73 Fırka Hadis-i Şerifi Nasıl Anlamalıyız ?


 


ــ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: أَ إنَّ مَن كَانَ قَبْلَكُمْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ افْتَرقُوا عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَإنَّ هذِهِ اُمَّةِ سَتَفْتَرِقُ عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةَ: ثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ في النَّارِ، وَوَاحِدَةٌ في الْجَنَّةِ، وَهِىَ الْجَمَاعَةُ[. أخرجه أبو داود.وزاد في رواية: »سَيَخْرُجُ مِنْ أُمَّتِى أقْوَامٌ تَتَجَارَى بِهِمُ ا‘هْوَاءُ كَمَا يَتَجَارَى الْكَلَبُ بِصَاحِبهِ َ يَبْقى مِنْهُ عِرْقٌ وََ مَفْصِلٌ إَّ دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى« تَفَاعَل من الجرى وهو الوقوع في ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى« فيها، تشبيها بجرى الفرس.»الكَلَبُ« بتحريك الم: داء معروف يعرض للكلب، إذا عض إنساناً عرضت له أعراض رديئة فاسدة قاتلة، فإذا تجارى با“نسان وتمادى به هلك .


4. (4776)- Hz. Muâviye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:

“Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]

Bir rivayette şu ziyade var: “Ümmetimden bir kısım gruplar çıkacak, bunları bid’alar istila edecek, tıpkı  kuduzun, buna yakalanan kimsede hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu bid’a da onların her hallerine sirayet edecek.” [1]
AÇIKLAMA:

Bid’a, daha önce [2] açıkladığımız üzere sünnette olmayan, sonradan çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın  gelişmesi sebebiyle ortaya çıktığı için, İslam alimleri  normal karşılamış hatta  مَنْ سَن َّسُنَّةً حَسَنَةً hadisi açısından, bu çeşit bid’ aya teşvik bile etmiştir. Bunlara bid’ayı hasene demişlerdir. Burada mevzubahis edilen, kötülenen bid’a bu değildir. Reddedilen bid’a, sünnete aykırı olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren bid’attir. Bu bid’ate bid’at-i seyyie denmiştir.

Şunu da belirtmede fayda var: Halkımızın bid’at deyince anladığı şey, davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid’attir. Halbuki hadiste bid’at deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve anlayışlarda da bid’at olabilir. Hatta bu çeşit  bid’at önce gelir. Zîra kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh âleminde bid’at yer etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid’at girmez. Nitekim ulemâ nezdinde ehl-i bid’at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları, Ehl-i Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar.

Yani belirtmek istediğimiz husus, bid’at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik farklılıkların, sünnete aykırılıkların  kastedildiğini tebarüz ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya ve hatta hayat  tarzları ve davranışlarıyla birbirinin aynısı olan insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir kısmı ehl-i bid’at idiyse, aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid’a veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten sonra bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa ereceği, geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir.

Aslında heva fırkalarının sayısı yetmiş ikiden pek çok  kereler fazladır. Alimler  hadisteki “yetmiş iki”den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler. Ehl-i Sünnet, sünnete dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı meselelerde ihtilaf ve farklılıklar olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü, bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı meselede iki veya üç farklı sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur. Ancak bunlardan hiçbirine “sünnet dışı” denemez.

2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip tesirini gösteren  kuduz gibi, bid’anın da buna giren kimsenin hayatının her veçhesine, her safhasına gireceği beyan edilmektedir. Bu, “sünneti terk” prensibinin getireceği tabii neticeyi nazara vermektir. Sünneti  terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.

Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi husus var? Kılık  kıyafetten yeme-içme, oturmakalkma, uyuma, konuşma… âdabına, dost veya düşmanla, komşuyla münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta tasarrufa, Kur’an ayetlerinin tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak kadar çok hususlarda sünetin  yeri var, nuru var. Öyleyse “süneti terk” prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına sirayet etmesi gibi bid’a da mü’min kişinin hayatını her meselede sararak, belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır. [3]

ـ4777 ـ5ـ وعن ابْنِ عَمْرِو العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَأتِيَنَّ عَلى أُمَّتِى مَا أتَى عَلى بَنِي إسْرَائِيلَ حَذْوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ، حَتّى إنْ كَانَ مِنْهُمْ مَنْ أتَى أُمَّهُ عََنِيَةً لَيَكُونَنَّ في أُمَّتِى مَنْ يَصْنَعُ ذلِكَ، وَإنَّ بَنِي إسْرَائِيلَ تَفَرَّقَتْ عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَسَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً؛ كُلُّهَا في النَّارِ إَّ مِلَّةً وَاحِدَةً. قَالُوا مَنْ هِىَ؟ قَالَ: مَنْ كَانَ عَلى مَا أنَا عَلَيْهِ وَأصْحَابِى[. أخرجه الترمذي.»حَذوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ« أى مثل النعل ‘ن إحدى النعلين تقطع وتقدّ على حذو النعل ا‘خرى، والحذو: التقدير. قال الخطابى: في قوله #: ستفترق أمتى، دلة على أن هذه الفرق غير خارجة عن الملة والدين إذ جعلهم من أمته .

5. (4777)- İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan  alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”

“Bu fırka hangisidir?” diye soruldu.

“Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!”  buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).] [4]
AÇIKLAMA:



1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada millet olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah’a yakınlık sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri edilen şey, yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır. Herhangi bir şeriati ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim, millet-i Muhammed gibi. Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl fırkaları ifade etmede kullanmıştır. Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir dinmiş gibi ortaya çıkmış ve mecazî olarak da  millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da olsa batıl da olsa bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve kavle millet demiştir.

Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş olmaktadır. Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup , sadece bir fırka sünnetten ayrılmayacağı için haktır.

Mirkat’ta Aliyyu’l-Kârî Mevakıf’tan naklen belli başlı İslamî fırkaları sekiz kısma ayırır:

1) Mu’tezile: Bunlar “Kul, fiilinin halıkıdır” derler, rü’yeti reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca 20 fırkaya ayrılmışlardır.

2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya ayrılmıştır.

3) Hz. Ali’yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.

4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.

5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmekle  birlikte, Allah’tan sıfatları nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu iddiada Mu’tezile gibi düşünen Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.

6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye. Bunlar tek fırkadır.

7) Allah’ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden Müşebbihe. Bir fırkadır.

8) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73 yapar.

Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.

2- Burada şu hususu da  belirtmemiz gerekir: Bu hadisi açıklayan alimlerimiz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın burada, fıkhî meselelerdeki haram helal şeklindeki ihtilafları kastetmediğini belirtirler.

Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar tevhid esaslarında hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin şartları, sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer’iyye ve fıkhiyyede ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu sebeple sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara ayrılma işinden muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu kabul edilmiştir.

Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına doğru, Ma’bedu’l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya başlanmış, zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı bulmuştur. [5]

Kaynaklar:

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.

[2] Birinci cilt, 325-328. sayfalar.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/421-422.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/423-424.


Devamını Oku »

73 Fırka Hadisi ve İslamoğlu

73 Fırka Hadisi ve İslamoğlu



Soru : Hocam ...İslam mezhepler tarihi dersinde sizden öğrendiğim şeylerin ayrıntılı tekrarını yapıyor gibiyim. Üstelik onların da ele alış üsluplarını sevdim fakat 73 fırka hadisinde mezheplerin genel tavrını ve buna karşılık Mevlana, Yunus Hacı Bektaş gibi mutasavvıfların anlayışlarını vermişler. Bu konuyla ilgili ya bir program izledim ya da bir şey okudum ama nerede? Beni hangi kitaba yada hangi Vahyin Penceresinden programına yönlendirebilirsiniz hocam?...dua ve sevgi ile..
M.İslamoğlu: Benim gönül gözü gören basiret sahibi talebem,..73 fırka hadisi senet olarak sahih ama metin olarak anlamaya ihtiyaç var. Bu hadis fırkaların istismarına uğramış. Eğer bu sözü hadis kabul edeceksek, şöyle anlamamız şart: Bu 73 fırkadan biri hariç diğerleri ehl-i kıble olan fırkalar değil, şu anda ümmetin ittifakıyla gayr-ı müslimlerin inançlarından oluşan fırkalardır. Zira dünyada ne kadar İslam dışı inanç varsa, hepsi de özünde birer İslam'dan sapmadır. Zira Allah indinde din İslam'dır ve Musa müslümandır, (1) Yahudilik islam'dan sapmadır, İsa müslümandır Hristiyanlık İslam'dan sapmadır.

Anlaşıldı mı? Vesselam (2)

Cevap

Soru sahibi umarım ki körü körüne taklidi bırakıp, 'olmadı ve anlaşılmadı Hocam' demeyi becerebilmiştir..Olmadı çünkü cevap hatalı :

1. İslamoğlu : Bu hadis fırkaların istismarına uğramış. Eğer bu sözü hadis kabul edeceksek, şöyle anlamamız şart: Bu 73 fırkadan biri hariç diğerleri ehl-i kıble olan fırkalar değil, şu anda ümmetin ittifakıyla gayr-ı müslimlerin inançlarından oluşan fırkalardır.


Eleştiri:


Hadisin varyantlarını hatırlayalım ;
“Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündüler. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır.”


“İsrâil oğulları 72 fırkaya ayrılmışlardır. Siz de bir o kadar fırkaya ayrılacaksınız. Biri hariç diğerleri Cehennemdedir.”


“Dikkat ediniz! Sizden önceki kitap ehli 72 fırkaya ayrıldı. Bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si Cehennemde, biri Cennette olacaktır. Bu da cemaattir. Ümmetimin içerisinden bir takım topluluklar çıkacaktır ki onlar, kuduz hastalığına yakalanan bir insanın, bu hastalığın tüm damar ve mafsallarına sirayet etmesi gibi, heva ve hevesleri de onlara öyle sirayet edecektir.”


“İsrail oğulları 71 fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan birisi hariç diğerleri Cehennem’e gireceklerdir. O fırka da cemaattir”


“İsrail oğulları 71 fırkaya bölündüler. Bunlardan 70’i Cehennem’e gitti ve sadece biri kurtuldu. Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacak ve 71’i Cehennem’e gidecek ancak biri kurtulacaktır. Dediler ki; Ey Allah’ın Resulü o kurtulanlar kimlerdir? Resulullah: Cemaattir, cemaattir, buyurdu.”


“İsrail oğullarının başına gelen benim ümmetimin de başına gelecektir. Öyle ki onlardan birisi aleni olarak annesine gelmek istese (zina etse) benim ümmetimden de bunu yapan olacaktır. İsrail oğulları 72 fırkaya bölündü.Benim ümmetim 73 fırkaya bölünecektir. Onlardan biri hariç hepsi ateştedir. Dediler ki; O tek kurtulan millet kimdir? Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlardır.” (3)

a. Hadiste kastedilen ümmet, ümmet-i icabettir..Hadis şarihleri bunu böyle anlamıştır.. (4)


b. İslamoğlu'nun aklına uyup hadisteki ümmeti, ümmet-i davet + ümmeti icabet olarak alalım : Bu durumda hadis metninde "sizden", "benim ümmetim" kelimelerini anlamlandırmamız gerekecek..Acaba "siz" ile veya "benim ümmetim" ile kastedilene İslamoğlu'nun iddia ettiği gibi İslamiyet ve İslamiyetten sapan tüm dinler girer mi?

Eğer islamoğlu bütün gayrı müslimleri "Zira dünyada ne kadar İslam dışı inanç varsa, hepsi de özünde birer İslam'dan sapmadır. Zira Allah indinde din İslam'dır ve Musa müslümandır, Yahudilik islam'dan sapmadır, İsa müslümandır Hristiyanlık İslam'dan sapmadır" gerekçesiyle İslamdan sapma olarak kabul ederse bu genellemenin içine semavi/ilahi olmayan dinleri yerleştirmesi mümkün olmayacaktır..


c. Kendilerine peygamber gönderilen ümmetlerden iman edenler de etmeyenler de olmuştur. İman edenlere ümmet-i icabe (peygamberin davetini kabul eden ümmet/toplum), iman etmeyenlere de ümmet-i dave(imana davet edilen ümmet/toplum) denir. (5) "Siz" ile kastedilen has manada Allah Resulü'nün ümmet-i icabet'i olduğu anlaşılıyor..Ümmet-i davet Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in tebliğ ve davetine muhatap olan insan ve cin nevinden bütün varlıklar. (6) Bu topluluklar arasında Semavi olmayan (Batıl) Din mensupları da olduğu için bu ümmetten geri kalanını İslam'dan sapan dinler olarak tasnif etmek mümkün değildir: Çünkü bu dinler Allah tarafından gönderilmemiş­tir. İnsanların ve toplum­ların birbir­leri arasındaki ilişkileri düzen­le­mek için bazı insanlar, bir takım kurallar ve inanç kaideleri ortaya ko­yarlar. Bu ku­ral­ları kendi arzu, düşün­ce ve eğilimlerine göre şekillendirirler. İşte bu in­san­lar tara­fın­dan ortaya konulan kural­lara ilahi olmayan dinler de­nil­mektedir. Örneğin: Konfüçyanizm, Budhizm, Brahmanizm, Şintoizm, Şamanizm... gibi dinlerdir. Zamanımızda, tevhid inancını dışlayıp bazı insanları, fikir­leri, madde­leri ilahlaştıran fikir akım ve ku­rallarını da, ilahi olmayan dinler sınıfında saymak mümkündür. (7)

d. Yorumdan çıkan sonuca göre, İslamoğlu tüm islam fıkıh ve siyasi mezheplerini hadisteki kurtuluşa eren "cemaat" tanımı içinde ve 'Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlar' vasfına haiz olması gerekiyor. Sapık mezhepler bir yana da acaba kendisi Resulullah'ın ve ashabının yolunda mı ? Önce kendi paçasını bir kurtarsın, vakit kalırsa diğer sapık mezheplere kurtuluş/Cennet hayal etmeye devam eder.


2. a. İslamoğlu, ehl-i kıblenin tamamını kurtuluşa eren fırkaya dahil ediyor..Bol keseden Cennet ve kurtuluş dağıtmanın Allah'a karşı saygısızlık olacağı açıktır.


Çünkü Ehl-i kıble içinde hakikatten sapan gruplar vardır..Ehl-i sünnet uleması ehl-i kıbleyi, "Kâbe'ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler" diye tarif etmiştir. Ali el-Kâri (1014/1606) bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir" (Ali el-Karı, Şerhu'l-Fıkhı'l Ekber, 139). Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm'ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınilik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahaiye, Kadıyânilik, Ahmedlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalaletten saymışlardır. Çünkü bunlar arasında mesela Hâricî Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helal sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır. İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te'vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid'at mezhepleri ortaya atmışlardır. Bunların içinde de, dalalet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır. (8)

b. Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerinin tümünü Cennetlik ve kurtulmuş cemaat olarak görmek ancak bedava Cennet dağıtan için mümkün olabilir..

Bu mezheplerden biri olan Mürcie hakkında 3 Muhammed kitabında Hoca şunları döktürür:

Mesela Mücessime, tipik indirgemeci aklın doğurduğu bir okuldu. Çünkü Allah hakkında referans metinlerde kullanılan el, yüz, göz, taht, oturmak, gelmek vs. gibi terimleri mecazî değil de lâfzî anlamıyla ele alıp, Mutlak Aşkın bir varlığı cisme indirgiyorlardı. Hasımlarının Haşeviyye (kabukçu) adını verdiği bir anlayış, sözlü bir söylem olan İlâhî Kelâmı, Hz. Peygamber'den sonra gerçekleşmiş bulunan yazılı mushafa indirgiyor, bu problem etrafında hayli gürültü kopuyordu.


Hiç kuşkusuz, ümmet tarihindeki en ilginç indirgemecilik örneği Mürcie idi. Bir ekol ismi olan Mürcie adının tarihimizde "iman"ı yalnızca vicdana indirgeyen bir fırka olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Konuya girerken, eskilerin "indirgeme" sözcüğünün karşılığı olarak "irca" sözcüğünü kullandıklarını dile getirmiştik. İndirgemeci mantığın temsilcisi olan Mürcie, imanı sadece "tasdik"e indirgiyor, imanın alt yapısı olan bilgi ve bilinci (marifet), imanın dile getirilmesi olan ikrarı, imanın ürünü olan eylemi (amel) yok sayıyordu. Bu tasnife göre, Kur'ân'ın bir inanç problemi olarak üzerinde durduğu nifak ve münafık kategorisi yok sayılıyordu. Mürcie'nin indirgemeci yaklaşımında imanın tanımı şöyleydi: Allah'ı bilmek... Allah'ı bilene, yaptığı hiçbir kötülük zarar vermezdi. Bu indirgeme yöntemi, sadece ahlâkî davranışın temellerini yok etmiyor, aynı zamanda insanın en büyük imkânı olan imanı işlevsizleştiriyordu.

Aynı grup hakkında İmamlar ve Sultanlar kitabında ise şu cümleleri sarf eder:

Bir kesim daha vardı ki amelin imanla ne zatında, ne sı­fatında hiç bir ilgisi olmadığını savunuyordu. Kişi hangi gü­nahı işlerse işlesin onun imanına bunun hiç bir zararı olmaz­dı. Bunlar sonradan Mürcie olarak isimlendirilecekti.

Mürcie kulun çabasının faydasız olduğunu, dolayısıyla günahının da zararsız olduğunu söylüyordu. Hiç kimse için dünyada hüküm verilmez, iddiasıyla başta asr-ı saadettekiler olmak üzere münafık zümresini mümin addediyorlardı. Zulmedene "zalim" demeyi, fısk ve fücur içinde yüzene fasık facir demeyi Allah'ın hükmüne müdahale olarak görü­yor, "dünyada hüküm olmaz hüküm ahirettedir" tezini savu­nuyordu. Bu inançta olan bazıları imanı yalnızca Allah'ı bil­mek olarak tanımlıyordu. Tabi bu durumda küfür de Allah'ı bilmemek oluyordu. Bu tarife göre Allah'ı bildikleri gibi ona inandıklarını Kur'an'daki ayetlerden (Lokman, 25; Zuhruf, 8; Mu'minûn, 84-89) öğrendiğimiz müşriklerin bile mü'min safında olması gerekecekti.

Yine bu sapık inanış farziyeti tartışılmaz olan Emr bi'l-ma'ruf Nehy ani'l-münker'i fitne olarak görüyor, yöneticilere hakikati söylemeyi 'fitne çıkarmak' olarak niteliyordu. Zul­me başkaldıran sahabi, tabiin ve imamları "fitneci" olarak vasıflandırıyordu.

İbadetlerin toplumsal boyutlarını iptal ediyorlar; cuma, hac, bayram namazı gibi ibadetlerde tahrifat ve değişiklik yapmak için gerekirse hadis uyduruyorlardı. Zalim ve fasık yöneticilere karşı yapılan cihadı haram sayıyorlar, fitne, sa­bır, gıybet gibi İslami ıstılahları yöneticilerin işine gelir bir biçimde tahrif ediyorlardı.

Mürcie'nin sınıflarını ve inançlarını detaylarıyla anla­tan el-Milel ve'n-Nihal ve el-Fark Beyne'l-Fırak gibi kay­naklarda uzun uzadıya verilen teknik bilgileri buraya alma­ya gerek görmedik. Bize asıl lazım olan Mürcie'nin bu inançlarının sulta tarafından nasıl kullanıldığıdır...Oldukça kaypak ve eyyamcı olan bu inanış tarih boyunca her zaman müntesip bulabilmiş, bugün de yönetimlerin teşvik ve desteğiyle varlığını sürdürmektedir...Doğru.Bu kadar eyyamcı, yaltakçı bir inanışın, tüm ekollerdeki çanakçıları cezbetmesinden daha doğal ne ola­bilir? Bugün yaşayan tüm İslam mezheplerinde Mürcie'yi aratmayan tipler bol bol çıkmaktadır. Suya sabuna dokun­mayan bu tipler kendilerini hangi mezhepten gösterirlerse göstersinler temelde onların mezhebi birdir: Oportünizm. Oportünizm ise Mürcie'nin şiarıdır. Ve bu tipler gerek geç­mişte gerek günümüzde zalim ve fasık yönetimlerin en çok hoşuna giden tipler olmuştur.




**********


Dipnotlar:

(1) Kastettiği mesele şu: Vahiy geleneğine göre İslâm hem ilk hem de son dindir. Özünü Allah’ın emir ve iradesine teslimiyetin oluşturduğu ve adını da bu özelliğinden alan İslâm, son peygamberin tebliğ ettiği dinin özel ismi olmakla birlikte (el-Maide 5/3), tebliğlerinin esasını Allah’ın varlık ve birliğini tanıyıp O’nun iradesine teslim olma ilkesinin oluşturduğu daha önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Nitekim Kur’an’ın bildirdiğine göre Nuh, “bana müslümanlardan olmam emrolundu” demiş (Yunus 10/72); İbrâhim’e müslüman olması emredilmiş (el-Bakara 2/131); İbrahim ve Ya‘kūb, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o halde sadece müslümanlar olarak ölünüz” tavsiyesinde bulunmuştur (el-Bakara 2/132). Kur’an’da Benî İsrâil peygamberleri, İslâm kelimesiyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Allah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmekte (el-Maide 5/44), nihayet Hz. Muhammed de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk müslüman olmasının emredildiğini ve böylece müslümanların ilki olduğunu bildirmektedir (el-En‘âm 6/14, 163; el-Mü’min 40/66). Ona ayrıca Ehl-i kitap ile ümmileri (Araplar) Allah’a teslim olmaya davet etmesi emredilmiştir (Al-i İmrân 3/20). Dolayısıyla Allah katında yegâne din İslâm’dır (Al-i İmrân 3/19) ve Hz. Âdem’den son peygambere kadar devam eden vahiy geleneğinde bütün peygamberlerin getirdiği dinin özünü İslâm, yani Allah’a teslimiyet kavramı oluşturmaktadır. Şu halde bütün peygamberler “Allah’ın dini, hak din, dosdoğru din, halis din” olarak adlandırılan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir (Al-i İmrân 3/83; et-Tevbe 9/33, 36; ez-Zümer 39/3). Buna göre İslâm’dan başka bir din aramak anlamsız ve geçersizdir (Al-i İmrân 3/85; Taberî, III, 329-339; Fahreddin er-Râzî, VIII, 100-110).
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d230003(2) http://www.mustafaislamoglu.com/HD715_73-firka-hadisi.html
(3) http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/05/muslumanlarn-73-frkaya-ayrlacaklarn.html







Kaynak:http://ahmednazif.blogspot.com.tr/
Devamını Oku »

Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir

Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir



Hârun bin Satı, Imam-ı Şâfiiden anlatır: Ben Ebû Hanifeden fakıh bir kimse görmedim. Fıkıh öğrenmek, fakıh olmak istiyen, Ebû Hanifenin ve Eshâbının huzurunda bulunsun. Muhakkakki, bütün insanlar, fıkıhda,Ebû Hanifenin çoluk çocuğudurlar» buyurdu.

Imâm-ı Şâfinin, ben ondan fakih kimse görmedim demekten maksadı, görmek anlamında olmayıp, ondan daha fakıh kimse bilmem demektir. Çünkü Şâfiî, İmamın vefatı yılında, belki vefatı gününde dünyaya gelmiştir.



-Daymiri rivâyetinde: «Bütün insanlar, istihsan ve kıyâsta Ebû Hanlifenin ev halkı gibidirler diye gelmiştir.



-Vâkıdî der ki: imâm-ı Mâlik, çoğu zaman, İmâmın yolunda olup, onun sözünü söylerdi. Lâkin izhâr eylemezdi. Ishak bin Muhammedden bildiri­lir. Buyurdu ki: Imâm-ı Mâlik, mes’elelerin çoğunda, onun sözüne itibar eder, onun dediği gibi söylerdi. Ishak bin Ebi Fedâdan anlatılır. Buyurdu ki: Ben Mâliki gördüm. İmamın elini tutup beraberce yürürlerdi. Mescide geldiklerinde, kendisi içeri girmeden, İmâma tazim edip, onu öne geçirdi ve buyurun siz önce girin dedi. Mescide girince İmamın şu duayı okudu­ğunu duydum: «Bismilahi, hazâ mevdu’ul emân, fe âmini min azâbike ve neccini minennâr.»



-Imam-ı Şâfiî buyurur ki: Megazi ilminde (harb târihi) filim olmak ia- tiyen, Muhammed bin Ishakın iyalıdir. Fıkıhda ise, Ebû Hanifenin iyalidir. Nahivde Kisâinin, tefsirde Muhammed bin Mukatilin, Şiirde Zehirin lyalidir.



-Yine imâm-ı Şâfiî buyurur ki: İmâmın kitablarına, eserlerine bakmıyan, fıkıhda derin âlim olamaz. Yine buyurdu: İmamın sözü, öyle küçük, önemsiz ve açık bir şey ile def ve red olunamaz. Onun sözünü def ede­bilmek için, çok büyük şeylere sâhib olmak lâzımdır.



-Mâlik bin Enes buyurdu ki: Ebû Hanîfe, islâmda altmış bin mes'ele vaz etmiştir.



-imam Ebû Bekir ibni Atik der ki: İmam, beşyüz bin mes’ele vaz ey­lemiştir. Hatib-i Harezmî der ki: beyüzbin mes'ele vaz eylemiştir. Otuz sekiz bin mes’ele ibâdâtdadır. Diğerleri muamelât bilgilerindedir. İmamın irşad ve rehberliği olmasa idi, insanlar yolunu şaşırırdı.



-(Hayratül hisân)da der ki: Hatîb, Imâm-ı Şâfiîden anlatır: İmâm ı Mâ­like, Ebû Hanîfeyi gördünüz mü? diye sordular. Cevabında: Evet o öyle bir insandı ki, şu direğin altın olduğunu söylese, getirdiği, delillerle bunu isbat ederdi buyurdu.



-Abdullah ibni Mübarek anlatır: Ebû Hanîfe, Imâm-ı Mâlikin yanına gitti. Imam-ı Mâlik ayağa kalktı. Çıktıktan sonra, Imâm-ı Mâlik yanındaki­lere: «Bu zâtı tanıyor musunuz?» buyurdu. Hayır dediler. «Bu, Ebû Hanîfe Nu'man bin Sabittir. Eğer şu direk altındır derse, isbât eder’ buyurdu. Sonra Süfyân-ı Sevrî geldi. Imam-ı Mâlik onu, Ebû Hanîfeyi oturttuğu yer­den biraz daha aşağıya oturttu. Çıktıktan sonra, onun fıkıh âlimi ve vera‘ sahibi olduğunu anlattı.



Imam-ı Şâfiî der ki: ‘’Ben Imam-ı A’zamdan (rahmetullahi aleyh) fakîh bir kimse bilmiyorum. Çünkü, ondan fakih kimse idrâk olunamaz ‘’



-İbni Uyeyne: «Onun eşini, bir benzerini gözüm görmedi» buyurdu Ve yine buyurdu ki: Cihâd ve gaza hikâye ve bilgileri: Medine’de, Hac bilgileri Mekke'de, fıkıh bilgisi de Kûfe'de Ebû Hanifenin talebesindedir.



-İbni Mubârek der ki: İnsanların en fakıhı idi. Ondan fakıhını görme­dim. Yine dedi ki: O, bir âyet idi. Orada olanlar hayr için mi, şer için mi? dediler. Cevabında: «Susun!» buyurdu. Yine buyurdu: Reye ihtiyaç olsa, Mâlikin, Süfyânın ve Ebû Hanifenin reyleri esastı. En fakîhleri, en iyileri ve dikkatlisi ve fıkıh bilgisinin derinliklerine dalanlarının en önde olanı, Ebû Hanîfe idi. Yine buyurdu ki: İnsanlara karşı sü-i edebiniz ve câhilliğiniz olmasın! İlmi ve ilim sâhiblerini bir parça tamsanız, kendisine uyul­mağa, Imâm-ı A'zamdan daha lâyık kimse olmadığını anlardınız. Çünkü o, imam idi. Takvâ sahibi idi. Hâlis idi. Vera’ sâhibi idi. Âlim idi, fakih idi. İnsanların gözle göremedikleri ilimleri, şeyleri keşf ederdi. Zekâsı kuv­vetli, aklı olgun, Allahdan korkması çok idi.



-Süfyân-ı Sevrî Ebû Hanifenin yanından gelen bir kimseye: «Yeryü­zünün en büyük âliminin yanından geldin» dedi. Ve yine dedi ki: «Ebû Hanîfeye muhalefet edenler ve uymıyanların, değer ve ilim bakımından ondan yüksek olmaları icâbeder. Halbuki böyle olmak çok uzaktır.



-İbni Cerîh der ki, ilimde, vera'nın çokluğunda, dîni kayırmada, kuv­vetlendirmede kemâle geldiği zaman: «Yakında ilimde, herkesin hayret edeceği bir meziyyete sâhib olacaktır düşünüyordum. Bir gün İbni Cerîhin yanında İmâmdan bahsedildi. «Susun! o fakîhdir, elbette fakihdir, o elbette fakîhdir» buyurdu.

-Ahmed ibni Hanbel (rahmetullahi aleyh), İmam hakkında der ki: O vera’, Zühd ve îsâr sâhibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu, kimse anlıyacak derecede değildi.

.........
Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnetten olduğunu, buğz edenin ise, bid'at ehli olduğunu anlarız.

-Hâfız Muhammed Ibni Meymûn der ki: Ebû Hanifenin zamanında, on­dan vera’ sâhibi, ondan zâhid, ondan ârif ve fakîh yok idi. Yemin ederim ki, onun mubârek ağzından bir kelime dinlemeğe yüzbin dinar (altın) ve­rirdim.

-Ibrâhim ibni Muaviye Darir der ki: Ebû Hanîfeyi sevmek, sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder, herkesin müşküllerini gözerdi.

-Esed ibni Hakim der ki: Câhil ve bid’at sâhiblerinden başkası onu kötülemez.

-Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe anlaşılamıyan bir insandı. Hilkat garibesi idi. Sözünü dinlemiyenler, dediğini yapmıyanlar, onun sözünü dinleme kuvveti, hassası kendinde olmıyanlardı.

Ebû Âsim der ki: Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Hanîfe, bence, İbni Cerîhden daha büyük fıkıh âlimidir. Şu gözlerim, fıkıh ilminde, ondan daha kudretli, ondan daha salahiyetli bir kimse görmedi.

-Dâvud-i Tâînin (rahımehullah) yanında, Ebû Hanifeden konuşuldu. Bu­yurdu ki: O bir yıldızdır. Karanlıkta yolda olanlar, onunla yol bulur, hidâ­yete kavuşurlar.

-Kadı Şureyk der ki: Ebû Hanîfe az konuşur, çok düşünürdü. Fıkıhda keskin ve ince görüşü, ilimde, amelde lâtif ma'nalar çıkarışı vardır. Tale­besi fakir ise, onu doyurur, zengin ederdi. Talebesine ilim öğretirken, «En büyük zenginliğe, halâl ve haramı öğrenmekle kavuştum» derdi.

-Imâm-ı Gazâlî (ihyâ-ül ulûm) kitabının birinci cildinin yirmi yedinci sahîfesinden itibaren şöyle yazıyor: Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuv­vetli zühd sâhibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sâhibi olup Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâima Allahü teâlânın rızasında bulunmağı isterdi.

-Hammâd bin Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe bütün geceyi ihyâ ederdi, önceleri gecenin yarısını ihyâ ederdi. Birgün yolda giderken, bir kimsenin yanındakine, Ebû Hanîfeyi göstererek: «Bu zât, bütün geceyi ihyâ eder» dediğini duydu ve ondan sonra bütün geceyi İhyâ eyledi, ibâ­detle geçirdi ve: «Allahü teâlâya ibâdet husûsunda, kendimde bulunmıyan bir sıfatla söylenmemi istemekte, Allahü teâlâdan utanırım» buyurdu.

-İmamlardan bazıları, Imâm-ı Mâlike, Imam-ı A’zamdan bahsederken, onu diğerlerinden çok medh ediyorsunuz dediler. Cevabında: «Evet, öy­ledir. Çünkü insanlara faydalı olmakta, ilim bakımından onun derecesi,diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için, ismi geçince, insanlar ona dua etsinler diye onu medh ederim» buyurdu.

-Imâm-ı Rabbani, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendi (kuddise sirruh) buyurur ki: İmam-» Azam abdestin edeblerinden bir edebi terk ettiği için, kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebû Hanife takva hareket; ve sünnete uyma devlet ve saadeti ile ictihad ve istınbatta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, ha­dis-! şerifleri ve Eshâb-ı kiramın sözünü, kendi re’yirıe takdim ederdi. Di­ğerleri ise böyle değildir.

Ebû Hanife hakkında imamlarımızın söyledikleri, bundan çok daha fazladır. Doğruyu kabul eden, iz’anlı, insaflı ve anlayışlı kimselere bu ka­darı yetişir. Yoksa

MISRA

Münkirin kulağında esrâr, esrâr değildir.

Buyurulmuştur.

Taşköprüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum







Devamını Oku »

İmam Malik (r.a) Hakkındadır


İmam Malik (r.a) Hakkındadır

İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Amir-i Esbahidir. Künyesi Ebû Abdullahdır. Doksanbeş (m. 713) yılında tevellüd etti. Doksan dört, doksanüç, hattâ doksan yılında dünyaya geldi diyenler de vardır. Yüz yetmiş dokuz (m. 795) veya yetmiş sekiz yılında Medine-i münevverede vefat et­ti. Seksendört yıl yaşadı. Vâkidî der ki, vefâtında doksan yaşında idi. Me­dine-i münevverenin imâm ve âlimi idi. Hazret-i Ebû Hüreyrenin (radıyal- lahü anh) bildirdiği hadîs-i şerifte: -İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, bü­tün âlemi dolaşırlar, Medînedeki âlimden daha üstününü bulamazlar» bu­yuruldu. Süfyân ve Zehri derler ki: Medinedeki âlimden maksad, Imâm-ı Mâliktir. Imâm-ı Mâlikin Yemende bir kabile olan Benî Esbahdan olduğu söylenir. Annesinin karnında üç yıl kalmıştır dediler. Herm bin Hayyân da iki yıl kılmıştır. Dahhak dört yıl kalmıştr. Hattâ, doğduğu zaman, dişle­ri bitmiş idi, bunun için (gülen) anlamında Dahhâk demişlerdir. Imâm-ı Mâlik, Hârun Reşid zamanında Medînede vefât etmiştir. Bakî kabristanın- dadır.

Yüzü gayet beyaz olup, kırmızıya yakın idi. Başı büyükçe olup, saç­ları dökülmüştü. Aden kumaşı güzel elbise giyerdi. Bıyık kesmeği kerih görürdü.

Bazıları dediler ki, vucûd yapısı bakımından gösterişli olmadığından annesi kendisine: «Seni hiçbir meslek kabûl etmez, ancak ilim kabûl eder, hiç durma, ilimle meşgul ol» dedi. Gerçekten ilmin bereketi ile, kavuşacağı mertebelere kavuştu (Sahabeden Sehl bin Sa’d (radıyallahü anh)a yeti­şip, tabiînden olduğu söylenir).

Şâfiînin, Imâm-ı Mâlikin talebesinden olması, Imâm-ı Mâlikin şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Imâm-ı Mâlik ilmini, Zehrîden, Yahy bin Sa’d'den, Nâfî’den, Muhammed Ibni Münkedirden, Hişâm bin Amr'dan, Zeyd ibni Eşlemden, Rebia bin Ebî Abdurrahman ve daha birçok büyük âlimlerden almıştır. Kendisinden de birçok kimseler ilim öğrenip, herbiri memleket­lerinin imamı ve insanların rehberi olmuşlardır. Bunlardan birkaçı şunlar­dır: Imâm-ı Şâfiî, Muhammed bin Ibrâhim bin Dinâr, Ebû Hâşim ve Ab- dulazîz bin Ebî Hâzım. Bunlar, eshabı içerisinde, nazar sâhibi, ictihad eh­li idiler. Bunlardan başka Muin bin îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Mesleme-i Ka’benî, Abdullah bin Veheb... gibi daha nice talebesi vardır.

 Bütün bunlar, Buhari  ve Müslimin, Ebû Davud ile Tirmizinin, Ahmed Ibni Hanbelin, Yahyâ ibnl Mu inin ve diğer hadis âlimlerinin üstâdlarıdır.

Bekir bin Abdullah San'âni der ki: Mâlik bin Enese geldik. Bize, Rebia bin Abdurrahmandan anlatmağa başladı. Halbuki biz çok hadîs bildir­mesini istiyorduk. Birgün bize: «Rebi'a ile sizin ne işiniz vardır. İşte şu odada uyuyor» dedi. Bunun üzerine biz, Rebi'aya gelip uykudan uyandır­dık ve: «Sen Rebî’a mısın?» dedik. Evet dedi. Biz: «Mâlik bin Enesin ken­disinden hadîs rivâyet ettiği zat sen misin?» dedik. Yine evet dedi. Mâlik senin sebebinle makbûl olup, faydalı olurken, sen kendine böyle faydalı olmuyorsun dedik. Cevâbında : -Bir miskal devlet (devam eden faydalı ilim, az da olsa) bir yük ilimden hayırlı ve faydalıdır» buyurdu.

Abdurrahman bin Mehdi der ki: Süfyân-ı sevrî hadîsde imamdır, ama sünnette imâm değildir. Evzai, sünnette imamdır, hadîste imam değildir. Ama Mâlik bin Enes ikisinde de imamdır.

Imâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edebli idi. Din bilgisine hürmet ve ta’zimi şaşılacak derecede idi. Bir hadîs-i şerifi rivâyete, anlatmağa başla­yacağı zaman, abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını düzeltir, ya'nî tarar, temizler, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına otururdu. Oturuşunda bile bir heybet ve vekar ile temekkün ve istikrâr bulunurdu. Başını önüne eğer, sakalıyla elbise­siyle oynamazdı. İnsanlar arasında iken sümkürmezdi.

Muîn ibni îsâ rivâyetiyle bildirirler ki: Hadîs-i şerif rivâyet edeceği  zaman, gusl abdesti alır, güzel kokular sürünürdü.

Bir kimse, İmamın meclisinde yüksek sesle konuşsa, mâni olur ve Allahü teâlâ: «Peygamberin (aleyhisselâm) sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız» buyurmuştur. Burada da, her kim Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i söylenirken, yüksek sesle konuşursa, sanki Re- sûlullahın yanında yüksek sesle konuşmuş olur derdi.

Imâm-ı Mâlikin yüzünde, «Hasbünallahü ve ni’mel vekil» âyet-i ke­rîmesi yazılı idi. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, cevab olarak ay­nı âyet-i kerimenin devamını okudu.

Yahyâ bin Saîd der ki: İnsanlar arasında, Mâlikten daha sahîh hadîs söyliyen yoktur.

Imâm-ı Şâfii buyurur ki: Âlimler anıldığı zaman, Imâm-ı Mâlik onlar arasında, parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerine minnet ve ihsânı. Mâlik­ten çok olan yoktur. Mâlik’den bir hadîs-i şerif duyarsanız, ona iki el ile sarılınız. Sakın gevşek davranmayınız. Nefislerinin arzuları peşinde ko­şanlar, yahut bozuk yol tutmuşlardan biri, İmamın huzûruna gelse ona: «Ben kendimi dinimde olgun, delilleri sağlam ve kuvvetli bulup, doğru

Itikad üzere görüyorum. Sen ise dininde şübhe ediyorsun. Hadi, kendin gibi, dininde şübheli bir kimse bul ve onunla münâkaşa eyle» derdi.

Imâm-ı Mâlik buyurdu: İnsan kendisi İçin hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, İnsanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.

Yine buyurdu: İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru, mümin kullarının kalbine koyar.

Ebu Abdullah buyurdu ki: Rüyada Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Mescidinde oturuyordu. Etrafında birçok in­sanlar vardı. Imâm-ı Mâlik, karşılarında ayakta duruyordu. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) önünde misk vardı. Mâlik’e misk verir, o da insanlara saçardı. Mutraf der ki, ben bu rüyâyı, ilim ile sünnete uymak ile ta'bîr eyledim.

Imâm-ı Şâfiî der ki: Mekke-i mükerremede idik. Halam bana, bu ge­ce acaîb bir rüyâ gördüm dedi. Ne gördünüz? dedim. Dedi ki, bir kimse yüksek sesle bağırır ve bu gece yeryüzünün en büyük âlimi vefat etti der­di. Imâm-ı Şâfiî der ki, hesâb ettik; o gün Mâlik bin Enesin vefatı günü idi.

Hârun Reşid, Mâlike haber gönderip gelmesini ve oğulları Emin ve Memunun kendisinden hadîs-i şerif öğrenmesini istedi. Mâlik (rahmetul- lahi aleyh), Hârun Reşidin yanına gelince, Hârun Reşid ona: «Lâyık olan şudur ki, bize gelip gidesiniz. Bu vesile ile çocuklarım sizden (Muvattâ) yı öğrensinler» dedi. Immâ-ı Mâlik cevabında: «Allahü teâlâ, Emîrül mü­minini daha aziz eylesin! Bu ilim önce sizden çıkmıştır. Eğer onu, siz aziz ederseniz, aziz olur, zelil ederseniz, zelil olur. Bunun gibi, ilim bir kimsenin yanına gitmez; ilmin yanına gelinir» buyurdu. Bunun üzerine Hâ­run Reşid, doğru söylüyorsun dedi. Sonra oğullarına, mescide gidin, ora­da olanlarla beraber, hadîs-i şerif dinleyiniz dedi. Imâm-ı Mâlik: «Şu şart­la ki, insanların üzerinden geçmeyip, onlara rahatsızlık vermeyip, bulun­dukları yerde oturacaklar.» Böylece Emin ve Memun, meclisinde bulun­dular.

Hârun Reşid hacca giderken Medîneye geldiğinde Mâlike : «Kitabını bize getir ve götür» diye haber gönderdi. İmam buyurdu ki: «ilim gitmez, insanlar ilme giderler.» bunun üzerine Harun Reşid, vallahi bundan son- râ, şeninin evinde hadîs-i şerif dinleriz dedi.

Imâm-ı Mâlik der ki: Ben Nâfî'den, o da ibni ömerden, o da peygam­ber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittik. Buyurdu ki: «Âlim, ilmini umûmdan gayrisine tahsis eylese, o ilimden avâm ve havâs istifâ­de edemez». Bunun üzerine Hârun Reşid, insanlar arasında bu sözü bağı­rarak söyledi ve bütün hadîs-i şerif okumak ve öğrenmek istiyenler mes­cide koştular. Mescid tamamen doldu.

lmâm-ı Mâlik anlatır: Nâfî Ibni Ömer Resûlullahdan (sallallahü aley­hi ve sellem) anlatır. Buyurdu ki: «Allah için tevâzu edeni (ya'ni alçalanı) Allahü teâlâ yükseltir.» Bunun üzerine Hârun Reşid, oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerifi dinliyen talebe ile beraber oturdu. Sonra ki­tabı okudu. Bunun için o kitaba (Muvattâ) denir. Zira Hârun onun için tevattu eyledi, ya'ni aşağı indi. Sonra Hârun imama, bir katır, bir deve, bir merkeb ve beşyüz altın gönderdi. İmam altınları alıp, hayvanları geri gön­derdi ve: «Benim hayvana binme ihtimâlim bile yoktur.» insanların terbi­ye edicisini (sallallahü aleyhi ve sellem) toprak altında yattığı bir şehirde, hayvan üstünde nasıl gezebilirimi buyurdu. Hakîkaten Medîne-i münev-verede, İmâmın hayvana bindiği görülmemiştir.

Imâm-ı Şâfiî der ki: lmâm-ı Mâlikin kapısında, çok güzel Horasan atı ile Mısır katın gördüm. Bunlardan İyisini görmemiştim. İmama, ne kadar da hoş hayvanlardır deyince İmam bana: «Bunlar sana hediyyem olsun» buyurdu. Birisini kendinize ayırın dedim. «Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bulunduğu bir toprağa, hayvanların ayakları ile basıp geçmek­ten hayâ ederim. Rabbimden utanırım» dedi.

Hârun Reşid, Mâlike (radıyalahü anh), bir meskenin, evin var mıdır? dedi. İmâm : «Hayır, yoktur» dedi. Hârun Reşid İmama, üç bin altın verip, bir ev satın alırsın dedi. İmam parayı aldı. Yemedi ve bir yere de harca­madı. Reşid Iraka gitmek istediği zaman, Mâlike, bizimle beraber gelsen iyi olur dedi. Çünkü ben insanları (Muvattâ) okumağa teşvik için tam gay­ret ve azimet eylemişimdir. Nitekim hazreti Osman (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmin okunması, ezberlenmesi ve onunla amel edilmesi üze­rinde çok durmuştu. İmam buyurdu ki: Sen insanları, Muvattâ okumağa zorlıyamazsın. Sen bunu yapamazsın. Çünkü Resûlullahın (sallallahü aley­hi ve sellem) Eshâbı, ondan sonra beldelere ve şehirlere yayılmışlardır. Her biri bir tarafta kalmışlardır. Her biri Kur’ân-ı kerîm okudular, hadîs-i şerif rivâyet eylediler. Buna göre, her şehirde bulunanın bir ilmi vadır. Peygamber efendimiz de (sallalahü aleyhi ve sellem), ümmetinin âlimleri (Müctehidleri) arasındaki ayrılığa, «Allahü teâlânın rahmetidir» buyurdu­lar. Seninle gelmeme ise, hiçbir şekilde imkân ve ihtimâl yoktur. Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: «Dünya ni’metlerine kavuşmak için, benden sonra Medineden çıkarlar; ama eğer bilirlerse, Medine onlar için hayırlıdır.» Ve yine buyurmuştur ki: «Medine şehri, ha­bisi, (çirkini, kötüyü) uzaklaştırır, kendinden çıkarır.» Buna göre Medİne- deh çıkmak bana yakışır mı? İşte verdiğiniz altınlar. İster alın, ister al­mayın dedi. Ya'ni, senin bana, Medîneyi bırakman daha uygun olur de­menin sebebi, verdiğin altınlardır. Ben Resûlullahın (sallalahü aleyhi ve sellem) bulunduğu Medtne-i münevvereyi, dünyaya değişmem demek is­tedi.

Reşid, Mekke-i mükerremeye gitti. Süfyân bin Uyeyne'ye haber gönderip ilmini bize getir ve götür dedi. Ya'nî her zaman gel, kalbinde olan İlmi, bana öğret ve kalbime akıt dedi. O da Reşidin yanına geldi. Iraka gi­dince, Reşid der idi ki: Hak teâlâ Mâlike rahmet eylesin. Biz ona tenez­zül eyledik, (Ya’nî gidip sohbetinde bulunduk.) ilminden İstifâde eyledik. Allahü teâlâ Süfyâna rahmet eylesin, o bize tenezzül eyledi, yanımıza gel­di; onun İlminden istifade etmedik.

MAllk, hangi mecliste otursa, «Sübhâneke lâ ilme lenfi illâ mâ allem- tenâ...» ayeti kerimesini okumadan söze başlamazdı. Ve yine derler ki, İmâm bir şeyi unutsa, bu âyet-i kerîmeyi okuyup hatırlardı.*

İmâmın fazilet, üstünlük, vilâyet ve sünnete ittilaı anlatmakla bitmez. Birkaç alime ile azdan çoğa delâlet ve işâret vardır deyip, burada biti­relim. Allahü teâlâ İmama ve yolunda olanlara ve bütün ehl-l sünnet âlim­lerine rahmet eylesin. Âmin.

(Fıkıhda, hadiste ve tefsirde çok derin bilgisi vardı. Hocaları da ken­disinden İstifâdeye gelirdi. Bir hadis-i şerifi okuyacağı zaman, yeniden abdest alır, diz çökerdi. Çok saygılı idi. Kırk yedi senesinde istenilen haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Yine vermedi. (Muvatta) adındaki hadîs kitabı, ilk hadîs kitabıdır. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Afrikanın kuzeyindeki müslümanların çoğu Mâliki mezhebindedir. Mâliki mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabı (Ettefri’) ve (El-ihkâm) kitabları- dır.


Taşköprülüzade Ahmed Efendi,Mevuzat-ul Ulum


Devamını Oku »

İmâm Azam'ın Güzel Ahlâkı, Takvâsı, Ver’a’ı, Keremi, Zühdü ve HilmiHakkında

İmâm Azam'ın Güzel Ahlâkı, Takvâsı, Ver’a’ı, Keremi, Zühdü ve Hilmi Hakkında
Yezîd bin Hâruna; «Kişinin ne zaman fetvâ vermesi halâl olur? diye sorduklarında: «Ebû Hanîfe gibi olunca» buyurdu. Bu sözü sen mi söylü­yorsun? dediler. «Ben ondan âlim ve vera' sâhibi görmedim» dedi ve son­ra, yukarıda geçen, alacaklısının duvarının gölgesinde serinlenmeme hi­kâyesini anlattı.

İmâm, fıkıhda bir mes’elede takılsaydı, derhal istiğfâr ederdi ve: El­bette bir kusûr işledim, bu hal kötü amellerimin sonucudur» derdi. Bazan kalkıp namaz kılar ve o mes’ele çözülürdü. Her halde tevbem kabûl edil­di derdi. Bu haber, zâhidlerin büyüklerinden olan Fudeyl Ibni lyad’a gidin­ce, inliyerek çok göz yaşı döktü ve: Bu da onun, günâhlarının azlığı sebe­biyledir. Ondan başkası, bu tür şeylerden ma’na çıkarmaz» dedi.

ibrâhim bin Amr bin Hammad bin Ebû Hanîfe anlatır: İmâmın fîrâseti kuvvetli idi. Bu sebebden talebesinin herbirine söylediği sözler, doğru çıkmıştır. Nitekim Dâvud-i Tâiye, sen ibâdet ehli olur, ibâdet süsü ile süs­lenir, taat gerdanlığını takınırsın buyurdu. Gerçekten buyurdukları gibi oldu. Ebû Yûsufa, sen mal sâhibi olursun buyurdu. Hakîkaten çok zengin oldu.

İmam buyurdu ki, benden sonra benim künyemi alanda cünün ve de­lilik görülür. Bazı büyükler derler ki, İmamdan sonra, çok kimse gördük ki, Ebû Hanîfe künyesini almışlardı. Hepsinin de kalbinde za’f ve cünün vardı.

Nasr ibni Muhammed anlatır: İmâm bir müddet fetvâ vermeken men olundu. O zamanlar, oğlu Hammâd gelip, bazı mes’elelerden süâl sorardı. İmam cevab vermezdi. Birgün Hammad: «Babacığım, şu anda sizi gören yoktur. Cevab verseniz ne lâzım gelir?» diye sordu. İmam bu­yurdu ki, korkarım ki, sultan, hiç fetvâ verdin mi diye sorar, ben de ver­medim deyip, yalan söylemiş olurum.

Derler ki, bir gün imâmda bilemediği birşeyden süâl sordular. O yüz­den on yıl fetvâ vermedi. Ancak kendisinin her mes’elede âlim ve insan­ların müşkillerini ve ihtiyaçlarını çözecek ve halledecek duruma geldiğini zann-ı galib ile anlayınca, fetvâya başladı.

İmam ticâret ortaklarının birinin yaptığı işi beğenmedi. Bu yüzden malının kârından otuz bin, bir rivâyette doksan bin akçayı sadaka olarak dağıttı dediler.

Bir zamanda Küfede hayvanları yağma ettiler, özellikle koyunları al­dılar. İmam bir koyun en çok ne kadar yaşar diye sordu. Yedi yıl yaşar dediler. Yağma edilmiş, çalınmış koyunların etinden olabilir diye düşü­nüp, yedi yıf koyun eti yemedi.

Yûsuf bin Hâlid der ki: İmamın bir komşusu vardı. Her gece içer, eve sarhoş gelirdi. İmamın evinin yanından geçerken de, gençlik üzerinde şarkılar söylerdi. Bir gün polisler onu sarhoş halde yakalayıp habse at­tılar. Sonra bir gün İmâm: «Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu» dedi. Talebesi, onu habse attılar dedi. Bunun üzerine İmâm vâliye gitti. Vâlî İmâmı görünce, yerinden kalkıp, onu hürmetle karşıladı ve: «Burayı teşrifinizin sebebi nedir?» diye sordu. Çok ince davrandı ve İmama iltifat eyledi. İmam da, hâdiseyi anlattı. Vâli bunu duyunca: «Böyle, ehemmiyet­siz bir iş için, zât-i âliniz buraya kadar niye zahmet ettiniz. Bir adam gön­derseniz kâfi idi» deyip, zindanda bulunanların hepsini serbest bıraktı. Hepsni sevindirdi ve: «Hepinizi şeyhimin, imamamın hürmetine serbest bıraktım. Her biriniz her zaman ona teşekkür edin» dedi. İmam, komşusu olan gencin elini tutup: «Ey genç, bak biz seni unutur muyuz!» deyince, genç, hayır unutmadınız dedi. Sonra İmam ona bir kese akçe verip, habis­te kaldığın günlerdeki eksiğini bununla telâfi et buyurdu. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tevbe edip, İmamın meclisine devam etti. Hizmet ve dersinde bulunup, fıkıh âlimlerinden, dinde söz sâhibi olanlar­dan oldu.

Bildirildi ki, imam kırk yıl, sabah namazını yatsının abdesti ile kıldı. Vefat ettiği zaman, komşusunun kızı veya oğlu: Yanımızda olan şutun ne oldu dedi. Babası, o sutun-i dîn olan Ebû Hanîfe idi (radıyalahü anh) dedi.

İmam her ay, Kur’ân-ı kerimi altmış defa hatm ederdi. Gece bir, gün­düz bir hatm okurdu. Ramazanda Fıtır bayramı günü ile beraber altmış iki hatim okurdu. Vefât ettiği yerde yedi bin hatm okumuştu.

Her gece ağlama ve inlemesini komşu ve yakınları işitip, ona acır­lardı. Hatta Mıs'ar önceleri İmamı anlıyamamış idi. Onun bazı hallerini beğenmezdi. İbâdetini ve geceleri İbâdetle ihyâ etmesini görünce tevbe etti, imama, hakkını halâl etmesi için yalvardı. İmam: Gıybet eden câhil­lerden olursa, ona halâl etim. Ama âlimlerin ki çok kötü ve devamlıdır. Ancak tevbe ile afv edilir. Mıs'ar tevbe eyledi ve ondan sonra aralan iyi olup kardeş gibi yaşadılar.

İmâm, Benî ümeyyeden kaçıp gitti. Hâşimiler, ya’nî Abbâsîler devle­ti kuruluncaya kadar Mekke ve Medinede kaldı. Ellibeş hac eyledi. Um­relerinin sayısını ise Allahü teâla bilir.

Bazı şehir ve memleketlere ticâret malı gönderir, bundan hasıl olan kazanç ve kâr ile, muhaddislerin İhtiyaçlarını görürdü. Artan parayı da, yine onlara verir ve: -Allahü teâlaya hamd edin. Çünkü bu para, Allahü teâlânın sizin için benim elimde bulundurduğu sermayenizin kârıdır» der­di.

Evine masraf ettiği kadar, fakirlere de sadaka verirdi. Aynı şekilde kendisii çin giyecek ve yiyecek masrafı kaadr da, yine fakirlere sadaka verirdi.

Buyurdu ki: Kırk seneden daha çok oluyor ki, dört bin akçeye sâhib oldum. Bundan fazla param olunca dağıtırım. Bu kadar akçeyi yanım­da bulundurmama sebeb, hazreti Alînin (kerremallahü vecheh) sözüdür ki buyurdu: «Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.» Eğer halîfe ve vâlilere baş vurmak ve onlardan birşey İstemek korkusu olmasaydı, ya­nımda bir akçe bile bulundurmazdım.

Her cum'a anne ve babası için yirmi altın sadaka verirdi. Bütün se­ne verdikleri bu cum’aya mahsûs olanın dışında idi.

Ramazanda, terâvih namazı için, annesini arkasına alıp, üç mil uzak­ta olan Amr biri Zerin meclisine götürürdü.

Ebû Hanîfe buyurdu ki: üstâdım Hammâd (rahmetullahi aleyh) vefât edeliden beri her namazımda onun için, annem, ve babam için, kendile­rinden ilmi öğrendiklerim ve kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ede­rim. Hiçbir namazda unutmuş değilim.

Yine buyurdu: Aramızda yedi sokak olmasına rağmen, üstadım Ham- mâdın evine doğru bir kere ayaklarımı uzatmış değilim. Ona hürmetim buna mânı olurdu.

Abdullah-i Debbahî İmam hakkında gıybet edip, onun için asılsız söz­ler söyledi. Birgün evinde yangın çıktı. Kendisi de şaşrıdı. Kapıyı bulup dışarı çıkamadı ve yandı.

Hâfizuddîn-i Bezzâzî der ki: Sözüne güvenilir büyük bir âlimden duy­dum. (Mesâbîh) kitabını şerheden (Latif) tefsirini yazan Kırımlı Alaeddin-i Sûhî, ders esnasında, oruçlu bir kimsenin dişleri arasında kalan şeyi yut­mak mes’elesini anlatıyordu. Imam-ı A’zama göre, bir nohud miktarı olur­sa, orucu bozar sözüne temasla, hâşâ! İmamın dişleri şöyle idi... deyip çirkin ve uygunsuz sözler söyledi. Bir kaç gün geçmeden dişleri sağlam olduğu halde, hepsi ağzına döküldü.

(Vekî‘ der ki, Allahü teâlâya onun kalbine, azamet ve celâli ile tecel­lî eylemişti. Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.

Yahya bin Kettân der ki: onu görünceAllahı) Tealâdan korktuğunu anlardım.

Yezid ibni Leye der ki: Namazda iken câmiin İmamı (Izâ zülzilet...) suresini okudu. Ebû Hanife cemaat arasında idi Namazdan sonra. Ebû Hanîfeye baktım oturuyordu. Derin derin düşünüyor ve nefes alıyordu Kalbini meşgul etmemek için kalktım. İçinde, gayet az zeytin yağı olan kandili orada bıraktım. Tekrar geldiğim zaman, tan yeri ağarıyordu. İmam ayakta idi. Eliyle sakalını tutmuş, kendi kendine şöyle konuşuyordu: -Ey Allahım! Zerre kadar iyiliğe iyilik verirsin! Ey Allahım, Zerre kadar şerre, şer verirsin. Nu’manın senin katındaki yeri Cehennemdir. Onu Cehenne­me yaklaştırma ve onu, şu anda merhamet ve rahmetine kavuştur.» Böyle derken yanına gittim. Kandil hâlâ yanıyor ve alevi sallanıyordu. Ayakta duruyordu. Ben içeri girince, kandili almağa mı geldiniz? dedi. Sabah eza­nı okundu dedim. «Gördüğünü kimseye söyleme» buyurdu. Sabah nama­zının sünnetini kıldı. Sonra da imamla beraber farzı kıldılar. Yatsı namazı­nın abdesti ile idi.

Ebû Ahvas der ki: Eğer kendisine, üç güne kadar öleceksin deseler, yapmakta olduğu amelden, ibadetten fazlasını yapamazdı Çünkü her za­man, elinden geldiği kadar çok ibâdet ederdi.

İmam, kölesinin Cenneti istediğini duyunca, çok ağladı. Dükkânı ka­pamasını emr etti.

Bir gün sabah namazında: «Zâlimler, yaptıklarından Allahü teâlânın gafil olduğunu sanmasınlar» âyet-i kerimesini okudu. Acaba, zâlimlerden miyim diye korktu ve titredi.

Ebû Hanife ve İbni Mu’temer, mescidin içinde dolaşırlar ve ağlarlar­dı. Mescidden çıkınca, Ebû Hanîfeye: «Sizi bu kadar çok ağlatan nedir?» diye sordular. Buyurdu ki: Bozuk, sapıtmış insanların, iyi ve hayırlı insan­lardan çok olduğu zamanı hatırladık. Bunun için ağladık.

Geceleyin, namazda iken, gözyaşlarının hasırın üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu. Ağlamanın izleri, alâmetleri gözlerinde ve yanakların­da görülürdü. Allah ona rahmet eylesin ve ondan râzı olsun!

Kendisiyle münazara edenlerden bazısı, Ebû Hanîfeye bid’at sahibi ve zındık dedi. O ise: Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin! Allahü teâlâ, sözümde, İhtilâf olup olmadığını, onu tanıdığımdan beri, Ona ortak koşmadığımı, herkesten iyi bilir. Yalnız Onun afvını ümid eder, yalnız Onun azabından korkarım» buyurdu. Azabı hâtırlayınca, hemen orada ağ­layıverdi. Gözyaşları birbiri ardınca akmağa başladı. O kimse, hakkını bana halâl et dedi. Buyurdu ki, câhillerin söylediği söz halâl edilir, ama ilim sâhiblerininki ağırdır ve halâl edilmesi zordur. Çünkü âlimlerin gıy­beti, kendilerinden sonra devam eder.

Ebû Hanîfeye sordular. «Alkame mi üstündür, Esved mi?» Cevâbın­da: «Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiçbir şeye kudretim yok­tur. Hangisi daha büyüktür nasıl söyliyeyim» buyurdu.

Abdullah Ibni Mubârek, Süfyân-ı Sevriye: «Ebû Hanifeyi gıybet edil- mekten uzaklaştıran nedir? Düşmanının bile, onu gıybet ettiğini duyma­dım» deyince, Süfyân: «Vemîn ederim ki o, bir kimsenin hasenâtını gider­mekten daha akıllıdır» dedi.

Kendisine, insanlar senin hakkında konuşup, böyledir, şöyledir der­ler. Siz kimse hakkında bu tür konuşmazsınız dediklerinde: «Bu, Allahü teâlânın bir lutfudur, dilediğine ihsân eder» buyurdu.

Bekir bin Ma’ruf der ki: Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, Sîreti Ebû Hanîfeden güzel olan bir kimse görmedim.

Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsan­lar dağılmaya kadar oturmasını söyledi. Sonra: «Seccadenin altındaki­leri al, kendine güzel bir elbise yap» buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Ebû Yûsuf der ki: Ebû Hanîfeden bir şey istenip de, yerine getirme­diği vâki’ değildir.

Oğlu Hammâd, Fâtiha sûresini ezberleyince, Ebû Hanîfe hocasına beşyüz akça, bir rivâyette bin gümüş hediyye etti. Hocası, ne yaptım ki, bana bu kadar para gönderiyor dedi. Ebû Hanîfe, onun yanına gidip: «Sa­na az hediyye ettim, özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur’ân-ı kerîme ta’zîm için hepsini sana verirdim» buyurdu.

Şakîk der ki: Ebû Hanîfe ile bir yolda gidiyorduk. Ebû Hanîfeyi gö­ren bir adam, yüzünü ondan sakladı ve istikametini değiştirdi. Ebû Ha­nîfe, niye o tarafa döndün buyurdu. Cevabında: «Size onbin akçe bor­cum var. Uzun zaman oldu, ödeyemedim. Beni görüp sıkıldığın ve utandı­ğın için hakkını halâl et» buyurdu. Şakîk bunu görünce: «Anladım ki, Ebû Hanîfe hakîkî zâhidlerdendir» dedi.

Yezîd bin Hârun der ki, bin âlimin meclisinde bulunup, hepsinden ilim öğrendim. Bunlar içerisinde, vera'ı ve dilini çok koruyan Ebû Hanî­feden başkasını görmedim.

Hafas der ki: Otuz sene Ebû Hanîfenin sohbetinde bulundum. Alenî yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şübhelendiği bir şeyi, ma­lının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.

Câriyesine, İmamın ahlâkını sordular. Dedi ki, onun gibisini ne gör­düm, ne de duydum. Gece olsun, gündüz olsun, cünüblükten temizlenmek için gusl abdesti aldığını görmedim. Gündüzün yemek yediğini de görme­dim. Gecenin sonuna doğru yemek yer, biraz yaslanır ve sabah namazına kalkardı.

Hilmi, vera’ı, vakarı çok idi. Allahü teâlâ en güzel huylan onda topla­mış idi. Ders esnâsında, adamın biri, kendisine kötü sözler söyledi ve sövdü. Yüzünü çevirip, ona bakmadı vs sözüne devam etti. Talebesine de, ona cevab vermemelerini, birşey söylememelerini ve bir şey yapmamala­rını tenbîh etti. Ders bittikten sonra, kalkıp, o söven adamın arkasından kendi evine kadar gitti ve kapının üstünde durarak ona: «Bu benim evim­dir. Bir isteğin olursa, buradan telâfi edebilirsin» buyurdu. Adam utandı ve yürüdü. Hattâ bir rivâyette, Ebû Hanife ile beraber eve girip, alçakça söz­ler söyleyip, yine sövüp saydı. Fakat kimse cevab vermedi. O adam, be­ni köpek yerine koydular ve bağırmama aldırmadılar dedi.

Hârun Reşîd, Ebû Yûsufa, Ebû Hanîfenin ahlâkını anlat, dinliyelim dedi. Ebû Yûsuf şöyle anlattı: «Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Kuv­vetli vera’ sâhibi idi. Dinde, bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya ita­at ve ibadet etmeği ve Ona isyân etmemeği çok severdi. Dünyayı se­venlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşü­nürdü. Eğer bir süâl sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve dâima doğruyu söylerdi. Eğer bundan başka bir mes'ele olsa, hak üzere kıyâs edip, ona tâbi olurdu. Bunda dînini ve kendisini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu. O yalnız, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmağı ve rızasını kazanmağı düşünürdü. Hiç kim­seyi hayırdan, iyilikten başka şeyi ile anmazdı.» Bunun üzerine Hârun Reşid, bu saydıkların sâlihlerin, evliyânın ahlâkıdır dedi.

Ömrünün sonuna doğru iki sene içtihadı terk edip uzlete çekilmiştir.

Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

-Muhammed bin Mukatilden anlatılır: Bir kimse İmama:«Cenneti ümid etmiyen, Cehennemden korkmıyan, Alahü teâlâdan korkmıyan, ölü eti yiyen, rukû'suz ve secdesiz namaz kılan kimse hakkında ne dersiniz? diye sordu. Ve devâm edip, görmediği şeye şâhidlik eden, hak olan emre, ya’ni işe buğz eden, fitneyi seven kişi hakkında ne buyurursunuz? diye erz etti. Eshâbı bu suâli duyunca, böyle olan kimsenin hâli çok zordur dediler. Hazreti İmâm buyurdu ki: «O öyle bir kimsedir ki, Cenneti rica ve ümid eylemez. Allahü teâlâyı rica eder. Cehennemden korkmaz, Me­lik-i Cebbârdan korkar. Zulumde Allahü teâlâdan korkmaz, adâletine iti-mad eder, ölü eti yer, ya’nî balık yer. Rükû’ ve secdesiz namaz kılar ya'-nî cenâze namazı kılar. Allahü teâlânın vahdaniyyetine birliğine görmeden şehadet eder, ölümün hak olduğunu bildiği halde, onu istemez, ona kı­zar. Mal ve evlâd fitne iken, onları sever.» Süâli soran kalkıp, binlerce ta'zim ve hürmetle İmâmın başını öptü ve: «Şâhidim ki, sen ilim küpü, bil­gi hazinesisin» dedi.

----------

-Allâme Hüsâmeddin Sağnaki der ki: Bir kimse İmama gelip, bir vav (v harfi) ile midir, iki vav ile midir? dedi. İmâm, İki vav iledir buyurdu. Soran kimse, Allahü teâlâ sana (lâ ve lâ) da olan rahmet ve bereket gibi, rahmet ve bereket versin dedi. Orada bulunanlar, bu rumuz ve işâretii konuşmadan birşey anlamayıp, ne hakkında konuşulduğunu hazreti İmam­dan sordular. Cevâbında: Namazda teşehhüdde otururken okunan tehiyyatı sordu. Bir (ve) ile mi, iki (ve ile mi?) Ya’nî (Ves-salâvâtü vet-tayyıba-tü) deki (ve) nin kaç olduğunu sordu. Ben de, iki (v) iledir dedim. 0 da, bana dûa edip: Allahü teâlâ sana (Lâ şarkıyyete velâ garbıyyete) olduğu gibi rahmet ve bereket versin dedi. Bazıları, soruyu soranın Hızır aleyhis- selâm olduğunu söylemişlerdir.

----------

-Imâm-ı Mergınânî anlatır: Birgün imâm-ı A’zam hamamda yıkanır­ken, Râfızilerin reisi Şeytân-ı iltak geldi. O günlerde İmamın hocası vefât etmiş idi. Şeytan, İmama: Hocan öldü de, rahatlanmak için hamama geldin, değil mi? dedi. Hazreti İmâm cevabında: «Bizim üstadımız fevt eder, ölür, ama sizin üstadınıza kıyâmete kadar mühlet verilir» buyurdu Râfızi şaşkınlık içinde, avret yerini açtı. Hazreti İmâm görmemek için göz­lerini kapadı. Râfızi imama: «Allahü teâlâ, ne zamandan beri gözlerini kör eyledi? ey Nu’mân» deyince, cevabında: «Senin avret yerini açtığın­dan beri» buyurup, acele ile hamamdan çıkmağa hazırlandı ve o anda şu şiiri inşâd eyledi: Kıt'a:

Konuşurum, sözümde tebliğ ve hikmet vardır

Biz söz söylemedik ki, siz inkâr edesiniz.

Ey Allahın kulları harama bakmayınız.

Ve böyle peştemalsız hamama girmeyiniz.

----------

-Harezm imamlarının büyüğü Abdülvâhid Hatib-i Askeri der ki: Imâm-ı A'zam: «Biz Hammâdın meclisinden, muhakkak bir fâide ile dönerdik» dedi. Bir gün bize dedi ki, ne zaman müşkül, anlaşılması zor bir mes'ele İle karşılaşırsanız, onu bir yol ile sahibine sorunuz dedi. Ben de üstadın bu büyük sözünü aklımda tuttum. Bir gün Mansûrun sarayında, beni sevmiyen Rebi’ Hâcib bana: «Emîr-ül müminin bize bir kimsenin katlini, öl­dürülmesini emr eder. Sebebini bilmeyip, öldürürüz. Bize halâl olur mu» diye sordu. Ben de: «Ey Ebûl Abbâs, Emirül müminin hak üzere mi emr eder, yahut bâtıl ile mi?» dedim. Muztar olup, hak ile emr eder dedi. Ben de: Her nerede olursa olsun, sen hakkı infaz eyle, yap dedim. Rebı beni tutmak ve kendine vesika olarak bulundurmak isterken, ben onu yaka­ladım ve sıkıştırdım buyurdu.

----------

-Ebû Yûsuf bin Hâlid anlatır: Bir gün İmâm, Ibni Ebi Leylî ile arka­daş olup, bir yolda giderlerdi. Bir ara şarkı söyliyen kadınlara rastladılar. Kadınlar susunca, İmâm: «Ne güzel» deyip beğendiklerini izhâr eyledi. Ibni Ebî Leyli.- «Bundan sonra, senin şahidliğini kabul etmem» dedi. imâm, niçin böyle söyledin buyurdu. Ibni Ebû Leyli, şarkı söyliyen kadınları, ne güzel deyip beğendiğin için dedi. İmâm: «Ben ne zaman ne güzel dedim» buyurdu. Sustukları zaman dedi. Bunun üzerine imâm: «Ben, sustukları için ne güzel ettiler dedim, yoksa şarkı söylemelerini beğenmedim» bu­yurdu.

Ne zaman Ibni Ebi Leylî zor bir mes'ele ile karşılaşsa ve gözemese, gizlice bir kimse gönderip, İmâmdan sorardı. İmâm da durumu anlayıp, şu beyti okurdu:

BEYT

Şiddet zorluk gününde beni davet ederler;

Ama ikrâm gününde Cendeb’e sen gel derler(1).

----------

-Şöyle anlatırlar: Basranın eşrafından bir kimse, bir arkadaşımın iki kızını, kendisinin İki oğluna nikahladı. Büyük kızı büyük oğluna, küçüğünü küçüğüne aldı. Zifaf gecesinde, yanlışlık olup, kardeşlerin her birine diğerinin nikâhlısı düştü. Basranın Harabından, ya'ni iş işten geçtikten sonra, durum anlaşıldı. Babaları çok üzüldü. Çâre düşündü. Sonunda bir ziyâfet verdi. Bütün âlimleri çağırıp bir araya topladı. Hazreti İmam ve Kisâîde çağrılanlar arasında idiler. Çağrılanlar mecliste toplanınca, iki erkek kardeş, başına gelen bu korkunç hâli arz eylediler. Kisâi bir rivâyette Süfyân dedi ki: Hazreti Alî (kerremallahü vecheh) buna benzer bir mes’elede, hâmile olmadıkları anlaşılmaya kadar sabredilir, beklenir bu­yurdu. Fakat bu cevabdan iki yeni evli genç, huzursuz oldular. Çünkü onun dediği gibi yaparlarsa, herbirinin beklemesi gerekecek ve herbiri kardeşinin yattığı hanımı alıp, onunla yatacak, hayâ ve nâmus perdeleri yırtılacak, ya’nî halk tarafından ayıblanacaklardı. İşte bu esnâda büyük İmâm, ümmetin Işığı Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit (radıyallahü anh) ko­nuşmağa başladı. Hikmetle açılan mubârek ağzından şu sözler duyuldu:

Bu iki damada daha uygun ve kolay yol vardır. Her biri ilk hanımını boşa­sın ve şimdi yanında olanı kendine nikâh eylesin. Böylece hem intizar elemi lâzım gelmez. Hem de, bir kardeş, diğer kardeşin yattığı hanımla yatmak mahzuru ortadan kalkar.» Hazreti İmam bu sözleri söyleyince, iki­si de çok beğenip mesrûr oldular. Sevindiler. Mecliste bulunanlar. Ebû Hanifeye, ilminde bereket ile dua edip, sonra yemek yemeğe başladılar. Yemek yerken hazreti imâm buyurdu ki  «Şimdi hazırlanan bu yemek, bi­rinci düğün yemeğidir? Peki İkincisinin velâmesi, ya’nî düğün ziyâfeti ne­rededir?» Bu latîf ve hoş sözden, oradakilerin hepsi güldüler. Sözünü, konuşmasını ve ilmini beğendiler.

----------

-A’meş ile hanımı bir gece kavga ettiler. A’meş hanımına, bu gece sabah olmadan benimle konuşmazsan (boş ol!) dedi ve yemin etti. Hanı­mı da, onu üzmek için sustu. Boşanmağa râzı oldu. A’meş biraz sonra, kurmuş olduğu bir yuvayı dağıtmak endişesine kapıldı ve yaptığına piş­man oldu. Hemen Imâm-ı A’zama gitti. Sıkıntı ve derdini anlattı. İmâm: «üzülme, Allahü teâlânın yardımı ile sevinmen yakındır» buyurdu. A’me­şin mahallesinin müezzinine, fecirden önce ezan okumasını söyledi. Mü­ezzin, belirtilen saatte ezan okuyup, gecenin bittiğini ilân edince, A’me- şin hanımı, ister istemez A'meşe hitâb edip son kızgınlığını bildirmek için «Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni senden kurtardı» dedi. Fakat, aslında bu konuşması, fecrin tuluundan, ağarmasından önce olduğundan, konuş­ması gece içinde oldu, boşama durumu vaki olmadı. Bunun üzerine A'meş, Ebû Hanifeye duâ edip: «Allah Ebû Hanifeden razı olsun, ona bol bol merhamet eylesin ki, bizi korktuğumuzdan kurtardı, namusumuzu korudu» dedi.

----------

-Hazreti İmâmın bulunduğu şehre, Rum tarafından bir dehri (1) geldi. İslâm Alimleri ile münâzara edip hepsini yendi. Münâzara etmediği, sâde­ce Imam-ı A’zamın hocası Hammad kalmıştı. Hiç kimse onu yenemiyordu. 0 zaman Imâm-ı A’zam daha küçük idi. Hammad da, eğer yenilirsem, İs­lâm dinine büyük bir zarar hâsıl olup, fesadı bütün dünyaya yayılacak di­ye, endişe ediyordu. O gece rüyâda, bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağa­cın bütün dallarını yediğini ve yalnız gövdesinin kaldığını, o anda o ağa­cın İçinden bir arslan yavrusunun peyda olup, o domuzu parça parça et­tiğini gördü. Sabahleyin Ebû Hanife, Hammâdın huzuruna vardıkta, o dehriden ve gördüğü rüyâdan çok üzüntülü olduğunu, hocasının kalbinde korku İle elemin bir arada bulunduğunu gördü. Ebû Hanife hocasına üzün­tüsünün sebebini sordu. Hocası herşeyi anlattı. Hazreti İmam hocasının sözleri üzerine:

«Elhamdülillahi teâlâl Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehridir. Ağaç ise, ilim ağacıdır. Yediği dalları, yendiği âlimlerdir. Ağacın gövdesi sîzsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı İle onu ben kahrederim» dedi. Sonra üstadı ile, münâzara edilecek yere gitti­ler. Alçak dehrî, her zamanki gibi, yüksek minbere çıkıp, karşısına birisi­nin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek durumda olan Ebû Hanîfe, onun karşısına çıktı. Dehrî, hazreti İmâmı görünce, hakaret etmeğe, küçültücü sözler söylemeğe başladı. İmâm: «Hakareti bırak, söyliyeceğini söyle de, görüşelim» dedi. Dehrî imâmın cür’et, cesâret ve aceleciliğini görünce hayret etti ve sonra şöyle sordu:

— Var olan bir şeyin, başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?

Cevap: — Sayıları bilir misin?

Dehrî: «Evet bilirim» dedi.

İmâm: «Birden önce hangi sayı vardır?» dedi.

Dehrî: «Birden önce bir şey yoktur.» dedi.

Bunun üzerine İmâm: «Mecâzî bir sözünden önce, birşey olmayınca, hakikî bir olandan önce, nasıl birşey olabilir?» dedi.

— Dehrî bu sefer dedi ki:

O hakikî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Zira her şey cihetler­den, yönlerden (ya’nî sağ, sol, ön, arka, üst ve alt) bir cihette bulunur. Ebû Hanife buyurdu ki:

«Mumu yakınca, ışığı hangi tarafta görünür?»

Dehrî: «Mumun ışığı her tarafta aynıdır.» dedi. Bunun üzerine İmâm:

Dünyaya kadim diyene, ya’ni bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur; böyle gelmiş, böyle gider diyene dehrî denir ki, İslam İtikadına göre kâfirdir.

«Mecazi olan bir nurun (ışığın) hâil böyle olursa, dâimi ve ebed’ olup, eni boyu söylenmiyen. göklerin ve yerin nûru olanın hâli nasıl olur?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Her var olanın, muhakkak bir yeri vardır. Onun yeri neresidir?» Ebû Hanife, biraz süt getirip:

«Bu sütte yağ var mıdır?» diye sordu.

Dehri: ”Evet, vardır” dedi.

Ebû Hanife-. «Yağ. bu sütün neresindedir?» dedi.

Dehri: «Hiç bir yerine mahsûs değildir» deyince.

Ebû Hanife: «Yok olucu bir varlığın hâli böyle olunca, göklerin ve yerlerin yaratıcısı, dâimi ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Şimdi O, ne iş yapmakla meşguldür?»

Ebû Hanife: «Sen bana, bütün süalleri minberden sordun. Ben hepsi­ne cevab verdim. Şimdi sen, bir kerrecik oradan inip, benim yerime gel; ben minbere çıkayım ve oradan sana cevab vereyim.» dedi.

Dehri minberden indi ve Ebû Hanife minbere çıktı ve:   «Minberde senin gibi bir müşebbih (ya’nî Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten) olunca, onu indirir, benim gibi bir muvahhid (ya’nî tam mümin) olunca, onu minbere çıkarır. Şimdi Onun işi bu idi?» dedi. Sonra Rahman sûre­sinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Bunun üzerine mel’un Dehri kahroldu, yenildi. Söyliyecek söz bulamadı. Mesciddeki kalabalık dehrînin üzerine yürüyüp, onu öldürdüler.

Ey insanlar! Imâm-ı A’zamın (radıyallahü anh) daha çocuk denecek yaşta iken hâli böyle olursa, ilim kürsüsüne oturduğu ve olgun ve yaşlı­lık zamanındaki hâli nasıl olur?

----------
-Hasan bin Ziyâd (Imâm-ı A'zamın talebesi olup büyük müctehidler- dendir.) anlatır: Bir kimse, parasını bir yere gömmüştü. Sonra gömdüğü yeri unuttu, üzülerek şaşkın bir halde İmâma geldi. Durumunu anlattı. İmâm: «Bu geceyi namaz kılmakla geçir yerini hatırlarsın» buyurdu. Gece­nin, daha dörtte birini namaz kılmıştı ki, gömdüğü yeri hatırladı. Sonra gidip İmâma: «Siz bunu nasıl anladınız?» diye sordu. Cevâbında: «Şeytan, elbette senin geceyi ibâdetle geçirmeni istemez ve hatırına getirir düşün­düm» buyurdu ve sonra: «Niçin gecenin geri kalan kısmını da ibâdetle geçirip, Allahü teâlâya şükrü yerine getirmedin» dedi.

----------

-Yine Hasan bin Ziyâd anlatır: Bir kimse parasını, kırda bir yere göm­müş idi. Parasını oradan çalmışlar. Halbuki paranın sâhibi, parayı çok seven, bahtlı bir kimse idi. Parasını bulamazsa, belki de üzüntüsünden ölebilirdi. İmama gelip, hâlini anlattı. İmam paranın yerim sordu ve oraya geldi. İnsanların mantar topladıklarını gördü. İmâm, onlara, içinizden sizde ayrılıp geri kalan bir kimse var mıdır? dedi. Zerzer isminde bir genç geri kaldı dediler. İmam o genci bulup ona: «Sen o parayı aldığın zaman seni gören, şimdi yine seni görüyor. Elinde ne kadar para kaldıysa, hepsini getir sahibine ver, harcadığını sana helâl ediyor. dedi. (Seni gören, seni görüyor) sözünden maksadı, Allahü teâlânın herkesin yaptığı şeyi görmesi ve bilmesi demek idi. Bunun üzerine genç, parayı aldığını itiraf eyledi.

----------

-İmam bir gün otururken, önünden bir kimse geçti. İmâm buyurdu: Şu adam bu memleketin yabancısıdır, muallimdir ve koynunda tatlı vardır. İmâmın yânında bulunanlar, gidip o adamdan bunları sordular, imamın buyurduğu gibi çıktı. İmâma: «Bunları nasıl bildiniz?» diye sordular- buyurdu ki: Onu, sağına, soluna bakar, merakla her şeye göz atar gördüm- Anladım ki, bu şehrin yabancısıdır. Yine gördüm ki, yanına çocuklar gelse, onlara dikkat ve merhametli olarak bakar. Bundan muallim olduğunu» anladım. Ve yine gördüm ki, koynuna sinekler girer. Buradan da koynun­da tatlı olduğunu anladım.»

----------

-Birgün Imâm-ı Ebû Yûsuf hastalanmıştı. İmâma, Ebû Yûsuf öldü dedi­ler. İmâm ölmedi buyurdu, ölmediğini nereden bildiniz? diye sordular. «İlme çok hizmet eylemiştir, meyvelerini toplamayınca, ona ölüm gelmez» buyurdu. Gerçekten ölüm haberinin yanlış olduğu anlaşıldı. İlmin meyve­lerinden o kadar pay aldı ki, çok fazla zengin oldu.

Ebû Yûsuf hastalanınca, Ebû Hanîfe: Bu genç ölürse, yeryüzünde buna muhalefet eden bulunmaz» dedi. Hastalıktan iyileşince, kendinde il­mi bakımdan yeterlilik görüp, bir meclis kurdu. İnsanlara fıkıh öğretmeğe başladı. Bu haber Ebû Hanîfeye gidince, yanındakilerden birine: «Yakubun (Ebû Yûsufun adıdır) meclisine git ve ona de ki, (Bir kimse elbisesini te­mizleyiciye verse ve ücret olarak temizleyiciye iki gömüş vereceğim dese, sonra elbisesini almağa gidince, temizleyici inkâr etse, sonra tekrar gelse, ve elbisesini istese, temizleyici de elbisesini temizlenmiş olarak ona ver­se, ücret alabilir mi? Eğer alır derse, hatâ ettin dersin. Alamaz derse, yi­ne hatâ ettin dersin) buyurdu. Bu talebe Ebû Yûsufun meclisine gidip, so­ruyu sordu. Cevabında : «Evet, ücret alır» dedi. Soran, hatâ ettin, öyle değil' dedi. Ebû Yûsuf bir müddet düşündü. Sonra: «Hayır alamaz» dedi. Soran. yine yanıldın, öyle değildir dedi. Bunun üzerine Ebû Yûsuf, hemen yerinden kalkıp Ebû Hanîfeye gitti. Ebû Hanîfe, onun geldiğini görünce: « buraya, elbiseyi temizleyiciye verme mes’elesi mi» gönderdi?» deyince Ebû Yûsuf, evet dedi. Ebû Hanîfe buyurdu ki: «Sübhânellah! İnsanlara fetvâ vermeğe koyulan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için, ken­disine meclis tayin eden, ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez!» Ebu Yûsuf, bana bunun cevâbını lütf ediniz dedi. Ebû Hanîfe cevabında: Eğer, o elbiseyi gasb ettikten sonra temizlemiş ise, ücret verilmez. Çünkü ken­disi için temizlemiş demektir. Gasb etmeden önce temizlediyse verilir. Çünkü onu, sâhibi için temizlemiş idi.

----------

-Imâm-ı A’zamın üstadlarından biri de Şa’bidir. Zamanın halîfesi bir toplantı yaptı. Şa’bîye ve Bağdad âlimlerini da’vet etti. Hepsi geldiler. Bi­raz sonra halîfenin hizmetçilerinden biri, üzerinde birşeyler yazılmış bir kâğıdı, zamanın kadısı olan Şa'bîye getirdi ve: «Halîfe, bu yazıların altına, şâhid olduğuna dâir imza atsın diyor» dedi. Oradaki âlimlerin hepsi imza ettiler. Sonra o kâğıdı Ebû Hanîfenin önüne getirdi ve: «Emîrül müminîn, sizin de şâhidliğinizi bildiren imzanızı atmanızı söylüyor» dedi. Ebû Hanîfe- «Halîfe nerededir?» buyurdu. Hizmetçi, odasındadır dedi. Ebû Hanîfe: «Şahidliğimizin doğru olması için, ya o buraya gelmeli, yahut ben onun yanı­na gitmeliyim» dedi. Hizmetçi kızdı ve ona:«Kadı ve âlimler ve yaşlılar hepsi imza ettiler de, sen bu çocukluğunla, bunu nereden çıkarıyorsun» diye bağırdı. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: «Herkes kendi amelinden sorum­ludur.» cevâbını verdi. Bu söz halîfenin kulağına gitti. Şa’bîyi çağırdı ve: «Şâhidlikte görmek şart mıdır, yoksa değil midir?» dedi. Şa'bî, görmek şarttır dedi. Halîfe: «Sen beni ne zaman gördün ki, şâhidliğini bildiren im­zanı attın?» dedi. Şa’bî, senin haberin olduğunu bildiğim için, görmek is­temedim dedi. Halîfe: «Bu söz haktan, ya’nî doğru olmaktan uzaktır» dedi. Ebû Hanîfeyi göstererek : «Kadılığa, bu herkesten daha çok lâyıktır» dedi.

Bundan sonra halîfe Mansûr kadılığı bir kimseye vermeği düşündü. Âlimlerin en büyüklerinden olan, dört kimse tavsiye edildi. Birincisi Ebû Hanîfe, İkincisi Süfyân, üçüncüsü Şerik, dördüncüsü Mis’ar ibni Kedâm idi. Bu dördünü yanına çağırdı. Yolda giderken Ebû Hanîfe şöyle buyurdu: «Sizin herbiriniz hakkındaki firâsetimi söyliyeyim mi?» iyi olur dediler. Ben bir yolunu bulup kadılığı üzerime almıyacağım. Süfyân kaçacak, Mis’ar kedini yalandan deliliğe verecek, Şerik de kadı olacak.

Yolda giderken Süfyân kaçtı. Bir gemide gizlendi ve beni saklayınız, boynumu kesecekler dedi. Böyle demesi şu hadîs-i şerife uygun idi. Pey­gamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimsenin kadı yapılması, bıçaksız kesilmesidir.» Gemiciler onu sakladılar.

Üçü, halîfe Mansûrun huzuruna gittiler. Ebû Hanîfeye: «Sen kadı ol­malısın» dedi. Ebû Hanîfe: «Ey müminlerin emîril Ben arab değilim. Onla­ra hizmet edenlerdenim. Arabın ileri gelenleri, benim hükmüme râzı olmaz­lar» dedi. Halîfe: «Bu neseb, ya’nî soyla ilgili değil, ilme dayanan bir iştir» dedi. Ebû Hanîfe: «Ben bu işe lâyık değilim. Lâyık değilim diyorum. Doğ­ru söylüyorsam, lâyık değilim. Yalan söylüyorsam, yalan söyliyen müslümanlara kadı olamaz. Ve sen Allahın halîfesi, yalan söyliyeni kendine halife yapmazsın ve müslümanların kanını onun eline bırakmazsın' dedi ve kurtuldu.

Mis'ar, halifenin yanına gitti. Halifenin elini tuttu ve «Nasılsın? Ço­cuklar nasıl?» dedi. Mansûr, şu deliyi dışarı çıkarın dedi.

Şerike, seni kadı yapacağız dedi. Şerik, ben hastalıklı bir İnsanım. Bende dimağ zafiyyeti var dedi. Mansûr tedavi ile bunlar İyileşir dedi. Böylece kadılık Şerikin üzerinde kaldı.

----------

-Ebû Hanîfenin bir kimseden alacağı vardı. O şahsın mahallesinde, İmamın talebesinden biri vefât etti. Hazreti İmâm bunun cenaze namazı­na gitti. Güneş yakıyordu. Orada, İmama borcu olan o şahsın duvarından başka, gölge verecek hiçbir şey yoktu. Halk, İmama, bu duvarın gölgesin­de bir mikdar oturun dedi. Cevâbında: «Benim bu duvar sâhibinden alacağım vardır. Onun duvarından istifâde etmem câiz değildir. Zira hadis-i şerifte: «Bir kimse, borç verir ve bundan bir fayda beklerse, fâiz olur» bu­yuruldu. Bunda da fâizden korkarım» buyurdu.

----------

-Imâm-ı A’zam-ı bir defa habse attılar. Zâlimlerden biri kendisine: «Şu kalemimi aç» dedi. Hayır, kalemini açmam diye cevab verdi. Zâlim, ne ka­dar söylediyse, fayda vermedi. Sonunda, niçin kalemimi açmıyorsun? de­di Ebû Hanîfe cevâbında: «Korkarım şu insanlardan olurum ki, Allahü teâlâ Sâffât sûresinde onların hakkında: «Ey meleklerim! Zâlimleri ve yardımcı­larını beraber haşredin!» buyuruyor» dedi.

----------

-Her gece üçyüz rek’at namaz kılardı. Birgün yolda giderken, bir kadı­nın diğer bir kadına, bu zât, her gece beşyüz rek’at namaz kılar dediğini duydu ve bundan sonra beşyüz rek'at namaz kılmağa niyyet etti ve: «Her gece, beşyüz rek'at namaz kılacağım tâ ki, bunların zannı doğru olsun» de­di. Bir başka zaman, çocukların birbirine, şu giden zât, her gece bin rek'at namaz kılar dediğini duydu ve her gece, bin rek’at namaz kılmağa niyyet eyledi.

----------

-Fıkıhda bir mes'elenin çözümünde takılınca, çözmek ve halletmek İçin Kur'ân-ı kerimi kırk defaya kadar hatm ettiği bildirilmektedir.

----------

-Dâvud-ı Tâî der ki: «Yirmi sene Ebû Hanîfenin huzurunda bulundum. Bu zaman zarfında, ona dikkat ettim. Kalabalıkta ve yalnız iken başının açık olduğunu görmedim. İstirahat etmek için ayaklarını uzatmazdı. Kendi­sine: Ey İslâm dîninin imamı, yalnızken ayaklarınızı uzatsanız ne olur? di­ye sordum. Cevâbında: «Allahü teâlânın huzûrunda edeble durmağa dik­kat etmek, yalnızken daha çok icâbediyor» buyurdu.

----------

-Birgün bir yolda gidiyordu. Bir çocuğun çamurda yürüdüğünü gördü ve: «Dikkat et, düşersinl» dedi. Çocuk cevâbında: «Benim düşmem önemli değil. Düşsem, zararı yalnız bana olur. Ama siz dikkat ediniz ki, ayağınız kayarsa, arkanızdan gelen bütün masum insanların da ayağı kayar. Sonra hepsinin Kalkması çok zor olur dedi. İmâm, bu çocuğun, görüşüne şaştı, hemen ağlamıya başladı ve sana Esbabına: «Eğer bir mes'elede birşey zahir olur ve daha açık bir delil bulursanız, o mes'elede bana uymayın» bu­yurdu. Bu sözü, İmâm-ı Azamın insaf ve tavazuunu bildiren açık bir işârettir.

----------

-Zengin bir adam vardı; Emir-i müminin hazreti Osmana (radıyallahü anh) düşman idi. Hattâ Ona, yahudi derdi. Bu söz Ebû Hanîfenin kulağına gitti. Onu çağırdı ve: «Senin kızını filân yahudiye vereceğim» dedi. O şa­hıs: Sen müslümanların imamı olasın ve bir müslümanın kızını bir yahudi­ye vermeğe cevaz veresin, bu nasıl olur? Ben kızımı yahudiye vermem dedi. Ebû Hanife : «Sübhânellah, kendi kızını bir yahudiye vermeğe râzı olmuyorsun da, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kı­zını bir yahudiye verdiğini nasıl soyliyebiliyorsun?» buyurdu. O şahıs, o zaman, sözün nereden geldiğini ve ne ne için söylendiğini anladı. O bozuk ıtikadından vazgeçti ve imamın  o o bereketli sözleriyle tevbe eyledi.

----------

-Zamanın halifesi, Azrail aleyrisselâmı rüyada görüp, kaç sene daha yaşayacağını sordu Azrâil aleyhiselâm beş parmağını kaldırıp ve ona işâret etti. Halife, bu rüyânın tabirin' bir çok kimselerden sordu. Tatmin edi­ci bir ta’bîr bulunamadı. Ebû Hanifeye sordu. Ta’bîrinde: «Beş parmak, beş şeyi bilmeğe işârettir ki, bunları Alllahu teâlâdan başka kimse bilmez. Bun­lar da âyet-i kerimede bildirilen şu beş şeydir: «Kıyâmetin ne zaman ko­pacağı, yağmurun yağması, anne kamında olan çocuğun erkek veya kız olacağı, insanın yarınki gün ne kazanacağı ve insanın ne zaman öleceğini ancak Allahü teâlâ bilir.» Ya’nî Azrâil aleyhisselâm, beş şeyden birini so­ruyorsunuz, onu ancak Allahü teâlâ bilir demek istedi» buyurdu.

----------

-(Enis-ül Celis) kitabının 113. sahifesinde şöyle yazılıdır. Ebû Hanife (radıyallahü anh) talebesi arasında oturuyordu. Vücûdunu bir akreb soktu ve yere düştü. Talebesi bu akrebi öldürmek istediler. Ebû Hanife: «Beni severseniz, onu öldürmeyiniz« buyurdu. Talebe, hikmeti nedir efendim? dediler. Ebû Hanife buyurdu ki Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrü­be etmek istiyorum. Bakayım hadis-i şerîfde haklarında: «Âlimlerin kanı zehirlidir» buyurulan âlimlere dâhil miyim, yoksa değil miyim?» Talebesi akrebe baktılar. An be an zaıflıyor, küçülüyor, süzülüyor, büzülüyordu. Nihâyet yürümeğe mecâli kalmadı. Düştü ve orada ölüverdi. Ey müminleri Âlimleri gıybet etmekten, şanlarına yakışnuyan söz söylemekten, onların ederini yiyip, din zehiri ile zehirlenmiş olarak ölmekten kaçınınız.

----------

-Yine aynı kitabda diyor ki:Dünyanın kadim diyen, ya’nî bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur böyle gelmiş böyle gider diyen bir dehrî imamın zamanında, halîfıye geldi ve: «Asrının uleması olan Ebû Hanife. Ebû Yûsuf ve diğerleri, dünyanın bir yaratıcısı vardır diyorlar. İçlerinde en üstünü hangisi ise, emret, huzuruna gelsin. Huzûrunda onunla münâzara edelim. Bu dünyanın bir yaratıcısı olmadığını isbat edeyim* dedi. Halife Ebû Hanî-feye haber gönderdi. Zira âlimlerin en üstünü o idi. Haberci: «Ey İmâm, bir dehrî geldi, halîfenin huzûrunda seninle münâzara etmek ister. Halîfe hemen gelmenizi buyurdu» dedi. Ebû Hanîfe, öğleden sonra gelirim dedi. Haberci, Ebû Hanîfenin söylediğini gelip Halifeye söyledi. Halîfe, haber­ciyi ikinci defa Ebû Hanîfeye gönderdi. Ebû Hanîfe kalktı, halîfenin yanı­na geldi. Halîfe kendisini karşıladı, kendi yanında meclisin baş köşesinde oturttu. Büyükler ve şehrin ileri gelenleri toplandılar. Dehrî söze başladı ve:

«— Ey Ebû Hanîfe, niçin böyle geç geldin?» dedi.

Ebû Hanîfe cevâbında:

«Tuhaf bir hâdiseyle karşılaştım. Benim evim, Dicle nehrinin karşı tarafındadır. Evden çıktım. Dicle kenarına geldim. Nehri karşıya geçmek istedim. Dicle kenârında köhne ve parça parça olmuş bir sandal gördüm. Bir marangoza, ustaya lüzum kalmadan, kırık - dökük parçalarını âletsiz birleştirdim. Sağlam bir sandal oldu. Sandala bindim. Nehri geçtim ve bu­raya geldim. O yüzden biraz geç kaldım» buyurdu.

Bunu duyan Dehrî:

«Ey müslümanlar! Duydunuz mu? Sizin İmamınız ve zamanının en üstünü, neler söylüyor? Bundan daha yalan ve saçma bir söz İşittiniz mi? Marangozsuz ve ustasız sandal nasıl ta'mîr edilirmiş. O, tam bir yalancıdır. Nasıl ona en büyük âlim diyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Ebû Hanîfe:

«Ey kâfir-i mutlak! Bir sandal bile marangozsuz ve ustasız yapıla­mazsa, bu âlem, bu nizam ve ahenk içindeki kâinât, bir yaratıcı, bir yapıcı­sı olmadan nasıl meydana gelir. Yoksa bunun yapıcısını, yaratıcısını inkâr mı edeceksin?» buyurdu. Hazır olanlar bu cevâbı yeterli görüp, dehrînin boynunu vurdular.

----------

-Abdullah ibni Mübarek, Ebû Hanîfeye sordu: «Bir kimsenin iki gümü­şü, başka kimsenin bir gümüşü ile karışsa, sonra bunlardan ikisini kaybet­se, hangileri olduğunu bilmese, ne yapmalıdır?» Ebû Hanîfe cevâbında: Kalan bir gümüş üçe taksim olunarak ikisinindir» buyurdu. (Ya'nî üçte biri, bir gümüşü olanın, ikisi de, iki gümüşü olanındır.)

----------

-İmamın yanına, bir Râfızî gelip, İnsanların en kuvvetlisi kimdir? diye sordu. Cevâbında: «Bize göre hazreti Alidir (kerremallahü vecheh). Zirâ, hilâfetin Ebû Bekr-i Sıddtkın (radıyallahü anh) hakkı olduğunu bildi. Kabûl ve teslim eyledi. Size göre ise, Ebû Bekr-i Sıddiktır. Zira hilâfeti zorla hazreti Aliden aldı ve hazreti Ali ondan alamadı» buyurdu. Râfızi bu sözü duyunca şaşırdı. Ne söyliyeceğini bilemedi.

----------

-Ebû Hanîfe, Medine-i Münevverede hazreti Alinin oğlu hazreti Ha­sanın oğlu Muhammed ile (radıyallahü anhüm) buluştu. Ebû Hanîfeye:

-Ceddimin hadîs-i şeriflerine kıyâs ile muhalefet eden zât sen mi­sin?» dedi.

Ebû Hanîfe:

-Bundan Allahü teâlâya sığınırım. Ceddinize (sallallahü aleyhi ve sellem) olan hürmetimiz gibi, size de hürmetimiz vardır.» deyip, huzûrunda dizleri üzerine oturdu. Konuşmağa başladılar. Ebû Hanîfe:

«Erkek mi zayıftır, kadın mı?» dedi.

Muhammed bin Haşan:

«Kadın daha zayıf yaradılışlıdır» dedi.

Ebû Hanîfe:

—«Kadının, terekeden hissesi ne kadardır?» dedi.

Muhammed bin Hasan:

«Erkeğin yarısı kadardır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim» dedi. Sonra:

«Namaz mı efdaldır, oruç mu?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Namaz efdaldır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ederek söyleseydim, hayız olan kadına (adet gören kadına), Ramazan orucunu kaza etmesini değil, namazını kaza etmesini emr ederdim» dedi

Sonra:

«Bevil (sidik) mi daha pistir, meni mi?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Bevil daha necistir (pistir)» dedi.

Ebû Hanîfe:

— «Eğer kıyâs ederek söyleseydim, meni çıktığı zaman değil, bevil çıktığı zaman gusl abdesti almağı vâcib kılardım. Ama hadîs-i şerîfde olan­dan başkasını söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Resûlullahın (sal­lallahü aleyhi ve sellem) sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum,başka bir şey yapmıyorum» dedi. Muhammed bin Hasan, bunun üzerine kalkıp, Ebu Hanîfenin alnından öptü.

----------

-Küfe şehrinin yabancısı bir adam, çok güzel olan hanımı ile gidiyor­du. Küfeli birisi, kadına göz koyup, bu benim karımdır deyip, hanımını elinden almak istedi. Kadın da kocasından ayrılıp, o adamla gitti. Kocası,kendi nikâhlısı olduğunu isbât edemedi. Zira oranın yabancısı idi. Mes'eleyi Ebu Hanîfeye arz ettiler. Ebu Hanife, Ebi Leyli ve bir grup insanlar, o kadının kocasının yanına gittiler. Ebu Hanife, bir kadına şu adamın yanına git buyurdu. Kadın adama yaklaşınca, adamın köpekleri havlayıp, kadına saldırdılar. Ebu Hanife, sonra o adamın karsına, sen onun yanına git  dedi. Kadın gidince, köpekler tanıdığı için, etrafında dolaşmağa eteklerine sürünmeğe başladılar. Bunun üzerine İmâm: «iş anlaşıldı» buyurdu. Kadın da, itiraf edip, bir hatâ ettiğini kabul etti.

----------

-Dünyaya kadim diyen dehrilerden bir grup Ebu Hanifeyi öldürmek istediler. Bu dehri topluluğu, önce onunla bir mes’elede münâzara edelim, onu yenip öyle öldürelim dediler. Bir araya geldiler. Ebu Hanife sordu,  «içerisine ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, dalgalı, engin bir denizde, kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz? Böyle bir şey olur mu?» Dehrîler, böyle şey olmaz dediler. Ebu Hanife: Her mevsim, hattâ her gün hâli, şekilleri, işleri değişen, hergün bir başka şekilde görünen, intizamı akıllara hayret veren bu dünyanın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükm edersiniz? dedi. Hepsi tevbe ettiler. Allahu Teâlâya ve dünyayı yarattığına, dünyanın da sonradan yaratılma olduğuna inandılar ve kılıçlarını kınlarına soktular.

----------

-ibni Âsim, İmâmın faziletlerini anlatırken der ki: lmâm-ı A’zamın ilmi, zamanındakilerin ilmi ile tartılsa, İmamın ilmi ağır gelirdi.

----------

-Kadı-yı Semerkand der ki: Hacca gidiyorduk. Yanımıza, kalbi çok bo­zuk birisi geldi. Her gün kaderden bahs eder, mu’tezile misâllleri verirdi. Kimi görse bu konuyu açardı. Kimse onu yenemiyordu. Onun bu hâli, ken­dine gurur veriyor, biz ise gayrete geliyorduk. Nihâyet Iraka geldik. Küfe­den geçiyorduk, lmâm-ı A’zamın meclisine uğrayıp, bunun insanlara ver­diği sıkıntıyı anlatmayı düşündük, önünde kâğıt vardı. Yazı yazıyordu, kader hakkında konuşmasını istedik. Kalemi, kâğıdı bırakmadan, yüzünü kaderiyye mezhebinde olan o kimseye döndü ve: «Hak yolu açık ve aydın- ne için karanlık kader yolunu tuttun?» buyurdu ve ona bir teveccüh etti.

Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »