Fatiha Suresi ile alakalı Hâdis-i Kudsi ve Şerhi


Hz. Peygamber (s.a.s.) Cenâb-ı Allah’ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir: “Salât Sûresini (Fatiha Sûresi’ni)kulum ile aramda ikiye bölüştürdüm. Kul, besmeleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: “Kulum Beni zikretti “der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah, “Kulum bana hamdetti” der Kul dediğinde. Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana tazim etti” der. Kul: dediğinde, Allah: -Kulum Beni yüceltti” der. -Diğer bir rivayette de- “Kulum işlerini Bana havale etti” der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah: -Kulum Bana ibadet etti” der. Kul, dediğinde İse, Allah: ‘-Kulum bana tevekkül etti” der. -Diğer bir rivayette- Kul dediği zaman, Allah: “Bu Benimle kulum arasındadır”der. ‘dediğinde de “Bu kulumundur. Kuluma dilediği vardır (verilecektir)” der.(bk.Müslim,Śalât”, 38, 40)

Bu hadisten elde edilecek olan faydalar:

Birinci fayda: Cenâb-ı Allah’ın: “Fatiha Sûresi’ni Benimle kulum arasında ikiye bölüştürdüm” sözü, şer’î hükümlerin dayanağının, mahlûkatın faydasına olan şeyleri gözetmek olduğunu gösterir Nitekim O: “Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış olursunuz, kötülük yaparsanız, yine kendinize yapmış olursunuz” {isrâ. 7) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü, kulun en önemli işi, kalbini, önce rubûbiyyet bilgisiyle, sonra da ubûdiyyet bilgisiyle aydınlatmasıdır. Çünkü o, bu söze riayet etmek için yaratılmıştır Nitekim, Allah Teâlâ: “Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım ” (Zârıyat, 56), “Hakikaten Biz, insanı karışık bir damla sudan (meniden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz.


Bu sebeble onu işiten ve gören yaptık.” {Dehr. 2) ve “Ey İsrailoğulları, size in’âm ettiğim nimetleri hatırlayınız ve ahdimi tutunuz ki, Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim ” (Bakara. 40) buyurmuştur. Durum böyle olunca, hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Allah, bu Fatiha Sûresi’ni Hz. Muham-med (s.a.s.)’e indirmiş, bu ahdi yerme getirme hususunda, muhtaç olunan her şeyi ihtiva etsin diye de sûrenin ilk kısmını rububyyet, ikinci kısmını da ubudiyet bilgisine tahsis etmiştir. Namazda Fatiha Sûresini okumak şarttır.


İkinci fayda: Allah Teâlâ. Fatiha Sûresine. “Salât” ismini vermiştir. Bu birçok hükme delâlet eder: Birinci hüküm: Fatiha sûresi namazda okunmadığı zaman, namazın olmaması gerekir. Bu da, namazda Fatihayı okumanın, bizimkilerin (Şâfiîlerin) dediği gibi, namazın bir rüknü olduğuna delâlet eder. Bu delil, başka delillerle kuvvet bulur:


1-) Hz. Peygamber (s.a.s.). namazda her zaman Fatiha Sûresı’ni okumuştur. Cenâb-ı Allah’ın O) Peygambere uyunuz” (Araf, 158) ayeti ve Hz. Peygamber (s.as)in “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de aynı şekilde namaz kılınız.”[114] hadisinden ötürü, namazda Fatiha okumanın bize de farz olması gerekir


2-) Hulefâ-i Râşıdîn de bu sûreyi, her zaman namazlarında okumuşlardır. Re-sûllah (s.a.s.)’ın: “Benim ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılınız.[115] hadisinden dolayı, bunun bize farz olması gerekir.


3-) Doğudan batıya bütün müslümanlar ancak Fatiha Sûresi’yle namaz kılarlar Binaenaleyh, Cenâb-ı Allah’ın “Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu döndüğü yere dönderir ve onu cehenneme yaslarız.” {Nisa. 115) ayetinden dolayı onlara uymamız gerekir.


4-) Hz. Peygamber (s.a.s.) “Fâtihâtü’l-Kitab olmadan namaz olmaz.” demiştir. [116]


5-) Cenâb-ı Allah “Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyunuz” (Müzzemmıl, 20) buyuruyor. Ayetteki “okuyunuz” ifadesi emirdir. Emrin zahiri ise vucûb (yapılmasının farz olduğunu) ifade eder. Buna göre, Kur’ân’dan insanın kolayına geleni okuması farzdır. Fatiha Sûresi’nden başkasını okumak farz olmadığına göre, emrin zahiri ile amel edilerek, namazda Fatihayı okumanın farz sayılması gerekir.


6-) Fâtiha’yı (namazda) okumak ihtiyatlı bir yoldur. Dolayısıyla ihtiyatlı olanı yapmalı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüpheli olmayana geç demiştir. 117[117]


7-) Hz. Peygamber (s.a.s.). Fâtıha’yı her zaman namazlarında okumuştur. Bu sebeble, onun yolundan dönmenin haram olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah: “Onun emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler…” (Nûr, 63) buyuruyor.


Namazda Fâtiha’ okumanın, onun dışındaki sûreleri okumaktan daha faziletli ve iyi olduğu hususunda müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki kul namaz kılmakla mükellef tutulmuştur. Var olan bir şeyde aslolan, onun devam etmesidir. Böylece, namazını ancak Fatiha Sûre-si’ni okuyarak ifa ettiğinde insanın sorumluluktan çıkacağına hükmederiz. Bu şekilde kılınan namazın, Fâtiha’dan başka bir sûrenin okunmasıyla kılınan namazdan daha üstün ve faziletli olacağına işaret etmiştik. Kâmil bir şekilde yapmakla mükellef olunan bir amelin sorumluluğundan, onu noksan bir şekilde yaparak kurtulunamaz. Buna göre, Fâtiha’dan başka sûre okunarak kılınan namazla sorumluluktan kurtulunamaz.


9-) Namazdan maksat, kalbin zikrinin meydana gelmesidir. Cenâb-ı Hakk: Ve Beni zikretmek için namaz kıl” (Tâhâ. 14) buyurmuştur Fatiha Sûresi kısa olmasına rağmen, rubûbiyyet ve ubûdiyyet makamlarını ihtiva eder. Bütün mükellefiyetlerden maksat, rubûbiyyet ve ubûdiyyet bilgilerinin elde edilmesidir İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, bu sûreyi Biz sana Sebu’l-Mesâniyi (Fatiha Sûresi’ni) ve Kur’ân-ı Azim’i verdik {Hicr, 87) diyerek, bütün Kur’ân’a denk kılmıştır Bundan dolayı, diğer sûrelerin onun yerini tutmaması gerekir.


10-) Rivayet ettiğimiz haberler, Fatiha Sûresi okunmadan namazın olmayacağını gösterir.[118]


Allah Teâlâ’yı zikretmenin önemi:


Üçüncü fayda: Cenâb-ı Allah’ın kudsî hadîsinde, “kul, besmeleyi okuduğunda. Allah; ‘Kulum beni zikretti” der.” ifadesinde birçok hüküm vardır.


Birincisi: Cenâb-ı Allah. “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim” (Bakara. 152) buyurur. İşte burada kul, Cenâb-ı Allah’ı zikretmeye yöneldiğinde şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk, onu kendisini andığı bir toplumdan daha hayırlı bir toplulukta anar.


İkincisi: Bu, zikir makamının, kullukta çok yüce ve şerefli bir makam olduğunu gösterir. Çünkü geçen ayette, Cenâb-ı Allah, önce kulun zikrini mevzubahis etmiştir. Yine bu zikir makamının mükemmel bir makam olduğuna Cenâb-ı Allah’ın, zikri emrederek şöyle buyurması da delâlet eder: “Beni zikredin ki. Ben de sizi zikredeyim.” Sonra Cenâb-ı Allah “Ey iman edenler Allah’ı çok çok zikredin.” (Ahzâb, 41) “Onlar ayakta iken, otururken ve yanlan üstünde yatarlarken hep Allah’ı (hatırlayıp) zikrederler” {Âlı İmrân. 191) ve “Takvaya erenler, kendilerine şeytandan bir arıza iliştiği zaman, İyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir” {Araf, 201) buyurmuştur.


Cenâb-ı Hakk, kulluk makamlarından olan, zikir makamı üzerinde durduğu kadar hiçbir şeyin üzerinde durmamıştır.


Üçüncüsü: O’nun kudsî hadisteki, “Kulum beni zikretti” sözü “Allah” lâfzının Cenâb-ı Hakk’ın kendine mahsus zatı için bir alem (özel) ismi olduğuna delâlet eder. Eğer “Allah'” lâfzı, türetilmiş (müştak) bir isim olsaydı, onun mefhumu küllî bir mefhum[119] olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk’ın hususî ve muayyen zatı bu lâfızla anılmazdı. “Rahman” ve “Rahîm” lâfızlarının küllî birer lâfız olduğu zahirdir. Böylece Allah’ın “Kulum beni zikretti” sözü, “Allah” lâfzının,Cenâb-ı Hakk’ın alem ismi olduğuna delâleti sabit olur.


Hadisteki, “Kul dediğinde, Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der” ifadesi, hamd makamının zikir makamından daha üstün olduğunu gösterir. Âlemin ilk defa yaratılmasında söylenilen sözün olması da buna delâlet eder. Çünkü, Hz. Adem (a.s.) yaratılmadan önce, melekler “Biz Seni hamdinle teşbih ve seni takdis ederiz ” (Bakara. 30) demişlerdir. Bu âlemin yok olmasından sonra söylenilen en son söz de “el-Hamdü” lâfzıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, cennetliklerin vasıfları hakkında: “Onların dualarının sonu demektir.” (Yûnus. 10)


Akıl da hamd makamının, zahir makamından üstün olduğunu gösterir, Çünkü Cenâb-ı Allah’ın zâtı hakkında tefekkür etmek imkansızdır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Mahlûkat hakkında düşünün fakat Yaratan(ın zâtı) hakkında tefekkür etmeyiniz[120] buyurmuştur ve çünkü bir şeyi düşünmeden önce, onu tasavvur etmek lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın hakikatinin künhünü tasavvur etmek ımkânsızdır. Bu se-beble Cenâb-ı Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmek imkânsızdır. Buna göre O nun, ancak fiilleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür etmek mümkün olur. Sonra hayır olan şeyin bizatihi; şer olan şeyin ise geçici sebeblerden ötürü arandığı ve istendiği delil ile sabittir.


Buna göre Cenâb-ı Allah’ın yaptıkları ve yarattıktan üzerinde tefekkür eden herkes, O’nun rahmet, fazi ve ikramına daha çok vâkıf olur. Bu sebeble kişinin hamd ve şükürle meşguliyeti daha çok artar. Böylece”Elhamdü lillâhi rabbil’alemin ” der. Bunu deyince de Cenâb-ı Allah: “Kulum Bana hamdetti” der, ve bu sebebe Allah Teâlâ, kulunun, aklı ve fikri ile, gerek ulvî âlemlerin ve gerekse süfli âlemin tertibindeki ihsanına ve keremine vâkıf olduğuna; onun lisanının, aklına uygun ve ona denk olduğuna şehadet eder. Eğer Kul, O’na iman etme, kalbiyle, diliyle, aklıyla ve beyanıyla O’nun keremini tasdik deryasına dalarsa bu ne yüce bir hâl olur!


Hadîs-i Kudsî’deki “Kul ”Errahmânir’rahim”dediğinde, Allah Teâlâ: “Kulum Bana tazim etti.” der.” ifadesine geîince, bu hususta birisi şöyle diyebilir: Kul, besmeleyi okuduğunda da “rahman” ve “rahîm” lâfızlarını söylemişti, ama orada Cenâb-ı Allah “Kulum Bana tazim etti” dememiştir. Fakat Fatiha Sûresı’nde ”Errahmânir’rahim”dediğinde, “Kulum Bana tazim etti” demiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?


Buna şu şekilde cevap verilir: Kulun”Elhamdü lillâh” sözü, onun, Cenâb-ı Hakk’ın zatında kemâl sahibi ve başkasını kemâle erdirici olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Sonra,”rabbil’alemin”der. Bu da, zatında kâmil olan ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, tek ve şeriki olmayan bir ilâh olduğunu gösterir. O,”Errahmânir’rahim”dediği zaman, bu, zatında kâmil ve başkasını kemâle erdiren ilâhın, rahmette, kullarına son derece lütuf ve ikram etmesinde şerikten, ortağı olmaktan, misli ve benzeri olmaktan, zıddı bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki kemâl ve celâl manalarını tasavvur etme hususunda, insan aklının, anlayışının ve hayalinin ulaşabileceği en son nokta ancak bu makamdır.


İşte bu sebeble, Cenâb-ı Hakk burada: “Kulum bana tazim etti” demiştir Hadis-i Kudsî’deki: “Kul,Mâliki yevmiddin dediğinde, Allah: “Kulum beni yüceltti .”,


Bana yakışmayan şeylerden tenzih ve takdis etti” der.” ifadesine gelince, bunun izahı şudur: Biz bu dünyada zalimlerin mazlumlara baskı yaptığını; güçlülerin güçsüzleri ezdiğini; muttakî, kâmil bir âlimin geçim sıkıntısına düşebildiğini; günahlara dalmış kâfirin ise rahatın ve lüksün zirvesinde yaşadığını görüyoruz. Bu durum ise merhametlilerin en merhametlisi, hükmedenlerin en iyisi olan Allah’ın rahmetine uygun düşmez. Cenâb-ı Allah’ın zalimlerden mazlumların hakkını alması, kendisine itaat edenlere mükafaatlarını, inkar edenlere ise cezalarını vermesi için kıyamet, ba’s ve haşr bulunmasaydı, bu ihmal ve imhal {mühlet tanıma), Allah’ın kullarına bir zulmü olurdu.


Ceza günü ve din günü var olunca, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına zulmettiği vehmi ortadan kalkar. Bu sebebten dolayı Cenâb-ı Allah: “(Bütün bunlar) kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeli ile mükâfatlandırması için ” (Necm, 31) buyurmuştur. Kudsî hadisteki işte Cenab-ı Allah’ın, “zulüm ve zulüm huyundan Beni tenzih eden” kulum Beni yüceltti” sözünden kastettiği budur.


“Kul ”İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în” dediğinde, Allah: Bu Benimle kulum arasındadır” der.” ifadesine gelince, bu cebr ve kader meselesinin esrarına işarettir. Çünkü kulun”İyyâke na’budü”sözünün manası, kulun ibadet ve taat işine yöneldiğini haber vermektir. Sonra Cebr ve Kader bahsi gelir. Bu da şu demektir: Kul, bu işi yaparken bağımsız mıdır, değil midir?


Gerçek şu ki o, bağımsız değildir. Çünkü kulun kudreti, ya hem yapmaya hem de yapmamaya elverişlidir veya değildir. Eğer gerçek olan birincisi ise bu kudretin yapmamanın değil de yapmanın kaynağı olması ancak bir müreccih (tercih eden) sebebiyledir. Eğer bu müreccih kul ise, başa dönülmüş olur. Eğer bu müreccih kul değil de Allah ise, Allah’ın, engellerden kurtulmuş olan bu sebebi yaratmış olması, O’nun yardım etmesidir.”ve iyyâke neste’în” sözü ve, “kalbimizde bizi batıl inançlara ve bozuk amellere davet eden bir sebeb yaratma ve bize katından bir rahmet ver!” anlamına gelen (al-ı imrân. 8) ayetinden kastedilen de budur. Bu rahmet, Allah’ın bizi iyi “âmellere ve doğru inançlara çağıran sebebi yaratmasıdır.


İşte yardım etme ve yardım talebinde bulunmadan maksat budur. Bu sözü söylemeyen bir kimse, kesin olarak sözünün manasını anlamamıştır. Bu ortaya çıkınca, Hakk Te-âlâ’nın: “Bu benimle kulum arasındadır” sözünün doğruluğu ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk’tan olan kısma gelince, bu Allah’ın kesin müessir sebebi yaratmasıdır. Fiilde kuldan olan kısma gelince bu kuldaki kudret ile Cenâb-ı Allah’ın yarattığı sebebin bir araya gelmesiyle, bu fiilin meydana çıkmasıdır. Bu, üzerinde iyice düşünülmesi gereken dakik bir meseledir.


Hadîsi Kudsîde Cenâb-ı Allah’ın: Kul ”İhdinessırâtel müstâkim”dediğinde, Allah: “Bu kuluma aittir ve kuluma istediği vardır” der ifadesine gelince, bunun izahı şöyledir: Biz, ulûhiyetle ilgili bütün meseleleri ısbat ve nefy hususunda, nübüvvet meşelerinin tamamında ve meâd (ahiret)la ilgili meselelerin bütününde, insanların ihtilâf ettiklerini görüyoruz.


Bu konuda, şüpheler baskın çıkıyor ve karanlıklarsa her tarafı basmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın künhüne ve hakikatine, çoğunluk içindeki pek az insan vasıl olabilir Bütün insanlar, akıl, fikir, çok araştırma ve iyice düşünme hususunda eşit olmalarına rağmen, bu hâl pek azına nasip olabilmiş..


Şayet Cenâb-ı Allah’ın hidayeti ve yardımı olmasaydı, hakkı isteyenin gözünde hakkı süsleyip, batılı da onun gözünde çirkin göstermemiş olsaydı -nitekim Cenâb-ı Hakk “Fakat Allah size imam sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü, (âşıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi” (Hucurât. 7) buyurmuştur- hiç kimsenin hakka ulaşması mümkün olmazdı.


İşte bu sebeble kulun ” “Bizi dosdoğru olan yoluna ilet” sözü de, bu duruma işaret etmiş olur Yine, bâtılı bâtıl olarak bilen kimsenin bâtıla razı olmaması, onun ancak gerçek bir inancı, sağlam bir dini ve doğru olan hükmü istemesi de, buna delâlet eder. Eğer iş, sadece kulun ihtiyarıyla olmuş olsaydı, hiç kimsenin hataya düşmemesi gerekirdi. Birçok kimsenin sapıklık denizinde boğulduğunu görünce,Hakka ulaşmanın sadece Allah’ın hidayeti ile olduğunu anlarız. Bütün peygamber ve meleklerin bunda mutabık olmaları da, bu görüşümüzü güçlendirir. Meleklere gelince “Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Senin öğrettiklerinden başka, bizim ilmimiz yoktur. Muhakkak kı Sen, her şeyi hakkıyla bilen ve sonsuz hikmet sahibi olansın ” (Bakara, 32) derler.


Hz. Âdem, “Rabbimiz, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğramışlardan olacağız” (A’râf. 23); Hz. İbrahim. “Eğer Rabbim beni hidayete ulaştırmazsa, muhakkak ki ben, sapılmışlardan olacağım!’ (En’âm 77); Hz. Yûsuf, ” “Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kulların arasına kat” (Yûsuf. 101); Hz. Mûsâ, “Rabbim, göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, ki sözümü anlayabilenler…” (Tâhâ, 25-28) ve


Hz. Muhammed (s.a.s.) de. “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra, kalblerimizi sapıtma! Ve bize, katından bir rahmet ver! Muhakkak ki, sen çokça verensin!” (Âl-i İmrân. 8) diye dua etmişlerdir


Bu hadîs-i kudsideki incelikler hususunda söyleyebileceğimiz söz budur. Söylemediklerimizse, söylediklerimizden daha çoktur.


Dördüncü fayda: Fatihanın ayetleri yedidir.Namazda gözle görülen ameller de yedidir Bunlar, kıyam, rükû, rükûdan doğrulma, ilk secde, bundan doğrulma, ikinci secde ve tahiyyâta oturmadır. Böylece Fâtiha’nın ayet sayısı, namazdaki bu işlerin sayısına eşit olmuş olur. Bundan dolayı da bu işler sanki bir beden, Fatiha ise o bedenin ruhu gibidir. Kemâl derecesi, ancak ruh ile bedenin birleşmesiyle elde edilir. Buna göre, besmele, namazdaki kıyamın karşılığıdır. Görmez misin ki besmeledeki “be” harfi Allah’ın ismi ile birleşince ayakta kalır Yine besmele ile işlere başlanır Peygamberimiz (s.a.s.) “Besmele ile başlanılmayan her önemli iş güdük’i”[121] buyurmuştur. Cenab-ı Allah da: “Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse felaha ermiştir” (Alâ. 14-15) buyurmaktadır.


Namazdaki işlerden kıyamın da durumu aynıdır. Böylece, şu yukarıda zikredilen hususlar muvacehesinde besmele ile kıyam arasındaki münasebet görülmüş olur.” sözü, namazdaki rükûun karşılığıdır. Çünkü kul, hamdetme makamında hem Hakka hem de mahlûkata bakar. Çünkü hamdetmek, Cenâb-ı Hakk’tan gelen nimetler sebebiyle O’na sena etmekten ibarettir. Bu makamda kul, hem nimet verene, hem de nimete bakar.


Bu bakımdan hamd makamı,arazlarla, istiğrak hali arasında orta bir haldir. Rükû da kıyamla secde arasında orta bir haldir.”el hamdu” lâfzı nimetlerin çokluğunu gösterir. Çok nimet ise, kişinin sırtına ağır gelen şeylerdendir.


Bu nedenle, insanın sırtı rükû ederek eğilmiştir.”er rahmanir rahim” sözü rükûdan doğrulma haline uygundur. Çünkü kul, rükûda, Allah’a tazarru edip eğilince, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yakışan, onu yeniden doğrultmasıdır. İşte bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.): “Kul, (ruküdan kalkıp da) (Cenâb-ı Allah, kendisine hamdedeni duyar) dediğinde, Allah o kula rahmet ile bakar” buyurmuştur. ”Maliki yev middin”sözü ilk secde haline uygundur. Çünkü senin böyle söylemen, Cenâb-ı Hakkın kahrının, celâlinin ve kibriyasının kemâline delâlet eder. Bu da çok şiddetli bir korkuyu gerektirir.


Bundan dolayı, buna, en mükemmel bir şekilde huzû ve huşu yakışır ki işte bu secdedir. ”İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” sözü iki secde arasındaki oturuşa uygundur. Çünkü sözü birinci secdeyi sözü ise ikinci secdeyi yapabilmek için Cenâb-ı Allah’tan yardım istediğini haber vermektedir.


”Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn”(sözü, en mühim şeyi istemektir. Dolayısıyla bu isteğe, huzurun zirvesini gösteren ikinci secde uygun olur, sözü de, namazdaki tahiyyata oturma haline uygundur. Çünkü kul, son derece mütevazi olunca, Allah Teâlâ, onun tevazuuna ikram ile karşılık vermiştir. Bu ikram da, Allah’ın ona huzurunda oturmasını emretmesidir.


Bu ise Allah’ın, kula en büyük inamıdır. Bu, sözü ile bunun arasında son derece kuvvetli bir münasebet vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, “Kabe kavseyn”e yükseltmiş olduğu için, ona nimet vermiş olunca, O, bu esnada: “En mübarek selâmlar ve en hoş salâtlar Cenâb-ı Allah’a aittir.” demiştir. Namaz müminin miracıdır Mü’min, miracında, Allah’ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraçta söylediği kelimeleri söylemesi vâcib olur. Yine kul, “ettehiyyât’i okur ve bu, namazda meydana gelen miracın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in miraç güneşinden bir meşale, ve o miracın denizinden bir damla olduğuna bir tenbih gibi olur.


Bu da Cenâb-ı Hakk’ın: “İşte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddikler, şehitler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır” (Nisa. 69) ayetinin gerçekleşmesidir Bil ki sayısı yedi olan Fatiha ayetleri, namazdaki bu yedi iş için, bir ruh; bu yedi fiil de, insanın yaratılmasında mevzubahis olan yedi mertebenin ruhu mesabesinde olur.


İnsanın yaratılışındakı yedi mertebe de şu ayetlerde bahsedilenlerdir: “Andolsun ki insanı çamurdan bir hulasadan yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan damlası haline getirdik, derken o (canlı) kan damlasını bir çiğnem (lokmalık) et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik ve o kemiklere et giydirdik. Daha sonra onu başka bir yaratışla inşa ettik. Suret yapanların en güzeli olan Allah’ın sanı ne yücedir” (Mü’minûn. 12-14). Buna göre bedenin ve ruhun birçok derecesi bulunduğu görülür. Ruhların ruhu, nurların nuru ise Cenâb-ı Hakk’tır. Nitekim Cenâbı Allah: “Şüphesiz en sonunda gidiş ancak Rabbinedir.” (Necm. 42) buyurmuştur. 122[122]


Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386.


Dipnotlar:


113 Müslim. Salât. 38. 40 (1/296, 297); Ebû Dâvud. Salât, 132 (1/217); Tirmizi, Tefsir; 2 (5/201); Ne-sâı, İttitah, 23 (2/136)


[114] Daha önce geçti.


[115] Daha önce geçti.


[116] Daha önce geçti.


[117] Daha önce geçti.


[118] Namazların her rekâtinde Fatiha Sûresi´nin okunmasının farz oluşu, Şafiî Mezhebine göredir. Ha-nefılere göre, namazda Fatiha Sûresi´ni okumak vaciptir.


[119] Mefhûm-u küllî: Manasında birçok varlığın ortak olduğu bir kelimedir “İnsan” kelimesi gibi. Bu kelime insan olan her varlığı ifade eder.


[120] Bu hadisi Ebu Nu´aym. Htlye´sınde; Tabarânî, Evsafında; Beyhakî, Şu´ab´mda zikretmiştir (Keşfu´l-Hafâ. 1/311)


[121] Daha önce geçti.


[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu?l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/377-386
Devamını Oku »

Bir Hadis ve Şerhi



“Şübhesiz Allah Teâlâ ben-i Âdem’i, İçinde (sinir sistemi içinde duygu olarak) zinadan bir pay olduğu halde yaratmıştır. Âdem oğlu ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur. Şu halde gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktırn. Nefs de temenni ediyor ve şiddetle arzuluyor; haya yeri de bunu (duyuların arzusunu) bazan tas­dik eder, bazan da yalanlar.” mealindeki hadîs-i şerîfin sonuna kadar birkaç mesele vardır:

a-“Şübhesiz Allah Teâlâ ben-i Âdem'i, içinde zinadan bir pay olduğu halde yaratmıştır, yazmıştır.” Yani kulun zina edebilecek du­yuları ve yapabilme kuvveti yaratılmıştır. Bu duyularla kul meyleder, işti­yakla arzular ve sever. Hislerine hâkim olmadığı takdirde, yani birinci dereceden beşinci dereceye varıncaya kadar istiğfar, zikir veyahud baş­ka birşeyle engellemese

b-“Ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur.” Yani imkanları kullanmaz ise şübhesiz işleyecektir. Çünkü menfî, müsbet olarak kalbe gelen istek ve arzunun iştiyak tarafı iradeyi tahrik etmiştir. Tahrik ettikten sonra şübhesiz kul yapmamaya kabiliyetli olsa bile yapmaya çalışacak­tır, diye Kâdı Beydâvî mana etmiştir. Öyle ise azim derecesinde, yap­masa bile sorumluluk vardır. Ancak bu sorumluluk istiğfarla afuv olunur, cezayı kabul etmez.Ibnu Rıslan diyor ki: “İnsan fiilini terk edebilmek imkanına sahib olduğu için, yapması halinde ya kınanır ya cezalandırılır ya da mükafatlandırılır.”

Binaenaleyh Rasyonalistlere yahud Cebriyye ve Kaderiyye mezheblerine hadîs-i şerîfte bir delil yoktur. Çünkü "kulun aleyhinde yazmıştır” demek, "kuluna yaptırmıştır" demek değildir. Şöyleki, "yazmıştır"ın manası: tesbit etmiştir, demektir.

Doğrusu, Allah Teâlâ mukadderâtı yani olacak olayların plânını, olduğu üzere ilminde tesbit etmiştir. Binaenaleyh “Ona ulaşacaktır, bunda şübhe bile yoktur.” mealindeki cümlenin manası: “Kul terk edebilme imkanına sahib ise bile, yapabilme kabiliyet ve gücü iradeyi tahrik edince, azmi ile "ona" yani kasdettiği fiile ulaşacaktır.” demektir. Nitekim ifade ettiğimiz mana, hadîsin şu son kısmından tamamen anlaşılmaktadır: “Şu halde gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktır. Nefs de temenni ediyor ve şiddetle arzuluyor; hayâ yeri de bunu (duyuların arzusunu) bazan tas­dik eder, bazan da yalanlar.”

İmam Gazâlî de şöyle buyurur:Duyularla aza ve kalbin aralarında hayret verici irtibatlar vardır. Mesela kalbe arzu gelmekle göz veya diğer azalar fiile geçmek üzere hazırlanırlar. Aksi de öyledir. Nitekim gözün bakması anında kalb temenni eder, nefs de şiddetle arzular. Artık aklın sultanı hangi tarafı engellerse öbürü de susar ve vazgeçer. Malum olduğu üzere, göz, dil ve hayâ yeri zinanın masdarı oldukları İçin zina onlara isnad edilmiştir. Bununla beraber çoğu zaman bunlar hepsi zinayı azimlerler. “Fakat hayâ yeri onlara itaat etmez, yani onları yalanlar." mealindeki cümle şunu ifade eder: iç latifeler, doğrusu ruhun aletleri çalışırlarsa bu gibi günahları kula işletmezler, aksi takdirde kul iradesine hâkim olamaz.

İmam Kurtubî diyor ki: «Yukarıdaki hadîs-i şeriften şu manayı anlıyo­rum:

a-Allah Teâlâ'nın ilm-i ezeliyyesinde her şey tesbit edilmiştir. Her şeyi O yaratır. İster kulun iradesi ile yaratsın ve ister yalnız Kendi iradesi ile yaratsın.

b-Kulda bir cüz'i ihtiyârî var, şiddetli arzu ile ifade edilir, ona kisb denilir. Demek ki kul cüz'î iradesiyle fiilini yaratmadığı halde kisbeder.»

Nefs-i nâtıka veya emmâre, vehmiyye kuvvetiyle bedene hâkim olduğu müddetçe göz, el, kulak duyuları vicdanın yolunu şaşırttırırlar. Onun için de daima iki ruh çarpışır. Yani nefs kendisinde mevcud olan özellikleriyle şerri arzular; ruh da a'lâ-i illiyyînden olduğu münasebetiyle hayrı arzular. Allah Teâlâ da her iki arzunun fiile geçmesi halinde şerri veya hayrı yaratır. Demek her bir duyunun mukabilinde ayrıca o duyuyla yapılacak hayr ve şer de vardır. Allah Teâlâ duyuları yaratmış olduğu gibi dördüncü derecedeki hayrlı arzuya mükafat vermiş, şerli arzuyu da afuv etmiştir. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

*“Muhakkak Allah Teâlâ (kulun her aza ve duyusunun arzusuna mukabil) iyilik ve fenalıkları yazmıştır. Sonra onu beyan etmiştir. Binaen aleyh her kim iyiliği şiddetle arzularsa (hemm derecesinde) ve işle­mezse, Nezdi'nde o kula kâmilen bir mükafatı yazar ve tesbit eder; şayet arzular ve işlerse, Nezdi'nde bire mukabil (en az) on, yedi yüz kat ve daha çok katlarla mükafatlandırır. Kul bir fenalığı şiddetle arzular, (azim derecesine gelince) terk ederse yine Allah Teâlâ Nez­di'nde ona bir basene yazar. Şayed İhtimam eder, o fenalığı İşler­se Allah Teâlâ mukabilinde sadece bir günah yazar."

Zemahşerî Keşşaf kitabında şöyle demiştir: Hayr mukabilinde Allah Teâlâ'nın birçok sevabı yazması, O'nun fazl-u keremidir; fenalıklara mu­kabil bir cezayı tesbit etmesi adaletidir. Demek insanda hem hayr, hem şer arzusu mevcuddur.

Yukarıdaki hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, Sigmund adlı feylesofun zannettiği gibi insan şehvetten ibaret değildir.

Bilakis bu noktaya fıtrî me­yil ve muhabbet diyeceğine şehvet demiştir. Halbuki şehvet yalnız celbedilecek şeylerde mevcuddur. Amma tam zıddı olan nefrette ise -ki bu da insanda mevcuddur- yalnız şehvetten ibaret değildir. Her bir duyu­nun içinde bir iyilik veya fenalık sıfatı vardır; bu meyil ile tabir edilir, şeh­vetle tabir edilmez. Bu meyille insan veya hayvan, hayatının idamesine sevk olunur. Ne fayda ki bu hissin tesbitinde Sigmund Freud, nefs-i nâtıkanın tek tarafını yani meyil tarafını görmüş, nefret tarafını görme­miştir, onun için hayrlı ve şerli arzuyu şehvetle tarif etmiştir.

Adı geçen feylesof bu noktada dört cihetle hataya düşmüştür: Hemm ve azim ara­sında fark görmemiştir; sevgi meylini, şehvet meylini veyahud da meylin terk edilmesini birbirinden tefrik etmemiştir. Burada şu kadar deriz ki, canlıların birbirine temâyülü şehvetten değildir; bazan muhabbetle ba­zan da nefretle tabir edilir. Her nasıl olursa olsun, yapmak veya yapma­mak arzusu dördüncü dereceden beşinciye varırsa mesuliyet vardır, İster kişi fiilinde muvaffak olsun ve ister olmasın. Ancak istiğfarla bu şer afuv olunur. Nefsler arasında cazibeler olduğu gibi, ruhlar arasında da temâyüller vardır; buna meyl-i küllî denilir. İzafe hasebiyle meyl-i küllî dört kısımdır:

a-Aslın ferini çekmesinden ibaret meyl-i küllî.

b-Fer'in aslına cezbolunmasından ibaret meyl-i cüz'î. Bu ikisine mi­sal, insanın suya, toprağa meyledip sevmesi gibi. İnsanlar arasında bu bazan merhamet, bazan da şefkatle ifade edilir. Babayla evladın arasın­daki sevgi gibi.

c-Lezzeti celbetmek, gayrından faydayı temin etmekle, diğer ifa­deyle menfaati kendi şahsına tahsis etmekle ifade edilen meyl-i küllî. İşte bu şehvetle tabir edilir ki, Sigmund Freud yalnız bunu görmüştür.

d-Küllî veya cüz'î de olsa ruhun diğer ruha meyletmesi. Buna aşk denilir. Aşkın tarifi aşkla ifade edilir. Mesela maşuk aşıkı öldürse bile, aşık bu öldürmeyi de kendine mükafat bilir. Nitekim pervane ateşte aşk­tan dolayı bir nuru müşahede eder, kendini yakmış olur; ateşin ızdırabını hissetmez. Ayaa! Bu şehvetle veya şehvet bununla nasıl ifade edilebilir?...

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.72-74
Devamını Oku »