir an Önce gör!” diyeceğim.

“Bunun üzerine ümmetim çağırılıp hesaplan görülecek.

“Onlann bir kısmı, Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla iyi kulluk yaptıkları için, bir kısmı da benim şefâatim ile Cennet'e girecek,

“Ben günahkâr ümmetime şefaat etmeye devam edeceğim,niha­yet bana Cehennem’e girmeleri emredilen bir grup Ümmetimin belge­leri verilecek, onlara da şefâat edeceğim. Bunu gören Cehennem’in bekçisi:

"Yâ Muhammedi Ümmetinden cezayı hak etmiş olan hiç kimseyi bırakmayıp hepsine şefâat ettin!” diyecek.(Taberani,El-Mücemül Evsad,2,208,nr.2937)

Ben övünmüyorum

Tabiîn muhaddislerinden Ziyâd ibni Abdillah en-Nümeyrî’nin, Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sel lem şöyle buyurmuştur:

“Âhirette yeniden diriltilmek üzere kabri ilk açılacak olan benim; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü insanların efendisi ben olacağım; bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyâmet günü Livâülhamd benim elimde olacak. Cennet’in kapısı ilk defa benim için açılacak; bunu övünmek için söylemiyorum. O gün varıp Cennet kapısının halkasını tu­tacağım. “Kim o?” diye soracaklar; “Ben Muhammed’im.” diyeceğim. Hemen kapıyı açacaklar. Cebbar olan Cenâb-ı Hak orada tecelli buyura­cak; ben de huzûrunda secdeye kapanacağım.” Daha sonra da yukarıda geçen şefâat hadisini zikretti.

Ashâb-ı kirâmdan Üneys el-Ensârî, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Kıyamet gü­nünde yeryüzündeki taş ve ağaçlardan daha çok kimseye şefâat edeceğim. ”(Müttaki,Kenzul Ummal,XIV,399,nr.39062)

Kimlere Şefaat Edecek?

Şefaat konusundaki bunca rivayetten, Resûlullah a.s’ın şefaatinin ve Makâm-ı Mahmûd’unun kapsamının ne kadar geniş olduğu ve onun şefkatinin muhtelif aşamalarda olacağı anlaşılmaktadır.Şöyle ki;

İnsanlar mahşerde toplanacak; yürekler ağızlara gelecek; güneş tepeye dikildiği. beklemek büyük bir sıkıntı verdiği için kan ter içinde kalacaklar Bu, hesap başlamadan önceki durumdur. İşte o zaman Resulluah a.s;

‘mahşerdeki bütün insanların bu sıkıntılı durumlarını rahatlatmak için onlara şefaat edecektir. Bunun hemen ardından Sırat kurulacak ve insanlar hesaba çekilecektir; Ebû Hüreyre ve Huzeyfe lbnü‘l- Yemin’in rivayetleri böyledir ve bu konudaki en sağlam hadis de budur.

İnsanlar mahşerde beklerken, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetimden sorguya çekilmeyecek olanların bir an önce Cennet’e  girmesi için şefaat edecektir, yukarıda geçen hadiste de bu durum belirtilmiştir.

Sonra, yine sahih hadislerde belirtildiği üzere, azabı hak edip Cehenneme girmiş olan ümmetine de şefâat edecektir.

Ardandan, kelime-i tevhidi söylemekten başka sevâpları olmayan­lara şefaat edecektir. Bu şefâat, Resûlullah Efendimiz’den başkasına verilmeyecektir.

Efendimiz'in Makbul Duâsı

Çok meşhûr olan sahih bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur;

“Her peygamberin bütünümmeti için yaptığı bir duası vardır.Ben de duâmı kısmet gününde ümmetime şefâat etmek için sakladım.”(Müslim,iman,334-335,nr.198-199

Bazı âlimler bu hadisin mânasını şöyle açıklamışlardır; Sözü edilenpeygamberlere, mutlaka kabul edileceği ve arzularının gerçekleştiri­leceği Allah Teâlâ tarafından bildirilen bir duadır. Yoksa peygamberlerin pek çok duası kabul edilmiş; Peygamber Efendimiz’in de sayılamayacak kadar duası makbul olmuştur.Fakat peygamberler,mutlaka kabul edilceği bildirilmeyen dualarını yaparken,havf ile reca arasında bulunurlar.Bununla beraber peygamberlere diledikleri konuda yapacakları duanın kabul edilceği va’dedildiği için,onlar dualarının makbul olcağını bilerek dua ederler.

Her ikisi de tâbiun muhaddislerinden olan Muhammed ibni Ziyâd el- Cümah ve Ebû Salih es-Semmân’ın (v, 101/719), Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet ettiklerine göre Resûlulllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin ümmeti için yaptığı makbul bir duâsı vardır ve o duâ kabul edilmiştir. Ben de makbûl duamı kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için tehir etmek istiyorum.”(Buhâri, Daavât 1, nr. 6304; Müslim, îmân 340, nr. 199.)

Ebû Salih es-Semmân ın Ebû Hüreyre’den olan rivayeti ise şöyledir:

“Her peygamberin makbûl bir duası vardır ve her peygamber bu duasını dünyada iken yapmıştır’’(Müslim,iman 338,nr.199)

Tâbiîn muhaddislerinden Ebû Zür’a el-Becelî’nin Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan olan rivayeti de böyledir. (Müslim,iman 339,nr.199)

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivâyeti de Muhammed ibni Ziyâd el-Cümahî’nin Ebû Hüreyre ra-dıyallahu anhdan olan rivâyeti gibidir.(Buhâri, Daavât 1. nr. 6305; Müslim, îmân 341, nr. 200.)

Sözü edilen bu duâ, Peygamber Efendimiz’in bütün Ümmet i Muham­medi şefaati hakkındaki makbûl duasıdır. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz Cenâb-ı Hak’tan din ve dünya ile ilgili bazı dileklerde bulunduğunu, bun­lardan bir kısmının kendisine verilip bir kısmının verilmediğini söylemiştir.O,bu makbul duasını insanların yardıma en  fazla muhtaç olduğu belaların sonuncusunun başa geldiği ve en büyük istek ve taleplerin yapılacağı güne saklamıştır.

Allah Teâlâ. ümmetine olan daveti sebebiyle bir peygambere verece­ği mükâfatın en mükemmelini ona ihsân buyursun ve Kâinatın Rabbi ona çok çok salâtü selâm eylesin.

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1

Şerh:Prof.Dr.Yaşar Kandemir
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Mûcizeleri ve Mûcizenin Mânası



Peygamberlerin ortaya koyduğu olağanüstü hâdiselere mucize den­mesinin sebebi, peygamber olmayanların, bunların bir benzerini ortaya koyamadıkları içindir.

Mûcize iki kısımdır:

Biri, insanoğlunun yapabileceği hâlde yapamadığı mûcizeler. Allah Teâlâ peygamberinin hak olduğunu ve doğru söylediğini göstermek için, diğer insanları o mûcizenin bir benzerini meydana getirmekten âciz bırak­mıştır. Meselâ Yahudilerin ölümü temenni edemeyişleri, bazılarına göre müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerini meydana getiremeyişleri gibi olaylar böyledir.

Şerh:Yahudiler “Biz Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz”,(Maide,18) “Yahudi veya Hıristiyanlardan başkası Cennet’e girmeyecek”(Bakara,111) diye iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ Peygamber Efendimize onlara şöyle demesini emretti: “Eğer âhiret yurdu başkalarına değil de, Allah katında sadece size ait ise ve siz de bu inancınızda samimi iseniz, hemen ölümü isteyin de görelim.”(Bakara,94)Ama onların böyle bir istekte bulunamayacakları âyetin devamında ve Cuma sûresinde şöyle belirtilmektedir: “Fakat onlar daha önce işledikleri günahlar yüzünden hiçbir zaman ölümü isteyemezler.Allah ise o zâlimleri iyi bilir.”

Mucizenin ikinci kısmı ise, insanoğlunun yapamayacağı, bir benzerini getirmeye gücünün yetmeyeceği mucizelerdir: Ölülerin diriltilmesi,' asânın yılan olması, kayadan devenin çıkması,ağacın konuşması,par­maklardan suyun akması, ayın ikiye bölünmesi gibi Allah'tan başka hiç­bir kimsenin yapamayacağı mucizeler böyledir. Bu mucizeler Resûlullah sallahu aleyhi ve sellemin (veya başka bir peygamberin) eliyle meydana gelse bile, gerçekte onları yaratan Cerıâb-ı Hak'tır. Peygamberin yaptığı ise, kendisini yalanlayanların bu mucizeleri göstermekten âciz olduğunu söyleyerek onlara meydan okumaktır.

En Çok Mucize Gösteren Peygamber

Peygamber Efendimiz’in eliyle meydana gelen mucizeler ile onun peygamber olduğunu ve doğru söylediğini gösteren deliller bu iki kısma da girmektedir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,ileride açıklayacağımız gibi, en çok ve en harikulade mûcizeleri gösteren peygamberdir. Onun mucizelerinden biri Kur’ân-ı Kerîm olup, Kur'andaki mucizelerin sayısını bin, iki bin veya daha fazla rakamla ifâde etmek mümkün değildir. Çün­kü Peygamber aleyhisselâm, müşriklerden Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini getirmelerini istediği hâlde, onlar bunu bile yapamamışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in belagatı, yani etkili ve yerinde söz söylemesi konu­sunda, yetkili olan âlimler şöyle demişlerdir:

“Kur’ân-ı Kerim’in en kısa sûresi Kevser sûresidir; Kur’ân-ı Kerîrn in her bir âyeti veya âyetleri, Kevser sûresinin (âyetleri, kelimeleri ve harf­leri) sayısınca mûcize ihtiva etmektedir. Kevser sûresinin kendisinde de, aşağıda açıklanacağı üzere, pek çok mûcize vardır.”

Mucizeler Kaç Kısımdır?

Resul-i Ekrem aleyhi ve sellemin mucizeleri iki kısımdır;

Kesin olarak bilinen ve bize mütevâtir olarak nakledilen mücizelerdir. Kur’ân-ı Kerîm işte bu mûcizelerden biridir. Bu mucizelerin Pey­gamber Efendimiz tarafından meydana getirilip ortaya konduğunda ve Resulullah’m onları delil olarak kullandığında hiçbir şüphe ve bu ümmetin büyük âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Bu tür mûcizeleri kabul etmeyen bir inkâra, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bu dünya­daki varlığını inkâr etmiş gibidir ki, bu olacak şey değildir.

İnkârcılar, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah sözü olmasına ve onun delil kabul edilmesine itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Kur an âyetlerinin ve sürelerinin sahip olduğu edebî mûcizeler inkâr edilemeyecek derecede ortadadır. As­lında o inkarcılar bunu kesinlikle biliyorlardı. Biz, bu mûcizeleri ileride açıklayacağız.

Bazı imamlarımız, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin göster­diği bütün mucizelerin, geneli itibariyle, bize mütevâtir olarak geldiğini kabul etmişlerdir. Bu mûcizeler birer birer ele alındığında kesinlik derece­sine ulaşmasa bile, hepsi birden mânen ele alındığında kesinlik kazanır. Resûlullah’ın elinde herkesi hayrete düşüren şeylerin meydana geldiğin­de mü’min-kâfir hiçbir kimse ihtilâf etmiş değildir; inatçıların ihtilâfı, bu olağanüstü hâdiseleri Allah Teâlâ’nın yaratıp yaratmadığı hususundadır. Mûcizeleri Cenâb-ı Hakk’ın yarattığını ve bu mûcizeleri ''Ey kulum doğru söylüyorsun!” diye Cenâb-ı Hakk’ın peygamberini tasdik etmesi anlamı­na geldiğini yukarıda söylemiştik.

Şerh:’Kâdî Iyaz bu meseleyi, işlenmekte olan konunun baş tarafında şöyle ifâde etmişti: 'Çünkü mucize, peygam-berlerin kendilerine inanmayanlara meydan okuması anlamına geldiği gibi, Allah Teâlâ da o insanlara: ‘Ey i kullarım! Peygamberim doğru söylemektedir, ona İtaat edin ve ardından gidin; onun gösterdiği mucizeler sözlerinin de doğruluğunu isbat etmektedir' demiş olmaktadır.”

Peygamber aleyhisselâmın mûcizeleri hakkında nakledilen her bir ha­ber, tek başına kesin bilgi ifâde etmese bile, onun gösterdiği bütün mucizeler birbirini desteklediği için, Efendimizin mûcizeleri kesinlik kazan­maktadır. Câhiliye devrinin ünlü şahsiyetlerinden olan Hâtim-i Tâinin cömertliği, yine Câhiliye devrinde yaşayan Antere bin Şeddâd’ın yiğitliği, tâbiîn âlimlerinden Ahnef ibni Kays’ın hilim sahibi olduğu da aynı şekilde şüphe götürmeyen bir kesinlikle bilinmektedir. Çünkü bütün târihî bilgiler Hâtim-i Tâî’nin cömertliğini, Antere’nin yiğitliğini ve Ahnef bin hilim sahi­bi okluğunu ortaya koymaktadır.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin gösterdiği mucizelerden bir kısmı da, birinci kısımda zikredilenler kadar kesinlik kazanmayanlardır. Bu mûcizeler de ikiye aynlır:

Onların bir kısmı, çok yaygın olan; birçokları tarafından rivayet edi­len, muhaddisler, daha sonraki râviler, siyer ve tarihçiler arasında şöhret bulan mucizelerdir. Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az miktardaki bir yiyeceğin çoğalması gibi mûcizeler böyledir.

Diğer bir kısmı da, bir veya iki râvi gibi az sayıda insan tarafından nakledilen, bundan öncekiler derecesinde şöhret bulmayan, fakat bir ara ya toplandığında manen güçlenerek kesinlik derecesine ulaşan mûcizelerdir.

Mucizelerin Güvenilir Rivâyetlerle Geldiği

Ben şunu kesinlikle ifâde ederim ki, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden meydana gelen bu tür mucizeler,mütevâtiren nakledildiği için kesin olarak bilinirler.

Ayın ikiye bölünmesi mûcizesine gelince, bunu Kur’ân-ı Kerim dile getirmiş, bu olayın meydana geldiğini haber vermiştir,(Kamer,1-2)Böyle bir şeyin Resûlullah zamanında olmadığı ancak delille reddedilebilir. Bu mucizenin, Peygamber Efendimiz zamanında gerçekleştiğine ve onu başka türlü yo­rumlamanın mümkün olmadığına dâir birçok sahih hadis vardır. Hadisler konusunda bilgisi bulunmayan, dine gereğince sarılmayan birtakım câhil­lerin sözüne bakarak bu konudaki kararımızı değiştirecek değiliz. İmanı yeterince güçlü olmayan, mü’minlerin kalbine şüphe düşürmeye çalışan zayıf akıllı bidatçıların sözlerine önem verilmez. Biz onların söylediklerini çürüterek câhil ve zayıf akıllı olduklarını ortaya koyacağız.

Resûl-i Ekrem’in parmaklarının arasından suların kaynaması, az yi­yeceğin çoğalması olayları da böyledir. Bu olayları güvenilir râviler çok sayıda tabiinden, onlar da pek çok sahâbîden rivayet etmiştir.

Bu tür rivayetlerden bir kısmını, büyük bir kalabalık yine öyle bir ka­labalıktan, onlar da olayların içinde bulunan çok sayıda ashâb-ı kiramdan sağlam bir senedle rivayet etmiştir. Bu mûcizeler, Hendek Gazvesi, Buvât Gazvesi,

Hudeybiye Umresi, Tebük Gazvesi gibi çok sayıda Müslüman veİslâm askerinin bulunduğu benzeri yerlerde meydana gelmiş ve şöhret bulmuştur. Ancak bu kıssaları anlatan râviye, o olayların içinde bulunan sahâbîlerden birinin karşı çıktığı, böyle bir olayın meydana gelmediğini söylediği duyulmamıştır. Bu olayları gözleriyle görmeyen sahabeler de görenlere itiraz etmemiş, duyduklarını bizzat görmüş gibi etme­lerdir. O sahâbelerin, duyduklarına itiraz etmeyip susması, 0 olayı  bizzat nakletmesi gibidir. Ashâb-ı kiramın, asılsız bir olay karşısında susması, bir yalanı idare yoluna gitmesi asla olacak şey değildir " Çünkü onların kimseden bir beklentileri olmadığı gibi, hiç kimseden korkuları da yoktu. Şâyet duydukları kıssa, onların kabul etmediği, bilmediği şey olsaydı mutlaka onu reddederlerdi. Nitekim ashâb-ı kiram, bilindiği üzere, iç­lerinden bir kısmının rivayet ettiği ahkâmla ilgili bazı hadislere, Resûl-i Ekrem’in şemailiyle ilgili bazı rivayetlere ve Allah’ın Elçisi'nden duyduk­larına aykırı olan Kur’an kıraatlerine itiraz etmiş, birbirinin içtihattaki hatâsını söylemiş, yanıldığı noktalan göstermişlerdir. Az sayıda râvinin naklettiği mûcizelerin tamamı, onları duyan sahâbelerin bu mücizeleri reddetmemesi sebebiyle, çok sayıda râvi tarafından rıvâyet edilmiş gibi kesinlik kazanmıştır.

Kötü niyetlerle uydurulan ve asılsız rivayetleri andıran «Özde mûcizeler, uzun zaman halk arasında söylenip durduktan sonra, yetkili hadis âlimleri, tıpkı diğer asılsız rivayetlerde yaptıkları gibi, bunların da sağlam bir şekilde rivâyet edilmediğini ortaya koymuşlardır.

Resul-i Ekrem Efendimiz in peygamberliğini gösteren ve az sayıda insan tarafından rivayet edildiği içki mütevatir derecesine ulaşmayan rivayetler, zamanla birbirini desteklemek sûreüyle mütevatir derecesin­de güç kazanmıştır. Muhtelif zamanlarda çeşitli grupların bu mucizeleri kullanması, onları düşmanların tenkit edip asılsız olduğunu ileri sürmesi, inkarcıların gözden düşürmeye çalışması bu rivayetleri daha bir güçlendirmiş, onları yerenlerin üzüntüsünü ve öfkesini daha da arttırmıştır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin gaybdan, eskiden olmuş, ile­ride olacak, âhiret hayatında meydana gelecek şeylerden haber vermesi, açıkça ve kesin bir şekilde onun peygamber okluğunu gösterir. Nitekim ünlü âlimlerimizden Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), kelâm âlimi Ebû Bekir ibni Fûrek (v. 406/1015) ve daha başka âlimler de böyle söylemiş­lerdir. Allah hepsine rahmet eylesin.

İtirazcıların Hadîs Bilgisi

Resûl-İ Ekrem’in mûcizelerine dâir rivâyetlerin haber-i vâhid türün­den olduğu için kesin bilgi ifâde etmeyeceğini söyleyenlerin, hadisler ve onların rivâyeti konusunda yeterli araştırması bulunmadığını, daha çok hadis dışındaki konularla ilgilendiğini düşünüyorum. Yoksa hadislerin rivayet şekilleriyle, hadis ve şemâil kitaplarıyla ilgilenen bir kimse, daha önce de söylediğimiz gibi, mûcizelere dâir bu rivâyetlerin sahîh ve güve­nilir olduğunda şüphe etmez.

Bilindiği üzere bir muhaddisin mütevâtir dediği bir hadisi, bir başka muhaddis mütevâtir kabul etmeyebilir. Meselâ insanların çoğu, duydukları bilgi sâyesinde Bağdat şehrinin var olduğunu, onun büyük bir şehir ve hilâfet merkezi olduğunu bilir. Bazıları ise, onun bu özellikleri bir yana, adını bile duymamış olabilir. Aynı şekilde Mâlikî mezhebinin fakihleri, bu mezhebe göre, ister cemaatle kılınsın ister tek başına kılınsın, namazda Fâtiha sûresi’nin mutlaka okunacağını ve ramazan ayının ilk gecesinde oruca niyet etmenin diğer günler için de yeterli olacağını, kendilerine imâmlarından mütevâtir şekilde gelen bilgilerle tereddütsüz bilirler.

Öte yandan İmâm Şafiî, oruca her gece niyet etmeyi gerekli görür; abdest alırken başın bir kısmına meshetmeyi yeterli bulur;İmâm Mâlik de, İmâm Şâfiî de kılıç ve mızrak gibi ucu demirli veya demirsiz bir âletle yapılan öldürme olaylarında kısası, abdest alırken niyet etmeyi, nikahta velînin rızâsını şart koşarlar. İmâm Ebu Hanife ise bütün bu konularda her iki imâmın da görüşlerine katılmaz. Adı geçen mezhepleri incelemeyen ve onların görüşlerine katılmayan diğer mezheplerin âlimleri ve daha baş­kaları bu görüşlerin hiçbirini bilmezler.

Resûlullah Efendimiz'in gösterdiği mucizeleri birer birer ele aldığımız­da, inşallah bu konularda daha geniş bilgi vereceğiz.





Kadı İyaz-Şifa-i Şerif Şerhi,cild:1(Yaşar Kandemir)

Devamını Oku »

Cennetliklerin Allah Teâlâ'yı Ziyâreti


Cennetliklerin Allah Teâlâ’yı ziyâret edeceklerini dile getiren hadîs-i şerifte, Cenâb-ı Hak için “ziyâret” kelimesi kullanıldığına göre, bu ifâdenin Peygamber Efendimiz hakkında kullanılmasında hiçbir sakınca olamaz.

Cennetliklerin Cenâb-ı Hakkı ziyâret edeceklerini genişçe tasvir eden hadîs-i şerîf özetle şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre hazretleri, tâbiîn neslinin önde gelen âlimlerinden Saîd ibnul-Müseyyeb ile karşılaştığımda ona:
“Cenâb-ı Hak’tan ikimizi Cennet çarşısında bir araya getirmesini niyâz ederim” deyince, İbnü’l-Müseyyeb:
Cennet’te çarşı mı var?” diye sordu. O da bu soruya şöyle cevap verdi:

“Evet, var. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bana haber verdiğine göre, Cennet ehli Cennete girince, kazandıkları derecelere göre yerlerine yerleşecekler. Sonra onların, dünya günlerinden Cuma günü kadar bir sürede Rablerini ziyâret etmelerine izin verilecek. Cenâb-ı Hak Cennetliklere Arş’ını açacak ve Cennet bahçelerinden bir bahçede onlara görünecek. Cennet ehline nûrdan koltuklar, altından koltuklar, gümüşten koltuklar, inciden koltuklar, yakuttan koltuklar konulacak. Onların en aşağı derecede olanları, -esasen onların arasında aşağı derece diye bir şey yoktur ya- misk ve kâfûr tepelerinde oturacaklar. Kendilerinden daha yükseklerde oturanlar bulunduğunu sanmayacaklar.”

Hadîs-i şerifin devamında Ebû Hüreyre radıyallahu anhın belirttiğine göre Peygamber Efendimize:

“Yâ Resûlallah! Rabbimizi görecek miyiz?” diye sorulmuş, Âlemlere Rahmet olan Efendimiz de, berrak bir gecede dolunayı görebilmek için insanların birbirini itip kakmasına, üst üste yığılmasına gerek kalmadığı gibi, Cennetliklerin de Cenâb-ı Hakk’ı açıkça göreceklerini, Cenâb-ı Hakken da bütün kullarıyla karşılıklı olarak görüşüp konuşacağını söylemiştir. Fahr-i Âlem Efendimiz bu hadisin devamında, Cennetlikler için hazırlanan büyük ikrâmlardan faydalanmak üzere, her güzelliğin bulunduğu bir çarşıya gidileceğini anlatmıştır.(1)

Peygambere Selâm Vermek

Fakih, hadis hafızı ve kıraat âlimi Ebû İmrân el-Fâsî (v. 430/1039), Allah ona rahmet eylesin, şöyle demiştir: “İmâm Mâlik, ‘ziyaret tavâfı’ denmesini, ‘Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettik’ diye konuşulmasını doğru bulmamıştır. İnsanlar kendi aralarında böyle konuştuğu, birbirini ettiğini söylediği için, imâm Mâlik, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in insanlarla bir tutmayı uygun görmemiş, ‘Biz Peygamber Efendimiz’in ziyaret demek yerine ‘Biz Peygamber Efendimiz’e selâm demeyi uygun görmüştür.”

Birbirine selâm verme sözü de insanlar arasında çokça kullanılan bir ifâde tarzı olduğuna göre, İmâm Mâlik hazretlerinin bu görüşünü tam olarak kavramak müşkil ! görünüyor.

Şu da var ki, insanların birbirini ziyâret etmesi mübâhtır; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in kabr-i şerifini ziyâret etmek için sefere çıkmak ise vaciptir. Bu cümledeki “vâcib” sözü farz anlamında değil; mendûb, yapılması teşvik ve te’kid edilen şey anlamındadır.(2)

İmâm Mâlik'in Hassâsiyetinin Sebebi

Bana göre İmâm Mâlik’in, “Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettim” demeyi uygun görmemesinin sebebi, ziyâret sözünün kabre isnâd edilmesinden dolayıdır. Onun yerine “Peygamber Efendimiz’i ziyâret ettim” denseydi, İmâm bu sözde bir sakınca görmezdi. Onun Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettim” sözünü uygun görmemesinin sebebi, Fahr-i Âlem Efendimiz’in:

“Allahım! Benden sonra kabrimi tapılan bir put hâline getirme!” diye duâ etmesi ve: “Peygamberlerinin kabrini, ibâdethâne hâline getirenlere Allah son derecede gazap eder.” buyurmasıdır.(3)
İşte İmâm Mâlik’in, Fahr-i Cihân Efendimiz’in kabr-i şerifine “ziyâret” kelimesini nisbet etmeyi uygun görmemesinin sebebi, putperestlere benzeme ihtimâlini tamamen ortadan kaldırmak içindir.

Ziyâret Sırasında Neleri Hatırlamalıdır?

Mâlikî fakihi İshâk ibni İbrâhim et-Tücîbî (v. 352/963) şöyle demiştir:

Hac görevini ifa eden mü’minlerin, (Mekke’ye gitmen Mekke'den dönerken) Medine’ye uğraması ve Mescid-i Nebi'de kılması artık bir gelenek hâlini almıştır. Mescid-i Nebevî’ye gidenler Peygamber Efendimiz’in Cennet bahçelerinden bir bahçe olan ravzasını,(4) minberini, kabrini, oturduğu, secde ederken mübarek eliyle dokunduğu, ayağıyla bastığı yerleri, otururken yaslandığı ve o sırada Cebrail aleyhisselâmın vahiy getirdiği direği görmek; sahabenin ve diğer büyüklerinin yaşadığı o yerlerin bereketinden faydalanmak isterler.Kısacası yukarıdan beri sayılan şeylerin hepsinden gereken dersi çıkarmak onlara saygı göstermek ve onlar üzerinde düşünmek isterler.

Ziyaret Konusunda Bir Tavsiye

Medineli muhaddis İbni Ebî Füdeyk (v. 200/815) şöyle demiştir:

“Kendisine yetiştiğim âlim ve sâlih zâtlardan birinin şöyle dediğini işittim: Bize ulaşan bir hadîs-i şerîfe göre, bir kimse Nebiyy-i Ekrem sal- allahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kabr-i şerifinin karşısında durarak- ‘Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. ’ âyet-i kerîmesini okur, ardından da “Ya Muhammedi Allah sana salât etsin!” der ve bunu yetmiş defa söylerse, bir melek ona adıyla hitap ederek: ‘Ey falan! Allah da sana rahmet eylesin’ diye seslenir ve o kimsenin dünya ve âhiretle ilgili bütün dilekleri kabul edilir.” (5)

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif-cilt:2-Yaşar Kandemir

Kaynaklar;
1)-Tirmizi,Cennet,15,nr.2549
2)-Yukarıdaki “Fakih, muhaddis ve kıraat âlimi Ebû İmrân el-Fâsî” diye başlayan paragraftan buraya kadar olan kısım Şi/a-i Şerifin bazı nüshalannda yoktur.
3)-Mâlik, MuuattaKasru’s-salât fi’s-sefer 85.
4)-Ahzâb 33/56.
5)-Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân (Zağlûl), III, 492, nr. 4169.


Devamını Oku »

Bütün Melekler Günahsızdır



Bazı âlimler ise, meleklerin masum olduğunu gösteren bu ve ben-zeri avdetlerin sadece onların peygamberleri ve Cenâb-ı Hakk a yakın mertebede bulunanlarıyla ilgili olduğunu söylemişlerdir. Diğer meleklerin mâsum olmadığını söylerken de tarihçilerin ve müfessirlerin, meleklerin de günah işlediğine dâir zikrettiği bazı rivayetlere dayanmışlardır. İnşallah biz bu rivayetleri az sonra bu bahiste ele alıp değerlendireceğiz.

Ancak burada şu kadarını söyleyelim ki, bütün meleklerin masum ve günahsız okluğu görüşü en dogru görüştür. Melekler, Allah katında yüce mertebelere sahiptir. Onlar kendilerini bu mertebeden aşağı düşürecek kusurlardan münezzehtir.

Bir hocamızın kitabında bu konuda şöyle dediğini gördüm: Bütün meleklerin masum ve günahsız olduğuna dâir bu kadar âyet ve hadis varken, bir âlimin bu konuda ayrıca söz söylemesine gerek yoktur.

Ben de şöyle diyorum: Bundan önceki bahiste peygamberlerin gü-nahlardan korunduğuna dâir söylediğimiz şeyler (üç fayda başlığıyla an-latılanlar). meleklerin günahsızlığı konusunda da geçerlidir. Şu farkla ki, peygamberlerin sözlerine ve davranışlarına ittibâ etmek gerekli olduğu hâlde, meleklerin söz ve davranışları hakkında bilgimiz olmadığı için onlara uymakla yükümlü değiliz.

Hârût ve Mârût Kıssası

Bütün meleklerin günahsız olmadığını söyleyenlerin ileri sürdüğü delillerden biri Hârût ve Mârût kıssasıdır. Onlar, Hârût ve Mârût hakkında tarihçilerin söylediği ve bazı müfessirlerin naklettiği bilgilere dayanır, Hz Alî ile Abdullah ibni Abbâs tan rivâyet edilen onlara dâir haberleri ve imtihan edilişlerini zikrederler.

Ey okuyucu! Allah seni rızâsına uygun işler yapmaya muvaffak kılsın! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bu konuya dâir nakledilen sahîh veya zayıf hiçbir rivâyet yoktur.(İbn Kesir,Tefsirul Kuranil Azim,1,354)

Bu konuda Ahmed ibni Hanbelin Müsnedinde ve İbni Hibbâmn es-Sahih'inde ve daha başka hadis kitaplarında nakledilen şöyle bir rivâyet vardır: Abdullah ibni Ömer radıyailahu anhümânın Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden rivâyet ettiğine göre Allah Teâlâ Hz. Âdem’i yeryüzüne indirince melekler O’na: “Ey Rabbimiz! Biz Seni hamdederek tesbîh ve takdis edip dururken. orada bozgunculuk edip kan dökecek birini mi ya-ratacaksın?’ demişler; Allah da onlara: Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurmuştu.”’ O zaman melekler: “Ey Rabbimiz! Biz sana Âdemoğlu’ndan daha itaatkarız" deyince Cenâb-ı Hak meleklere: “öyleyse içinizdeki en değerli meleklerden ikisini seçiniz de onlar yeryüzüne indirilsin, o zaman onların ne yapacağına bakalım” bu yurdu. Melekler Hârût ile Mârût’u seçtiklerini söyleyince onlar yeryüzüne indirildiler. Bunun ardından Zühre yıldızı (Çoban yıldızı) en güzel kadın kılığına sokuldu ve onların karşısına çıkarıldı. 

Zühre, Hârût ile Mârût'un yanına gelince, bunlar ona sahip olmak istediler. O da: “Siz Allaha şirk koşmadıkça istediğinizi yapmam!” dedi. Onlar da: “Biz aslâ Allah’a şirk koşmayız.” dediler. Zühre onların yanından ayrıldı, kucağında bir çocukla birlikte geri döndü. Onlar yine Zühre ile beraber olmak istediler. Bu defa Zühre: “Siz bu çocuğu öldürmedikçe istediğinizi yapmayacağım!” dedi. Onlar yine: “Vallahi biz onu kesinlikle öldürmeyiz.” dediler. Zühre tekrar onların yanından ayrıldı ve bir kadeh içkiyle geri döndü. Hârût ile Mârût yine ona sahip olmak istediler. O zaman Zühre: “Şu içkiyi içmedikçe isteğinizi yerine getirmem!” dedi. (İçki içmenin daha hafif bir günah olduğunu düşünen) Hârût ile Mârût o içkiyi içip sarhoş oldular. Zühre ile ilişkide bulundular, o çocuğu da öldürdüler. Hârût ile Mârût ayılıp kendilerine gelince, kadın onlara: “Kesinlikle yapmayız dediğiniz şeylerin hepsini sarhoş olunca yaptınız!” dedi. Bunun üzerine Hârût ile Mârût dünya azabı ile âhiret azabından birini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını tercih ettiler.”

Bu rivâyeti değerlendiren âlimler, özellikle de îbni Kesîr Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden böyle bir rivâyetin gelmediğini söylemiş, Abdullah ibni Ömer’in bunu Peygamber Efendimiz’den değil, İsrâiloğullarından kıssalar nakletmesiyle bilinen Kâ‘bü’l-Ahbâr’dan rivâyet ettiğini ve bu rivâyetin doğru olduğunu söylemişlerdir.

Ayrıca bu mesele kıyasla halledilebilecek bir konu da değildir.
Hârût ve Mârût hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen olayın yorumu hakkında müfessirler ihtilâf etmişlerdir.

Bu olay Kur an-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır: “Onlar, Süleymân’ ın saltanatı konusunda şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleymân hiçbir zaman kâfir olmadı. Fakat insanlara büyü yapmayı, Bâbil’de Hârût ve Mârût adlı meleklere indirilen bilgileri öğreten o şeytanlar kâfir oldular. Halbuki o iki melek: “Biz insanları denemek için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi.

Onlar ise bu iki melekten karı ile kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Oysa onlar Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine yarar değil zarar getirecek şeyleri belliyorlardı. Ve elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Kendilerini ne kötü bir şey karşılığında sattılar. Keşke bunu da bilselerdi.(Bakara,102) Kâdî İyâz, bu âyet-i kerîmeyi bahsimizin ilerleyen kısımlarında tefsir edecektir.

Bu konuda müfessirlerden birinin söylediğini diğeri kabul etmemiş, bir kısmının söylediğini de birçok Selef âlimi kabul etmemiştir. Konuyu bu bahiste geniş bir şekilde ele alacağız. Bu konudaki haberler Yahudilerin uydurmaları olup onların kitaplarından nakledilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de onların bu konuyu uydurup Süleymân aleyhisselâma nisbet ettiklerini ve onu kâfirlikle suçladıklarını bildirmiştir.

Yahudiler Hz. Süleymân’ı hiç sevmezlerdi. Onun Resûl-i Ekrem’in dediği gibi bir peygamber değil, büyü ile olağanüstü güçler elde eden, hayvanlara ve cinlere söz geçiren bir hükümdâr olduğunu ileri sürerlerdi. Bunun sebebi, Hicr sûresinin 18. âyetinde belirtildiği üzere şeytanlar, Allahın emirlerini birbirine aktaran meleklerden kulak hırsızlığı yaparak yarım yamalak duydukları bir şeye yüz yalan katarak onları kâhin dostlarına iletirlerdi. Onlar da gaybdan haber veriyoruz diye insanları kandırırlardı. Süleymân aleyhisselâm onların sırlarının yazılı olduğu bilgileri ele geçirdi ve bunları tahtının altı-na gömdü. Onun vefatından sonra şeytanlar, bu gömülü bilgileri ortaya çıkardılar ve onu insanlara “Süleymânın eşsiz hâzinesi (büyüsü)” diye sundular. Âyette Allah Teâlâ, onların bu iddialarının hiçbir kıymeti ve esası bulunmadığını belirtmektedir.

Hârût ve Mâruf kıssasında birçok çirkinlik bulunmaktadır. İnşallah biz bu çirkinlikleri ortaya çıkaracağız ve olayın üzerindeki perdeyi kaldıracağız.

Hârut ve Mârût Kıssasının Mâhiyeti


Âlimler ve müfessirler bu kıssada birçok bakımdan ihtilâfa düşmüşlerdir;ihtilâf ettikleri şey, Hârût ile Mârût’un iki melek mi, yoksa iki insan mı olduğu konusudur.

Âyet-i kerîmedeki “iki melek” ifâdesiyle kastedilen Hârût ile Mârût mudur?

Âyet iki melek anlamında “melekeyn” diye mi, iki padişah anlamında “melikeyn” diye mi, yoksa her iki şekilde birden mi okunacaktır?

Yine “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyeti ile “vemâ yüallimâni min ahadin' âyetlerindeki “mâ” harfleri nâfiye midir, yoksa mevsûle midir?

“Mâ” harfleri nâfiye olursa, meleklere sihir indirilmediği ve onların kimseye sihir öğretmediği anlamı çıkar; mevsûle olursa, onlara sihir indirildiği ve insanlara sihir öğrettikleri anlamı çıkar.

Müfessirlerin büyük çoğunluğu şöyle demiştir: Allah Teâlâ insanları iki meleğin onlara sihir öğretmesi yoluyla imtihan etmiştir. Buna göre sihir yapmak insanı dinden çıkanr; sihir yapmanın helâl olduğunu düşünerek sihir öğrenip yapanlar kâfir olur; sihir öğrenip yapmayanlar ise hayatlarını mü min olarak sürdürürler. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerin büyü yapmayı öğrenmek isteyenlere;
“Biz insanları denemek için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” dediklerini belirtmektedir. Melekler sihir öğrenmeye gelen insanlara sihri öğretmeden önce onları şöyle uyarırlardi:

“Sakın sihir öğrenip yapmayın! Sihir, kan kocayı birbirinden ayırır; sihir hilesine başvurmayın: Bakınız bu sihir çok kötü bir şeydir, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” derlerdi.

Hârût ile Mârût Kimseye Büyü Öğretmedi

Şu hâle göre bu iki meleğin sihrin kötülüğünü anlatarak insanları uyarmaları, Allah’ın emrini uygulamaktan ibarettir. Onların Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emrettiği şeyi yapması günah değildir. Başkalarının sihri öğrenip yapmaları ise kendileri için bir imtihândır.

Tebe-i tâbiîn âlimlerinden Abdullah ibni Vehb’in rivâyet ettiğine göre, bazı kimseler, tâbiîn âlimlerinden Hâlid ibni Ebî îmrân’ın yanında Hârût ile Mârût’tan bahsettiler ve onların insanlara büyü yapmayı öğrettiklerini söylediler. Bunun üzerine Hâlid ibni Ebî İmrân: “Biz o melekleri böyle bir şey yapmaktan tenzîh ederiz.” dedi. O zaman orada bulunan biri Bakara sûresinin 102. âyetini okuyarak, “Hârût ile Mârût’a indirilen bilgilerden” söz edince, bu ünlü âlim ona cevap olarak: “O meleklere böyle bir bilgi indirilmedi.” dedi.

Görüldüğü üzere Hâlid ibni Ebî İmrân'ın yanında bulunan kimseler. Hârût ile Mârût’un, kendilerinden sihir yapmayı öğrenmek isteyenlere büyünün küfür olduğunu söylemek ve Allah Teâlâ’nın insanları sihir ile çetin bir imtihâna tâbi tuttuğunu belirtmek şartıyla isteyenlere sihir yapmayı öğretmelerine izin verildiğini söylüyorlar, Hâlid ibni Ebî İmrân da onlara, Hârût ile Mârût’un kimseye sihir öğretmediğini kesin bir dille ifâde ediyor. Hâlid ibni Ebî Imrân çok büyük bir âlim olarak o iki meleği büyük günah işlemekten tenzîh etmişken, biz onları konuyla ilgili haber ve hikâyelerde anlatıldığı şekilde küfre düşecek işler yapmaktan nasıl tenzîh etmeyiz?

Hâlid ibni Ebî İmrân’ın “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyetindeki “mâ” harfini nâfiye (olumsuzluk edâtı) kabul ederek âyeti: “O meleklere böyle bir bilgi indirilmedi” şeklinde açıklaması Abdullah ibni Abbâs radı- yallahu anhümâdan nakledilmektedir.

Bu Kıssanın En Uygun Tefsiri


Endülüslü kırâat âlimi Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib de (v. 437/1045) der ki:
-
“İbni Abbâs’tan nakledilen bu görüşe göre,''vema unzile alalmelekyni bibabil harute vemarut''âyetindeki ‘mâ’ harfi olumsuzluk edâtı (nâfiye) kabul edildiği takdirde,“Süleymân hiçbir zaman kâfir olmadı.”ifâdesini şöyle anlamak gerekir: Şeytanların uydurduğu, Yahudilerin de onlardan öğrenip yaptığı sihri Hz. Süleymân hiçbir zaman yapmadı ve dolayısıyla küfre girmedi. “Meleklere indirilen bilgiler” âyetinde sözü edilen melekler Cebrâil ile Mîkâil’dir. Yahudiler sihri getiren meleklerin Cebrâil ve Mîkâil olduğunu ileri sürmüşler, sihri hazırlayıp Hz. Süleymân’ın tahtının altına gömmüşler, sonra da onun saltanatını sihirle yürüttüğünü iddia etmişlerdir. Allah Teâlâ ise Yahudilerin yalan söylediğini âyet-i kerîme ile ortaya koymuştur. ”

Sihir yapmayı öğretenlerin şeytanlar olduğu âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurulmaktadır: “Bâbil’de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen bilgileri öğreten o şeytanlar kâfir oldular.”

Hârût ile Mârût Melek mi, İnsan mı?

Bazıları âyette zikredilen Hârût ile Mârût’un iki melek değil, sihir öğrenen iki adam olduğunu söylemiştir.

Ünlü tabiîn âlimi Hasan-ı Basrî de (v. 110/728) “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyetini “melikeyni” şeklinde okuyarak Hârût ile Mârût’un Bâbilli iki zâlim kral olduğunu söylemiştir. Bu okuyuşa göre “mâ” harfi nâfiye (olumsuzluk edatı) değil mevsûle olmuş olur.

Ashâb-ı kirâmdan olan Abdurrahman ibni Ebzâ da (v. 70/689 civan) "melekeyni” kelimesini “melikeyni” şeklinde okumuş ve o bu meliklerin Hz. Dâvûd ve Süleymân olduklarını söylemiştir. Bu durumda “mâ” yine nâfiye (olumsuzluk edatı) olmuş olur.

Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin (v. 373/973) söylediğine göre o iki adam (o iki melik), Isrâiloğulları’ndan iki kraldı ve Allah Teâlâ onların yüzünü başka bir şekle soktu (meshetti).

Kelimenin “Melekeyni” şeklinde okunması meşhûr, ancak “melikeyni” şeklinde okunması kabul görmeyen (şâz) bir kırâat şeklidir. Bu âyetin, yukanda geçtiği üzere Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib in söylediği şekilde tefsir edilmesi uygundur. Çünkü bu yorum, melekleri günah işle-mekten tenzîh eden, onların hiçbir kötülük yapmayacağını belirten ve onların tertemiz olduğunu ortaya koyan bir yorumdur. Nitekim Allah Teâlâ melekleri “tertemiz”, “saygın ve itaatkâr”, “hiçbir emrinde Allah'a isyân etmeyen” varlıklar diye nitelemiştir.
İblis Kıssası

Meleklerin günah işlediğini söyleyenlerin öne sürdüğü hususlardan biri de İblis kıssasıdır. Onlar İblîs’in meleklerden, meleklerin başkanlarından. Cennet in bekçilerinden biri olduğunu, buna benzer başka meziyetlere de sahip bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Şeytanın meleklerden olduğunu söylerken de “O zaman meleklere ‘Âdem’e secde edin' dediğimizde Iblis'ten başka hepsi derhal secdeye kapandı.” âyetindeki ‘iblis ten başka hepsi" şeklindeki istisnaya dayandılar. Âlimler, İblîs’in meleklerden olduğu konusunda da ittifak etmediler; hattâ âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüşü reddettiler. Her biri tabiîn neslinin ünlü âlimlerinden olan Hasan-ı Basrî . Katâde bin Diâme es-Sedûsî ve Zeyd ibni Eşlem : “Hz. Âdem insanlann atası olduğu gibi, İblîs de cinlerin atasıdır" dediler.

Ayet-i kerîmede İblîs hakkında: “O cinlerdendi” buyurulması, İblîs’in Hz. Âdem’e neden secde etmediğini be-lirtirken: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” demesi, İblîs’in nûrdan yaratılan meleklerin cin-sinden olmadığını göstermektedir. Resûl-i Ekrem de bu konuyu şöyle aydınlatmıştır: “Melekler nûrdan, cinler saf bir ateş alevinden 'Rahmân 55/15'Âdem de size bildirilen şeyden (topraktan) yaratılmıştır” (Müslim, Zühd 60). Melek ile şeytan arasındaki önemli farklardan biri de meleğin üreyip çoğalmaması, yani zürriyetinin olmamasıdır. Şeytana gelince, onun soyunun hangi yolla meydana geldiği âyet ve sahîh hadislerde belirtilmemekle beraber, üreyip çoğaldıkları insanoğluna hitap eden şu âyet-i kerîmede ifâde buyurulmaktadır: “Onlar size düşman iken, Beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?”

Tabiîn neslinin ünlü âlimlerinden Şehr ibni Havşeb (v. 100/718) şöyle demiştir:

İblîs, bozgunculuk yaptıkları zaman, meleklerin yeryüzüne kovduğu cinlerdendi. Arapça’da, aynı cinsten olmayan şeyler arasında da istisna yapılabilir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. îsâ’yı öldürdüklerini sanan kimselerden söz ederken ‘Bu konuda zan ve hayallerinin peşinden gitmekten başka hiçbir bilgileri yoktur’ buyurmak sûretiyle, bilgi ile zan aynı cinsten olmadığı hâlde onlar arasında istisnâ yapmıştır.“

Meleklerin mâsum varlıklar olmadığını ileri sürenlerin rivâyet ettiği şöyle bir haber vardır: Meleklerden bir gurup Allah’a isyân ettiği zaman yakıldılar. Yine meleklerden bir guruba Hz. Adem’e secde etmeleri emredildiğinde ona secde etmekten kaçındılar, onlar da aynı şekilde yakıldılar. Daha sonra Hz. Âdem’e secde etmeyen bir başka gurup da yakıldı. En sonunda Kur ân-ı Kerîm de haber verilen olaydaki melekler ona secde etti, fakat Iblîs secde etmedi.

Bu haberin aslı, esası yoktur. Sahîh rivâyetler bunların hiçbir dayanağının bulunmadığını göstermektedir. Aklı başında olanlar böylesi haberlere dönüp bakmaz.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;183-193
Devamını Oku »

Peygamberlerin Yanılmaları Konusundaki Bazı İtirazlara Cevaplar -1



Ey okuyucu! Eğer bana:Peygamberlerin yanılmayacağını söylüyorsun, iyi ama Resuli Ekrem sâllâllahu aleyhi ve sellemin namazda yanıldığını gösteren ve Ebû Hüreyre radıyallahu anh tarafından rivâyet edilen şu hadisi şerifi nasıl açıklarsın?” diye soracak olursan! Buna cevap vereceğim, ama önce o hadisi okuyalım:

Resûl-i Ekrem'in Namazda Yanılması Meselesi

Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ikindi namazını kıldırmış ve iki rekatta selâm vermişti. Ashâb-ı kiramdan Zülyedeyn ayağa kalktı ve ‘Yâ Resûlallah! Namaz mı kısaldı, yoksa sen unutarak iki rekât mı kıldırdın? diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Bunların hiçbiri olmadı’ buyurdu.”

Bu hadisi nakleden kaynaklardaki rivâyetlere göre Peygamber aleyhisselâm iki rekatte selâm verince, aceleci bazı sahâbiler: "Namaz, kısaldı, namaz kısaldı” diyerek Mescid i Nebeviden hemen çıktılar. Cemaatin arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de vardı, fakat onlar Peygamber Efendimize duydukları saygıdan dolayı yanlış kıldırdığını söylemeye cesâret edemediler. Zülyedeyn ise buna cesâret edip: “Yâ Resûlallah! Namaz mı kısaldı, yoksa sen unutarak iki rekât mı kıldırdın?” diye sorunca, Resûl-i Ekrem Efendimiz cemaate döndü ve: "Zülyedeyn’in dediği doğru mu?” diye sordu. Onlar:

"Evet, doğru” deyince, Allah’ın Elçisi iki rekat daha kıldırdıktan sonra selâm verdi, sonra sehiv secdesi yaparak namazı tamamladı.( Buhârî, salât 88, sehv 5, ezan 69; Müslim, mesâcid 97, 99; )

Bu hadisin bir başka rivâyetine göre Peygamber Efendimiz Zülyedeyn'in sorusuna: “Ne namaz kısaltıldı, ne de ben unuttum” diye cevap vererek her iki hâlin de söz konusu olmadığını söyledi.(Buhari,Sehv 4,nr.1228) Hadisin tamamı okunduğunda bu durum görülür. Hâlbuki Zülyedeyn’in "Bunlardan biri oldu, Yâ Resûlallah!” dediği gibi, gerçekten de sözü edilen durumdan biri gerçekleşmişti.

Resûl-i Ekrem Hiçbir Konuda Yanılmaz


Ey okuyucu! Allah beni de seni de rızâsına uygun işler yapmaya muvaffak kılsın, şunu bilmelisin ki, İslâm âlimleri bu durumu çeşitli şekillerde açıklamışlardır. Bu konuda söylenenlerin bir kısmı doğruyu yakalama niyeti taşırken, bir kısmı doğrudan uzaklaşma eğilimindedir. Benim görüşüm ise şöyledir:

Peygamber Efendimiz’in dini tebliğ etmesiyle ilgili olmayan konularda yanılıp hatâ edebileceğini söyleyenler, bu hadiste ve benzeri rivâyetlerde kendilerine bir tutamak bulamazlar. Biz daha önceleri bu görüşü çürüttük ve tebliğ ile ilgili olmayan konularda da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in yanılıp hatâ etmeyeceğini belirttik.

Resûlullah Efendimiz’in hiçbir hareketinde kesinlikle yanılmayacağını ve unutmayacağını kabul eden, fakat böyle hâllerde ümmetine sünnet olsun diye unutmuş gibi davrandığını söyleyenler vardır. Onlara göre de Peygamber Efendimiz;’’Ne namaz kısaltıldı,ne de ben unuttum" buyururken gerçeği dile getirmiştir. Gerçekten de namaz kısaltılmamış, kendisi de dört rekatlı bir namazı unutarak iki rekat kıldırmamıştır; ancak o ümmetine. dört rek’atli bir namazı unutarak iki rekat kıldıklarında sehiv secdesi yapmaları gerektiğini öğretmek için böyle yapmış ve iki rek'atta selâm vermiştir. Resûlullah Efendimizin unutmadığı, fakat unutmuş gibi yaptığı şeklindeki görüş yanlıştır; biz bunun neden yanlış olduğunu ileride ele alıp izah edeceğiz.

"Tebliğ" Dışı Konularda Yanılabilir mi?


Bir de Peygamber aleyhisselâmın sözlerinde hiçbir şekilde yanılmayacağını, dini tebliğ etmekle ilgili olmayan hususlarda yanılabileceğini söyleyenler vardır. Bu görüşü birkaç bakımdan ele alıp cevaplandıracağız.

Birinci Cevap: "Unutmadım" Demesi Kendi Kanaatidir

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Zülyedeyn’e “Ne namaz kısaltıldı, ne de ben unuttum” diye cevap verirken kendi inancını ve kanaatini dile getirmiştir. Namaz kesinlikle kısaltılmadı derken, namazın kısaltılmadığı konusunda bir şüphe bulunmadığını, gerçeğin bundan ibaret olduğunu söylemiştir. Allah’ın Elçisi iki rek’at kıldırdığını unuttuğu hâlde, “ben unutmadım" buyururken bu konuda kendi inananı dile getirmiş ve unutmadığı kanaatinde olduğunu ifâde buyurmuştur. Her ne kadar “inancıma göre, kanaatime göre unutmadım” gibi bir ifâde kullanmasa bile, inanç ve kanaatinin bu yönde olduğunu söylemiştir. Efendimiz in bu sözü de gerçeğe uygundur.

İkinci Cevap: "Ben, Bile Bile İki Rek'at Kıldırdım

Peygamber Efendimiz “Ben unutmadım” buyururken, “Ben selâm vermeyi unutmadım” demek istemiştir. Daha açık bir söyleyişle Peygamber Efendimiz, kasten iki rek’atte selâm verdim ve bile bile iki rek'at kıldırdım” demek istemiştir. Bu cevapta doğruluk ihtimâli bulunmakla beraber, bu ihtimâl de uzaktır.

Üçüncü Cevap:
Doğruya En Uzak İhtimâl

Zülyedeyn’in ‘’’Ya Resulullah! Namaz kısaldı mı,yoksa sen unutarak iki rekat mı kıldırdın?” sorusuna Resûl-i Ekrem Efendimiz: 'Bunların hepsi olmadı’ diye cevap vermiş ve bu cevabıyla: “Bunlardan sadece biri oldu,ikisi birden olmadı’’demek istemiştir. Bu üçüncü görüş, doğruya en uzak ihtimâli bulunan görüş olmakla beraber onu doğru kabul edenler de vardır. Esasen doğru olan, bu görüşün tam zıddıdır. O da Peygamber Efendimiz’in “Ne namaz kısaltıldı, ne de ben unuttum” şeklindeki sahih hadisidir.

Fakih ve muhaddis imâmlarımızın yukarıdaki hadisle ilgili olarak ver-dikleri bu cevapların herbiri hadisin lafzına uygun görünmekle beraber, onların bir kısmı hadisin mânasına oldukça uzak, bir kısmı da hayli zorlama cevaplardır.

"Bana Allah Unutturdu"

Bence bu görüşlerin hepsinden daha uygun ve doğruya en yakın olanı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin “Ben unutmadım” buyururken, unutma işinin kendi elinde olmadan meydana geldiğidir. Allahın Elçisi unuttuğunu söyleyen bazılarının da böyle demesini uygun görmemiş ve onlara şöyle buyurmuştur:

Birinizin ‘şu âyetleri unutttum’ demesi kötü bir şeydir; hâlbuki o unutmamış, ona Allah Teâlâ unutturmuştur.”

Hadisin tamamı şöyledir: Ashâb-ı kiramdan Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahu anhın rivâyet ettiğine göre Resûl i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin ben şu âyetleri unuttum demesi ne kötü bir şeydir. Böyle demek yerine ‘Bana unutturuldu’ demelidir. Ey Kuran hafızları! Kuran-ı Kerîmi devamlı sûrette okuyup müzâkere ediniz. Çünkü Kuran, hafızların kalplerinden, develerin bağlarını koparıp kaçmasından daha hızlı bir şekilde ayrılıp gider.”(Buhâri, Fezâilü-l-Kur’ân 23, nr. 5032) “Sen atmadın, Allah attı”(Enfal 17) âyetinde ifâde buyurulduğu gibi,aslında her işi yapan, yaptıran Allahtır, İnsana birşeyi unutturan da O’dur, demektir.

Peygamber Efendimiz başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur;

‘’Ben unutmam, fakat Allah bana unutturur,” Nitekim Zülyedeyn Resulü Ekreme: "Yâ Resûlallah! Namaz mı kısaldı, yoksa sen unutarak iki rekat mı kıldırdın?’’ diye sorduğunda, namazı kendisinin bilerek ve isteyerek kısaltmadığını ve unutmadığını belirtmiş, şayet namazı kısaltma ye unutma söz konusu olmuşsa, Allah tarafından unutturulduğunu söylemiş, eksik kıldırıp kıldırmadığını orada bulunan (Hz Ebû Bekir veHz Ömer gibi) sahâbelere sorup onlardan olumlu cevap alması üzerine de ' kendisine unutturulduğu ve bunun ümmetine unutmaları halinde nasıl davranacaklarını öğretmek için yapıldığı kesinlik kazanmıştır.Buna göre Resulü Ekrem’in "Ne namaz kısaltıldı, ne de ben unuttum" veya "Bunların hiçbiri olmadı” buyurması gerçeği dile getirmektedir. Gerçekten de ne namaz kısaltılmış, ne de kendisi unutmuş, fakat Cenâbı Hak ona bunu unutturmuştur.


Hz. İbrahim'in Üç Yalanı


İtiraz edilen konulardan biri de, hadislerde “Hz. İbrâhimin ‘üç yalanı’ diye geçen ve bunlardan ikisi Kuranı Kerim’de zikredilen haberler,

Kuranı Kerim de zikredilen iki âyetten biri Hz, İbrâhimin, sağlıklı olduğu hâlde; "Ben hastayım"(Saffat,89) demesidir.

Diğer âyet ise şudur: Hz. İbrahim kavminin taptığı putları kırdığı, bunu gören halkın onun yanına gelerek: "İbrâhim! İlâhlarımıza bunu ya-pan sen misin?" diye sorduğunda, onun: Hayır! Bu işi, şu büyükleri yap-mıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa kendilerine sorun!’ demesidir,

Üçüncüsü ise,Mısır kralının Hz. İbrahim'e, kansı hakkında: “Bu se-nin neyin oluyor?" diye sorduğunda “O benim kızkardeşimdir" dîye cevap vermesidir.(Buhari,Büyü’100,nr.2217)

Ey okuyucu! Allah sana nimetlerini ikram etsin, Hz. İbrâhim bu üç sözü ister belli bir maksatla söylesin, isterse bir kastı olmadan söylesin, onların yalanla bir ilgisi yoktur. Bu sözler insanı yalan söylemekten kurtaran üstü kapalı (ta’rîzli, kinayeli) ifâdelerdir.

Tarîz: söz dokundurmak, kinayeli konuşmak demektir.Ta’rîz yapan kimse, söylemek istediği sözün tam tersini söyleyerek asıl maksadına vurgu yapmış olur. Haylaz bir çocuğa: “Oğlum, bu kadar fazla çalışma, git biraz da arkadaşlarınla oyna” demekle onun tembelliğine ta’rîz yapılmış olur. Bazı âlimlerimizin hoş tarizleri vardır. Ünlü tabiîn muhaddis ve fakihi İbrahim en-Nehai (v. 96/714), kendisiyle görüşmek istemediği biri kapısını çalınca, hizmetçisine: “Onu mescitte ara!’’ dedirtmiş. Tabiîn muhaddisi Şabi de,görüşmek istemediği biri ziyaretine gelince yere bir dâire çizer, hizmetçisine parmağını o dâirenin içine koydurur ve kapıdaki adama: “Şa’bi burada yok” dedirtirmiş. Ashab-ı kirâmdan îmrân ibni Husayn’ın, ta’rizin faydasını gösteren güzel bir sözü vardır: “Tarizde (kinayeli, üstü kapalı konuşmada) yalandan kurtuluş vardır”'

"Ben Hastayım" Sözünün Açıklaması


Önce Hz İbrahim’in ‘’Ben Hastayım’’ demesini ele alalım:Ünlü tabiin alimi Hasan Basri ve daha başkalarına göre Hz İbrahim bu sözüyle her varlık hastalanabilir anlamında ‘’Ben Hastalanacağım’’ demek istemiş,bunu da kavmiyle birlikte onların bayramına katılamayacağını belirtmek için söylemiştir.

…...

Hz, İbrâhimin ‘’Ben hastayım" sözüyle ne demek istediğine dâir çeşitli görüşler ileri sürülmüştür

Bunları şöyle sıralayabiliriz

*Başına gelecek olan ölümü düşünerek hasta oldum.
Hz. İbrâhim onlara: “Ölüm okuna ve belâlara hedef olup kendini kurtaramayan kimse, başına gelecek ölüm yüzünden hastadır” demek istemiştir. Şöyle bir şey anlatılır: Adamın biri ansızın ölünce. “Yahu adam sapasağlamdı, ölüverdi” demişler. Bunu duyan bir bedevi:
“ölüm boynuna dolanmış dururken bir adam nasıl sapasağlam olur?” demiş.

Sizin Rabbinizi inkâr etmenizi ve Hak yoldan inatla yüz çevirdiğinizi göre göre kalbini hasta oldu.

Bilinen bir yıldız doğduğu zaman Hz. İbrâhim ateşlenirdi. O günde o yıldızı görünce 'Ben hastayım" dedi ve her zaman yaptığı gibi onların bayramlarına katılamayacağını söyledi.

Âyette bu durum şöyle ifâde edilmektedir: “Sonra yıldızlara bir göz attı, Ben hastayım' dedi.”

Yapılan bu yorumlar Hz. İbrahim'in “Ben hastayım’’ demesinde bir yalan bulunmadığını, tam aksine o sözün doğru ve gerçek olduğunu göstermektedir.

Bu konuda ileri sürülen görüşlerden biri de şudur: Hz. İbrahim Allah’ ın varlığı konusunda kavmine açıkladığı delillerin onlar üzerinde etkili olmadığını, kavmı yıldızlara taptığı ve dünyada olan biten her şeyi ytldızların yaptığına inandığı için onlara öğretmek istediği bilgilerin ken dilerine bir fayda vermediğini gördü ve bunu tariz yoluyla anlattı. Hz. İbrahim kavmine karşı ileri süreceği delilleri henüz ortaya koymadığı, onlar üzerinde etkili olmak için ne yapması gerektiğini düşündüğü sırada hastalandı. Bununla beraber kendi îmânında bir zayıflık bulunmadığı gibi, dâvasının doğruluğu konusunda da en küçük bir şüphesi yoktu. Fakat kavminin Allah'a inanmasını sağlamak ve yıldızlara tapmasını önlemek için ileri süreceği deliller henüz onlan ikna edecek güçte değildi. Sonunda Allah Teâlâ, Kurân-ı Kerim de anlattığı, bizim de yukarıda zikrettiğimiz yıldızlar, Güneş ve Ay ile akıl yürütme delilini kullanmayı ona ilhâm etti.

"Büyükleri Yapmıştır"


Hz. îbrâhim putları kırdığı zaman, kavminin ona: “İbrahim! İlâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sormalan üzerine onun: “Hayır! Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa kendilerine sorun!"(Enbiya,62-63) demesine gelince; Ibrâhîm aleyhisselâm putları en büyük putun kırmış olabileceği ihtimâlini putun konuşması şartına bağlamış ve onlan sarsmak, inançlarının bir değeri olmadığını kendilerine göstermek için de: “Eğer sizinle konuşabiliyorsa o yapmıştır!’' diye paylamıştır. Hz. İbrahim'in bu sözü de doğrudur ve gerçeğe aykırı değildir.

"O Benim Kızkardeşimdir" '


Hz. İbrâhim’in karısı Sâre hakkında: “O benim kızkardeşimdir“ demesine gelince, Resûl-i Ekrem Efendimiz bu olayı bir hadis-i şerifinde anlatmış ve Îbrâhîm aleyhisselâmın bu sözüyle eşine “Sen, Islâm’da benim kız kardeşimsin’’ demek istediğini açıklamıştır. Allah Teâlâ “Bütün müminler kardeştir.(Hucurat,10) buyurduğuna göre bu söz de gerçeğin ifâdesidir.
Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda şöyle buyurmuştur: Bir gün Hz. ibrâhim hanımı Sare ile birlikte zâlim bir kralın bulunduğu bir şehre uğra mıştı. Adamları krala: “Şehre bir adam geldi, yanın da dünyanın en güzel kadınlarından biri var” dedi-ler. Kral Hz. îbrâhim’i yanma çağırttı ve ona: Bıı kadın senin neyin olur?” diye sordu. O da: “Kızkardeşimdir” dedi.

Sonra Hz. İbrâhim Sâre’nin yanma gelerek: “Bu zâlim krala senin için kızkardeşimdir dedim. Bu gün yeryüzünde ikimizden başka mü’min yok. Bu se beple, seninle biz aynı zamanda din kardeşiyiz. Sakın beni yalancı çıkarma” diye tembih etti. Saraya varınca, kral onu ayakta karşıladı. Sâre de abdest alıp namaz kılmaya başladı, sonra da: “Yâ Rabbî! Eğer ben Sana ve Senin Peygamberine îmân ettimse ve kadınlığımı kocamdan başka herkese karşı korudumsa, Sen de beni şu kâfirden koru!” diye duâ etti. Kralın nefesi daralıp hırlamaya ve ayaklarını yere vurarak debelenmeye başladı. Sâre: “Allahım! Eğer bu herif ölürse, onu benim öldürdüğümü düşünürler” diye telâşlandı. 

Kralın sıkıntısı geçip kendine geldi ve tekrar Sâre’ye doğru ilerledi. Sâre yine abdest alıp namaza durdu, sonra da aynı şekilde duâ etti. Kralın yine nefesi daralıp hırlamaya ve ayaklarını yere vurarak debelenmeye başladı. Sâre yine: “Allahım! Eğer bu herif ölürse, onu benim öldürdüğümü düşünürler” diye telâşlandı. Kralın yine sıkıntısı geçip kendine geldi. Aynı olayın üçüncü defa da tekrarlandığı rivâyet edilmiştir. Bunun üzerine kral adamlarına: “Siz bana insan değil, şeytan getirmişsiniz. Bu kadını hemen götürün ve onu ülkemden çıkarın. Hizmetkârım Hâcer’i de ona verin” dedi. Sâre Hz. İbrâhime: “Gördün mü bak! Allah kâfiri nasıl rezil ve perişan etti; beni ondan korudu; üstelik bir de bu hizmetçi kızı verdi” dedi.(Buhari,Büyü,100,nr.2217)

Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu dile getiren hadisi şeriflerden birini burada zikredelim;Allah'ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslümanın kardeşidir.Ona zulüm ve haksızlık yapmaz,yardımı kesmez ve onu hakir görmez, Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki;Takvâ işte buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmek, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı, diğer Müslümana haramdır.(Müslim,Birr 32,nr.2564)

Yalan Gibi Görünen Doğru Sözler


Bu cevaplardan sonra yine de bana; “Madem Hz Ibrâhimin bu ifâdeleri yalan değildir, öyleyse Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hz. İbrahim ile ilgili bu olaylardan söz ederken neden "birkaç yalan’’ İfâdesini kullanmış ve neden “İbrâhîm sadece üç defa yalan söyledi.’’(Buhari,Enbiya 8,nr.3358) buyurmuştur?" diye soracak olursan; yine aynı şekilde Fahri Alem Efendi'miz âhiretteki büyük şefaatten (şefâat-i kübrâ’dan) bahsederken, neden "Hz. İbrahim, dünyada söylediği yalanları hatırlatarak şefâat edemeyeceğini söyleyecektir” buyurmuştur.(Buhari,Tevhid 36,nr.7510) diye sorarsan, bunların cevabı şudur:

Resûlullah Efendimiz “İbrâhîm sadece üç defa yalan söylemiştir” derken, Ibrâhîm Peygamber'in aslında doğru olan, fakat yalan gibi görünen bu üç ifâdesi dışında hayatında hiç yalan söylemediğini anlatmak istemiştir. Diğer yandan Hz. İbrahim de sözleri gerçek olsa bile, onların yalanı andırması yüzünden Cenâb-ı Hak tarafından hesaba çekilmekten endişe etmiştir.

Peygamber Efendimiz’in mecazen “İbrâhim’in üç yalanı ” diye ifâde buyurduğu o sözleri Hz. İbrâhîm yalan olsun diye değil, tam aksine putperestleri Allah’ın varlı ğı hakkında düşündürmeye, duymayan ve konuşmayan putların ilâh olamayacağı üzerinde akl-ü fıkretmeye sevketmek için söylemiş, Hz. Sâre hakkında kızkardeşim diyerek de kendisine bir fenalık yapılmasına engel olmak istemiştir.Onun,yalanı andıran bu sözleri dolayısıyla Cenabı Hak tarafından hesaba çekilmekten korkması peygamber hassasiyeti sebebiyledir.’’Ebrar-ın yaptığı iyilik,Allaha yakın olanların yanında kötülük gibi kalır’’ şeklindeki kelamı kibariyle anlamaya çalışmak mümkündür.

Sefer Ne Tarafa?


Yine burada nakledeceğimiz şu hadisi şerifin de yalanı andırdığı düşünülebilir:

"Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman, asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı.”
Bu hadisi rivâyet eden Kâ‘b Ibni Mâlik radıyallahu anhın anlattığına göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez» bir başka yere gittiği sanılırdı. Ancak Tebük gazvesi sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resûl-i Ekrem ashâba durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için Müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Daha sonra Kâ’b ibni Mâlik, kendisiyle birlikte üç samimi sahibinin bu gazveye gidemeyişini, bu yüzden başlarına nelerin geldiğini uzun uzadıya anlattı.(Buhari,Cihad 103,nr.2948)

Yapacağı gazvenin yerini gizlemek yalan söylemek değildir. Peygamber Efendimiz in bu yaptığı, bir harp taktiğidir; üzerine gideceği düşman durumu öğrenip de hazırlık yapmasın diye asıl maksadını gizlemekten ibarettir.

Burada şu hadîs i şerifi hatırlamakta fayda vardır: “İhtiyaçlarınızını gidermesini niyâz ederken, Allah’tan neler istediğinizi başkalarına söylemeyiniz. Çünkü insanlar nimete kavuşanlara haset ederler.(Taberani,el Mu’cemu’l-evsat,3,55,nr.2455)

Resûlullah Efendimiz bir gazveye giderken asıl hedefini saklı tutar, bir başka yer hakkında bilgi toplamaya çalışarak oraya gideceği izlenimini verirdi. Yoksa o “Falan gazveye gitmek için hazırlığınızı yapınız” veya ‘"Hedefimiz falan yerdir” dedikten sonra, bunun aksini yapmazdı. Hâl böyle olunca, Fahr-i Âlem Efendimizin bir gazveye hazırlanırken asıl hedefini söylememesinde bir yalancılık söz konusu değildir.
Şâyet Peygamber Efendimiz “Falan yere gidiyoruz" dedikten sonra aksini yapsaydı, kendisinden beklenmeyecek bir davranış yapmış olurdu ve işte 0 zaman “Bir peygamberin hilâf-ı hakikat konuşması olacak şey midir?” diye sorulabilirdi.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;60-64,65-72
Devamını Oku »