Güzelliği Ararken

Güzelliği Ararken



Ruh için günlük pratik hayattan zaman zaman uzaklaşmak ve zamansız, ebedî gerçeklikleri tefekkür etmek önemlidir. Kimi geleneklerde bu duruma 'ruh tatili' adı verilir. Hayret ve tefekkür anları için günübirlik etkinlikten sarf-ı nazar etmek. Yoldan geçerken manzara sizi büyüler ve hemen bir mola verip o güzelliği içinize çekersiniz. Ruh, her gün bir güzellik anını yakalar. Güzellik biçimde değildir, eşya ve tabiatın bizi tefekküre ve kâinatla yekvücut olmaya davet eden yanı niteliğindedir. Güzellik, tahayyüle hadsiz bir ufuk kazandırır, asla kuruyup yitmeyecek bir tahayyülü besler. Seyri hoş olmayan bir şey bile kalbi derin bir tahayyüle gark etmek suretiyle kendi güzelliğini vazeder.

Mabetler sadece pratik sebeplerle inşa edilmez, onlar aynı zamanda tahayyül içindir. Sinan'ın eserleri ruhun güzellik ihtiyacına hitap eder, bize kutsalı düşleme imkânı sunar. Güzelliği takdir etmek, ruhu karıştıracak şeylerin gücüne açık olmakla mümkündür. Eğer güzellik karşısında etkileniyorsak, o halde ruh uyanıktır. Ruhun yeteneği, etkilenebilmesinde gizlidir.

Yıldızların parladığı bir çöl gecesi tahayyül edin. Saf ve duru sessizliğin ortasında. Oradan yayılan şey, güzelliktir. Burada güzellik, gözlemcinin yansıttığı bir şey değildir, kaçınılmaz bir biçimde gerçektir ve kalplerimizde karşı konulmaz bir tepki uyandırır. Tıpkı doğruluk ve iyilik gibi, güzelliğe de tepki veririz. Çünkü onlar bizim dışımızdaki nesnel gerçeklerdir, bize ilham verir ve bizi ışığın kalbine taşırlar.


Estetik deneyim, bize acil ben-yönelimli ihtiyaç ve ilgile­rimizin dışında ulvî bir dünya olduğunu fısıldar. İnsan iyi­lik, doğruluk ve güzelliğe cevap veremediğinde tam ve sağ­lıklı bir biçimde yaşayamaz. “Kendi değerini kendin yarat” tarzı yüzeysel bir felsefe burada işe yaramaz, kendi adımıza hedefler icat ederek hayatın anlamını yakalayamayız. İnsan tabiatı, ancak dünyanın güzelliği karşısında duyduğu hay­ret ve lezzet yeteneklerini sistemli bir biçimde derinleştir­mekle kendisini gerçekleştirir. Şefkat, merhamet, sempati ve diyalog gibi ahlâkî duyarlılıkları geliştirmekle kendimizi gerçekleştirebiliriz. insanlık durumu kırılgan. O halde, ras­yonel bir biçimde iyiliğin tarafında saf tutmak yetmez. So­nunda iyiliğin kazanacağına, iyiliğin mukavemet edeceğine de inanmamız icap eder. Ümidin ışığında yaşamak gerekir. Böyle bir iman ve ümit, ikisine ilham veren aşk gibi, bilimsel bilginin alanından devşirilemez. Onları ancak manevî disip­linlerin yardımıyla elde ederiz. Bütün iyi manevî yollar in­şam doğru eyleme, kendini keşfetmeye ve diğerlerine saygı duymaya davet eder. Manevî olan ancak güzelliği görmekle başarılır ve nihayet ancak manevî temrinlerle güzelliği açık seçik görebiliriz.

Allah, Hüsn-ü Mutlak’tır, mutlak güzel. Güzellik karşı­sında duyduğumuz hayranlık, bizi Güzeller Güzeli’ne yak­laştırır. Bütün güzellikler O’nun güzelliğinin tecellisidir. Güzeller ve güzellikte ezel âleminin hatırası vardır. “Nereye dönerseniz dönün, orada O’nun yüzü, O’nun güzelliği var.” Güzellik, insanın içinde uyanmak isteyen bir hatıradır.

Kemal Sayar - Herşeyin Bir Anlamı Var

Devamını Oku »

Kaderin Tanığı


Pek çoğumuz, varlığımızın dünya üzerinde pek az yer tuttuğunu düşünüyoruz. İnsan teki, koca dünyada ne ka­dar da çaresiz, değil mi? Yapıp etmelerimizin, düş ve düşün­celerimizin dünyayı değiştiremeyeceğini sanıyoruz. Ben size şimdi başka bir hikâye söyleyeceğim: İyilik dünyayı değişti­rebilir. Kalbinde iyilik ve ruhunda bu iyiliği harekete geçi­recek bir irade taşıyan herkes, tarihi yeniden yazabilir. An­cak iyiliğin iradesi bizim dünyadaki varlığımızı görünür kı­lar; bizden başkalarına taşınacak bir ümit, bir neşe, bir se­vinç dünya yüzeyindeki alanımızı genişletir.

Ey hayatı bir eksiklik duygusuyla yaşayan ve hiç gelmeye­cek baharı terennüm eden nazenin ruh, bırak kendinle uğ­raşmayı. Senden yardım bekleyen bir dünya var bak dışarı­da. Bir insana çare ol. Bir yurtsuza barınak ol. Kendi evi­ne korkmadan yürü, kentli çocukluğuna kavuş. Şifa veren, seni erişkin hayatına yaralı bir ceylan olarak saldıysa, bu di­ğer yaralanmışları daha iyi anlayabilmen içindir. Onları iyi­leştir. Onlarla iyileş.

Bak, hayat yine çağıldıyor dışarıda. Onunla ve onda de­rinleş. Derinleş. O kadar derinlere in ki, kaderin sana gü­lümsediğini gör. Kimseye kendi kalbinden öte bir yurt yok. Oraya cihanı sığdırabilirsen, ne mutlu sana!

Kaynak:

Kemal Sayar,Herşeyin Bir Anlamı Var
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatini Bilmekte 6 Fayda Vardır




Bütün akıllıların ittifakıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek farzdır. Bazı hukemâ ve ehli tasavvuf: "İnsana Hâlık'ını bilmek için en evvela kendi nefsini bilmesi farzdır." dediler. Ehli kelam ve diğer bazı hukemâya göre, en evvela vacib, Hâlık'ın varlığını bilmektir, ihtilafları lafzî bir nizâ'dan ibarettir. Çünkü Ma'rifetullah en şerefli bir ilimdir. İttifakla Allah'ı bilmek farzdır. Ha müessiri bilmiş sonra esere inmiş, ha eseri bilmiş son­ra müessire yükselmiş. İki yoldan hangisiyle insan tefekküre başlarsa başlasın, maksad müessiri bilmektir. Biz bu eserde hukemâ ve ehli ta­savvufun yolunu takib etmekteyiz. Çünkü ilm-i ahlakın konusuna en uygun yol, eserden müessire yükseliş yoludur. Binaenaleyh insan keli­mesinin mana cihetiyle altı tarafına bakarsak, altı cihetle Allah'ın varlığını bildirir. Her bir cihet a'zamî bir faydadır. En azında insanın tüm vücudunu idare edecek beyin içindeki zar korkunç bir zekaya sahibdir. Bu üstün zekayı Yaratan'ın, daha üstün ilme sahib olması lazımdır, insanın bu sırrına vâkıf olan aslâ Hâlık'ı inkar edemez.

1 -İnsan iç organlarına dikkatle bakarsa, mesela kalb, ciğerler, böb­rekler gibi, evvelden tarif etmiş olduğumuz göz ve kulak cihazlarının asabî damarları gibi, her biri bir fabrikadır. Bunların kendiliğinden var ol­masına ve halihazırda muntazam çalışmasına aslâ imkan yoktur. Bun­ların hakîkatine vâkıf olan bir şahıs, kendisinin başı boş olmadığını se­zer, bilmecburiye Hâlık'ına inanır. Bu inanç ona İki hakîkati emreder. Bi­rinci emrle Hâlık'ına yönelir, O'na ibadet eder, ikinci emrle nefsine dö­ner, ebnâ-i cinsine yine Hâlık'ın emriyle muamele eder. Demek insanın kendi hakîkatini bilmesindeki birinci fayda budur.

*“...Bilin ki Allah kalblerinizdekini muhakkak bilir. Artık 0'n(un aza­bımdan sakının...” [El-Bakara 235] mealindeki ayet-i kerîmede bu iki emr anlaşılmaktadır. Kul kendi nefsinin acizliğini bilmekle ebnâ-i cinsine gü­zel muamele ettiği gibi Rabb'ine de inanır, azametini düşünür ve yüceli­ğini bilmekle de fenalıklardan arınır. Bundan daha güzel bir fayda ne olabilir?..

2-İnsan ruh cihetiyle en ulvî, beden cihetiyle süflî olduğundan tıpkı bütün kainatı içinde taşıyor demektir. Kendi varlığını ve ruhânî cevherliğinin ebedîliğini bilen ve kendini tanıyan elbette Hâlık'ını bilir. Bu bilgi ona kulluk vazifesini yaptırır. Bunun içindir ki bilgiye sahib olup bilgisiyle amel etmeyen, şu ayet-i kerîmede şiddetle tenkid olunmuştur.

*“Nefsleri hakkında iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah o gökleri, o yeri ve aralarında bulunan şeyleri hak ve muayyen bir ecele (va'de-ye) sebeb olmaktan başka yaratmamıştır. Hakîkaten insanlardan çoğu Rabb'lerine kavuşmayı cidden inkar edicidirler.” [Er-Rûm 8] buyrulmuştur. Gafil insanlar kendi beden ve rûhânî cihetlerini, yaratılışını ve her bir nefsteki hususiyetleri, hatta her bir nefsin de muhtelif hallerini cidden bilmedikleri için Allah Teâlâ'yı ve ahiret gününü -ruhları gibi- inkar ederler. Demek cidden düşünselerdi inkar yoluna gitmezlerdi. Bil­ginin alâmeti şübhesiz amelî tatbîkattır demektir. Bu itibarla ehli tasav­vuf: "Kendini bilen Rabb'ini bilir." dediler.

*“Elbette onlara ufuklarda ve kendi nefslerlnde ayetlerimizi göste-receğiz. Tâ ki (Kur'an ve Tevhid yollarından ibaret) hak beyan olunsun.” [Fussilet 53] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan âfâkî mahlukatta ve kendi varlığındaki hikmetli organlarına bakar, yer yüzünde cârî olagelen hâdiselere dikkat edip düşünürse, Kur'ân'ın ve peygamberlerin yüceli­ğine inanacaktır. Bu inanç, İslamın emretmiş olduğu hükümleri icra etti­recektir. Çünkü ilim ameli gerektirir. Bu ayette de birçok mucizeler vardır; bir kısmı asrımızda tezahür etmiş, bir kısmı da ileride tezahür edecektir.

3-Ma'rifetin semeresi olan nûr-u İlâhî kalbe geldikten sonra âfâkî ve enfüsî deliller müşahede olunur. Müşahede haline yükseldi mi insan, nefsindeki küfür yok olur. Doğrusu kalbdeki olan iman, amelî tatbikle kemiyetleşir, güneş gibi güzel ahlakla görünür. İşte faydanın kemâli bura­da tahakkuk eder. Demek buhar tebahhur edip bulut içinde yağmura kalbolduğu gibi, insanın imanı da amelî tatbikle maddeleşir ve güzel ah­lakın nuruyla da güneş gibi tezahür eder. İmanın bu zuhur eden nurunu müşahede edemeyen ehli küfür şu ayet-i kerîmede de tenkid olunmuş­tur;

*“Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendi (nefs ve inlile­rinin yaratılışında onları şahid etmedim. (Hak ve hakîkat yolundan) Saptıranları da yardımcı etmiş değilim.” [El-Kehf 51] buyrulmuştur. Kü­fürden ayrılmayan insan, kendi yaratılışını ararken ya Ulûhiyeti kendi nefsine isnad eder ya da nefsini ona ortak eder. Sapkınlık da budur. Böylelerin bilgileri sadece vehim ve hayalden ibarettir. Onun için ibretle­ri almaktan aciz kalırlar. Amma kalbinde iman nuru tecellî etmiş mü'minlerse tefekküre daldı mı, yer küresinin üzerindeki maden, nebat, hayvan ve saireleri, hatta kendi varlığındaki Allah Teâlâ'nın kudretinin yaratmak sikkesini okur, müşahede eder ve bu sayede bilgisi ona yakîn derecede amel işlettirir; her bir zerrede binlerce ibretleri görür ve binaenaleyh ebedîliğine ister istemez inanır. Nitekim:

*“Yer(küresin)de kâmil iman ve yakîn sahihleri için ayetler vardır. Kendi nefslerinde de (nice ayetler var). Görmez misiniz?” [Ez-Zâriyât 20- 21] buyrulmuştur. Demek ehli küfür kainat içindeki bunca hayret verici alâmetleri görmezler. Kaptan Coustou gibi bir ehli ilim, Kudretin bir tek mucizesini görünce müslüman olur. Demek bir insanın iman etmesine birçok sikkeleri değil, bir tek ibret kâfi gelir.İşte fayda budur.Her bir in­san kendi nefsindeki bir hikmeti müşahede ederse, ilmi onu İslam deni­zinin içerisine sevk eder.

4-Rûhânî, nefsî ve aklî cihetleriyle beraber kendi varlığını düşünen, şübhesiz âlemin maddi cihetini ve fânîliğini sezer. Kendisinde ruhu ve istiklâli ve ruhunun ebedîliğini müşahede eder. Bu müşahededen dolayı ahirete göre faydasız olan dünyanın her şeyini terk eder, ahiret yurduna döner, orada şerefi kazanmaya çalışır. Binaenaleyh hakîkî insan olur.

5-Bir insan hayvânî kalbini, bedenini ve ruhun hakîkatini müşahede ederse, kendisinde gizlenmiş en büyük düşmanını da müşahede eder, yani nefsini görür, onu Rabb'ine şikayet eder, şerrinden Rabb'ine sığınır. İşte ilim, yani insanın kendini bilmesine işaret şu hadîs-i şerîf ne güzel ırşad etmiş: *“Senin en büyük düşma­nın iki kürek kemiği arasındaki nefsindir.” buyrulmuştur. Artık bu yetmiş başlı ahtapotun şerrinden sakındırmak için irşad babından Rasûl u Muhterem şöyle dua ederdi: *Allah'ım! Bana (akıl ve ruhuma) rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden uzaklaştır = koru.” Demek İnsanın güneş gibi olan ruhuyla yer küresi gibi olan kalbi arasına, ay küresi gibi nefs girdi mi, kalb ruhtan feyz-i llâhiyye'yi kesbedemez olur; çekilirse de ruh kalbe akseder. Artık bütün kemâlatları kalbde bittirir yani ihya eder. Buna rüşd denilir. Artık nefsin iki küre arasından çekilmesiyle akıl, nefsini, kainatı güzelce anlar. Anlayışlı olur, şuurlanır insan. Bu şübhesiz ki en büyük faydadır. Bunun için insan kendini bilmelidir.

6-Nefsin desîselerini öğrenen ve onu idare eden bir insan, bir mem­leketi rahatlıkla idare eder. Bu bilgi sayesinde İktisadî, siyasî bilgilerini de tekmil ettirir. Çünkü kendi nefsinin ayıblarını idrak eden, ayıblardan arınır; gayrının ayıblarını gizleyerek onu irşad eder, arındırır. Tabiî ki bu en büyük siyasettir. Nefsini terbiye ettiği gibi gayrını da kemâlâta erdirir, işte bu adalet ve iktisaddır. Bu iki dişli anahtar, Allah'ın rahmet kapılarını açar. Nitekim,*“Allah Teâlâ başka-sının ayıbından yüz çevirip kendi ayıblarıyla meşgul olan kişiye merhamet etsin.” mealindeki hadîs-i şerîf, bu anahtara ve kapıların açıl­masına işaret etmektedir. Demektir ki kendi nefsinin desîselerini Öğre­nen, yer yüzündeki hâkimiyet makamına ve halîfeliğe layık olur.

Nitekim buraya işaret de,*''Umu­lur ki Rabb'lniz düşmanlarınızı helak ettikten sonra sizi yer yüzü­nün halîfesi yapacaktır...” [El-A'râf 129] buyrulan ayettir. Gerçek şu ki insanın içindeki şehvet kuvveti menfaati celbetmek hususunda devletin ziraat, ticaret, yerden kanal açmak ve madenleri çıkarmak, sanayiden mahsulü almak müesseselerine benzer. Aralarındaki fark, bu müesse­seler bedenin takviyesi için gıdayı toplamaya çalışırlar; şehvet kuvveti ise toplanan o gıdalardan faydalanır. Hem mesela gazab kuvveti, topla­nan veyahud istihsal olunan malları korumak bakımından görevli askeri­ye ve mülkiye müesseselerine benzer.

Bunlar ferdlerin zulmünü kaldırıp mazlumu zulümden kurtardıkları gibi, insanın gazabî kuvveti de aynı va­zifeyi görür. Hem mesela beden içindeki akıl ve tâbi'leri, büyük millet meclisi müessesesine benzer. Bir cumhurbaşkanı bakanlarıyla birlikte bir memleketi idare etmeye kabiliyetli olduğu gibi, müdrike kuvveti de bir insanın bütün beden şehrine hâkimdir. Eğer cumhurbaşkanında bu hâ­kimiyet yıkılırsa kendisinde nefs hâkim olmuş olur. Binaenaleyh tüm memlekete nefs hâkim olmuş oluyor. Roma imparatorluğunu yıkan işte bu hâkimiyettir. Demek istiyorum ki nefsin desîselerini bilen, ondan sakı­nan, aklın emriyle hareket eden bir insan, bir memlekete de hâkim olabi­lir. Bu yıkılmaz bir hâkimiyettir. “Sizi yer yüzünün halifesi yapacaktır.” mealindeki ayetin hükmüne binaen Allah Teâlâ bir kavmi yer yüzünde hâkim kılarsa artık o yıkılamaz demektir.

Bedenin içindeki şehvet, gazab ve müdrikesinin varlığından haber­dar olan, şehvet ve gazab kuvvetini de müdrikesinin emri altında çalış­tıran bir şahsiyet, devletin herhangi bir dairesine tayin olunursa, rahat­lıkla vazifesini bilir ve yapar. Şu halde nefsini ve nefsinin kuvvetlerini bi­len bir zat her hususta üstünlüğü kazanmıştır. İşte bu fayda için insan kendini bilmelidir. Rahatlıkla şunu derim: Ashâb-ı kiram, nefs ve nefsin kuvvetlerini öğrendiler, Kur'an ve hadisten aldıkları ilhamla akıllarını ça­lıştırdılar ve nefslerini mahkum kıldılar. Çok az bir toplum olmalarına rağ­men çok az bir müddette Roma ve Pers devletlerini yıktılar ve hâkimi­yetlerini asırlarca sürdürdüler. Ne yazık ki son asırlarda müstahlefler asıllarıınn izlerini bıraktılar, nefsin desîselerini bilmekten sakındılar, nefs kendilerine hâkim oluverdi. Desîselerini bilmedikleri için kendileri tüm dünyaya mahkum oldular. Mûsâ aleyhisselâm'ın kavmi de öyle oldu. Bunun İçin küçük ve büyük müslümanlara düşecek en büyük vazife ken­dilerini bilmek, nefslerinin istek ve arzularını öğrenmek, desiselerinden sakınmaktır.

*“...Ve sizi yer yüzünün hâkimi kıldık...” [El-Maide 20] mealindeki ayette Mûsâ Peygamberin ümmetinin hali bildirilmiştir. Netice-i meram, eğer bu ümmet ecdadlarının yoluna döner, nefsin desîselerini bilip ondan sakınır ve aklı selîmin emriyle hareket ederlerse, cedleri Fatih İstanbul'u fethettiği gibi onlar da Paris'i fethedeceklerdir. Andolsun Allah'a İslam tüm dünyaya hâkimdir. Ne mutlu hâkimiyetten evvel ve fetih anında Islama asker olan müslümana...

RUH VE BEDENDEN İBARET İNSAN ŞEREFLİ BİR HAKÎKATTİR

İmam Fahreddîn Râzî: “İnsanın hakîkatinde olan ihtilaf, insanın ru­hundaki ihtilafın aynısıdır. Kelamcıların cumhurunun, insan "ben" keli­mesiyle ona işaret edilen hissi, bedeni ve görülen şu heykel-i cismânîden ibarettir şeklindeki tarifleri on yedi hüccetle merdud olunmaktadır.” demiştir.

Bunlardan bir kısmını burada yazmayı münasib gördüm. Çünkü kelamcıların tarifleri bugünkü maddecilerin tarifine son derece yakındır.

1-Bedenin heykel-i cismâniyyesi durmadan değişir; bir taraf çoğal­makla diğer taraftan yok olmakla devam etmektedir. Bu ise insanın ebe­dî olmasını gerektirmiyor. Halbuki insanın hakîkati ve ruhu değişmez ve ebedîdir. Bedenin değişmesi ise onun değişmesini gerektirmemektedir.

2-İnsan kendisi, madde ve halk âlemine aid olan bedenin bazı cüz'- ünden gafil olur. Halbuki böyle bir insan kendi nefsinden ve hakikatin­den bir an olsa bile gafil kalmamaktadır. Şu halde insan bedeninin cüz­lerinden ibaret değildir. Bilakis bedenin cüzleri, mesela dimağ hücreleri gibiler, bütün cüzler ve cihazlar ruhun aletleridir. Binaenaleyh ruhun ke­mâliyle çalışması, aletlerinin kemâliyle sağlam olmasına bağlanmakta­dır.

3-Cebrail aleyhisselam, Dinye adlı sahabînin şeklinde görülürken cem'iyeti ve hakîkati değişmemiştir. Şeytan da Necidli ihtiyar şeyhin sûretinde görünürdü, amma hakîkati değişmemiştir. Demektir ki cismin de­ğişmesi halinde insanın hakîkati bâkîdir. Hem mesela gazaba uğrayıp maymun ve domuzlaşan kavmin insanlıklarının hakîkatleri değişmemiş­tir; heykel-i cismânî olan sûretleri değişmiştir. Çünkü değişmesi halinde ölümden sonra dirilmeye hiçbir mana kalmaz. Halbuki bütün dinlerin itti­fakı ve bütün akıllıların hükmünce ruh ebedîdir. Binaenaleyh insanın hakîkati değişmeyi kabul etmez, seçkin ve ebedî bir varlıktır. Bugün dahi televizyonlarda görünen bir insan veya cisim değişir, fakat onun değiş­mesi için hakîkatinin değişmesi icab etmemektedir. Televizyonda görü­nen, sahibinin bedeninin bir temsili ve sûretlenmesi olduğu gibi, insanın da heykel-i cismâniyyesi, değişmesi halinde ruhunun hakîkatinin değiş-meşini gerektirmemektedir. Bundan da anlaşılır ki insan cismânî heykel değil; bilakis beden onun hakikatinin sûretlenmesinden ibarettir.

4-Sahih hadislerde rivayet olduğu üzere ölümden sonra “Muhak­kak ölenin cesedi teneşire konulduğu zaman naaşının fevkinde ru­hu çırpınır ve etrafında dönüp dolaşır. Şöyle der: Ey ehlim, evla­dım! Dünya benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Ben helal ve haram demeden kazandım, sonra sizlere bırakıp gidiyorum. Mal, mülk gayrıma, vebali de banadır. Başıma gelen bu felaketten sakının.” mealindeki hadîs-i şerîfte Rasûl-u Muhterem "Bedenden baş­ka bir şey vardır, cesedden ayrılmıştır; nedamet ve pişmanlıkla ehline feryad eder. İşte bu ayrılıp feryad eden insanın hakikatidir." diye beyan etmiştir.

Özeti şudur ki, sûretlenen bedenin yok olmasıyla sûret sahibi olan ruh bâkî kalmaktadır. Demek insan ve hakîkati, hayvânî yürek, hayvânî ruh yahud dimağ hücreleri yahud atom cüzleri yahud garizî hararet ve kan değildir. Bunlar hepsi nefs-i nâtıkanın diğer tabirle rûh-u hayvânînin aletleridir. Ruh-i hayvânî, kendisi de rûh-i İnsanîye denk ve benzeridir. Eğer ruh galebe çalarsa, nefs de onun memuru olur. Ne kadar bunca alet ve edevatlar sağlam nizam ve intizamlı olursa, o kadar insan ruhu onlara kuvvetçe irtibat kurar ve tasarruf eder. Aletlerin bozulması halin­de ruh alâkasını keser. Onun alâkasının kesilmesinin adı ölüm, irtibat kurmasının adı da hayatla tabir olunur.

Bu gerçek, selim akıllıların naza­rında açık ve bariz bir hakikattir. Ancak bu hakikatin bilgisinden çok az bir bilgi insanlara verilmiştir. Nitekim ayet-i kerîmede de bu hüküm anlaşılmaktadır:*“(Habîbim) Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emri(nin eseri)ndendir. (Zaten onun hakkında) Size az bir bilgiden başkası verilme­miştir.” [El-isrâ185] buyrulmaktadır. İnsanın hakîkati ve bedenin hayat sebebi olan ruh hakkında herkes bir bilgiyi elde etmek ister. Lâkin bu bilgiden çok az bir mikdar insana verilmiştir. Bu ise ruhun hakikatinin inkar edilmesine bir delil teşkil etmemektedir. Ruh maddeden başkadır. Allah Teâlâ'nın buyruğundan ibarettir ki: "Kün" yani ol emriyle ebediyet için var olmuştur. Demek ruh da mahluktur, ezelî değil lâkin ebedîdir. Aslında bizi bizden gizleyen yine biziz. Yani nefsin istek ve arzuları ve beşeriyet, ruhumuzu gözümüzden gizlemiştir. Nitekim madde âleminde de bulut veya herhangi bir küre, araya girmesiyle güneşi gözümüzden gizler. Güneşi görmememiz güneşin yokluğuna aslâ delil teşkil etmez.

Lâkin insan nefsini zikir, fikir, Tevhid ve ibadetin suyu ile temizlerse, gü­neşten daha bariz ruhunu görür... Bir tekâmüle İhtiyaç var, amma insa­nın kendisine mahsus tekâmül, başkası değil... Mevlâna Rûmî diyor ki:

*''Can bedenden ve beden de candan gizli değil

Ancak can ve ruhun görülmesine izin verilmemektedir.''

Demek tekâmülden sonra insan kendi hakîkatini görür. Mademki ruh vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatinin-tarifi/





Devamını Oku »

Marifetin Cevabını Beyan Eder

Marifetin Cevabını Beyan Eder

Alemin kutbu buyurur:

Gönül büyük bir şehirdir.Noksan sıfatlardan uzak olan Yüce Allah, (yerden) arşa değin neyi yarattı ise o şehirde vardır ve o şehre sığar. Hem o büyük şehirde iki sultan vardır. Birisi Rahmânî, birisi Şeytanîdir. Rahmânî sultanın adı akıl, vekili îmândır, komutanı miskinliktir.

Kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede Yüce Allah bir muhafız, vekil koymuştur. Muhafızların her birinin adı bilinmektedir.



İlk muhafızın adı ilimdir.

İkinci muhafızın adı cömertliktir.

Üçüncü muhafızın adı ar ve hayâdır.

Dördüncü muhafızın adı sabırdır.

Beşinci muhafızın adı perhizkârlık (aşırı istekleri sınırlamaktır.

Altıncı muhafızın adı korkudur.

Yedinci muhafızın adı edeptir.
Herhangi bir muhafızın yüz bin hizmetkârı vardır. Herhangi bir hizmetkârın yüz bin askeri vardır. Bunların tamamı iman bekçisidir.


Şimdi ey azizim! Bu işleri tamamladık. Cenab-ı Hak'dan istedik.


Marifet hatıra geldi ve beş giysi alıp geldi. İlki ilham, ikinci giysi anlayış, üçüncü giysi aşk, dördüncü giysi şevk, beşinci giysi muhabbettir.


Ne zaman cana değdi, can dirildi. Akla uygun geldi ve geleni gideni anladı. Zira her şey can ile dirilir; can, marifetle dirilir. Marifetli can, erenler canıdır. Marifetsiz can, hayvanlar canıdır. Can ölü müdür, yoksa diri midir? Âşık olanların tenleri ölür, ama canları ölmez.


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın."(1) O arifler sultanı şeyhler madeni Seyyid Sadeddin buyurur:


O can ki kıymetini aşktan alır;


bütün canlar ölünce işte bu can diri kalır.


Aşk dirliğini alalım, bu dirlikten kalalım; ölmez dirlik bulalım; çünkü can dostlar birleşir.


Ancak can ikidir. Biri can diğeri cânân. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir,"(2) Fakat katımızda can beştir. Ancak bu sözü anlamak çok güç iştir. Âdemin manası da üçtür. Kendini bilmek çok güçtür. Kendini bilmeyen için bu söz hiçtir.


Kendini bilmek dilersen kitapta yazdım, üçtür.


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı..."(3) Ayrıca sizin içinizde Mevlâ'yı isteyen de vardır.


Bu ayetin manasını şöyle bil ki öncesiz ve sonsuz olan Allah buyurur;


Ey kullarım! Görmeyi göz ile mi sanırsınız? Konuşmayı dil ile mi sanırsınız? Yürümeyi ayak ile mi sanırsınız? Bağışlanmayı ibadet ile mi sanırsınız? Öfkelenmeyi günah ile mi sanırsınız? Yanmayı ateş ile mi sanırsınız? Âdem (a.s.)'a cennet içinde öyle bir azab çattı ki cehennemde o azab yok idi. İbrahim'e de ateş içinde bir bahçe verdim ki o bostan cennet içinde yoktu. Ve Firavun'u Nil içinde boğdum ve Musa'yı Firavun'dan kurtardım. Dostumu koruyup düşmanlarımı helak ettim. Ve hem yüz bin ve binlerce yüz bin meleklerimi yaktım, hiç birinin küçücük bir günahı yoktu. Ve hem yüz bin insanı bağışladım, hiç birinin küçücük bir ibâdeti dahi yoktu. Her neyi yaparım çünkü Kadir'im, gücüm yeter. Kimi istersem ağlatırım, kimi istersem güldürürüm. Benim bildiğimi siz bilemezsiniz. Ancak benim iyiliğim korku ile ümit arasında olanadır. Bizim sözlerimiz hemen canı açıklamaktır.


Onlar ki gönülleri müşevveş, yani karışık olanlardır. Gönülleri kibirli, canları inatçıdır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim!" diye sorulduğu an "hayır" diyenlerdir. Hayvandan daha aşağıdadırlar.


İnsan ilminde öğrendin:


Birinci cana, "cismâni" derler, diri kalır; diken batmasını veya kıl çekilmesini duyar.


İkinci cana, "yeme ve içme" derler; yedirir ve içirir. Acıkmayı ve susamayı bildirir.


Üçüncü cana, "ruhâni" derler. Beden uyuyunca o can uyanır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: " Uykunuzu bir dinlenme kıldık. "(4) Ve üç kişinin günahları yazılmaz. İlki ergenlik çağına gelmemiş çocuğa, ikinci uyuyana, üçüncü deliye.


Gece olunca ses uzağa gider, gündüz gitmez. Zîrâ gece olunca insanoğlu dünya günahından temizlenir. Ses uzağa varır, engel az olur. Ne zaman ki gündüz olur, günahlar birbirine karışır ve engel olur. Onun için ses uzağa varamaz.


Birçokları demişlerdir ki:


Uyku ten rahatlığıdır. Ve hem can da binek hayvana benzer. Ten canın bineğidir. Sıcak, soğuk, tatlı, acı, can sebebiyle ten de hisseder. Hayvanlar da dikene düşmezler. Köy yolunu bilir ve şaşırmazlar. Ancak Hak yolunu bilmezler. Gönül gözü kör olanlar da, hayvanlar gibidirler; Hak yolunu göremezler. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) buyurur: Hak teâlâ insana dört göz verdi: ikisi baş gözü ve ikisi gönül gözü. Baş gözüyle halkı görür, gönül gözüyle Hâlık'ı görür.


Âhireti isteyenler var ya, bunlar korku ve ümit topluluğudur. Mevlâyı isteyenler var ya, bunlar müşâhede topluluğudur. 0 halde şimdi bir kimsenin gönül gözü olmasa gönülden ne haberi olur? Bir kimse şeker yememiş olsa adını işitmekle tadından ne haberi olur? Üçüncü can açıklandı.


Dördüncü can marifettir. Ey azizim! Can bahçeye benzer, marifet sudur. İşte susamış bahçeye su ne yaparsa marifet de canı öyle yapar. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Allah nezdinde hak din Islâm'dır."(5)


Bundan dolayı ey azizim! Hak sizlere iki bahçe donattı: Biri din bahçesi, diğeri iman bahçesidir. Marifet suyunu gönlüne akıttı. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"...ve onu gönüllerinize sindirmiştir."(6)


Şimdi ey azizim! Sizler sanmayın ki iki bostan bekçisiz bırakılmıştır. Bir kimse bahçe ekecek olsa, önce duvarını yapar, sonra yerini yumuşatır. Sonra türlü nimetler eker, bahçeyi sular, döner yabâni ayrık otlarını dışarı atar ve ortasına bir korkuluk diker, yemişler olgunlaşınca korkuluğu da dışarı bırakır. Yemişleri toplayıp dost ve kardeşleri ile yiyip Allah'a şükür ederler. Şanı yüce olan Allah buyurur:


“Ey kullarım! Sîzlerdeki bahçeyi lutfumla beraber bekledim. Çevresine rahmetimle duvar kıldım. Dinginlikle gönlünüzde tevhîd tohumunu bitirdim ve tevhîd ağacında yemiş meydana getirdim. Marifet suyuyla suladım ve yabâni otları ve dikenini temizledim. Düşmanlık tarafından uzak bıraktım. Günahınızı ortadan uzaklaştırdım. Düşmanınız şeytan görmeye gelir, ortada dikilen günahınızı görüp “Rabbinize isyankârmışsınız." der, tamahını keser. Kıyamet günü olduğunda, günahlarınızı dışarı bırakırım. Kendi fazlımla kulluğunuzu af denizine kor, âlemlere gösteririm. Sizleri cömertliğimle sevinçli ve mutlu ederim.'


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık."(7) Yüce Allah iyilik ve cömertliğinden buyurur: "Ey Sevgili Kullarım! Beni isteyin, sizde bulunayım. Ve ey âsîler! Özür dileyin affedeyim. Zira gök ağlar, yer güler ve gökten yağar, yerden biter." Yani sizden ağlamak ve benden günahınızı bağışlamak demek olur. Şimdi sözü bırakmak yok. Ve hem dostları Cenab-ı Allah'ı şüphesiz bir gerçeklik içinde buldular. Zira ki kesin bilgidir (İlme'l-yakin). Biri de zannî bilgidir. Şu halde dedikodu davası İI-me'l-yakin âbidlerindir. Ancak tefekkür, sohbet, vilâyet beklemek hakka'l-yakîn ariflerindir. Ama münâcât ve müşâhede dostlarındır. Bundan başka, ezelî dervişlik ebedî mutluluktur. Kime nasip olsa rahatlık onundur.

--------------------


Dinotlar:

(1)- Âl-i imrân, 3/169.

(2)- İsrâ, 17/85.

(3)- Al-i imrân, 3/152.

(4)- Nebe, 78/9

(5)-Âl-i Imrân, 3/19.

(6)_ Ayetin (Hucurât/7) bütün olarak manası şöyledir: "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fışkı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır."

(7)- Bakara, 2/138.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli,

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

Devamını Oku »

Ruhu Maddîleştirmek

Ruhu Maddîleştirmek

Ruh, gerçekten manevî kaynaklı olaysa, maddenin etkileşmesinin sonucu değilse ve işin içine dini karıştırmak istemiyorsanız, din artık hayatımızdan çıksın diyorsanız, ne yapmak lazım? Bu durumda, insanı ve ruhunu maddîleştirmeniz gerekir. Bugün yapılan da budur. Amerika başta olmak üzere, onun öncülüğünde yürüyen Sermâyeci dünyanın yaptığı budur. iki yoldan mümkün. Yine eğitim. Propaganda. Reklam yoluyla beyin yıkama hadisesi. Öbür ideolojiler de bunu yapmışlardır, gerek Nazism gerekse Komünism de bunu yapmıştır. Ama en başarılısı, uzun süreli olduğundan, Sermâyeci düzendir. Sürekli bombardıman altındasınız. Bu yüzden, doğayı yıpratma sürecinin dışına çıkamıyoruz. En basiti, kullandığımız ışığın lüzumsuzluğunu düşünelim. Kullandığımız suların israfını düşünün. En bilinçli, doğacı insanlar bile bunu yapıyorlar.
Reklam ile propaganda yönüyle ruhun maddîleştirilmesi olayı vardır. Daha ötesi, insanın biyolojik olarak belirlenmesi olayı vardır. Bütün araştırmalar, çalışmalar bu maksada yöneliktirler. Gen ve genetik mühendisliği, insanı temelden belirlemek, istenen belirli tipte insanı ortaya çıkartmak. Şu anda işte bu kopyalama işine gelinmiştir. Tabîî bundan daha sonuç alınmadı, yol uzun gözüküyor. Ömrünü, davranışlarını belirleyeceğim. Tepkilerini belirleyeceğim. Burada kaza ihtimallerini en aza indirmek isteniyor. 2001 Uzay Macerası filmi vardı, biliyorsunuz, harikulade bir filmi, Stanley Kubrick’in. Oradaki bilgisayarı düşünün. Bilgisayar bir anda bir karakter özelliği gösteriyor. Bu istenmiyor, bu olmaması lazım. Olduğu takdirde bu düzen yürümez. Bu düzenin de yürümesi hayatî bir olaydır, yoksa hepimiz aç kalırız, gideriz. Şimdi, bu saatten sonra, demin başta Ayşe Hanım olmak üzere benim bu umutsuzluğuma tepki gösterdiniz, sevimsiz buldunuz, karşı çıktınız, dediniz ki, bu şartlar altında çıkmayan candan umut kesilmez. Can, ruh demektir. Can olmadığı takdirde, artık ona umut beslemenin de lüzumu kalmaz. Bugün Çin’in nüfusu 1 milyar 300 milyondur. Çin, bu nüfusu beslemek durumunda. Kopyalanmış buğday tohumu kullanmak mecburiyetindedir. Bu ne yaratacaktır? Sadece tarım alanında değil, insan tabiatı üzerinde ne gibi etkisi olacaktır diyor muyuz?

Hani bilim her şeyi biliyordu, her şeye cevap veriyordu? Çin’i bundan vazgeçiremezsiniz, kimseyi vazgeçiremezsiniz? Yarın Türkiye’de, belki şimdi de bu uygulanıyordur bu tür tohumlar. Aynı şekilde, Sibirya’da, yeni bir tohum ekilmek isteniyor, donmaya karşı. Orta Asya’da tarımı fazlalaştırmak, üretimi çoğaltmak, bilhassa pamuk üretimini çoğaltmak için dev sulama projeleri gündeme sokulmuştu 1960’lı yıllarda, Kruşçev zamanında. Orta Asya ve Aral Gölü bugün, kocaman bir gölden küçücük bir neredeyse pis kokulu birikinti haline getirildi. Demekki çözüm iki türlü mümkün.

Ya maddî, ya da manevî. Ama manevî olanı bana çok uzak görünüyor. Gündemden çıkarılmış gibi. Kala kala, maddî şartlar kalıyor. Ben her yıl bana gelen birinci sınıfları gördüğümde bu ikinci yöntemin çok başarılı olduğuna da kaniyim artık. Tek biçimli insanlar çıkıyor. Monokültür insanlar. Aynı şeye gülen, aynı şeye üzülen, aynı şeye aynı tepkiyi veren. Bu yolda gelişme var. Bunun, Yirmibirinci yüzyılın temel gelişmesi olacağı kanısındayım.



Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

İslâm Âlimlerine Göre Ruh

İslâm Âlimlerine Göre RuhFelsefe ve kelâm kitablarını incelediğimizde, bütün İslâm hükemâsının (el-Kindî, Farabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Miskeveyh... ilh.) ruhun varlığında müttefik olduklarını görürüz. Biz, bunlardan fikirlerinin daha sistemli oluşunu dikkate alarak, önce İbn-i Sina’nın görüşlerinin bir hülâsasını vermekle iktifa edeceğiz:

İbn-i Sina’ya(1) göre insan, cisimle ruhtan mürekkebtir. Cisim, nefsin çalışmasına müsait duruma gelince, ruh cisme gönderilir. Cisim, nefsin memleketi yahut tezgahı hükmündedir.

Nefis, cismin hadis olmasıyla hadis olur. Nefs-i natıka (ruh), cisme girmekle ebediyet kazanır, cisimden ayrıldıktan sonra da yok olmaz. Nefs-i natıkanın kurtuluşu ilim ve faziletledir. Bu fazileti, ruh cisimde iken kazanır. İbn-i Sina, bu hususta şu delilleri serdediyor:

1- İnsanda birtakım eserler vardır ki, ruhun varlığı kabul edilmedikçe bunları izah mümkün değildir. Bunların en önemlileri hareket ve idrâktir. Cismin tabiatında sükûn ve atalet vardır. Hareket, onun fıtratına zıddır. Öyle ise, bir cismin hareket etmesi için varlığının dışında bir başka mahiyete ihtiyaç vardır. Bu kaideye binâen, insan bedeninin de fıtratında atalet
(tembellik) vardır. Hareketi için, onun dışında bir mahiyetin var olması zarurîdir. İşte o mahiyet ruhtur.

Maddenin tabiatında idrâk olmadığına göre insanın maddesinde de idrâkin olmaması zarurîdir. Hâlbuki insan idrâk sahibidir. Bu idrâk, cismin hassası olmadığına göre, bir başka mahiyetten kaynaklanmaktadır. İşte o mahiyet ruhtur.

Benlik Fikri: İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım”der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez. Şu hâlde, insan, “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yâni, ruhunu kasdetmektedir.

Nefsin fiillerindeki birlik, doğuş yerinin bir olduğunu gösteriyor. İbn-i Sina şöyle demektedir. “Ey câhil insan, düşün ki, senin ruhun bütün ömrün boyunca değişmemektedir. Hâlbuki cismin daima değişmekte ve bozulmaktadır.Bu değişmelere rağmen, başından geçen birçok hâdiseleri hatırlaman gösteriyor ki, sen de değişmeyen bir hakikat vardır. O hakikat ise ruhtur.”

İnsan bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa,fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir. İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.

Bedenin ihtiyarlamasıyla organlar zayıflar. Bu hâl, kırkından sonra başlar. Hâlbuki makulleri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Yâni ruhun faaliyeti organik gelişmeyle zıddiyet gösterir. Demek ki, insanda, beden ve ruh olmak üzere iki ayrı mahiyet vardır.

İbn-i Sina’ya göre hayat, his ve hareket hassalarına aykırı ve onları gerektiren ayrı bir kuvvettir. Felç olan azalar his ve hareketten mahrum oldukları hâlde, hayattan mahrum değillerdir. O felç olan azaları dağılmaktan koruyan birisi var ki, o da ruhtur.

Şimdi de aklî ve naklî ilimlerin merkezi Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin ruh mevzuundaki fikirlerini hülâsa olarak arzedelim.

Gazâliye(2) göre, insanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur. Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hattâ kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakînen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz. Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir. Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.

Gazâlî, ruhu bir cevher-i mücerred olarak kabul etmiştir. Yâni, ruh araz değil cevherdir. Beden ruh ile kâimdir. Ruh kendini, Hâlık’ını ve mahlûkat âlemini bilir. İşte bu, ilimdir. İlim ise arazdır. Ruhun araz olduğu kabul edilirse, o zaman arazın araz ile kâim olması gerekir ki, işte bu muhaldir.

Gazâlî, ruhun cisim olmadığını şöyle izah ediyor: Her cisim parçalara ayrılır, ruh da cisim olsa, onun da bölünmesi, parçalara ayrılması gerekir. O takdirde, herhangi birşeyi, ruhun parçalarından bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. Böyle bir durumda, insanın birşeyi hem bilmesi, hem de bilmemesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Demek ki, ruh cisim değildir.

Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. O, mekân ve cihetle sıfatlanamaz. Binâenaleyh, ruhun bedene hulul ve ittisali de olamaz. Gazali’nin en çok meşgul olduğu mes’ele, ruh ile bedenin alâka ve keyfiyetidir. Gazalî’ye göre ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir. Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor: “Cansız bir cisme câhil denemediği gibi, âlim de denemez. Yâni, o şey ne câhildir, ne de âlimdir. Aynı şekilde, ruh da, ne muttasıldır, ne munfasıldır.

Gazâlî, bedeni bir şehre benzetir ve şöyle der:
“Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü; gazab, emniyet âmiri gibidir. Ruh, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir,Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.

Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebebsiz yere başkalarının işine karışır ve saçmasapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Şehrin padişahı daima, veziri ile meşveret ederse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebebsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu menederse, emniyet müdürünü de yapmak istediği haksızlıklardan dolaya döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizâm olur. Bunun gibi ruh padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt-u rabt altına alıp akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allah’a kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvete ve gazaba esir ederse, memleket harab olur. Padişah bedbaht olup helak olur.”

Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir: Ruh, bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir.

Gazâli’ye göre, ruh, kendi nefsiyle kâim bir cevherdir, ebedîdir, daimîdir. Kendi zâtını bildiği gibi, Hâlık’ının da mevcudiyetini ve sıfatlarını bilir. Bu bilmede, ruh duyulara muhtaç değildir. Bu itibarla, kâinattan gafil bulunsa da, kendini ve Yaradan’ını bilmektedir.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “Ruh nedir? Hakikati neden ibarettir?” sorularına cevap verirken, bu suallerin, ehil olmayanlara açılması için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) izin verilmediğini beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Eğer sen bu suale verilecek cevabın ehli isen, işit ve bil ki, ruh, suyun kabına hülûlü gibi bedene hulul etmiş bir cisim değildir. İlmin âlimde, karanlığın kara birşeyde hululü gibi ruh dimağa hulul etmiş araz dahi değildir. Belki, o, arazî değil, cevherdir. Çünkü kendini ve Yaratıcısını biliyor; akılla kavranabilen şeyleri idrâk ediyor. Araz ise bu sıfatlarla sıfatlanıcı olamaz.”

“Eğer ruh bir cihette midir? denilirse cevap veririz ki Ruh, cihetlerle kayıtlanmaktan, hulul ve ittihattan münezzehtir. Zira bunlar cisimlerin sıfat ve arazlarıdır. Ruh ise cisim ve araz değildir.”

“Peygamber Efendimiz, ruhun hakikatini izahtan, bu sırrı ifşadan niçin menedildi diye sorulsa, şöyle cevap verilir. Zira insanlar havas ve avam olmak üzere iki sınıftırlar. Tabiatında avâmlık galip olanlar, ruh hakkındaki hakikatları Allah’ın sıfatı hakkında bile kabul ve tasdik etmiyorlar, ruh hakkında nasıl tasdik ederler?”

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, Âdem’e (a.s), ruhun nefhedilmesini (üflenmesini)izah ederken şöyle buyuruyor:
“Maksat, insan ruhunun Cenab-ı Hak’tan bir cüz olduğunu beyan değildir. (Bir insanın başka bir insana malından bir cüz’ü vermesi gibi) Buradaki nisbet manevîdir. Şu suretle temsil olunabilir: Güneşin ışığı bir duvara aksetse, o duvar, haliyle, aydınlanır. Bu hâlde güneş nutka gelip: “Ben duvara ışığımdan verdim” dese, bundan, güneşin ışığından bir parçasının kendisinden kopup ayrıldığı, yani, güneşin bölünme kabul ettiği iddia olunamaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın: “Ve ona kendi ruhumdan üfledim” buyurmasıyla da güneşin ışığının duvardaki aydınlığa olan nisbeti kabilinden bir münâsebet anlaşılmak lâzım gelir. Yoksa hulul ve bölünme akla gelmez.”

İmam-ı Gazâlî bahsi geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken “Halk” ve “Emir” âlemlerine de temas ederek şöyle buyuruyor:
“Sayılması ve ölçülmesi kabil olan şeylere halk âleminden denilir. Burada “Halk”, yoktan icat ve ihdas mânâsına olmayıp takdir manasınadır.”

“Kemiyet ve takdire gelmeyen herşey Rabbani emirdendir.

Emir âlemi, his ve hayâlin, cihet ve mekân tutmak hassasının dışında kalan haricî varlıklardan ibarettir; ölçü ve tartı altına girmez, tâ ki, kemiyeti nefyedilebilsin.”

İmam-ı Gazâlî, devamla şöyle buyuruyor:
“Ruhun kadîm olduğu tevehhüm edilmemelidir. Şüphesiz, ruh mahlûktur. Aksini iddia etmek cehalet eseridir. Ruh için, “mahlûk değildir” denildiğinde şu anlaşılmalıdır: Ruh boşlukta yer kaplamaz, bölünmesi, tartılması ve sayılması da kabil değildir.”

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin, ruhla ilgili fikirlerini özet olarak arzettikten sonra, biraz da “Tefsir-i Kebir” sahibi Fahreddin-i Razi(3) Hazretleri’ni dinleyelim:

O büyük müfessir, ruh hakkında özetle şöyle buyurmaktadır:“
İnsanın aslı ruhtan ibarettir. Beden, onun yükselip gelişmesi için bir kışladır. Zaruri olarak bilinmesi gerekir ki, beden değiştiği hâlde, insanın benliği hayatının sonuna kadar sabit kalır. Değişen, o bünyenin taşları hükmünde olan hücreleridir. Değişenle sabit kalanın birbirine aykırılığı açıktır. Bu, aklen bilinen bir gerçektir. Öyle ise, insanın beden dediğimiz bünyeden başka birşey olması icab eder.”

Fahreddin-i Razî Hazretleri Tefsir-i Kebir’inde “Ve yes’elûneke anirrûhi” âyetini tefsir ederken, ruhun isbatı için on yedi delil serdetmektedir.Biz bunlardan, bâzılarını hulâsa olarak nazara, vermek istiyoruz.

Birinci Delil

İnsan, fikrini tek birşeye çevirdiği zaman vücudunu teşkil eden cüzleri unutsa bile benliğini unutmaz. Böyle bir anda gördüğünü işittiğini nefsine dayandırır. Fikirleri, düşünceleri, emelleri, arzuları onun benliğini terketmez. Demek ki, nefsini unutmuyor. Öyle ise, nefsinden gafil değildir. Şu hâlde ruh bedenin gayrisidir.İkinci DelilBir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kâlemim”dendiğinde, elbette, “Ben” başka, “Kâlem” başkadır. Aynen bu misâl gibi, her insan “Başım”, “Ayağım”, “Gözüm” diyerek bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden âzalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.

Üçüncü Delil

İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Hâlbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.

Dördüncü Delil

Hiçbir cismin tabiatında irâde yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.

Beşinci Delil

Fahreddin-i Razî Hazretleri, insanda, bedenin dışında bir hakikatin bulunduğuna,şu âyeti delil gösteriyor: “Ey o Rabbine muti olan nefs-i Mutmainne!
Sen dön O Rabbine, hem râdiyye olarak, hem mardiyye”(4)


Âyetteki “Sen dön” hitabı, elbette ölmüş cesede değildir. Bu hitabın yapıldığı bir başka mahiyet vardır ki, o da ruhtur.

Ruh mevzuunda İslâm âlimlerinin görüşlerini beyan ederken, Tasavvuf semalarının bir güneşi olan Hz. Mevlânâ’nın(5) inci gibi kıymetli ve derya gibi derin mânâlar taşıyan mısralarından da bazılarını takdim etmeden geçemeyeceğiz.

Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler. Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir.

Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
Suret toprak olur ama mânâ olmaz. Kim, olur derse, de ki: Hayır, buna imkân yok.

Ruhlar âleminde gâh suretten kaçarak, gah surete bürünerek beklerler.

“Suretlere gidin” diye emir gelir, giderler. Yine onun emriyle suretlerden ayrılırlar.

Hâsılı “Halk da O’nundur, emir de” sırrını bil. Halk Surettir, emir de o surete binen can.

Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.

Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine “Binin” diye emreder.

Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi Padişah, nakiplerinden ses gelir: “İnin!”

Bundan öte söz inceldi: “Ateşi azalt, odunu çok atma!”

Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca, o buğday tanesini her an çeker durur. İnatçı, Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”

Haklarında, “Huzurumuzdadır” denenler yok olmazlar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın. Bekadan mahcup olan ruh azâbtadır, Allah’a vâsıl olan ruh ise beka âleminde hicaptan kurtulmuş bir hâldedir.

Gayb havasında bir kuş uçar, ama gölgesi yere vurur. Beden gönlün gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nerden beden, gönül mertebesine erişecek?

Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.

Beden (de) canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.

Arşta oturup duruyordum. Anamın iştihası, “İnin” emriyle beni buraya attı.

O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.

Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi. Hâsılı, kadınların hilesi pek büyük!

İnişim, önce de kadın yüzünden, sonradan da kadın yüzünden.

Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.

O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı, gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de.Artık böyle bir can; nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!

Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki?

Şimdi, Mevlânâ’dan asırlar sonra yaşamış olan büyük müfessir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi(6)Hazretleri’ne kulak verelim. Bakalım, ruh mevzuunda ne demiş, dinleyelim:

Evet, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, bu mevzûdaki görüşlerini “Ruhu’l-Beyan” isimli eserinde, “Gulirrûhu min emri Rabbi” âyetini tefsir ederken dile getirmiştir. Biz, aşağıda bu görüşlerin bir hülâsasını takdim ediyoruz.

İsmail Hakkı Bursevî, beşer aklının ruhu ihata etmekten âciz bulunduğunu, ruhun Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle esrar-ı hafiyyeden ihtiyar ve irâde ettiği hakikatlardan olduğunu beyan etmektedir.

Bursevî, âlem hakkında açıklamalarda bulunurken, Sadreddin Konevî ve Necmeddin-i Kübrâ’nın tasnifine yer vermekte, onların görüşlerini izah.etmektedir. Bu görüşlere göre, âlem ikiye ayrılmaktadır: Biri âlem-i halk, yâni, âlem-i kevn, âlem-i hudûstur. Diğeri ise, âlem-i emr, âlem-i ilimdir...

Bunlardan birincisine âlem-i halk denilmesinin sebebi, o âleme âit varlıkların sebebler tahtında yaratılmış olmasıdır. Ağacın meyveye, annenin çocuğa sebeb olması gibi.

Diğerine, yâni, âlem-i emre, “Emr” denilmesinin sebebi ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlem-i emre âit mevcudatı vasıtasız, yâni, maddesiz, müddetsiz ve hiç yoktan “Kün” emriyle yaratmış olmasıdır. Âlem-i halk, âlem-i emre tâbidir. Çünkü âlem-i emr, âlem-i halkın aslı ve mebdeidir. Ruh, akıl, levh, arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem emir ve beka âlemindendir; halk ve fena âleminden değildir.

Bursevî, Hak Teâlâ’nın ruhu müphem bıraktığını iddia eden, hattâ daha da ileri giderek Nebî (a.s) ruhu bilmiyordu, diyenlere karşı da şöyle bir izah getirmektedir. Hz. Resûlullah, Âlim-i Billâh idi. En ince sırlara vâkıf olan Habibullah’ın yüce makamı, elbette dâire-i vücûbdan haberdardır ve ruhun mahiyetini bilir. Çünkü “Sana bilmediğin şeyleri Cenâb-ı Hak öğretti” ve “Allah’ın sana fazl-u ihsanı çok büyüktür” âyetleri, O’nun, ruhun mahiyetini bildiğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Yahudilerin ruh hakkındaki suallerine karşı sükût etmesi ve vahye muntazır olmasının hakikatına gelince suali soran Yahudiler, fikren gabi, kalben katı olduklarından ve bozuk bir itikad taşıdıklarından Hz. Resûlullah onların bu derece derin bir hakikati anlayabilecek bir kabiliyet ve ferasette olmadıklarını bilmiş ve o samimiyetsiz kimselere karşı sükûtu tercih etmiştir. Yoksa ruhun hakikatini bilmediği ve konuşmaktan âciz olduğu için değildir.

Bu büyük mutasavvıf, Cenâb-ı Hakk’ın, ruh ilmini kendi ilmine münhasır kılmadığını da belirtmekte, asfiyâ makamındaki büyük zâtların (İmam-ı Gazali gibi) ruhu bileceklerini ifâde etmektedir.

Son devrin büyük müfessirlerinden ve müstesna müderrislerinden Elmalılı Hamdi Yazır(7) da ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:
"Ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hâtıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Mesela, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kaynaştığını duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kâlemi ve hattâ o kâlemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutublan yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (Başı olmayanlara), lâezellere (Sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi ince nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münâsebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğini, şâhid olduğum vicdan ile onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehâ’sı, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Er-Rahmanü ale’l arşi’stevâ) bunun belirdiği tahta asılmış bir ledün kitabesi. Bu nişaneyi görüyorum. Tekniğin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâ ilahe illâllahu vahdehû lâ şerike lehu) deyip bu teklik dershanesine giriyorum.”

Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde de ruh hakkındaki görüşlerini üç noktada toplamıştır: Hareket mebdei, hayat mebdei, idrâk mebdei diye.

Hareket mebdei hususunda şöyle der: “Hareketin başlangıcı düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir.”Hamdi Efendi, “Bu mânâ ruhun en umumî mânâsıdır. Meselâ, elektrik bu mânâca bir ruh ve hareket ettiren her kuvvet bir ruh demektir” şeklinde ifade etmektedir.

Hayat başlangıcı düşüncesiyle ruhun bir öncekinden daha hususî olduğunu belirten Hamdi Efendi, “Zira hayat kuvveti, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi en umumî manâsıyla hayattır ki; nebati hayata şamil olur. Onun için umumiyetle nebatata dahi ruh denildiği vâkidir. Birisi de meşhur manâsıyla hayat, hayvani hayattır ki, insanî hayatta son bulur. Bu mânâca ruh, nebatî ruhtan daha hususî, binâenaleyh onu da içine alır” demektedir.

Daha sonra, “İdrâk mebdeini” ele alan Hamdi Efendi, bunun tanımak, bilmek, irâde etmek ve konuşmak gibi en yüksek derecelere kadar varan insan hayatı olduğunu ifâde etmektedir.

Hamdi Efendi, “İnsan nefsini, hayvani ruhtan ayıran ve hakkı bilmeye kavuşturarak kendisini ve başkasını bildiren bu ruh hakkında “Ona kendi ruhumdan üfürdüm” buyurulduğunu ifâde etmektedir. “Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irâde, taakkul ve batınî kelâm gibi eserleriyle tanırız” dedikten sonra, her insanda bu ruhun bulunduğunu, insan nefsinin bunun aynı olup olmadığında ihtilâf edildiğini belirtmektedir. Daha sonra, “Fakat ruhun hakikati, hakikat-ı insaniyenin maverasında (ötesinde) olmasa idi insan, eşyanın zâtından hiçbir hakikati idrâk edemez veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi” diyen Hamdi Efendi, şu hususu da belirtmeden geçememiştir. “Hâlbuki insanın bilmedikleri pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binâenaleyh, idrâk olan ruh, insanın cismânî hayatında bedenine nefholunan bir başlangıçdır (mebde) ki, insan nefsinin şakilesi, hidâyet ve dalâletteki hissesi derece-i nefhi ile mütenasiptir” (8)

Fatih Dersiâmlarından Ömer Nasuhî Efendi(9) de ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın akidesini nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki mütâlâalarını ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır. Bu konuda:
“Bereket versin ki, son zamanlarda maddiyyûnun (maddecilerin) felsefe binası pek büyük bir tezelzüle (sarsıntı) uğramış, rûhiyyûn (ruhçular) galibiyet kazanmıştır” diyen Nasuhî Efendi şu hususa dikkati çekmiştir: “Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları) bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitablar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır. Hattâ birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”

Nasuhî Efendi, “Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri” isimli kitabında ruhun mevcudiyetini isbat eden delilleri sıralamakta ve ruhun mahiyetinin anlaşılıp anlaşılmayacağı hakkında değerli fikirler vermektedir. Eserinde ruhun kâbil-i idrâk olabileceğini söyleyenleri üç grubta incelemektedir. Ayrıca, ruhun bekaya müteveccih olduğuna ve ehâdiyetine dair gayet makûl ve önemli deliller serdetmiştir.

Şimdi de çağımızın büyük mürşid ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin(10) ruhla ilgili görüşlerini takdim edelim:

Bediüzzaman, hakâik-i imaniye ve Kur’aniye’yi izah ve isbat sadedinde yüz otuz parça eser te’lif eylemiş ve bu arada insanlığı pek yakından alakadar eden ruh mevzuu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden hakikat-ı insaniye sahasında fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur.

Ruh mevzuunda, şimdiye kadar ileri sürülen nazariyelerin en ileri seviyesinde serd-i kelâm etmiş, bu mevzuu lâyıkiyle işlemiş, denilmesi gerekeni en güzel şekilde dile getirmiştir. Tafsilâtını, müellifin Risâle-i Nûr Külliyatına havale ederek, ruh mevzuundaki fikir ve mülâhazalarının bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir.
“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”

“Mektûbatında ise şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricidir, bir nâmus-u zîşuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir; bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi; hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse; yine lâyemut bir kanun olurdu.”

Bediüzzaman, insanın madde ve mânâdan, ruh ve bedenden mürekkeb olduğunu kabul ederek ruhun esas, maddenin ise ona tâbi ve musahhar olduğunu şöyle dile getirmektedir:
“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşâhade madde, mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin; kemâlât ondan istenilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hakikat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nûr-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemâât ve semeratının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine icra edilip îzah edilsin. Hâşâ ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemâât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bediüzzaman Hazretleri ruhun varlığı ve bekasını ispatta, dikkate şâyân bir tarz ve metod ortaya koymuştur. Önce, enfüsî delillerle insanın akıl ve vicdanını tatmin etmiş, bu mevzuda insana kazandırdığı ilim ve irfanı afakî delillerle takviye ve tahkim etmiştir.
Enfüsî deliller hususundaki telâkkilerini şöyle dile getirir:
“Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği hâlde, bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise: Madem, cesed, gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşâhade ile sabittir ki, ceset ruh ile kâimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kâim değildir. Belki ruh, binefsihî kâim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın;ruhun istilâliyetine halel vermez. Belki, ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.”

Âfâki deliller konusunda dahi derin düşüncelerini şöyle ifâde eder:
“Mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münâsebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zatî bir hassa, bir tek ferdde görünse; bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü Zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur. Hâlbuki değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşâhedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emârât o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yâni, Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Manevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere gelir.”

Ruhun ispatı yanında, bekası üzerinde de önemle duran Bediüzzaman Hazretleri bunu hassasiyetle nazara vererek şöyle demiştir:
“Hem hads-i kat’î ve vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir; vahdeti var. Tahrib ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmazki, verdiği nimet-i vücûdu, o nimet-i vücûda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.”

Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde ruhun varlığı ve bekasını çeşitli yönleriyle ve muhtelif tarzlarda izah ve isbat etmiştir. Bu mevzuda tafsilât için adı geçen esere müracaat edilebilir. Bunun yanında, diğer eserlerinde de çeşitli vesilelerle yer yer ruh mevzuuna temas etmiş, hârika beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan bir kısmını takdim ediyoruz.
“...Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve vâhid-i Ehad’den başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedi
bir bekadan mâada birşeye de razı olmuyor.


İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskâ edilmekle imanla intibaha gelirse, nûrânî, misâli âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”

“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrübâ, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misâl, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzâheme ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz, küçük bir yerde içtima ederler

.Kezâlik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine; şuâ’ın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.

Kezâlik, bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelândan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan menedecek bir mâni yoktur.”

“Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libâsı yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Cesed ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nûr bakidir. Binâenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı hâlde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.”

“Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehâdet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o akim fikirlerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzaheme, mümaneat ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki, bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu hâlde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur; ve ne de cüz’iyatında müzaheme ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur; ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehâdetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiç bir fâidesi yoktur, demek değildir.”

“Melâike ve ruhâniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi; hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyet tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki; şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nûr-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve Saltanat-ı Rubûbiyye’tin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbîhatlarını temsil ediyorlar.”

Dip Notlar:

1:İbn-i Sina: 980 tarihinde Harmisen’de doğdu. 1037’de Hemedan’da öldü. Genç yaşında yazmaya başladı. Aristo’nun metafiziğini çok karışık buldu. Farâbî’nin “El-İbâne”si O’na Aristo’yu tanıttı. Hayat-ı içtimaiyyenin çeşitli kademelerinde vazife yaptı. Eserlerini yollarda, hapishanelerde ve son derece güç şartlar altında yazdı. İbn-i Sina’nın sistemi Ortaçağ felsefesinin karakterini tâyin eder. Batı âleminde Avicenne ismiyle tanınır. O İslâm hükemâsının önderi ve zamanının Aristo’su olmuştur. Tıbda da mahirdi. Onun ruha ait bilgileri geniş bir inceleme mahsulüdür. Mantıkta olduğu kadar ruh nazariyesinde de menşe itibariyle Aristo’ya dayanır. Ancak, ruhun ezeliyetini kabul etmez.

2:İmam-ı Gazâlî: 1058 yılında Horasan’ın Tûs şehri civarında, Gazale köyünde doğdu. 1111 yılında Tûs’da öldü. Gazâlî, aklî ve naklî ilimlerin merkezi olmuştur. O’nun çeşitli
ilim ve fenlerdeki hârika kudretini ilim dünyası takdirle tanımıştır. Kendisi İslâm Müceddidleri arasında ayrı bir hususiyete haizdir. Yüksek dehâsı, keskin hüccetleri ve hakimane metodu ile ehl-i sünnet itikadına saldırmak isteyen felsefi ve fikrî cereyanların çemberini kırmıştır. İslâm Dünyasına sayısız eserler kazandıran Gazâlî, asrının her cihette ferd-i fendi olmuş, Hüccetü’l-İslâm unvanını bihakkın kazanmıştır.

3:Fahreddin-i Razî: Razî, Rey şehrinde 1148de doğmuş, 1209’da Herat şehrinde vefat etmiştir. Razî, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomiye ait mevzuları derin bir vukûfiyetle muhakeme etmiş, ruh hakkında incelemelerde bulunmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bayrağını elinde tutarak ilmin tam hakimiyetini korumuştur. 300 küsur eseri vardır.

4:Fecr sûresi, 89/ 27-28

5:Mevlânâ (1207-1273): İslâm tasavvufunun büyük mümessillerinden, mütefekkir ve şair. Mevlevi Tarikatı’nın Piridir. Belh şehrinde doğmuş, Konya’da vefat etmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a) sülâlesindendir. Altı Ciltlik Mesnevi, Divan-ı Kebir, Traşnâme, Esrârnâme, Lübb’l-Lübab, el-Mânevi gibi tasavvufî ve ahlaki eserleri telif etmiştir.

6:İsmail Hakkı Bursevî: Celvetî Tarikatının şeyhlerindendir. Aydos’ta doğmuş, Bursa’da vefat etmiştir (1725). Pek çok eserleri vardır. Ruhü’l-Beyan, Ruhü’l Mesnevi,
Muhammediyye Şerhi, en meşhurlanndandır.

7:Elmalılı Hamdi Yazır: 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğmuş, 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ders almıştır. Bâyezid Dersiamı olarak vazife yapmış, Dârû’l-Hikmeti’l-İslamiyye âzâlığına seçilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili ismini taşıyan Türkçe tefsiri meşhurdur. Fransızcadan tercümeye başladığı felsefe tarihi kitabını, önsöz ve dipnotlarıyla birlikte “Metalib ve Mezahib” adıyla bastırmıştır.

8:Hak Dini Kur’an Dili, C.5, S.3198-3199

9:Ömer Nasuhî Bilmen: (Erzurum 1884 - İstanbul 1971): Din âlimi. Tahsilini Fatih Medresesi’nde tamamladı ve oraya hoca oldu. İstanbul Müftülüğü yapmış olan Ömer Nasuhî, bir ara Diyanet Reisliği’nde bulunmuştur. Kur’an’dan Dersler ve Öğütler, İlm-i Kelâm, İslâm Ahlâkı, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Büyük Tefsir Tarihi... O’nun başlıca eserleridir.

10:Bediüzzaman Said Nursî: 1876 tarihinde, Bitlis’in Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said Nursî, çağımızın en büyük mürşidlerinden, âlim ve mütefekkirlerindendir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğuda, Rus ve Ermeni birliklerine karşı milis albayı olarak kahramanca çarpışıp esir düşmüş, iki yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a dönmüştür. “Dini Siyasete Âlet” ittihamıyla çıkarıldığı bütün mahkemelerden beraat kararı alan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin hemen hemen tamamını hapishanelerde, sürgün yerlerinde, oldukça güç şartlar içinde te’lif etmiştir. Dinî, felsefi, içtimaî mes’eleleri anlamak ve anlatmakta müstesna bir kabiliyet sahibi olan Bediüzzaman, 130 parçadan meydana gelen eserlerinin tamamına birden “Risâle-i Nür Külliyatı” ismini vermiştir. Bu eserler, Kur’an tefsirleri olup, okuyucularına tahkiki iman dersi vermiş, asrın, karşılığını beklediği her tür suali büyük bir vukûfiyetle, muknî ve müdellel cevaplandırmıştır. Günümüzde eserleri, bilhassa tahsil çağındaki gençler tarafından hararetle okunmaktadır. Eserlerinin çoğu Doğu ve Batı dillerine tercüme edilmiştir. Hakkında, yurt içinde ve yurt dışında birçok yazılar yazılmıştır. 1960’ta Urfa’da vefat etmiştir.



Mehmed Kırkıncı
Devamını Oku »

Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin Açıklanması


Beden Öldükten Sonra Nefsin Ölmediğinin İkna Yöntemiyle Açıklanması


Onuncu Fasıl

Fahreddin Râzî (ö. 1210)

[1]Birinci delil: Akıllı kimselerden büyük bir grup, insanların en fazi­letlisinin peygamberler, veliler ve metafizikçi filozoflar olduğu hususun­da anlaşmışlardır. Fizik ve matematikle uğraşan filozofların varlığındaki fayda ise dünya hayatını yoluna koymak içindir. Mademki bu hayat baya­ğıdır, ona hizmet edenler de şerefli sayılamaz.

[2] Durum böyle olduğuna göre deriz ki, peygamberler, velîler ve metafizikçi Filozoflar beden öldükten sonra nefsin ölmediği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Bu üç grubun da yol ve yöntemi dünyadan yüz çevirip âhirete yönelmektir. Nitekim yüce Allah “(...) Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin nezdinde sevapça daha hayırlı ve ümit bağla­maya daha layıktır” (el-Kehf 18/46) buyurmaktadır. Onlar bu hayatta olup bitenlere değer vermedikleri gibi ıslahına da çalışmazlardı. Âdeta onların, bu yolun değersizliğini ortaya koymak ve eleştirmekten başka bir işleri yoktu. Kim bu görüşü doğrulamak isterse, peygamberlerin dünya­dan el etek çekmelerini ve yüce Allah’a yönelmelerini açıklayan kitaplara müracaat etsin.

[3]Filozoflara gelince, kim onların durumunu ve bu konudaki tutum­larını merak ederse, hayatlarını, özellikle de Sokrat ve Eflatun’unkini konu alan kitapları okusun. Aristoteles’e gelince o, Kral İskender’in veziri ve hocası olduğundan dünya işleriyle çok ilgilenmişti. Bu durumu onun için bir ayıp saymışlardı. Bu da gösteriyor ki, büyük filozoflar, dünyayı talep etmenin kötü bir şey, âhireti önemsemenin ise takdire değer bir yol olduğu hususunda birleşmişlerdir, ölüm sonrasında nefsin varlığı sür­memiş olsaydı,dünya sevgisini eleştirmenin ve âhireti talep etmenin güzelliğini telkin konusundaki peygamber ve filozofların tavrı yanlış ve tutarsız; dünyaya tâlip olan fâsık ve kâfirlerin tutumu ise doğru olmuş olurdu. O halde bunun yanlışlığı kesin bir şekilde bilindiğine göre, bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğu kesinlik kazanmaktadır.

[4] İkinci delil ihtiyat yöntemidir. Biz diyoruz ki, bu beden ezelden doğduğu güne kadar yoktu; öldüğü günden ebediyete kadar da yok olarak kalacaktır. Malumdur ki, ezel-ebed arasındaki bu zaman dilimi, gayet çok olana nisbetle az mı azdır. Eğer bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî kaldığına, sonrasında onun için mutluluk ve bahtsızlık olduğuna inansak; bu nedenle cismânî lezzetlerden sakınıp ruhânî iyiliklerin peşinde koş- sak; inandığımız doğru çıkarsa ebedî azaptan kurtulmuş ve ebedî sevaba kavuşmuş oluruz. Şayet inandığımız yanlış çıkarsa, ezel ile ebed arasın­daki azıcık sürede sadece bedenî lezzetlerden mahrum kalmış oluruz. Fakat ölümden sonra nefsin de öldüğüne, onun için mutluluk ve bahtsız­lığın sözkonusu olmadığına inansak ve inandığımız da doğru çıksa, şu birkaç günlük dünyada azıcık ve kısıtlı lezzetlere kavuşmuş oluruz. Eğer inandığımız yanlış çıkarsa, o zaman ebedî bahtsızlığı ve azabı boylamış oluruz.

[5] Şayet bunu anladınsa, bedenin ölümünden sonra nefsin varlığını sürdüreceğine olan inanç daha ihtiyatlı bir durum arz eder. Öyleyse bu yolu izlemek gerekir. İşte bu hususu dile getirmek üzere yüce İmam Ali b. Ebî Tâlîb -Allah ondan razı olsun ve kendisini de razı etsin- demiştir ki:
Müneccimle tabip girip krize,
Cesetler dirilmez demez mi bize.
Hadi ordan dedim, siz işinize!
Doğru çıkarsanız benim kaybım ne?
Ben doğru çıkarsam vay halinize...(1)

[6] Bedenin ölümünden sonra nefsin bâkî olduğuna dair üçüncü iknaî delil şudur: En kadîm zamanlardan bu âna gelinceye kadar doğu ve batı­da yaşayanların,ölülerini -zulüm ve haksızlık ettiklerine inansalar bile- namazla, rahmetle ve hayır dua ile andıklarını görmekteyiz. Şayet bedenin ölümünden sonra nefis de ölmüş olsaydı bu ifadelerin boş ve geçersiz olması gerekirdi. Çünkü namaz, dua ve rahmet, ölüye hayır duayı ulaştırması için âlemin Rabbine bir yakarıştır. Lanet ve hakaret ise âlemin Rabbinden ölüye bir kötülük ve azabı ulaştırmasını dilemektir. Eğer bedenin ölümüyle birlikte nefis de ölmüş, bedenin yok olmasıyla o da yok olmuş olsaydı, iyilik ve kötülük dileklerini ölüye ulaştırmak imkânsız olurdu. Oysa böyle düşün­mek, en kadîm zamanlardan beri bütün dünya halklarının bâtıl üzere ittifak ettikleri anlamına gelir ki, bilindiği üzere bu, imkânsızdır (ba'îd).

[7] “Bu dua ve hakareti, yalnız çeşitli din ve mezhep mensupları, var­lığın hakikatini bilmedikleri için yapmaktadır; aklı başında kâmil bir filo­zof bunu asla yapmaz” denilirse; biz de deriz ki, faziletli ve kâmil filozof dediğimiz kimse kendi şüphe ve sapık anlayışından uzaklaşıp asıl fıtratı­na ve tabiî asliyetinin gereklerine dönecek olsa, kendisine çok iyiliği dokunan bir insan öldüğünde, onun yaptığı iyilikleri hatırlayınca o aslî fıtratı onu, ölen insanı rahmet ve dua ile anmaya sevk eder. Ölenden bir­çok kötülük gördüğünde ise onu lanet ve hakaretle anacaktır. Bu da nef­sin ölümsüz olduğunu kabul etmenin aslî fıtratın bir gereği olduğunu göstermektedir. Bu inançtan dönüşün sebebi sadece ârızî şüphelerdir.

[8] Dördüncü delil: İnsan rüyada anne ve babasını görür ve onlara bazı şeyler sorar. Onlar da bu sorulara doğru cevaplar verir. Hatta bir yerde hiç kimsenin bilmediği bir definenin bulunduğundan haberdar ederler. Derim ki, ben henüz ilk öğrenim gören bir çocukken, başlangıcı bulunma­yan olaylar meselesini okuyordum. Rüyada babamı gördüm, bana dedi ki: “Delillerin en güzeli şöyledir: Hareket, bir durumdan bir başka duruma intikaldir. Mahiyeti icabı bu, başkası tarafından öncelenmeyi gerektirir, ilk olmak, başkası tarafından öncelenmeye aykırıdır. O halde 'ilk' ile ‘öncelenme’ kavramlarını bir arada düşünmek imkânsızdır.”

Bana göre bu yorum, bu mesele hakkında ileri sürülen her görüşten daha güzeldir.
[9] Yine duyduğuma göre şair Firdevsî(2) Şehnâme’yı yazıp Sultan Mahmud Sebüg Tekin’e takdim edince sultan onu, kitabın değeriyle miitenâsib olmayan bir şeyle ödüllendirmiş. Bu duruma canı sıkılan Firdevsî rüyasında Rüstem’i görmüş. Rüstem şaire “Beni kitabında çok övdün, ama ben ölüler arasıııdayım, senin hakkını ödeyemem. Fakat falan yere git ve orayı kaz; orada bir define bulacaksın, onu al" der. Bunun üzerine şair demiş ki; “ölen Rüstem hayattaki Mahmud’dan daha çok kerem sahibidir.”

[10] Yine duyduğuma göre Aristoteles’in talebelerinin herhangi bir mesele hakkında başlan sıkışınca, onun kabrine giderek meseleyi orada tartışırlarmış, bu esnada mesele çözülür ve sıkıntı ortadan kalkarmış. Baskın görüş (zann-ı gâlib) ifade eden bu gibi haller, bedenin ölümünden sonra nefislerin ölmediğini bildirmektedir.

[11] Beşinci delil: Bizler hayır ve dinî amaçla yapılan her binanın, zayıf ve gevşek yapılsa da uzun zaman ayakta kaldığını; fakat krallar ve önde gelen büyükler için yapılan dünyevî amaçlı köşklerin ise gayet sağ­lam olmakla birlikte çok kısa zamanda yıkıldığını görmekteyiz. Dahası, zâhid, âbid ve âlimlerin anıları, eserleri ve eski eşyaları, çok yıpranmış bile olsa, ölümlerinin ardından uzun süre korunur. Ben, sahibinin ölü­münden yüz yirmi sene sonra ona ait yıpranmış, yırtılmış bir seccade gördüm. Nitekim RasûlullâhTn (s.a.s.) elbisesi altı yüz küsur yıldan beri korunmaktadır. Fakat kral ve hükümdarların gösterişli kıyafetleri çok kısa zamanda yok olup gitmektedir. Yine âlim ya da zâhid bir adam, fakir, zayıf ve insanların değer vermediği biri olsa da, ölümünden yüzlerce, bin­lerce sene sonra hatırasının yaşadığını görmekteyiz.

Fakat zalimlerin, hükümdarların dünyada ünü sanı çok kısa sürer, sonunda silinip gider. Dünyada onlardan ne eser ne de haber kalır.

[121 Bunu anladın ise şimdi deriz ki, tümevarıma dayalı bu gözlem, “yüce huzur”la ilişkili bulunan her şeyin, o ilişkinin gücü nisbetinde kalı­cı olduğu sonucunu vermektedir. Maddî âlemle ilişkili olanlar ise çabu­cak silinip gider. Durum böyle olduğuna göre deriz ki, nâtık nefis (akıl), zorunlu varlığın nuruyla aydınlanınca ondan aldığı güçle sayı, zaman ve şiddet bakımından gayet güçlenir. Bu nedenle kozmik düzen [es-seb'u’ş- şidâd) devam ettiği sürece o da varlığını bozulmaktan korunmuş olarak sürdürür. Konuya yaklaşımın tamamı şöyledir: Ben o yıpranmış ve yırtıl­mış olan yüz yirmi senelik seccadeyi görünce, kendi kendime dedim ki, uzun zaman korunan bu lime lime olmuş seccadeyi diğer gösterişli elbi­selerden ayrıcalıklı kılan, bedenini yöneten ve yüce Allah’ı bilmesinin nuruyla aydınlanan nefsin sahibi olan o adamın ayağını bunun üzerine basmasıdır. İşte bu kadarcık bir ilişkiden dolayı o eski püskü seccade uzun zamandan beri korunma imkânı bulmuştur. Bu kadarlık bir ilişki kahcılığa neden oluyorsa, nâtık nefis cevheri nasıl kalıcı olamaz?! Üstelik o, şâm yüce Allah’ın nurunun kabı ve zarfı, İlâhî âlemin ışığıdır.

[13] Altıncı delil: Biz, yüce Allah'ın emirlerine saygı duyan ve O’nun yarattıklarına şefkat gösteren her insanın uzun ömürlü olduğunu, yaşa­dığı sürece de belâ ve felaketlerden korunduğunu görmekteyiz. Buna mukâbil cinayet ve zarar verme konusunda fazlaca saldırgan olanların ömrü kısa olduğu gibi başlarına bir belâ gelmesinden de kurtulamazlar. Bu, büyük ölçüde tümevarıma dayalı bir kanaattir. Hatta diyebiliriz ki, saldırgan olmayan hayvanların ömrü uzun, zararlılarınla kısadır. Allah’ın emirlerine saygının anlamı, nefsin nazarî (teorik) gücünü geliştirmek; Allah’ın yarattıklarına şefkatin anlamı da nefsin yaratılmışlara yönelik amelî (pratik) gücünü geliştirmekten ibaret tir. Bu husustaki tümevarım yöntemi, bu iki gücü geliştirmeye yönelik çabanın, bedenin imkânı nisbetinde uzun süre yaşamasını sağladığını göstermektedir. Bu durumda nefis cevheri bu iki gücü kendinde bulun­durduğuna göre onun varlığını sürdürmesi daha evlâdır.

[14] Yedinci delil: Durumu itibariyle insanlık üç kısma ayrılır. Onun en yakın ve aşağıdaki konumunu sırf cismâniyeti oluşturur. Âdeta bu, mescid, medrese ve tekke gibi hayır için yapılan binalar gibidir. Cismâni- yet ve ruhâniyeti birleştiren konuşma [kelâm), orta konumu temsil eder. Çünkü söz, cismâniyetten doğan ses ile ruhânî yani gayri maddî olan kav­ramdan (ma'nâ) oluşur. En yükseği ise sırf nefsanî (psikolojik) durumdur ki, o da hakikî ve doğru bilgiden ibarettir.

[15] Bunu anladın ise şimdi deriz ki, cismânî varlıkların uzun yaşama­sının ruhânîlere göre daha az olduğu gayet açıktır. Ayrıca cismâniyetten olup da ruhâniyetle ilişkili olan her şeyin, varlığım devam ettirme konu­sunda mümkün olan en son noktaya kadar vardığını görmekteyiz. Eğer istiyorsan Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ'nın durumuna bakarak bunu anlayabilirsin. Kalıcı olmaları bakımından dünyada bu iki yapıya denk bir bina bulamazsın. İkinci mertebeye gelince, ruhânî kavramlarla ilgili her söz, mümkün olan en son noktaya kadar varlığını sürdürür. Eğer anlamak istiyorsan Tevrat, Incil, Zebur ve Kur’ân gibi Allah’ın indirdiği kitapları; tarzları farklı olmakla birlikte hikmete dair kitapları düşün. Farklı türden olsalar da bunlar yeryüzünde ebediyen kalacaktır. Gördük ki, cismânîler ruhânîlerle ilişki kurunca ömürleri büyük ölçüde uzuyor. Hâlbuki cismânî olanlarda aslolan yıkılıp yok olup gitmektir. Fakat özü ve nitelikleri itibariyle nefis cevheri sırf ruhânîdir.

O halde ebedîliği gerektiren ve en büyük iksir sayılan yüce Allah'ı bilen nefis, değişim ve fânilikten uzak olarak, tertemiz bekâyı hak etmeye daha layıktır.

[16] Sekizinci delil: Tümevarım yöntemi gösteriyor ki, insanın kalbine yüce Allah'ı bilme nuru tecelli edip O’nun celal ve kibriyâ sıfatları kalpte inkişâf edince nefsi güçlenir, gücü gelişir; öyle hale gelir ki, dünyanın en büyük hükümdarlarını bile önemsemez ve hiç kimsenin makamında asla gözü olmaz. Fakat tecelli ve keşif hali kalpten gidince o kimse ilk durumu­na döner, öyle ki, en basit şeyden korkar ve sakıncası en az olanlardan bile ürker hale gelir. Anlatıldığına göre İbrahim el-Havâss,(3) müritleriyle çölde bulunurken bir gece kendini keşf makamında bulur. Orada oturur­ken yırtıcı hayvanlar çevresinde toplandığı halde o bunlara hiç aldırış etmez, fakat müritler korktukları için ağaçlara tırmanırlar. İkinci gece kendisinden o hal gittiği halde otururken bir sivrisinek elini sokar ve o, bundan duyduğu acıyı [etrafındakilere] belli eder. Bunun üzerine bir müridi der ki: “Dün gece sizi yırtıcı hayvanlar kuşatmışken hiç aldırış etmediniz, fakat bu gece sivrisinekten yakmıyorsunuz.” İbrahim el-Ha­vâss der ki: “Dün gece bana gayb âleminden çok değerli bir konuk ve büyük bir sultan gelmişti. Onun gücü sayesinde o yırtıcılara aldırış etme­dim. Ama bu gece kendimle başbaşayım. Bu yüzden sivrisineğin verdiği sıkıntıya katlanamıyorum.”

[17] Anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur: Gayb âleminden zuhur eden nur, ruh cevherini güçlendirir ve nefsin madde âlemine olan üstün­lüğünü ifade eder. Durum böyle olduğuna göre, ölüm yaklaşınca nefis cevherinin yüce Allah’a sığınması gereklidir. O esnada mükâşefe gerçek­leşir; böylece nefis cevheri öyle bir güç kazanır ki, artık bütünüyle âlemin harap olmasına aldırış etmez; o halde zayıf bedenin harap olmasına neden aldırış etsin!

[18] Dokuzuncu delil: Bedenin fânî olmasıyla nefis de fânî olsa, nefis kendi bekâsını temin için bedene muhtaç olmuş olurdu. Oysa aslında beden kendi bekâsı için değil, niteliklerinin bekâsı için nefse muhtaçtır. Onlar mizaca ait niteliklerdir. Bu durumda nefsin bedene olan ihtiyacı, bedenin nefse ihtiyacından daha fazla olmuş olur. Bir şey daha çok muh­taç ise muhtaç olduğu varlıktan daha değersiz düzeyde demektir. Buna göre bedenin ölümüyle nefis de ölmüş olsa, nefsin bedenden daha düşük düzeyde olması gerekir; bu ise geçersizdir. Çünkü beden nefisle birliktey­ken değerlidir, nefis bulunmayınca o gayet değersizdir. Böylece bedenin ölümüyle nefsin ölmediği iyice anlaşılmıştır.

[19] Onuncu delil: Bedenin ölümü, cisimlerdeki sıfatların değişimin­den ibarettir. Bedenin ölümü, sadece mizaca ilişkin niteliğin ve normal azaların ortadan kalkmasıdır. Buna göre deriz ki, o arazların cisimlerle olan ilişkisi, cisimlerde tasarrufta bulunan nefisle olan ilişkisinden daha mükemmel ve daha güçlüdür. O arazların ortadan kalkması, aralarında çok yakın ilişki bulunan cisimlerin ortadan kalkmasını gerektirmezken, nefisle uzaktan ilişkisi bulunanın ortadan kalkması, nefsin fânî olmasını evleviyetle gerektirmez.

[20] İşte bu konuda üç saatten az bir sürede hatır ve hayalime gelen yorumların toplamı bundan ibarettir. Bu iknaî delillerden dolayı kimse­nin bizi ayıplamaya hakkı yoktur. Zira biz, eğer bir gaye önemli ve ciddi ise aynı zamanda değerli, yüce ve zor olduğunu anlattık. O gayeyi bazen kesin delillerle, bazen güçlü ve zayıf iknaî delillerle gerçekleştirmek akl-ı selimin gereklerindendir. Allah daha iyi bilir.

Dipnotlar:

(1)- Aslında Ebu 1-Alâ el-Ma‘arrî’ye ait olan bu kıtanın manzum çevirisi tarafımızda yapılmıştır.

(2)- Firdevsî (ö. 411/1020 [?]) İran'ın millî destanı olarak kabul edilen ve 60.000 beyit­ten oluşan Şehnâme’nin müellifidir. Şehnâme’yi Gazneli hükümdarı Mahmııd b. Sebüg Tekin’e (ö. 421/1030) ithaf eden ve eseri bizzat sultana sunan Firdevsî, bir rivayete göre Gazneli Mahmud'dan eserinin değerine lâyık bir ödül alamamış, kendisine verilen 60.000 dirhemin 20.000’ini Sultan Mahmud’un gözdesi Ayaz’a, 20.000’ini hamamcıya, 20.000’ini de hamamın yanındaki bozacı veya mey­haneciye vermiş ve Sultan Mahmud için bir hicviye yazarak Herat’a kaçmıştır; bkz. Mehmet Kanar, “Firdevsî", DİA, c. XIII (İstanbul 1996), s. 125-127.

(3)- Ebû îshâk İbrahim b. Ahmed el-Havâss (ö. 291/904): Riyâzet ve tevekküle önem vermesiyle tanınan ilk dönem sûfîlerindendir.



Kaynak:Felsefe ve Ölüm Ötesi,Klasik yay.,Derleyici:Mahmut Kaya,syf:112-119
Devamını Oku »

Ruhun Devamlılığı



Emr âlemini, bir televizyon yayın merkezine benzetir, insan bedenini de televizyon alıcısı yerine koyarsak, ruh; stüdyodan yayılan TV dalğalarına ben­zer. Nasıl ki TV olayında bu dalgalar TV stüdyosunun bir parçası değilse ve an­cak mönitöre yansıdığı zaman televizyon merkezindeki görüntüyü bize iletiyor­sa ruhlar da Allah'ın bir parçası değildir. Ancak O'nun sıfatının bir tecellisidir. Böylece ruhun ilahi sıfatlardan bir tecelli olduğu, fakat Allah'ın hiç bir şekilde bir parçasını temsil etmediğini daha kolay kavrayabiliriz.

Ölüm olayı, bir tarz televizyon alıcısının Fişini çekme hadisesidir. Bu durumda bizim televizyonumuz sussa dahi, TV dalgaları sürekliliğini korumak­tadır. Dolayısıyla bedenin Ölümüne rağmen ruhun devamlılığı aşikardır.

Onk. Dr. Halûk Nurbaki, Zafer, sayı: 182 sh. 15-16.1992
Devamını Oku »

İnsan Sadece Bedenden İbaret Değildir...



Azizim,
insan bu görülen ve algılanan heykelden ibaret değildir. Ruh denilen İlâhi sırdan ibarettir.

Nefse hakim ol ve onun faziletlerini tamamlayıp ge­liştir.

Çünkü sen bedeninle değil ruhunla insansın,

İnsanın nefsinin şuuruna sahip olması ilk olarak ka­bul edilmesi gereken apaçık hakikatlardandır. Yani bütün mülâhazalardan, bütün düşüncelerden önce gelir. İnsanın (Burada insandan maksat ruhtur) kendi varlığını inkâr etmesi, Hoca Nasreddin' merhumun gelen bir misafiri sav­mak için içeriden: Efendi oda yok, demesi gibidir.

Ruh sâde (Üzerine bir şey yazılmamış) bir levha gi­bidir. Bedenimize girdikten sonra, maddî şekiller duyular yoluyla onda nakış olunur, o da bu vasıtayla dış âlemin varlığından haberdar olur. Gönül burada bir iki söz söyle­mek isterdi. Fakat susmayı tercih etti.

Çünkü bir kabristan ziyaretinin bundan fazla söze ta­hammülü yoktur. Burada söylenecek sözler o ziyarete mu­vafık mahiyette olmalı.

Biz de ruhun diğer halleriyle ilgili sözleri bir tarafa bırakalım da makama uygun bir söz söyleyelim: Büyük babamın ziyareti bende tuhaf tuhaf fikirler hasıl etti. O fikirlerin özeli sudur :

Ruh bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra dünyadaki fiillerini - Fakat mülâyim bir şekilde temsil ederek - ha­yal, daha doğrusu idrak edecektir. Fakat siz diyeceksiniz ki, dimağsız ruh nasıl tahayyül ve idrak edebilir? Dimağ ruha o tahayyül özelliğini vermiştir. Tahayyüle, idraka mahsus olan nitelikler ona istidat kazandırmıştır. Şu hal­de bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra beyne ait fiilleri, beyne ihtiyacı olmaksızın yerine getirebilir. Çünkü bey­nin, ilgisinin kesilmeden önce, ruha verdiği hareketin, de­vamlı olarak, onda var olduğu düşünülebilir. Meselâ ruh dünyada işlediği iyi bir şeyin kendisinde sebep olduğu se­vinç hissini, âlem dışında hoşlandığı şeylerden birine, bir güzel çiçeğe benzeterek tahayyül eder. Bu tahayyül ken­disi için neşeye sebep olur. Bizim hayal namını verdiğimiz bir şey, devam ve istikrarından, ruhun dış âlemle olan alâ­kasının kopması sebebiyle ona fazla tesirinden dolayı, sırf hakikatten ziyade hakikat halini alır. Keza insanın fena bir fiili de yılan gibi hoşlanmadığı bir surette temsil eder ve ruhu bu sebeble sıkıntıya sokar.

Dış âlemin ruha tesiri :

Ruhun bu tasarrufları bedenden ilgisi kesilmeden, ev­vel bir dakika kendisinde vuku bulan hallerdendir. Bu­nun yazılarımız ve konuşmalarımızda tesirleri görülür. Demek ruhun kategorileri bir uygun temsil ile tahayyül etmesi ve ondan etkilenmesi kendisi için daima vuku bu­lan hallerden imiş. Bu böyle olduğu gibi hareketlerimiz­den ayrılmasına imkân olmayan hallerde daima ruhumu­za tesir icra etmekten geri kalmaz. İster fiillerimizi uygun benzetmelerle tahayyül edelim; ister o fiilin benzetmeksizin, doğrudan doğruya tesirine maruz kalalım; her iki su­rette de ruhumuzun, mâhiyetlerine göre fillerimizden et­kilenmesi zarûrî demek olur, fakat hislerin dağdağası her zaman fiillerimizi uygun temsil ile tahayyülümüze, şu halde ondan tam mânasıyla etkilenmemize mani ise de o etkilenme mâhiyetine şuurumuz, katılmaksızın nefsimiz­de hüküm fermâ olmaktan hali değildir. Mesel çoğunlukla içimizde bir sıkıntı olur. Sebebini sorsalar, bilmiyorum, diye cevap veririz. Uykuya yattığımız yani hislerin faali­yetini tatil edip dış âlemle alâkayı kestiğimiz zaman o hâ­li rüyada uygun bir temsil ile görür, ondan etkileniriz, iş­te bunlar hep nâtık nefsin kendisine has hal ve hareketlerindendir.

Burada meşhur paskal’ın bir sözü hatırıma gel­di. Diyor ki : Halktan birisi her gece kendisini rüyada pa­dişah olmuş görse, padişahlığın gereği olan safalarla meş­gul olsa, hemen bir padişah kadar mesut olmuş demektir. Bu böyle olduğu gibi padişahlardan biri de, yaşadığı müd­detçe, her gece düşünde kendisini halktan biri gibi görse, onun çektiği zahmeti, meşakkati çekse hemen onun kadar bedbaht olur. Demek ki rüyada görülen şeylerin ruha olan tesiri uyanık hallerin tesirinden az değilmiş. Fakat bunda rüyanın aynı tarzda ve devamlı olması şarttır. Değişmesi bu tesirin tamamının zuhuruna mânidir. Fiillerimizin ge­rektirdiği şeylerin, dünyada tam tesirine, dış âlemin gürültüsü (Dağdağa) nün mani olduğunu söylemiştik. Hokkabazlann gürültü ile sünnet çocuğunu avuttuğu gibi, dış âlemin çeşit çeşit hokkabazlığı da bir dereceye kadar bizim ıztırabımızı hafifletiyor.

Her gün görülen hallerdendir : Meselâ bir insan bir şeyden ziyadece etkilenirse dış âlemin gürültüsünü tabii olarak artırmak lüzumunu duyar. Meselâ saz bilirse saz çalar, sokağa çıkar, yahut ahbabıyla görüşür. Bunlar hep o etkilenmesinin şiddetini hafifletmek maksadım güden ve içgüdünün şevki ile düşünülmeden alınmış tedbirlerdir. Bu tedbirler dış gürültüleri artırıp ruhu bulunduğu nokta­dan geriletir.

Ruh bu tesirleri ancak kabirde gözden geçirir :

Fakat ne yapılırsa yapılsın, her fiilin ayrılmaz parça­sı olan bir hal bir olay vardır ki, o fiilin bizden sâdır olay­ların oluşuyla ruhda bu hal derhal tecelli eder. Ruh kendi­sinde tecelli eden hallerin, hepsini, teşbihte hata olmaz, gramofon plâğı gibi alır ve muhafaza eder. O hallerin bir tanesini bile kayb etmez. Çünkü dünyadan beraber götü­receği ancak odur. Hayat kavgası ve gürültüsü o hallerden hasıl olan tesirlerin tamamının ortaya çıkmasına mâni ol­duğu için, ruh kendisinde olan sermayeyi bilmez, yalnız onu toplamakla meşgul olur. Topladığı şeylerin nasıl şey­ler olduğunu anlamak için tenha bir yerde oturup onları birer birer gözden geçirmesi lâzımdır. İşte o tenha yer de şu sohbetin konusunu teşkil eden sükût yerindeki terke- dildiği hücredir. Orada dağdağa yoktur. Ruh kendi kendi­ne kalır. Dünyada topladığı şeyleri birer birer gözden ge­çirip ne olduklarım anlar.

Ruh dış âlemle olan ilişkisini temin eden göz, kulak, burun vesaire gibi şeylerden ayrılıp kendi kendine kaldığı, dolayısıyla kendisini meşgul eden bu kadar dağdağanın bir anda yok olduğu bir sırada cidden müşkül bir mevkide kalır. Dünyadaki mümkün olan cezaların en şiddetlisi tefrîd yani bir adamı Dışarıyla büsbütün alakasını keserek-dar bir yerde haps etmek cezasıdır. Ruh dış âlemle ilgisini kestiği dakikada tek başına kalır; artık yalnızlık hücresin­de kendi fiillerinden başka dostu , yâri bulunmaz. Başlar bunları hayal etmeğe, o hayal ettiği şeylerle has­bıhale!

İşte insan ameliyle dirilir, sözünün tafsili budur. Yu­karıdan beri nîh hakkında bir çok söz söyledik. Fakat son durağın halleri, kabir azabının hakiki mahiyetine nazaran bu sözlerde o hakikatları münasip bir temsilden başka bir şey değildir, öldükten sonra ibret nazarları önünde tecel­li edecek temaşanın hakikatini Allah’dan başka kimse bil­mez.




Ferid Kam - Dini-Felsefi Sohbetler
Devamını Oku »