Ashab ve Tabiin, Hadisi Nasıl Dinler ve Rivâyet Ederlerdi?

Hadisi Nasıl Dinler ve rivayet ederlerdi?

Medine kadısı İbrâhim ibni Abdillah ibni Kureym el-Ensârî şöyle demiştir:

Bir defasında Mâlik ibni Enes, tabiîn muhaddislerinden hocası Ebu Hâzim Seleme bin Dînâr’ın (v. 140/757) hadis meclisine gitti. Fakat orada durmayıp geri döndü. Kendisine niçin orada kalıp hadis dinlemediği duyulunca şu cevabı verdi:

“Hadis meclisinde oturacak yer bulamadığım için geri döndüm Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini ayakta dinlemeyi uygun görmedim.”(1)

Yine Mâlik ibni Enes şöyle demiştir:

“Tabiîn âlimlerinden Saîd ibni’l-Müseyyeb uzanmış yatarken yanma bir adam geldi ve ona bir hadis sordu. İbnü’l-Müseyyeb doğrulup oturdu ve ona istediği hadisi rivâyet etti. Adam:

“Keşke rahatını bozmasaydın.” deyince Îbnü’l-Müseyyeb:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini yattığım yerden rivâyet etmeyi uygun görmedim.” diye cevap verdi. (2)

Tâbiîn âlimlerinden Muhammed ibni Şîrîn (v. 110/729) yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan biriydi; ancak yanında Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin bir hadisi anılınca, kendinden geçercesine o hadîs-i şerifin câzibesine kapılırdı. (3)

İmâm Mâlik’in talebesi olan Medine kadısı Ebû Mus’ab el-Kureşî’nin (0. 242/857) söylediğine göre, İmâm Mâlik Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme olan üstün saygısından dolayı onun hadislerini abdestsiz rivayet etmezdi.(4)

Aynı şekilde İmâm Mâlik de Ca’fer-i Sâdık diye bilinen hocası Ca’fer ibni Muhammed in (v. 148/765) abdestsiz hadis rivâyet etmediğini söylerdi.(5)

İmâm Mâlik Hadisi Böyle Rivâyet Ederdi

İmâm Mâlik’in talebesi Mus’ab ibni Abdillah (v. 236/850) şöyle demiştir:

“İmâm Mâlik, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden hadis rivâyet edeceği zaman abdest alır, kendine çeki düzen verir, özel elbisesini giyer, ondan sonra rivâyette bulunurdu.” Mus’ab sözüne şöyle devam etti: “İmâm Mâlik’e niçin böyle yaptığını sordular. O da: ‘Çünkü rivâyet edeceğim şey, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisidir’ dedi.”(6)

İmâm Mâlik’in talebesi Mutarrif ibni Abdillah da (v. 220/835) şöyle derdi:

“İnsanlar İmâm Mâlik’ten ilim öğrenmek için evine gittiği zaman, kapıya hizmetçi çıkar ve gelenlere, ‘Üstâd; hadis rivâyet etmesi için mi, yoksa kendisine dinî bir soru sormak için mi geldiğinizi öğrenmek istiyor’ derdi. Eğer gelenler dinî bir soru sormak için gelmişlerse, İmâm onları bekletmeden, üzerindeki kıyafetle yanlarına çıkardı. Şayet hadis öğrenmek için gelmişlerse, önce bir boy abdesti alır, güzel koku sürünür, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, Arapların âdeti üzere ridâsını başına alır, ağırbaşlı ve saygı uyandıran bir edâ ile dışarı çıkıp kendisi için hazırlanmış olan kürsüye gelip otururdu. Hadis rivâyeti sona erene kadar yanan buhurdanlıktan da etrafa güzel kokular yayılırdı.”

Bir başka râvinin anlattığına göre, İmâm Mâlik o kürsüye, sadece Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden hadis rivâyet edeceği zaman otururdu.

Rivâyet Edebî

Tebe-i tâbiîn âlimlerinden Abdurrahmân ibni Mehdî (v. 198/813) şöyle demiştir:

“Bir gün İmâm Mâlik ile birlikte Medine’nin yakınındaki Akik mevkiine doğru giderken ona bir hadis sordum. Hemen sözümü kesti ve: ‘Sen benim gözümde, yolda yürürken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisi hakkında soru sormayacak kadar değerlisin.” diye beni uyardı.

Şerh: Hatîb el-Bağdâdî, Abdurrahmân ibni Mehdî’den buna benzer şu olayı nakletmiştir: “Bir gün İmâm Mâlik ile olda giderken ona bir hadis sordum. Bunun üzerine  bana şunları söyledi: ‘Bana Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadisini soruyorsun. Yolda yürürken sana hadis rivâyet etmeyi doğru bulmam. İstersen bir yere oturup sorduğun hadisi sana rivâyet edeyim; istersen benimle beraber evime kadar gel, sana orada rivâyet edeyim.*” Abdurrahmân ibni Mehdî, İmâmla birlikte onun evine gittiğini, İmâm Mâlik’in orada yere oturduktan sonra sorduğu hadisi kendisine rivâyet ettiğini söylemiştir.(7)

Devrin kadısı Cerîr ibni Abdilhamîd (v. 188/804) İmâm Mâlik’e ayaküstü bir hadis sordu. İmâm Mâlik de onun hapsedilmesini emretti. Orada bulunanlar Cerîr’in şehrin kadısı olduğunu, hapsinin uygun olmayacağım söyleyince de, onlara: “Kadı olan kişinin, edebi herkesten çok gözetmesi gözetmeyene ise terbiyesinin verilmesi gerekir!” dedi.

Rivâyet edildiğine göre Hişâm ibni’l-Gâzî, İmâm Mâlik’e ayaküstü bir hadis sordu. Ayaküstü hadis sormayı edebe aykırı bulan İmâm, bu talebesine yirmi kırbaç vurulmasını emretti. Sonra ona acıdı ve kendisine yirmi hadis öğretti. Daha sonra Hişâm: “Keşke hocam bana daha fazla vursaydı da, daha çok hadis öğretseydi” dedi.(8)

Mısırlı muhaddis Abdullah ibni Sâlih (v. 223/838), hem Mâlik ibni Enes’in hem de tebe-i tâbiîn âlimlerinden Leys ibni Sa’d’ın (v. 175/791) abdestsizken hadis yazmadıklarını söylemiştir.

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî de (v. 117/735) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini abdestli olarak okumayı uygun görürdü.

Tabiin alimlerinden a'meş(v.148/765),hadis rivayet etmek istediği zaman,abdest alma imkanı yoksa teyemmüm ederdi.(Bu söz de benzeri bir ifadeyle biraz yukarıda zikredilmiştir.)

Kadı İyaz,Şifai Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir).cilt.2,syf;368-373



Kaynaklar;

  1. Hatib el Bağdadi,el Cami'li ahlakır ravi,1,408,nr.968
  2. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 409, nr. 973.
  3. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmij li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 412, nr. 985. Kâdî İyâz, bu rivayeti daha önce de zikretmişti.
  4. Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmı li-ahlâkı’r-râvi (Tahhân), I, 410, nr. 977.
  5. İbni Abdilber, Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlihî (Zemirlî), II, 384, nr. 1259.
  6. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-euliyâ, VI, 318.
  7. el-Câmı li-ahlâkı’r-râvî (Tahhân), I, 408, nr. 970.
  8. İbni Hacer el-Askalânî, İmâm Mâlik’e isnâd edilen bu olayın sahîh olmadığını söylemektedir (Fethü’l-bârî, XIII, 132).
Devamını Oku »

Fatiha Suresi ile alakalı Hâdis-i Kudsi ve Şerhi


Hz. Peygamber (s.a.s.) Cenâb-ı Allah’ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir: “Salât Sûresini (Fatiha Sûresi’ni)kulum ile aramda ikiye bölüştürdüm. Kul, besmeleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: “Kulum Beni zikretti “der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah, “Kulum bana hamdetti” der Kul dediğinde. Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana tazim etti” der. Kul: dediğinde, Allah: -Kulum Beni yüceltti” der. -Diğer bir rivayette de- “Kulum işlerini Bana havale etti” der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah: -Kulum Bana ibadet etti” der. Kul, dediğinde İse, Allah: ‘-Kulum bana tevekkül etti” der. -Diğer bir rivayette- Kul dediği zaman, Allah: “Bu Benimle kulum arasındadır”der. ‘dediğinde de “Bu kulumundur. Kuluma dilediği vardır (verilecektir)” der.(bk.Müslim,Śalât”, 38, 40)

Bu hadisten elde edilecek olan faydalar:

Birinci fayda: Cenâb-ı Allah’ın: “Fatiha Sûresi’ni Benimle kulum arasında ikiye bölüştürdüm” sözü, şer’î hükümlerin dayanağının, mahlûkatın faydasına olan şeyleri gözetmek olduğunu gösterir Nitekim O: “Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış olursunuz, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz” {isrâ. 7) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, kulun en önemli işi, kalbini, önce rubûbiyyet bilgisiyle, sonra da ubûdiyyet bilgisiyle aydınlatmasıdır. Çünkü o, bu söze riayet etmek için yaratılmıştır Nitekim, Allah Teâlâ: “Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım ” (Zârıyat, 56), “Hakikaten Biz, insanı karışık bir damla sudan (meniden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz.


Bu sebeble onu işiten ve gören yaptık.” {Dehr. 2) ve “Ey İsrailoğulları, size in’âm ettiğim nimetleri hatırlayınız ve ahdimi tutunuz ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim ” (Bakara. 40) buyurmuştur. Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Allah, bu Fatiha Sûresi’ni Hz. Muham-med (s.a.s.)’e indirmiş, bu ahdi yerme getirme hususunda, muhtaç olunan her şeyi ihtiva etsin diye de sûrenin ilk kısmını rububyyet, ikinci kısmını da ubudiyet bilgisine tahsis etmiştir. Namazda Fatiha Sûresini okumak şarttır.


İkinci fayda: Allah Teâlâ. Fatiha Sûresine. “Salât” ismini vermiştir. Bu birçok hükme delâlet eder: Birinci hüküm: Fatiha sûresi namazda okunmadığı zaman, namazın olmaması gerekir. Bu da, namazda Fatihayı okumanın, bizimkilerin (Şâfiîlerin) dediği gibi, namazın bir rüknü olduğuna delâlet eder. Bu delil, başka delillerle kuvvet bulur:


1-) Hz. Peygamber (s.a.s.). namazda her zaman Fatiha Sûresı’ni okumuştur. Cenâb-ı Allah’ın O) Peygambere uyunuz” (Araf, 158) ayeti ve Hz. Peygamber (s.as)in “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de aynı şekilde namaz kılınız.”[114] hadisinden ötürü, namazda Fatiha okumanın bize de farz olması gerekir


2-) Hulefâ-i Râşıdîn de bu sûreyi, her zaman namazlarında okumuşlardır. Re-sûllah (s.a.s.)’ın: “Benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılınız.[115] hadisinden dolayı, bunun bize farz olması gerekir.


3-) Doğudan batıya bütün müslümanlar ancak Fatiha Sûresi’yle namaz kılarlar Binaenaleyh, Cenâb-ı Allah’ın “Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü yere dönderir ve onu cehenneme yaslarız.” {Nisa. 115) ayetinden dolayı onlara uymamız gerekir.


4-) Hz. Peygamber (s.a.s.) “Fâtihâtü’l-Kitab olmadan namaz olmaz.” demiştir. [116]


5-) Cenâb-ı Allah “Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyunuz” (Müzzemmıl, 20) buyuruyor. Ayetteki “okuyunuz” ifadesi emirdir. Emrin zahiri ise vucûb (yapılmasının farz olduğunu) ifade eder. Buna göre, Kur’ân’dan insanın kolayına geleni okuması farzdır. Fatiha Sûresi’nden başkasını okumak farz olmadığına göre, emrin zahiri ile amel edilerek, namazda Fatihayı okumanın farz sayılması gerekir.


6-) Fâtiha’yı (namazda) okumak ihtiyatlı bir yoldur. Dolayısıyla ihtiyatlı olanı yapmalı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana geç demiştir. 117[117]


7-) Hz. Peygamber (s.a.s.). Fâtıha’yı her zaman namazlarında okumuştur. Bu sebeble, onun yolundan dönmenin haram olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah: “Onun emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler…” (Nûr, 63) buyuruyor.


Namazda Fâtiha’ okumanın, onun dışındaki sûreleri okumaktan daha faziletli ve iyi olduğu hususunda müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki kul namaz kılmakla mükellef tutulmuştur. Var olan bir şeyde aslolan, onun devam etmesidir. Böylece, namazını ancak Fatiha Sûre-si’ni okuyarak ifa ettiğinde insanın sorumluluktan çıkacağına hükmederiz. Bu şekilde kılınan namazın, Fâtiha’dan başka bir sûrenin okunmasıyla kılınan namazdan daha üstün ve faziletli olacağına işaret etmiştik. Kâmil bir şekilde yapmakla mükellef olunan bir amelin sorumluluğundan, onu noksan bir şekilde yaparak kurtulunamaz. Buna göre, Fâtiha’dan başka sûre okunarak kılınan namazla sorumluluktan kurtulunamaz.


9-) Namazdan maksat, kalbin zikrinin meydana gelmesidir. Cenâb-ı Hakk: Ve Beni zikretmek için namaz kıl” (Tâhâ. 14) buyurmuştur Fatiha Sûresi kısa olmasına rağmen, rubûbiyyet ve ubûdiyyet makamlarını ihtiva eder. Bütün mükellefiyetlerden maksat, rubûbiyyet ve ubûdiyyet bilgilerinin elde edilmesidir İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, bu sûreyi Biz sana Sebu’l-Mesâniyi (Fatiha Sûresi’ni) ve Kur’ân-ı Azim’i verdik {Hicr, 87) diyerek, bütün Kur’ân’a denk kılmıştır Bundan dolayı, diğer sûrelerin onun yerini tutmaması gerekir.


10-) Rivayet ettiğimiz haberler, Fatiha Sûresi okunmadan namazın olmayacağını gösterir.[118]


Allah Teâlâ’yı zikretmenin önemi:


Üçüncü fayda: Cenâb-ı Allah’ın kudsî hadîsinde, “kul, besmeleyi okuduğunda. Allah; ‘Kulum beni zikretti” der.” ifadesinde birçok hüküm vardır.


Birincisi: Cenâb-ı Allah. “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim” (Bakara. 152) buyurur. İşte burada kul, Cenâb-ı Allah’ı zikretmeye yöneldiğinde şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk, onu kendisini andığı bir toplumdan daha hayırlı bir toplulukta anar.


İkincisi: Bu, zikir makamının, kullukta çok yüce ve şerefli bir makam olduğunu gösterir. Çünkü geçen ayette, Cenâb-ı Allah, önce kulun zikrini mevzubahis etmiştir. Yine bu zikir makamının mükemmel bir makam olduğuna Cenâb-ı Allah’ın, zikri emrederek şöyle buyurması da delâlet eder: “Beni zikredin ki. Ben de sizi zikredeyim.” Sonra Cenâb-ı Allah “Ey iman edenler Allah’ı çok çok zikredin.” (Ahzâb, 41) “Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde yatarlarken hep Allah’ı (hatırlayıp) zikrederler” {Âlı İmrân. 191) ve “Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza iliştiği zaman, İyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir” {Araf, 201) buyurmuştur.


Cenâb-ı Hakk, kulluk makamlarından olan, zikir makamı üzerinde durduğu kadar hiçbir şeyin üzerinde durmamıştır.


Üçüncüsü: O’nun kudsî hadisteki, “Kulum beni zikretti” sözü “Allah” lâfzının Cenâb-ı Hakk’ın kendine mahsus zatı için bir alem (özel) ismi olduğuna delâlet eder. Eğer “Allah'” lâfzı, türetilmiş (müştak) bir isim olsaydı, onun mefhumu küllî bir mefhum[119] olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk’ın hususî ve muayyen zatı bu lâfızla anılmazdı. “Rahman” ve “Rahîm” lâfızlarının küllî birer lâfız olduğu zahirdir. Böylece Allah’ın “Kulum beni zikretti” sözü, “Allah” lâfzının,Cenâb-ı Hakk’ın alem ismi olduğuna delâleti sabit olur.


Hadisteki, “Kul dediğinde, Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der” ifadesi, hamd makamının zikir makamından daha üstün olduğunu gösterir. Âlemin ilk defa yaratılmasında söylenilen sözün olması da buna delâlet eder. Çünkü, Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce, melekler “Biz Seni hamdinle teşbih ve seni takdis ederiz ” (Bakara. 30) demişlerdir. Bu âlemin yok olmasından sonra söylenilen en son söz de “el-Hamdü” lâfzıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, cennetliklerin vasıfları hakkında: “Onların dualarının sonu demektir.” (Yûnus. 10)


Akıl da hamd makamının, zahir makamından üstün olduğunu gösterir, Çünkü Cenâb-ı Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek imkansızdır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Mahlûkat hakkında düşünün fakat Yaratan(ın zâtı) hakkında tefekkür etmeyiniz[120] buyurmuştur ve çünkü bir şeyi düşünmeden önce, onu tasavvur etmek lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın hakikatinin künhünü tasavvur etmek ımkânsızdır. Bu se-beble Cenâb-ı Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmek imkânsızdır. Buna göre O nun, ancak fiilleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür etmek mümkün olur. Sonra hayır olan şeyin bizatihi; şer olan şeyin ise geçici sebeblerden ötürü arandığı ve istendiği delil ile sabittir.


Buna göre Cenâb-ı Allah’ın yaptıkları ve yarattıktan üzerinde tefekkür eden herkes, O’nun rahmet, fazi ve ikramına daha çok vâkıf olur. Bu sebeble kişinin hamd ve şükürle meşguliyeti daha çok artar. Böylece”Elhamdü lillâhi rabbil’alemin ” der. Bunu deyince de Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der, ve bu sebebe Allah Teâlâ, kulunun, aklı ve fikri ile, gerek ulvî âlemlerin ve gerekse süfli âlemin tertibindeki ihsanına ve keremine vâkıf olduğuna; onun lisanının, aklına uygun ve ona denk olduğuna şehadet eder. Eğer Kul, O’na iman etme, kalbiyle, diliyle, aklıyla ve beyanıyla O’nun keremini tasdik deryasına dalarsa bu ne yüce bir hâl olur!


Hadîs-i Kudsî’deki “Kul ”Errahmânir’rahim”dediğinde, Allah Teâlâ: “Kulum Bana tazim etti.” der.” ifadesine geîince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: Kul, besmeleyi okuduğunda da “rahman” ve “rahîm” lâfızlarını söylemişti, ama orada Cenâb-ı Allah “Kulum Bana tazim etti” dememiştir. Fakat Fatiha Sûresı’nde ”Errahmânir’rahim”dediğinde, “Kulum Bana tazim etti” demiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?


Buna şu şekilde cevap verilir: Kulun”Elhamdü lillâh” sözü, onun, Cenâb-ı Hakk’ın zatında kemâl sahibi ve başkasını kemâle erdirici olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Sonra,”rabbil’alemin”der. Bu da, zatında kâmil olan ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, tek ve şeriki olmayan bir ilâh olduğunu gösterir. O,”Errahmânir’rahim”dediği zaman, bu, zatında kâmil ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, rahmette, kullarına son derece lütuf ve ikram etmesinde şerikten, ortağı olmaktan, misli ve benzeri olmaktan, zıddı bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki kemâl ve celâl manalarını tasavvur etme hususunda, insan aklının, anlayışının ve hayalinin ulaşabileceği en son nokta ancak bu makamdır.


İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hakk burada: “Kulum bana tazim etti” demiştir Hadis-i Kudsî’deki: “Kul,Mâliki yevmiddin dediğinde, Allah: “Kulum beni yüceltti .”,


Bana yakışmayan şeylerden tenzih ve takdis etti” der.” ifadesine gelince, bunun izahı şudur: Biz bu dünyada zalimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini; muttakî, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini; günahlara dalmış kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah’ın rahmetine uygun düşmez. Cenâb-ı Allah’ın zalimlerden mazlumların hakkını alması, kendisine itaat edenlere mükafaatlarını, inkar edenlere ise cezalarını vermesi için kıyamet, ba’s ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal {mühlet tanıma), Allah’ın kullarına bir zulmü olurdu.


Ceza günü ve din günü var olunca, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebebten dolayı Cenâb-ı Allah: “(Bütün bunlar) kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeli ile mükâfatlandırması için ” (Necm, 31) buyurmuştur. Kudsî hadisteki işte Cenab-ı Allah’ın, “zulüm ve zulüm huyundan Beni tenzih eden” kulum Beni yüceltti” sözünden kastettiği budur.


“Kul ”İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în” dediğinde, Allah: Bu Benimle kulum arasındadır” der.” ifadesine gelince, bu cebr ve kader meselesinin esrarına işarettir. Çünkü kulun”İyyâke na’budü”sözünün manası, kulun ibadet ve taat işine yöneldiğini haber vermektir. Sonra Cebr ve Kader bahsi gelir. Bu da şu demektir: Kul, bu işi yaparken bağımsız mıdır, değil midir?


Gerçek şu ki o, bağımsız değildir. Çünkü kulun kudreti, ya hem yapmaya hem de yapmamaya elverişlidir veya değildir. Eğer gerçek olan birincisi ise bu kudretin yapmamanın değil de yapmanın kaynağı olması ancak bir müreccih (tercih eden) sebebiyledir. Eğer bu müreccih kul ise, başa dönülmüş olur. Eğer bu müreccih kul değil de Allah ise, Allah’ın, engellerden kurtulmuş olan bu sebebi yaratmış olması, O’nun yardım etmesidir.”ve iyyâke neste’în” sözü ve, “kalbimizde bizi batıl inançlara ve bozuk amellere davet eden bir sebeb yaratma ve bize katından bir rahmet ver!” anlamına gelen (al-ı imrân. 8) ayetinden kastedilen de budur. Bu rahmet, Allah’ın bizi iyi “âmellere ve doğru inançlara çağıran sebebi yaratmasıdır.


İşte yardım etme ve yardım talebinde bulunmadan maksat budur. Bu sözü söylemeyen bir kimse, kesin olarak sözünün manasını anlamamıştır. Bu ortaya çıkınca, Hakk Te-âlâ’nın: “Bu benimle kulum arasındadır” sözünün doğruluğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk’tan olan kısma gelince, bu Allah’ın kesin müessir sebebi yaratmasıdır. Fiilde kuldan olan kısma gelince bu kuldaki kudret ile Cenâb-ı Allah’ın yarattığı sebebin bir araya gelmesiyle, bu fiilin meydana çıkmasıdır. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken dakik bir meseledir.


Hadîsi Kudsîde Cenâb-ı Allah’ın: Kul ”İhdinessırâtel müstâkim”dediğinde, Allah: “Bu kuluma aittir ve kuluma istediği vardır” der ifadesine gelince, bunun izahı şöyledir: Biz, ulûhiyetle ilgili bütün meseleleri ısbat ve nefy hususunda, nübüvvet meşelerinin tamamında ve meâd (ahiret)la ilgili meselelerin bütününde, insanların ihtilâf ettiklerini görüyoruz.


Bu konuda, şüpheler baskın çıkıyor ve karanlıklarsa her tarafı basmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın künhüne ve hakikatine, çoğunluk içindeki pek az insan vasıl olabilir Bütün insanlar, akıl, fikir, çok araştırma ve iyice düşünme hususunda eşit olmalarına rağmen, bu hâl pek azına nasip olabilmiş..


Şayet Cenâb-ı Allah’ın hidayeti ve yardımı olmasaydı, hakkı isteyenin gözünde hakkı süsleyip, batılı da onun gözünde çirkin göstermemiş olsaydı -nitekim Cenâb-ı Hakk “Fakat Allah size imam sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, (âşıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi” (Hucurât. 7) buyurmuştur- hiç kimsenin hakka ulaşması mümkün olmazdı.


İşte bu sebeble kulun ” “Bizi dosdoğru olan yoluna ilet” sözü de, bu duruma işaret etmiş olur Yine, bâtılı bâtıl olarak bilen kimsenin bâtıla razı olmaması, onun ancak gerçek bir inancı, sağlam bir dini ve doğru olan hükmü istemesi de, buna delâlet eder. Eğer iş, sadece kulun ihtiyarıyla olmuş olsaydı, hiç kimsenin hataya düşmemesi gerekirdi. Birçok kimsenin sapıklık denizinde boğulduğunu görünce,Hakka ulaşmanın sadece Allah’ın hidayeti ile olduğunu anlarız. Bütün peygamber ve meleklerin bunda mutabık olmaları da, bu görüşümüzü güçlendirir. Meleklere gelince “Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Senin öğrettiklerinden başka, bizim ilmimiz yoktur. Muhakkak kı Sen, her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz hikmet sahibi olansın ” (Bakara, 32) derler.


Hz. Âdem, “Rabbimiz, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğramışlardan olacağız” (A’râf. 23); Hz. İbrahim. “Eğer Rabbim beni hidayete ulaştırmazsa, muhakkak ki ben, sapılmışlardan olacağım!’ (En’âm 77); Hz. Yûsuf, ” “Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kulların arasına kat” (Yûsuf. 101); Hz. Mûsâ, “Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, ki sözümü anlayabilenler…” (Tâhâ, 25-28) ve


Hz. Muhammed (s.a.s.) de. “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra, kalblerimizi sapıtma! Ve bize, katından bir rahmet ver! Muhakkak ki, sen çokça verensin!” (Âl-i İmrân. 8) diye dua etmişlerdir


Bu hadîs-i kudsideki incelikler hususunda söyleyebileceğimiz söz budur. Söylemediklerimizse, söylediklerimizden daha çoktur.


Dördüncü fayda: Fatihanın ayetleri yedidir.Namazda gözle görülen ameller de yedidir Bunlar, kıyam, rükû, rükûdan doğrulma, ilk secde, bundan doğrulma, ikinci secde ve tahiyyâta oturmadır. Böylece Fâtiha’nın ayet sayısı, namazdaki bu işlerin sayısına eşit olmuş olur. Bundan dolayı da bu işler sanki bir beden, Fatiha ise o bedenin ruhu gibidir. Kemâl derecesi, ancak ruh ile bedenin birleşmesiyle elde edilir. Buna göre, besmele, namazdaki kıyamın karşılığıdır. Görmez misin ki besmeledeki “be” harfi Allah’ın ismi ile birleşince ayakta kalır Yine besmele ile işlere başlanır Peygamberimiz (s.a.s.) “Besmele ile başlanılmayan her önemli iş güdük’i”[121] buyurmuştur. Cenab-ı Allah da: “Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse felaha ermiştir” (Alâ. 14-15) buyurmaktadır.


Namazdaki işlerden kıyamın da durumu aynıdır. Böylece, şu yukarıda zikredilen hususlar muvacehesinde besmele ile kıyam arasındaki münasebet görülmüş olur.” sözü, namazdaki rükûun karşılığıdır. Çünkü kul, hamdetme makamında hem Hakka hem de mahlûkata bakar. Çünkü hamdetmek, Cenâb-ı Hakk’tan gelen nimetler sebebiyle O’na sena etmekten ibarettir. Bu makamda kul, hem nimet verene, hem de nimete bakar.


Bu bakımdan hamd makamı,arazlarla, istiğrak hali arasında orta bir haldir. Rükû da kıyamla secde arasında orta bir haldir.”el hamdu” lâfzı nimetlerin çokluğunu gösterir. Çok nimet ise, kişinin sırtına ağır gelen şeylerdendir.


Bu nedenle, insanın sırtı rükû ederek eğilmiştir.”er rahmanir rahim” sözü rükûdan doğrulma haline uygundur. Çünkü kul, rükûda, Allah’a tazarru edip eğilince, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yakışan, onu yeniden doğrultmasıdır. İşte bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.): “Kul, (ruküdan kalkıp da) (Cenâb-ı Allah, kendisine hamdedeni duyar) dediğinde, Allah o kula rahmet ile bakar” buyurmuştur. ”Maliki yev middin”sözü ilk secde haline uygundur. Çünkü senin böyle söylemen, Cenâb-ı Hakkın kahrının, celâlinin ve kibriyasının kemâline delâlet eder. Bu da çok şiddetli bir korkuyu gerektirir.


Bundan dolayı, buna, en mükemmel bir şekilde huzû ve huşu yakışır ki işte bu secdedir. ”İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” sözü iki secde arasındaki oturuşa uygundur. Çünkü sözü birinci secdeyi sözü ise ikinci secdeyi yapabilmek için Cenâb-ı Allah’tan yardım istediğini haber vermektedir.


”Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn”(sözü, en mühim şeyi istemektir. Dolayısıyla bu isteğe, huzurun zirvesini gösteren ikinci secde uygun olur, sözü de, namazdaki tahiyyata oturma haline uygundur. Çünkü kul, son derece mütevazi olunca, Allah Teâlâ, onun tevazuuna ikram ile karşılık vermiştir. Bu ikram da, Allah’ın ona huzurunda oturmasını emretmesidir.


Bu ise Allah’ın, kula en büyük inamıdır. Bu, sözü ile bunun arasında son derece kuvvetli bir münasebet vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, “Kabe kavseyn”e yükseltmiş olduğu için, ona nimet vermiş olunca, O, bu esnada: “En mübarek selâmlar ve en hoş salâtlar Cenâb-ı Allah’a aittir.” demiştir. Namaz müminin miracıdır Mü’min, miracında, Allah’ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraçta söylediği kelimeleri söylemesi vâcib olur. Yine kul, “ettehiyyât’i okur ve bu, namazda meydana gelen miracın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraç güneşinden bir meşale, ve o miracın denizinden bir damla olduğuna bir tenbih gibi olur.


Bu da Cenâb-ı Hakk’ın: “İşte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır” (Nisa. 69) ayetinin gerçekleşmesidir Bil ki sayısı yedi olan Fatiha ayetleri, namazdaki bu yedi iş için, bir ruh; bu yedi fiil de, insanın yaratılmasında mevzubahis olan yedi mertebenin ruhu mesabesinde olur.


İnsanın yaratılışındakı yedi mertebe de şu ayetlerde bahsedilenlerdir: “Andolsun ki insanı çamurdan bir hulasadan yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan damlası haline getirdik, derken o (canlı) kan damlasını bir çiğnem (lokmalık) et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik ve o kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah’ın sanı ne yücedir” (Mü’minûn. 12-14). Buna göre bedenin ve ruhun birçok derecesi bulunduğu görülür. Ruhların ruhu, nurların nuru ise Cenâb-ı Hakk’tır. Nitekim Cenâbı Allah: “Şüphesiz en sonunda gidiş ancak Rabbinedir.” (Necm. 42) buyurmuştur. 122[122]


Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386.


Dipnotlar:


113 Müslim. Salât. 38. 40 (1/296, 297); Ebû Dâvud. Salât, 132 (1/217); Tirmizi, Tefsir; 2 (5/201); Ne-sâı, İttitah, 23 (2/136)


[114] Daha önce geçti.


[115] Daha önce geçti.


[116] Daha önce geçti.


[117] Daha önce geçti.


[118] Namazların her rekâtinde Fatiha Sûresi´nin okunmasının farz oluşu, Şafiî Mezhebine göredir. Ha-nefılere göre, namazda Fatiha Sûresi´ni okumak vaciptir.


[119] Mefhûm-u küllî: Manasında birçok varlığın ortak olduğu bir kelimedir “İnsan” kelimesi gibi. Bu kelime insan olan her varlığı ifade eder.


[120] Bu hadisi Ebu Nu´aym. Htlye´sınde; Tabarânî, Evsafında; Beyhakî, Şu´ab´mda zikretmiştir (Keşfu´l-Hafâ. 1/311)


[121] Daha önce geçti.


[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu?l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386
Devamını Oku »

Kur'an'ın mucizevî bir beyanı, öyle mi?


Şimdi ise tam şarlatanlık örneği göreceğiz. Bunu iddia edebilecek nasıl bir zekaya sahipler, anlamak mümkün değil! Evet, Kur'an, hadis kelimesini kullanmış, hem de hep olumsuz bir bağlamda! Bu da hadislerin uyduruk şeyler olduğunu gösteren mucizevi bir beyanmış! Kur'an'dan bi-haber bu Kur'ancılar, ifade etmekten Rabb'i-me sığınırım ama Kur’an'ı şamar oğlanına çevirmişler! Alıntı yapıyorum, sonunda sadece bir cümle kuracağım:

"Kur'an'dan sonra hangi hadise iman ediyorlar?" Bu ifade A'raf Suresi'nin 185. ayetinde geçmektedir. Ayetin Türkçe çevirilerinde "hadis" kelimesinin yerine "söz" denildiğine de şahit olabilirsiniz. Bu çeviri de tabii ki doğrudur, çünkü Arapça "hadis" kelimesi Türkçe "söz" kelimesinin karşılığıdır. Bu ayette ve diğer ayetlerde "hadis" kelimesinin kullanımı ve Kuran'a eş kaynaklar olarak uydurulan sözlere "hadis" denmesi, Kuran'ın bir mucizesidir.

Kur’an, dinimizin temel bir sorunu olacak, Peygamber'e atfedilecek, dinin tek kaynağını yüzlerce kitaba çıkaracak hadislere mucizevi bir tarzda işaret etmiştir. Peygamberimiz'e birçok yalanı atfedenler; "akval— sözler", "ahbar=haberler", hikem=hikmetler" veya başka bir Arapça kelimeyi Peygamberimiz'in sözlerini belirtmek için kullanabilirlerdi. Her hususta çelişen hadisçilerin bu sözlere oy birliğiyle" hadis" deyip, Kuran'ın bu ayetlerinin işaretine girmeleri, Kuran'ın sayısız mucizelerinden biridir: "Bu Kuran uydurulacak bir hadis (söz) degildir. Aksine o önündekini tasdikleyici, her şeyi detaylandırıcıdır. İnanan bir topluluk için kılavuz ve rahmettir." (Yusuf, 111)

Allah, Kuran'ın "uydurulan bir hadis olmadığı"nı söylediği bu ayette, kitabın detaylandırıldığı gibi mezhepçi yaklaşımda bir türlü anlaşılamamış olan bir gerçeği de vurgular. Oysa mezhepçiler, Kuran'ın detaylı olduğunu görmezlikten gelip hadisleri, gelenekleri, şahsi görüşlerini Kuran'ın detayları yetersizmiş gibi dine sokmuşlardır. Bunda ise hadisler başroldedir. Oysa aynı ayet, Kuran'ın "uydurulmuş bir hadis olmadığı"nı söyleyerek, anlamaya niyeti olana mucizesini sergiler. "Şimdi sen bu hadise (söze) inanmazlarsa, belki de arkalarından kendini eritircesine üzüleceksin." (Kehf, 6)

Kuran'da Peygamberimiz ile ilişkili olarak hadis kelimesi sadece iki defa ve aşağıdaki şekliyle kullanılmıştır:

"Ey inananlar, yemeğe çağrılmadan Peygamberim evlerine girmeyiniz... Yemeği yiyince dağılın, bir hadise dalmayın. Böyle davranışınız Peygamber'i rahatsız eder." (Ahzab Suresi 53) (Burada kastedilen bildiğimiz söze dalmayın, değil mi yahu!)

"Hani Peygamber eşlerinden birine gizli bir hadis söylemişti. Derken o bunu haber verdi. Allah da ona bunu açığa vurunca, o da bir kısmını açıklamış bir kısmından vazgeçmişti." (Tahrim, 3)

Görüldüğü gibi "hadis" kelimesi Peygamberimiz ile ilişkili olarak iki defa geçer. Oysa buradaki kullanımın, Sünni ve Şii mezheplerinin "hadis" görüşleriyle hiçbir alakası yoktur. "Hadîs" kelimesini Hz. Muhammed'in sözleri olarak kullananlar için iki ayetin işareti önemlidir. Tahrim Suresi'nde "hadis" kelimesi, Sünnilerin ve Şiile- rin kavramsallaştırdıkları gibi dini öğretiler için değil, Peygamber’in kişisel sözleri için kullanılmıştır. Üstelik her iki yerde de "hadis" kelimesi olumsuz bir bağlamda kullanılır."
Evet, iddia böyle! Böyle adi bir iddiaya cevap vermek gerekir mi bilmiyorum, ama sırf insanlar bu pespayeliği görsün diye buraya alıyor, şaşkın bir halde yazıyorum.

Bu insanların önce semantik dersi veya vucuh ve nezair dersi almaları gerek. Bunlara sözlük anlamı nedir, terim anlamı nedir anlatmak lazım. Yine bunlara Kur'anî kavramların Kur'an'daki kullanımıyla sonradan kazandıkları anlam ve bu anlamın kökle ilişkisini birileri anlatması lazım.
Şu kadarını söyliyeyim. Tahrim suresinde, hadis kelimesinin kişisel sözler için kullanılmış olduğu doğrudur, ama ortada olumsuz bir bağlam yoktur.

Ayet esasen şöyledir: "Hani Peygamber eşlerinden birine [Hafsa'ya] aralarında gizli kalmak üzere bir şey söylemişti. O eş bu sırrı diğer eşlerden birine [Aişe'ye] duyurmuş, ama Allah Peygamber'i durumdan haberdar etmişti. Peygamber de sırrı ifşa eden eşine, [onun Âişe'ye ifşa ettiği] sözlerin bir kısmını hatırlatmış, bir kısmından da hiç söz etmemişti. Bunun üzerine eşi [Hafsa], "Bunu sen kimden öğrendin?!" diye sormuş; Peygamber de, "Bunu bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi." diye cevap vermişti."

Şimdi hadisin olumsuz anlamı ayetin neresinde? Hz. Peygamber eşine bir hadis söylemiş. Bu kadar! Allah, bu hadisi, yani sözü, yani sırrı ifşa edeni olumsuz bir bağlamda zikrediyor. Peygamber'in hadisini olumsuz bir bağlamda zikretmiyor ki!
Esasen bu ayet Peygamber hadisleri için de hadis kelimesini kullanmanın bir delilini teşkil ediyor. Şu da bir gerçek ki, Peygamber hadisleri için kullanılan hadis kelimesi içinde kişisel sözler de vardır. Yani din teşkil etmeyen sözler de vardır, hatta (farz ve vacipleri dikkate alarak ve bunları dışarıda bakarak söylersek) çoğu böyledir desek yeridir. Muhaddisler hadis derken hepsinin din teşkil edecek düzeyde olduklarını kastetmiyor ki! Muhaddisler için önemli olan bu sözlerin onun ağzından çıkıp çıkmadığını tespit etmektir. İşte ayet bile böyle kişisel sözlere hadis demektedir. O halde muhaddislerin Peygamber sözleri için hadis demesiyle Kur'an'ın hadis demesi bir- biriyle uyumlu değil midir? Üstelik Peygamberin bu kişisel sözlerini Allah Kur'an'ına taşımış, yani Kur'an bunları konu edinmiş! Bu bile tek başına Peygamber sözlerinin değerli oluşunun bir delili değil midir?

Diğer taraftan şayet hadis kelimesi böyle hep olumsuz bir manaya sahipse "Musa'nın hadisi sana geldi mi?" (Naziat, 15) ayetini ne yapacağız? Burada hadis gayet olumlu bir anlamdadır. Hatta bağlayıcılığı da vardır. Musa'nın hadisine kulak verilmesi istenmektedir. O zaman soralım: Musa'nın hadisi böyle olumlu ve örnek bir baklamda zikrediliyor da Muhammed'in hadisi mi olumsuz olacak ve örnek alınmayacak? Eğer böyleyse (sözlük kullanımı dışında) olumsuz geçen yerleri Muhammed (a.s.)'ın hadisi olarak yorumlamak şarlatanlık, değil de nedir? Ama böyle söyleyenlerin Yaşar Nuri'nin kötü birer taklidi olduklarını da belirtmeden geçmeyelim.

Kuran'da geçen hadis kelimesini tarihi çarpıtırcasına Hz. Peygamber'in hadisleri için ilk kullanan bilediğim kadarıyla odur. Ayette geçen "lehve'l-hadisi" hadis kitaplarındaki hadisler olarak çarpıtı- vermişti. Şimdi bunlar! Bu izdivaç hayırlı olsun!!! Evet, oryantalistler hadisi çökertmek için olmadık iddialarda bulunmuşlardır. Ama ne yalan söyliyeyim, hadis kelimesinin Kur’an'da bu şekilde kullanılmasından yola çıkarak hadisleri eleştirmek herhalde akıllarından geçmemiş!! Yani anlayacağınız bu iddia şeytanın aklına bile gelmemiş! Eee şimdi şeytan ne yapsın! Dinlenme vaktidir!!!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:292-295
Devamını Oku »

Kaynaklara İnelim İddiası Hakkında

Kaynak Meselesi

Bugün “kaynaklara inelim” diye tutturan bazı iyi niyetli, fakat bilgi bakımından yetersiz Müslümanlarla karşılaşıyoruz.
Kaynaklara inmek için Kuran-ı Kerim’i veya hadisi şerifleri tercümelerinden okuyabilmek yetmez. Hatta asıllarından okuyabilmek de yetmez. Lisan, çünkü gerekli, hatta elzem bir şart olmakla beraber yeterli değildir. Bunun yanında, islâm fıkhı üzerinde ciddi bir eğitim ve öğretim de gereklidir. Fıkıh değil yalnız, İslâm tarihini de (özellikle Asr-ı Saadeti) bilmeli. Ayrıca kitaplarda belirtilen bazı “teknik şartları” hiç söz konusu etmiyorum. İçtihat yapıyorum diyen insan bütün bu bilgilerle, bütün bu niteliklerle donanmış olmalıdır. Gerçi, bu kadar bilgiyle, nitelikle donanmış biri de içtihad yapalım diye meydanlara düşmez, diyeceksiniz. Orası öyle. Çünkü bu niteliklere sahip biri, kendisinin içtihadının sorulduğu hemen her hususta, geçmiş Ehl-i Sünnet ve Cemaat müçtehitlerinin görüşünü bildirerek meselinizi bu yoldan halledecek, hatta belki de yeni bir içtihat yapmasına lüzum kalmayacaktır.

Bu gün müçtehit olmaya, kaynaklara dönmeye heves edenlerimizin bilmedikleri, asıl, o, vaktiyle yapılmış olan içtihatlardır. Kaynaklara dönmekten murad, Ehl-i Sünnet ve Cemaat imamlarının içtihatlarını, görüşlerini öğrenmek, ona göre amel etmekse, buna zaten kimse bir şey demiyor. Tersine, biz de bunlara amel etmekten bahsediyoruz. Yok, eğer kaynaklara dönmekle, Kuran’dan ve hadislerden biz kendimize göre anlamlar çıkarıp, kendi çıkardığımız anlamlara göre amel edelim denilmek isteniyorsa, bu iddia sahibine ben, ancak, çok cesursun diyebilirim.

 
----------------------------
 

Bir müçtehit içtihadında mutlaka isabet ettirir, diye bir kaide yok. İnsandır, isabet de ettirebilir, yanılabilir de. Fakat Cenab-ı Allah insanları içtihada teşvik için içtihadında yanılan kimseye de bir sevap vaat ediyor, isabet ettirirse iki sevap... Fakat içtihat yerine safsata yapanlara herhangi bir vaatte bulunulmamış.

Kaynaklara dönelim diye ahkâm kesenler, ilkin, kaynakların neler okluğunu, kaynaklara nasıl yaklaşılacağını, hatta Arapçadan da önce kendi dilini, Türkçeyi, Türkçedeki eserleri öğrenmesi gerektiğini öğrenmelidir.

Bu sözlerimiz, kendini müçtehit sananlara belki ağır gelebilir. Ama ilkin kendi nefsimizi izzetlemekten vazgeçmeyi deneyerek böyle bir işe başlamalıyız, diye düşünüyorum. Allah katında bizim nefislerimizin hor, hakir, zelil, aciz olduğunu idrak etmek bu işin elif- ba'sından da önce gelir. Yoksa nefsimi, "Müslüman nefsimi" hakaretten koruyacağım diye başlarsak, nefs putuna tapınmaya başlarız da haberimiz bile olmaz. Bakınız ne diyor bir hikmet ehli: "Nefsi kendisine iyi görünene, dini çirkin görünür.”

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca yaşamak
Devamını Oku »

İmam Azam'ın Hadis İlmindeki Yeri

İmam Azam'ın Hadis İlmindeki Yeri

“Ebû Hanîfe’nin aleyhinde bulunmak, üzerinde ulemanın icma ettiği bir husustur. Çünkü Basra’nın imamı Eyyûb es-Sahtiyânî’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Kûfe’nin imamı es-Sevrî’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Hicaz’ın imamı Mâlik’tir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Mısır’ın imamı el-Leys b. Sa’d’dır ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Şam’ın imamı el-Evzâ’î’dir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur; Horasan’ın imamı Abdullah b. el-Mübârek’tir ve Ebû Hanîfe’nin aleyhinde konuşmuştur…”[1]


Müçtehid İmamlar arasında İmam Ebû Hanîfe dışında, pek çok güvenilir isim tarafından cerh, taz’if ve ta’n edilen ikinci bir isim mevcut değildir. Yukarıya aldığım pasaj, bu konuda rastlanacak en “yunmuş-yıkanmış” ifadelerden oluşmaktadır. Tarih boyunca tek kanallı beslenmenin, önyargının, tarafgirliğin ve taassubun vücut verip yaşattığı “Ebû Hanîfe aleyhdarlığı”, Sünnet’e bağlılık, Selef’e saygı, hamiyet-i diniye… gibi gerekçelere sığınılarak köpürtülüp yaşatılmıştır; ne yazık ki günümüzde de bazı çevreler tarafından olanca şiddetiyle devam ettirilmektedir.


İşte benzer bir “tesbit” daha: İmam Ebû Dâvûd’un oğlu Ebû Bekr b. Ebî Dâvûd soruyor:


“Üzerinde Mâlik ve ashabının, eş-Şâfi’î ve ashabının, el-Evzâ’î ve ashabının, el-Hasan b. Sâlih ve ashabının, Süfyân es-Sevrî ve ashabının ve Ahmed b. Hanbel ve ashabının ittifak ettiği bir mesele hakkında ne dersiniz?” Muhatapları, “Ey Ebû Bekr! Bundan daha sahih bir mesele olmaz” karşılığını verince taşı gediğine koyuyor: “İşte bunların hepsi, Ebû Hanîfe’nin tadlili (dalalette olduğu tesbiti) üzerinde ittifak etmiştir!”[2]


Ve benzeri bir “tesbit” de İbn Hibbân’dan: “Bütün İslam merkezlerinde ve diğer bölgelerde bulunan imamlar ve vera ehli onu cerh ve zemmetmişlerdir. Sadece tek-tük bazı kimseler bundan istisnadır…”[3]


Günümüzde durum


Geçmişte şu veya bu sebeple vuku bulmuş olan bu “Ebû Hanîfe aleyhdarlığı”nın her şeye rağmen ısrarla ve inatla devam ettiriliyor oluşu, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir “arıza” durumuna işaret etmektedir. Zira tarihte İmam hakkında vuku bulmuş bu itham, cerh ve taz’ifler, sadece Hanefî ulema tarafından değil, diğer mezheplere mensup insaf ve tahkik ehli ulema tarafından da gerekli biçimde cevaplandırılmış bulunmaktadır. Mâlikî mezhebine mensup İbn Abdilberr’in el-İntikâ’sı, Şâfiî mezhebine mensup ez-Zehebî’nin Menâkıb’ı, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî’nin Ukûdu’l-Cümân’ı, es-Süyûtî’nin Tebyîdu’s-Sahîfe’si, İbn Hacer el-Mekkî’nin el-Hayrâtu’l-Hısân’ı, Hanbelî mezhebine mensup Cemâluddîn Yusuf b. Abdilhâdî’nin Tenvîru’s-Sahîfe’si.. bu meyanda ilk akla gelenlerdir.


Bütün bu çalışmalara rağmen Ebû Hanîfe aleyhdarlığının bir “dindarlık” ve “Sünnet/Hadis taraftarlığı” göstergesi olarak yaşatılması ve terviç edilmesi bizatihi din adına ve Sünnet/Hadis adına kaygı vericidir. İmam Ebû Hanîfe’nin çağdaşlarından ünlü zahid Mekkeli Abdülazîz b. Ebî Ravvâd’ın şu tesbitine katılmamak mümkün değildir: “Ebû Hanîfe imtihan vesilesidir. Kim onu severse sünnîdir; kim de ona buğz ederse bid’atçidir.”[4]


Söz gelimi M. Nâsıruddîn el-Albânî, “Ebû Hanîfe aleyhdarları” arasında hayli “ılımlı” bir görüntü verdiği halde, mesleğini icra için ayağına gelmiş fırsatı tepmeyi “ilmî objektiflik” anlayışıyla bağdaştıramamakta ve Nasbu’r-Râye’ye düşülen bir dipnotu vesile edinerek İmam Ebû Hanîfe’nin kimler tarafından taz’if edildiğini şöyle sıralamaktadır:


“Evvela İmam Ebû Hanîfe’nin taz’ifinde ed-Dârekutnî yalnız değildir. Aksine bu konuda imamların büyükleri ondan önce davranmışlardır ki, herhangi bir taassup sahibinin, imamlıkları ve büyüklükleri sebebiyle onların taz’ifinde kusur bulması mümkün değildir. Onlardan birisi Abdullah b. el-Mübârek’tir. İbn Ebî Hâtim sahih bir senedle onun şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebû Hanîfe Hadis’te miskin idi.” Yine İbn Ebî Hâtim şöyle der: “İbnu’l-Mübârek Ebû Hanîfe’den rivayette bulunmuş, ancak son zamanlarında onu(n hadisini) terk etmiştir. Babamı böyle derken işittim.”


“Yine onlardan bir diğeri İmam Ahmed’dir. el-Ukaylî ed-Du’afâ’da sahih bir senedle onun şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebû Hanîfe’nin hadisi zayıftır.”


“Yine onlardan bir diğeri, es-Sahîh sahibi İmam Müslim’dir. el-Künâ isimli eserinde şöyle demiştir: “Hadisi muzdaribdir. Çok fazla sahih hadisi yoktur.”


“Yine onlardan bir diğeri İmam en-Nesâî’dir. ed-Du’afâ ve’l-Metrûkîn’de şöyle demiştir: “Hadis’te kuvvetli değildir.”


(…)


“Ebû Hanîfe’nin (rh.a) Hadis’te taz’if edilmiş olması, şöhret sahibi olduğu ilimdeki ve şöhret sahibi olduğu Fıkıh’taki kadrini ve büyüklüğünü mutlak olarak alçaltmaz. Onun Fıkıh ilmindeki üstünlüğü ve kendini ona vermesi, Hadis’te hıfzının zayıflamasına yol açmış olmalıdır. Malumdur ki, bir alimin bir ilme yönelmesi ve onda ihtisas sahibi olması genellikle diğer ilim dallarında hafızasını zayıflatan hususlardandır. En iyisini Allah Teala bilir.”[5]


İmam Ebû Hanîfe hakkındaki bu iddia ve ithamlar ne yazık ki sadece onun hadisçilik yönüyle sınırlı kalmamış, itikadî sahaya da uzanarak küfürle itham edilmesi noktasına kadar vardırılmıştır. Ancak bu yazı sadece ona İlm-i Hadis nokta-i nazarından yöneltilen tenkitleri konu edineceği için konunun diğer boyutlarına değinilmeyecektir. [6]


İmam Ebû Hanîfe’ye Hadis ilmi bağlamında yöneltilen tenkit ve taz’ifleri iki grupta toplamak mümkündür:


1. Hadis müktesebatının yetersiz ve Hadis’te güvenilmez/zayıf olduğu, hafızasının yeterince güçlü olmadığı gerekçesiyle yapılan tenkitler.


2. Hadislerle amel konusuna gereken ihtimamı göstermediği, re’yi çok kullandığı ve hadislere muhalefet ettiği gerekçesiyle taz’ifi.


Yukarıdaki iki başlık altında toplanabilecek “Ebû Hanîfe cerhleri” meyanında mütekaddimundan nakledilen ne varsa eserlerine doldurarak İmam’ı cerh edenler kervanına katılan İbn Adiyy,[7] el-Ukaylî,[8] İbn Kuteybe,[9] İbn Ebî Hâtim,[10] el-Hatîbu’l-Bağdâdî,[11] İbnu’l-Cevzî[12] gibi daha birçok müellif bulunduğunu ve burada zikredilen örneklerin, münhasıran Hadis sahasıyla sınırlı olmalarına dikkat edildiğini belirtmek gerekir. Bunun dışında Kur’an’ın mahluk olduğu, cennet ve cehennemin son bulacağı, irca (mürciîlik) vb. konulardaki görüşleri sebebiyle tekfir edildiği, tevbeye davet edildiği… konusunda birçok şey nakledilmiştir. Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum Te’nîbu’l-Hatîb adlı muhalled eserinde bütün bu iddiaları büyük bir vukufiyet ve dirayetle cevaplandırmış ve İmam’ın, bu ithamların tamamından beri olduğunu mukni delillerle ortaya koymuştur.


İddiaların ilmî kıymeti


Yukarıda örnek olarak zikredilen ve tamamı kitap hacmini dolduracak kemiyette olan cerh, taz’if ve tenkitlerin ilmî kıymeti hakkında şunları söyleyebiliriz:


İmam Ebû Hanîfe üzerinde yoğunlaşan tenkitler, dönemin fotoğrafını yansıtması bakımından hayli önemlidir. Öncelikle Irak (Bağdat ve Basra) merkezli “i’tizal” hareketi, itikadî sahada derin sarsıntılar meydana getirmektedir. Cedelci kişilikleri dolayısıyla Mu’tezilîler, konuştukları sıradan insanları kolaylıkla etki altına alabilmektedirler. Toplumsal doku için hayli tehlikeli olan bu akım karşısında topluma önderlik edenler, insanları onlarla konuşmaktan, bir araya gelip oturmaktan titizlikle sakındırma gayreti içinde olmuşlardır. Büyük imamlardan Kelam ilmiyle iştigalden veya Kelamcılar’la hemhal olmaktan sakındırma babında nakledilen sözleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.


Tam karşı cephede yer alan Hadisçiler dönemin fotoğrafındaki ikinci aslî unsur olarak temayüz etmektedir. Aralarında rivayetlerin ihtiva ettiği anlamlara ve Fıkhu’l-Hadis’e fazla ihtimam göstermeyen, bütün mesaisini rivayetleri olabildiğince fazla tarikten toplama işine sarf eden “nakale-i ahbar” ve “zevamil-i esfar”ın da bulunduğu Ehl-i Hadis, re’y, kıyas vb. kavramlardan hazzetmeyen, bunları ve temsil ettikleri çizgiyi hep “tekinsiz” bulan bir anlayışı temsil eder durumdadır.


Ne var ki itikadî bakımdan bunlar arasında da en az Mu’tezile kadar tehlikeli istikametlere gidenler bulunduğu bir vakıadır. Ehl-i Hadis içinde teşbih ve tecsim inancına meyledenlerin, hatta fiilen bu inancı benimseyenlerin bu tutumunun temelinde rivayetlerin manalarına nüfuz edememe, bir de rivayetlerin mana ile nakli bulunmaktadır. Bilhassa itikadî sahaya taalluk eden müteşabihat türü rivayetleri Şer’î prensipler ve İslamî akıl süzgecinden geçiren Sünnî Kelamcı çizgiyi Sünnet’e/Hadis’e ittiba ve “teslimiyet” adına en acımasız ithamlarla zemmedenler, elbette bu Ümmet’in yarısının, hatta üçte ikisinin[13] metbuu durumundaki İmam Ebû Hanîfe’nin üstünü çizmekte de bir beis görmeyecek, hatta bunu dinî bir sorumluluk addedecektir!


İşin ilginç yanı, bu Ümmet’in ta’zim ve tebcil ettiği büyük şahsiyetlere atfen İmam’ın Hadisçiliğine yöneltilen iddiaların kahir ekseriyetinin güvenilmez senedlerle gelmiş olmasıdır. el-Kevserî merhumun Te’nîbu’l-Hatîb’de, ondan önce el-Melikü’l-Muazzam İsa b. Ebî Bekr’in es-Sehmu’l-Musîb’de ortaya koyduğu bu gerçeğe rağmen Ebû Hanîfe aleyhdarlığının hala yaşıyor, daha doğrusu “yaşatılıyor” olması, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir husustur.


Nu’aym b. Hammâd, İbn Ebî Hâtim, Abdullah b. Ahmed… ve emsali “Re’y fobisi” taşıyan kimselerin, aşağıda örnekleri zikredilecek olan ta’dil ve övgülere karşı gözünü yumarak tek taraflı ve önyargılı hareket etmeleri neticesinde yukarıda zikredilen türden cerh ve tenkitler ne yazık ki kitapları doldurarak ebedileştirilmiştir.


Cerh-Ta’dil kitaplarının tarafsızlığı meselesi


Söz konusu iddialar içinde, sened bakımından herhangi bir kusur taşımayanlar yok mudur? Elhak, vardır. Ancak bunlar da ya aslen “cerh/taz’if” ve “tenkid” unsuru taşımayan tesbitlerdir, yahut taassup/önyargı kaynaklıdırlar, ya da sahipleri hakikat-i hale vakıf olduktan sonra bu görüşlerinden rücu etmişlerdir. En niyahet bunlar arasında bu kategorilerden birine girmeyenler var ise de, kemiyet ve keyfiyet olarak bu türlü tenkitlerden yakasını kurtarabilmiş insan sayısı hemen hemen yok gibidir.


Bu gerçeğe parmak basan İbn Cerîr et-Taberî şöyle der: “Şayet bozuk mezheplerden birine nisbet edilen kimselerin her biri hakkında bu durum sabit ve bu sebeple o kimselerin adaleti sakıt, şahitlikleri batıl olacak olsaydı, İslam merkezlerindeki muhaddislerin çoğunluğunun terk edilmesi gerekirdi. Çünkü bir grup, onlardan her birini hoşa gitmeyen şeylere nisbet etmişlerdir…”[14]


Söz gelimi İmam Ebû Hanîfe aleyhine nakillerde bulunmakla maruf olan İbn Ebî Hâtim, İmam el-Buhârî’ hakkında şöyle demektedir: “… Kendisinden babam (Ebû Hâtim) ve Ebû Zür’a Hadis dinlemişlerdir. Daha sonra Muhammed b. Yahya en-Nîsâbûrî, el-Buhârî’nin kendilerine “Benim Kur’an’ı telaffuzum mahluktur” dediğini yazınca ikisi de el-Buhârî’nin hadisini terk ettiler.”[15]


Hatırdan çıkarılmaması gereken husus şudur: Cerh-Ta’dil alimleri de insandır. Her insana arız olan izafîlikler şüphesiz ki onlara da arız olmuştur. Bazıları bundan kurtulmasını bilmiş, ancak bu arıza diğer bazılarında mevcudiyetini devam ettirmiştir. İmam eş-eş-Şâfi’î’nin hocası ve kendisinden çokça rivayette bulunduğu İbrahim b. Muhammed b. Ebî Yahya el-Eslemî hakkında İbn Adiyy, “Hadisini çokça inceledim. Rivayetlerinde münker bir şeye rastlamadım…” der.[16]


el-Kevserî’nin bu ifadelere itirazı oldukça dikkat çekicidir: “Ahmed (b. Hanbel) ve İbn Hibbân gibi Hadis tenkitçilerinin bu zat hakkındaki sözlerini biliyorsun. el-İclî onun hakkında şöyle der: “Medineli, Rafızî, Cehmî, kaderî. Hadisi yazılmaz.” Hatta Hadis tenkitçilerinin birçoğu bu zatı tekzib etmiş (Hadis’te yalancı olduğunu belirtmiş) tir. Eğer eş-Şâfi’î bu zattan, Mâlik’ten rivayet ettiği kadar çok hadis rivayet ediyor olmasaydı, İbn Adiyy onun durumunu takviyeye çalışmazdı…”[17]


Gerçeği görenler


Şam fakihi İmam el-Evzâ’î, Abdullah b. el-Mübârek ile karşılaştığında, İmam Ebû Hanîfe’yi kastederek, “Kûfe’den çıkan şu bid’atçi kimdir?” diye sorar. İbnu’l-Mübârek herhangi bir şey söylemez. Kaldığı eve gider ve üç gün içinde İmam Ebû Hanîfe’nin güzel çözümlerden oluşan meselelerini derleyerek küçük bir kitap oluşturur. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:


“el-Evzâ’î o sıralar oranın mescidinde imamlık ve müezzinlik yapıyordu. Elimdekinin ne olduğunu sordu. Kitabı kendisine verdim. Açtı ve içindeki meselelerden birini inceledi. O meselenin üzerine, “Bu, en-Nu’man’ın görüşüdür” diye yazmıştım. Ezan sonrasına kadar –ayakta olduğu halde– kitabın baş tarafından bir miktar okudu. Sonra kitabı cübbesinin cebine koydu. Ardından, kamet getirerek namazı kıldırdı. Namazdan sonra kitabı tekrar çıkardı ve inceledi. Bir süre sonra bana dönerek, “Ey Horasanlı! Bu en-Nu’man b. Sâbit kimdir?” diye sordu. “Irak’ta karşılaştığım bir üstat” diye cevap verdim. “Bu zat belli ki üstatlar arasında seçkin birisi. Git ve ondan daha fazla ilim almaya bak” dedi. Bunun üzerine kendisine, “Bu, kendisinden sakındırdığın Ebû Hanîfe’dir” dedim. Aradan bir süre geçtikten sonra el-Evzâ’î ile Mekke’de karşılaştık. O meselelerde Ebû Hanîfe’ye taraftarlık ettiğini gördüm. Ayrılacağımız zaman kendisine, “Ebû Hanîfe’yi nasıl buldun?” diye sordum. “İlminin çokluğu ve aklının mükemmeliyeti sebebiyle ona gıpta ettim. Onun hakkındaki eski görüşümden dolayı da Allah Teala’dan bağışlanma diledim. Zira ben eskiden onun hakkında açıkça hatalıydım. O adamdan ilim öğrenmeye devam et. Zira o, kendisi hakkında kulağıma gelen şeylerden uzaktır.”[18]


Bir diğer örnek de İmam Muhammed el-Bâkır’dır. Bir hac mevsiminde karşılaştığı İmam Ebû Hanîfe’ye, dedesi Hz. Peygamber (s.a.v)’in dinini ve sünnetini değiştirdiği yolunda bazı duyumlar aldığını ve işin aslının ne olduğunu sorduğunda İmam, işin aslını kendisine örnekleriyle izah eder. Bunun üzerine İmam Muhammed el-Bâkır, İmam Ebû Hanîfe’ye sarılarak alnından öper ve kendisine dua eder.[19]


Ve nihayet İbn Adiyy’in durumu bu hususta ibretamiz bir vesika oluşturmaktadır. el-Kâmil isimli eserinde İmam Ebû Hanîfe aleyhinde menkul ne kadar söz varsa yer vermeye çalışan İbn Adiyy, İmam et-Tahâvî ile karşılaşıp işin gerçeğini kavrayınca fikirleri değişmiş, hatta İmam Ebû Hanîfe’nin rivayetlerinden oluşan bir Müsned kaleme almıştır.[20]


Tenkitlerin sebebi


Mâlikî mezhebinin büyük Hadis ve Fıkıh alimi İbn Abdilberr şöyle der: “Hadisçiler Ebû Hanîfe’nin zemminde ifrata gitmiş ve bu hususta haddi aşmışlardır. Onlara göre bunu gerektiren sebep, rivayetlere re’y ve kıyası sokması ve bu iki unsura itibar etmesidir. (…) Onun bazı ahad haberleri reddi, makul tevile dayanıyordu ve bunların birçoğunda daha önceki ulema aynı şeyi yapmıştır. Ebû Hanîfe gibi re’y ile hüküm verenler de bu hususlarda daha evvelki ulemanın izinden gitmiştir. (…)


“Hiçbir ilim ehli bilmiyorum ki bir Kur’an ayeti konusunda tevil yapmış veya bir Sünnet(in anlaşılması) konusunda bir mezhep benimsemiş ve o mezhep sebebiyle başka bir Sünnet’i reddetmiş olmasın. Bu şekilde bir sünneti reddederken de makul bir tevile veya nesh iddiasına dayanmışlardır. Şu kadar ki Ebû Hanîfe’nin bu tarz davranışı başkalarına göre daha fazladır.


“Yahya b. Selâm şöyle demiştir: “(…) el-Leys b. Sa’d şöyle dedi: “Mâlik b. Enes’in, hepsi de Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetine muhalif olan 70 meselesini tesbit ettim. Mâlik bu meselelerde re’yi ile hüküm vermiştir. Kendisine nasihat babından bu meseleleri ona yazdım.”


“Bu Ümmet’in alimlerinden hiç kimse, herhangi bir hadisin Hz. Peygamber (s.a.v)’den sabit olduğunu kabul ettikten sonra, kendisi gibi bir rivayet veya icma yahut kendisine teslim olmak gereken bir asla dayanan uygulama tarafından nesh edildiğini iddia etmeden yahut senedinde bir kusur bulunduğunu ileri sürmeden onu reddetmemiştir. Eğer bir kimse böyle yapacak olursa, imam ittihaz edilmesi şöyle dursun, “adalet” sıfatı düşer; fasıklar sınıfına girer. (…)


“Ebû Hanîfe’den rivayette bulunanlar, onu tevsik eden (güvenilir olduğunu söyleyen) ler ve onu meth-u sena edenler, aleyhinde konuşanlardan fazladır. Ehl-i Hadis’ten onun aleyhinde konuşanların kendisini en fazla ayıpladıkları noktalar re’y ve kıyasa çokça dalması ve irca akidesini benimsemesidir…”[21]


Bu satırları okuduktan sonra “keşke mesele, İbn Abdilberr’in son derece dikkatli seçilmiş ifadelerle anlattığından ibaret olsaydı” demekten kendimizi alamıyoruz. Ehl-i Hadis’in İmam Ebû Hanîfe’yi tenkit ve taz’if ettiği meseleler incelendiğinde şu üç noktada toplandıkları görülür:


1. Akaid. Bu sahada İmam Ebû Hanîfe’nin irca akidesini benimsemesinden, Cennet ve Cehennem’in yok olacağına kadar birçok hususta kabul edilemez görüşler benimsediği nakledilmiştir.


2. Hadis müktesebatının azlığı, hafızasının zayıflığı. Bu hususta ileri gelen Hadis imamlarından Abdullah b. el-Mübârek’ten İmam eş-Şâfi’î’ye, Ahmed b. Hanbel’den Sütfyân es-Sevrî ve İbn Uyeyne’ye kadar pek çok isimden naklen pek ağır cerh ve taz’if ifadeleri nakledilmiştir.


3. Sahih hadislere muhalefeti, kendisine hatırlatıldığı halde hadis doğrultusunda hüküm vermekten imtina etmesi, re’ye dayalı hüküm vermeyi Hadis ve rivayete dayalı hüküm vermeye tercih etmesi.[22]


Hakikat-i hal


Eğer mesele sadece ileri gelen birçok Hadis imamının İmam Ebû Hanîfe’yi cerh etmesi, bunun karşılığında da Hanefîler’in onu müdafaaya yönelik çabalarından ibaret olsaydı, yukarıdaki üç maddenin oluşturduğu manzara gayret-i diniyyesi ağır basan herkes tarafından aynı tepkiyle karşılanırdı. Ancak bu yazının başlarında isimlerini saydığım –farklı mezheplere mensup– insaf ve tahkik ehli ulemanın İmam’ı müdafaa eden çalışmalara imza atmış olması işin rengini değiştiriyor.


Mesele sadece daha sonraki ulemanın tevsik ve tebcilinden ibaret değildir elbette. Gerek aynı dönemde, gerekse daha sonra yaşamış olan birçok mutedil Hadis imamı İmam Ebû Hanîfe hakkında adaletten ve gerçekten ayrılmamış, başkalarının sözlerine iltifat etmeksizin hakikati olduğu gibi dile getirmiştir.


İmam Ebû Hanîfe’yi metheden isimler arasında örnek olarak şunları sayabiliriz:


1. İmam el-Buhârî’nin önde gelen hocalarından olan Mekkî b. İbrahim: “Ebû Hanîfe zamanının en alimi idi.”[23]


2. Ahmed b. Hanbel ve daha başka büyüklerin kendisinden rivayette bulunduğu Yezîd b. Harun: “Bin kişiye yetiştim; çoğundan hadis yazdım. Aralarında 5 kişiden daha fakih, vera sahibi ve alim görmedim. Bu beş kişinin başında Ebû Hanîfe gelir.”[24]


3. Abdullah b. el-Mübârek: “Kûfe’ye geldim ve “Sizin şu memleketinizin en alimi kimdir?” diye sordum. Hepsi de “Ebû Hanîfe” diye cevap verdi.” Yine İbnu’l-Mübârek’in İmam Ebû Hanîfe’yi ta’zim ve tebcil ettiği ve kendisine meth-u senada bulunduğu bilinen bir husustur.[25]


4. Süfyân es-Sevrî: İmam Ebû Yusuf şöyle demiştir: “Süfyân es-Sevrî, Ebû Hanîfe’ye mütabaatta benden ileridir.”[26]


5. Süfyân b. Uyeyne: “Beni Kûfe’de Hadis (rivayet etmem) için ilk oturtan Ebû Hanîfe’dir. Beni camide oturttu ve talebeye “Bu, Amr b. Dînâr’ın hadisini en sağlam bilen kişidir” dedi. Bunun üzerine onlara hadis rivayet ettim.”[27]


6. İbn Cüreyc: Ravh b. Ubâde anlatıyor: “150 senesinde İbn Cüreyc’in yanında idim. Kendisine, “Ebû Hanîfe vefat etti” denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: “Allah ona rahmet eylesin. Pek çok ilim onunla beraber gitti.”[28]


7. İmam eş-Şâfi’î: “Ebû Hanîfe, Fıkıh’ta sözü kabil ve teslim edilen biriydi.” Yine şöyle dediği malum ve meşhurdur: “Kim Fıkıh öğrenmek isterse, Ebû Hanîfe’ye muhtaçtır.”[29]


8. Cerh-Ta’dil otoritelerinin hocası durumundaki Vekî’ b. el-Cerrâh: Yahya b. Ma’în şöyle demiştir: “Vekî’ gibisini görmedim. Kendisi Ebû Hanîfe’nin re’yi ile fetva verirdi.”[30]


9. Cerh-Ta’dil ilminin imamlarından Yahya b. Sa’îd el-Kattân: Yahya b. Ma’în şöyle demiştir: “Yahya el-Kattân’ı şöyle derken işittim: “Allah Teala’ya karşı yalan söyleyemeyiz. Ebû Hanîfe’nin re’yinden daha güzel bir re’y duymadık. Onun görüşlerinin ekserisini esas almışızdır.”[31]


10. Yahya b. Ma’în: “Ebû Hanîfe sika idi. Sadece ezberlediğini rivayet eder, ezberlemediğini ise rivayet etmezdi.”[32]


Vakıa en doğru şahittir


Yukarıdan beri nakledilenler, Hadis ve Cerh-Ta’dil ilminin tartışmasız otoritelerinin İmam Ebû Hanîfe hakkındaki hüsn-i şahadetlerinden seçilmiş örneklerdir. İmam Ebû Hanîfe’yi cerh ve tenkit edenler bu ifadeleri nasıl değerlendirir, bu onların meselesidir: ancak yukarıdaki gerçeklere eklenecek bir gerçek daha var:


İmam’ın meşhur iki talebesinin bugün elimizde bulunan Kitâbu’l-Âsâr isimli eserleri. Her ikisi de matbu ve mütedavel olan bu eserler, İmam’ın az hadis bildiği ve hadise itibar etmediği iddialarını boşa çıkaran en canlı şahit konumundadır. Fıkıh bablarının dayandığı ve İmam’ın kendi senedleriyle nakledilmiş rivayetlerden oluşan bu eserler ortadayken hala bazı çevrelerin “Ebû Hanîfe Hadis’te zayıftı, az hadis biliyordu, hadise itibar etmiyordu” gibi asılsız ithamları tekrar edip durması, akla önyargı ve taassup illetlerini getirmektedir.


Ebu’l-Müeyyed el-Havârizmî’nin Câmi’u Mesânîdi’l-İmâm Ebî Hanîfe isimli derlemesi de bu meyanda anılmalıdır. İki cilt halinde matbu bulunan bu eserin ilmî kıymeti, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in Âsâr’larına oranla ikinci sırada gelmektedir. Zira Bu eserde yer alan rivayetlerin İmam’a aidiyeti, rivayetlerin senedlerinde ondan sonra yer alan ravilerin güvenilirliğiyle doğrudan ilişkilidir. Ancak bu durum Âsâr’lar için söz konusu değildir. Onların mezhebin iki büyük imamına aidiyeti konusunda herhangi bir şüphe söz konusu değildir.


Bütün bu söylenenlere bir de Hanefî mezhebine mensup Hadisçilerin varlığı ilave edilmelidir. Mezhebin Tabakât kitaplarında onların isimlerine ve Hadis sahasında verdikleri eserlere yer verilmiştir. el-Kevserî merhum, mezhebin Hadis hafızlarından Cemâluddîn ez-Zeyla’î’nin Nasb’r-Râye’sine yazdığı takdim yazısında[33] Hanefî mezhebinin Hadisçilerini liste halinde zikretmiştir. Onun zikrettiği 110 isme, Muhammed Yusuf el-Bennûrî 40 isim daha ilave etmiştir.


Kendisine yöneltilen haksız, taassup kaynaklı ve yanlı tenkitlere karşın, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis ilmindeki haklı şöhreti, sadece Hanefî mezhebine mensup ulema tarafından değil, farklı mezheplerin müntesibi ulema tarafından da teslim edilmiştir. Bunun bir göstergesi olarak İmam’ın adının, Hadis hafızlarının zikredildiği eserlere derc edildiğini görüyoruz. Bunların başında Şâfiî mezhebinden Hafız ez-Zehebî gelmektedir.[34] Onu izleyen kuşaklardan Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızı Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed İbn Abdilhâdî el-Makdisî, el-Muhtasar fî Tabakâti Ulemâi’l-Hadîs isimli eserinde, ardından aynı mezhebe mensup “İbnu’l-Mibred” adıyla maruf hafız Cemâluddîn Yusuf b. Hasan İbn Abdilhâdî, Tabakâtu’l-Huffâz’ında[35] ve nihayet Şâfiî mezhebine mensup hafız Celâluddîn es-Süyûtî Tabakâtu’l-Huffâz isimli eserinde[36] aynı tavrı sürdürmüşlerdir.


Reddiyeler


İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis’e muhalefet ettiği söylemi sadece kuru iddia seviyesinde kalmamış, fiili olarak da gösterilmeye çalışılmıştır.


1. Bu cümleden olarak zikredilmesi gereken ilk ve en önemli çalışma el-Buhârî ve Müslim gibi Hadis imamlarının hocası durumundaki Ebû Bekr b. Ebî Şeybe tarafından yapılmıştır. el-Musannef isimli meşhur eserinin bir cildinde “Kitâbu’r-Redd alâ Ebî Hanîfe” adını verdiği özel bölümde “Bu, Ebû Hanîfe’nin Hz. Peygamber (s.a.v)’den Gelen Rivayete Muhalefet Ettiği Hususlar(ı ihtiva eden bölümdür) diyerek 125 bab zikretmiş, her bir babda birkaç rivayet zikrettikten sonra İmam Ebû Hanîfe’nin o rivayetlere aykırı hüküm verdiğini söylemiştir.[37]


Bu 125 meseleye, tarih içinde çeşitli cevaplar verilmiş ise de, bunlardan günümüze kadar gelebilen olmamıştır. Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun muhalled eserlerinden en-Nüketu’t-Tarîfe[38] bu iddialara eldeki en kapsamlı cevabı oluşturmuştur. Müellif merhum, vardığı sonucu eserinin giriş kısmında şöyle özetlemektedir:


İmam Ebû Hanîfe’nin çözüme bağladığı meselelerin adedi konusunda zikredilen en küçük rakam 83 bin’dir. İbn Ebî Şeybe’nin zikrettiği 125 meselenin tamamında İmam’ın hata ve hadise muhalefet ettiği bir an için kabul edilse bile, bunun, toplama oranı 664’te 1’dir. (…)


İbn Ebî Şeybe’nin zikrettiği 125 meselenin % 50’sinde muhalif rivayet söz konusudur. Yani İmam Ebû Hanîfe ayrı bir rivayeti, İbn Ebî Şeybe ayrı bir rivayeti esas almıştır. Geriye kalan % 50’yi 5’e ayırırsak, ilk 5’te 1’lik kısımda haber-i vahid’in Kur’an ayetiyle çatışma arz etmesi söz konusu olduğu için İmam, Kur’an ayetini esas almış hadisi ise tevil etmiştir. ikinci 5’te 1’lik kısım ahad haberden daha güçlü (“meşhur” gibi) rivayetler sebebiyle ahad haberin terk edildiği durumları anlatmaktadır. Üçüncü 5’te 1’lik kısımda aynı rivayetten farklı anlam/hüküm çıkarma söz konusudur. Yani İbn Ebî Şeybe de İmam Ebû Hanîfe de aynı hadise dayanmaktadır. Ancak anlayış ve yaklaşım tarzlarındaki farklılık sebebiyle çıkardıkları hükümler farklıdır. Dördüncü 5’te 1’lik kısımda İbn Ebî Şeybe, hadise muhalif olarak gördüğü hükmü İmam Ebû Hanîfe’ye nisbette hatalı davranmıştır. Yani mezhep kitapları esas alındığında, İmam Ebû Hanîfe’nin, İbn Ebî Şeybe’nin kendisine nisbet ettiği görüşü benimsemediği anlaşılmaktadır. Nihayet en fazla son 5’te 1’lik kısımda İmam’ın hadise muhalif hüküm verdiği söylenebilir. Bu demektir ki, İbn Ebî Şeybe’nin 125 olarak takdim ettiği “hadise muhalif” içtihadlarının adedi 12 civarındadır.


2. İmam’ın hadislere muhalefet ettiğini örnekleriyle gösteren diğer bir çalışma da İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin Muğîsu’l-Halk isimli çalışmasıdır. el-Kevserî merhum bu çalışmaya da İhkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Bâtıl fî Muğîsi’l-Halk isimli çalışmasıyla cevap vermiştir. Orada zikredilen meseleler İbn Ebî Şeybe’nin çalışmasında olduğu gibi sırf hadis kaynaklı değildir. Böyle olanlar yanında mezhebin usul ve kavaidi doğrultusunda verilmiş hükümler de tartışma konusu yapılmıştır.


3. İmam el-Buhârî, Sahîh’inin birçok yerinde[39] “İnsanlardan birisi demiştir ki…” diyerek, kasdettiği kişinin hadise muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. Her ne kadar bu ifadeyi kullandığı her yerde kasdettiği kişi İmam Ebû Hanîfe değilse de[40] onu kasdettiği yerler bulunduğu kesindir.


el-Buhârî’nin mezkûr ifadeyi kullanarak İmam Ebû Hanîfe’yi hedeflediği yerler hakkında da muhtelif çalışmalar yapılmıştır. Bedruddîn el-Aynî’nin Umdetu’l-Karî isimli şerhi ile Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî’nin Feydu’l-Bârî’si, bizzat Sahîhu’l-Buhârî üzerine yazılan şerhler olmak haysiyetiyle söz konusu iddiaları ilk elden cevaplandırmışlardır.


Bunlardan başka Abdülganî el-Guneymî el-Meydânî’nin Keşfu’l-İltibâs ammâ Evredehû’l-İmâmu’l-Buhârî alâ Ba’di’n-Nâs isimli eseri, konu hakkında yapılmış müstakil eserlerdendir ve matbudur.


Bunlar dışında tarihte İmam Ebû Hanîfe’nin mezhebini diğerlerine tercih ve tenkitlere cevap mahiyetinde pek çok çalışma yapılmıştır ki, İmam Ebû Yusuf’un er-Redd alâ Siyeri’l-Evzâ’î’sinden, İmam Muhammed’in Kitâbu’l-Hücce alâ Ehli’l-Medîne’sine, Sirâcuddîn el-Gaznevî’nin el-Gurretu’l-Münîfe’sinden, Sıbtu İbni’l-Cevzî’nin el-İntisâr li İmâmi Eimmeti’l-Emsâr’ına ve Muhammed Murtaza ez-Zebîdî’nin Ukûdu’l-Cevâhîri’l-Münîfe’sine kadar –hepsi de matbu olan– pek çok eser örnek olarak zikredilebilir.


Sonuç


İmam Ebû Hanîfe, Abdullah b. Mes’ûd başta olmak üzere Kûfe’de tavattun etmiş bulunan Sa’d b. Ebî Vakkas, Huzeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsa el-Eş’arî, Ammâr b. Yâsir, Selmân el-Fârisî… gibi büyük sahabîlerin (Allah hepsinden razı olsun) ilmini tevarüs etmiştir. Tarih, bu büyük sahabîlerden sadece İbn Mes’ûd’un ve talebelerinin Kûfe’de yetiştirdiği alim sayısının 4 bin olduğunu kaydediyor.[41] el-İclî, Kûfe’ye yerleşen sahabî sayısını 1500 olarak vermektedir. el-Kevserî merhum, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ûd (r.anhuma) tarafından Kûfe’de yetiştirilen Tabiun kuşağına mensup alimlerden ileri gelen bazılarının listesini zikretmiştir ki,[42] İmam Ebû Hanîfe’nin, ilmî müktesebatını nasıl bir ilmî servet üzerine kurduğu hakkında fikir edinmek isteyenler için oldukça doyurucudur.


er-Ramehürmüzî, İbn Sîrîn’in şöyle dediğini nakleder: “Kûfe’ye geldim. 4 bin kişinin Hadis tahsil ettiğini gördüm.”[43] İmam el-Buhârî de Hadis toplama faaliyeti (er-Rihle fî Talebi’l-Hadîs) esnasında Kûfe’ye kaç kere gittiğini saymadığını söylemiştir.[44] Bütün bunlar, Kûfe’nin Hadis ilimleri bakımından bulunduğu mevkiyi gösteren anekdotlardan cüz’î bir kısmıdır.


Böyle bir ortamda yetişmiş bulunan, üstelik de 40 adet yetişmiş öğrencisi ile birlikte kollektif bir içtihad faaliyeti yürüten İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis müktesebatının yetersiz olduğunu yahut Hadisleri kale almadığını söyleyebilmek için bu ortamı ya hiç bilmemek veya dikkate almamak gerekir.


İşin özü o ki, İmam’ın mezhebi de, talebeleri de, mezhebin uleması ve onların yaptığı çalışmalar da ortadayken bizim onları bir şeylerden tebrie etmek durumunda kalmamız hayli travmatik bir durumdur. Gözünü kapatmakta ısrar eden kimseye kim neyi gösterebilir?!


————————————————————–


[1] İbn Adiyy, el-Kâmil, VII, 10.


[2] el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 382-3.


[3] İbn Hibbân, Kitâbu’l-Mecrûhîn, III, 64.


[4] el-Kevserî, Te’nîb’l-Hatîb, 276.


[5] el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl, II, 277-9.


[6] İbnu’l-Cevzî’nin de el-Muntazam’da (V, 188) belirttiği gibi, İmam’a yönelik tenkitler üç ana noktada toplanmaktadır: 1. Akaid/Usulüddin, 2. Hadis müktesebatının azlığı, hafızasının zayıflığı, 3. Sahih hadislere muhalefeti ve re’yi çok kullanması. Bu yazının çerçevesi doğrudan Hadis sahasına taalluk eden tenkitlerle sınırlandırılmıştır.


[7] Bkz. el-Kâmil fî Du’afâi’r-Ricâl, VII, 5 vd.


[8] Bkz. ed-Du’afâu’l-Kebîr, IV, 268 vd.


[9] Bkz. Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 54 vd.


[10] Bkz. Kitâbu’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, VIII, 449-50.


[11] Bkz. Târîhu Bağdâd, XIII, 365 vd.


[12] Bkz. Kitâbu’d-Du’afâ ve’l-Metrûkîn, III, 163-4.


[13] el-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb, 31.


[14] İbn Hacer, Hedyu’s-Sârî (Mukaddimetu Fethi’l-Bârî), 428.


[15] İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-Cerh ve’t-Ta’dîl, VII, 191.


[16] İbn Adiyy, el-Kâmil, I, 220.


[17] el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum, 83.


[18] el-Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII, 338; es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, 78. Daha kısa bir varyantı için bkz. İbn Hacer el-Mekkî, el-Hayrâtu’l-Hısân, 46.


[19] el-Muvaffak el-Mekkî, Menâkıbu’l-İmâm Ebî Hanîfe, 143.


[20] el-Kevserî, Te’nîbu’l-Hatîb, 329.


İ. Hakkı Ünal, Ebu’l-Müeyyed el-Havârizmî’nin derlediği Câmiu’l-Mesânîd’de İbn Adiyy’in tek bir rivayetinin bile olmadığını –Şâkir Zîb’e dayanarak– söylemektedir. (Bkz. İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı…, 63, dpnt. 99)


Bu ifadelerin hemen öncesinde de –yine aynı müellife dayanarak– Câmi’u’l-Mesânîd içinde Ebû Nu’aym’ın Müsned’inden sadece iki rivayet bulunduğunu söylemektedir. Bu durum Ebû Nu’aym’ın ayrıca basılmış bulunan (Mektebetu’l-Kevser, Riyad-1415/1994) Müsned’i ile uyum arz etmemektedir. Zira sadece metin kısmı 260 sayfa civarında tutmuş olan bu baskıda çok sayıda rivayet bulunmaktadır.


Dolayısıyla Câmi’u’l-Mesânîd’de İbn Adiyy Müsnedi’nden bir tek rivayetin dahi bulunmadığı tesbiti eğer doğruysa, diğer Müsned’lerle mükerrer rivayetler ihtiva etmesi gibi bir sebepten olabilir. Vallahu a’lem.


[21] İbn Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 497 vd.


[22] Bkz. İbnu’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 188.


[23] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 451.


[24] İbn Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 502.


[25] İbn Abdilberr, el-İntikâ, 206.


[26] İbn Abdilberr, a.g.e., 198.


[27] es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe, 75; İbn Abdilberr, a.g.e., 199.


[28] es-Saymerî, a.g.e.,, 74-5.


[29] İbn Abdilberr, a.g.e., 210.


[30] İbn Abdilberr, a.g.e., 211.


[31] et-Tehânevî (Tanevî), Kavâ’id fî Ulûmi’l-Hadîs, 311-2.


[32] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 450.


[33] Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum adıyla Ebû Gudde merhum tarafından tahkik edilerek yayımlanmış, dilimize de –Hanefî Fıkhının Esasları adıyla– çevrilmiştir.


[34] Bkz. ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 168.


[35] Bkz. Muhammed Abdürreşîd en-Nu’mânî, Mekânetu’l-İmâm Ebî Hanîfe fi’l-Hadîs, 60-1.


[36] Bkz. es-Süyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz, 80-1.


[37] Bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, VIII, 363 vd.


[38] el-Kevserî, en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs an Rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe, Kahire-1365/1945.


[39] Değişik itibarlara göre 22, 24 veya 25 yerde.


[40] el-Keşmîrî, Feydu’l-Bârî’de (III, 54) şöyle der: “Bil ki, musannıfın (İmam el-Buhârî) bu ifadeyi kullandığı ilk yer burasıdır. Her ne kadar burada kasdettiği kişi o ise de, iddia edildiği gibi bu ifadeyi kullandığı her yerde Ebû Hanîfe’yi kasdetmemiştir. Bazı yerlerde kasdettiği kişi İsa b. Ebân, bazı yerlerde eş-Şâfi’î, bazı yerlerde ise Muhammed (b. el-Hasan)’dir. Öte yandan musannıf bu ifadeyi her zaman red amacıyla kullanmaz. Aksine, onun, bu ifadeyi kullandığı kişinin görüşünü paylaştığını da gördüm. Bazen de sahibi hakkında bu ifadeyi kullandığı görüş konusunda tereddüt göstermektedir…”


el-Keşmîrî, Sünenu’t-Tirmizî şerhi el-Arfu’ş-Şezî’de (II, 118) daha ayrıntılı bilgi verir ve şöyle der: “Şâfiîler, “Ba’du’n-Nâs” ifadesinin kullanıldığı her yerde kastedilen kişinin Ebû Hanîfe olduğunu ve el-Buhârî’nin bu ifadeyi kullandığı her yerde üzerinde durduğu görüşü reddettiğini söylemişlerdir. Ben derim ki, bu iddia doğru değildir. Zira el-Buhârî’nin bu ifadeyi kullandığı halde üzerinde durduğu görüşü tercih ettiği de vakidir. er-Rahmân suresindeki tutumu böyledir. Oradaki ifadesinin siyak ve sibakı bunu göstermektedir. es-Sahîh’i inceleyenler bu durumu açıkça görürler. Keza bazen “Ba’du’n-Nâs” ifadesini kullanır ve onunla Muhammed b. el-Hasan’ı, bazen onun talebesi İsa b. Ebân’ı, bazen Züfer b. el-Hüzeyl’i, bazen de eş-Şâfi’î’yi kasteder…”


[41] Bkz. el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk, 41-2.


[42] el-Kevserî, a.g.e., 43 vd.


[43] er-Râmehürmüzî, el-Muhaddisu’l-Fâsıl, 408.


[44] el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irâk ve Hadîsuhum, 52.


İNKİŞAF – Haziran-Ağustos 2006

Devamını Oku »