Ariflerin Tevhidi

Ariflerin Tevhidi

Âlemin ezelî padişahı Cenâb-ı Allah, önce bize birliğini bildirdi. Allah teâlâ- nın bu hususta buyurduğu şöyledir: "İlâhınız bir tek Allah'tır. "Âlimler de şöyle buyurmuşlardır: "İlim üçtür: Muhkem âyetler, kesin farzlar ve bunların dışındakiler.

Hz. Peygamber buyurur: İlim üçtür:

Birincisi apaçık ayetler.

İkincisi kuvvetli farz,

Üçüncüsü sabit sünnet.

Bu üç ilmi bilen gerçekten büyük kişidir. Sonra Yüce Padişah Cenâb-ı Allah kullarına kendi varlığını bildirdi. Yüce Allah'ın sözüdür:

"... gökleri ve yeri yaratan .,."

Sonra sıfatını bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah 'indir."

Sonra heybetini bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir." Sonra ululuğunu bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"O, yücedir, büyüktür."

Sonra üstünlüğünü bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"... asıl üstünlük, ancak Allah 'ın..."

Sonra büyüklüğünü bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücelerden yücedir."

Sonra nimetini bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır! ” Sonra pişmanlığım bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah, suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Sonra iyiliğini bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah kullarına lütuf kârdır. "

Sonra sevgisini bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"... bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin. "

Sonra yardımını bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"... üzerimize borç idi."

Sonra paylaştırıcılığını bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık." Sonra tevekkül etmeyi bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

" Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter."

Sonra hikmetini bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"... hikmet verilirse..."Sonra çok hayrı bildirdi. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"... bilmediklerinizi size öğreten..."

Sonra türlü türlü hikmetlerini bildirdi.Hepsine inanıp, şükredip, minnet duymak gerekir. Yahya b. Meâd der ki: Benim gönlüm, dünyadan ve ahi- retten üstündür. Zira dünya sıkıntı evidir, âhiret nimet evidir. Benim gön­lüm marifet evidir, öyle olunca marifet dünyadan ve ahiretten üstündür. Ve hem yedi kat gök vardır. İşte ten dahi yedi kattır: Et, damar, kan, sinir, kemik, ilik, kıl. Dünyada dört ateş vardır.

Birincisi taş ateşi: Allah teâlâ şöy­le buyurmuştur: "... yakıtı, insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden sa­kının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır."

İkincisi ağaç ateşi, Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

" Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur."

Üçüncüsü yıldırım ateşidir: "...gürültü ve yıldırımlar..."

Dördüncüsü cehennem ateşidir. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:"Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi ..."



İnsana gelince, onda dört ateş vardır.

İlki, mide ateşi,

İkincisi, şehvet ateşi,

Üçüncüsü, soğukluk ateşi,

Dördüncüsü, muhabbet ateşi.



Ve yine bu dünyada dağlar var. Kemik başları dağlara benzer.



Ve yine dünyada boğucu yedi deniz vardır.

İlki gözdür, görmek sebebiyle boğar.

İkincisi dildir, söylemek sebebiyle boğar.

Üçüncüsü kulaktır, işitme­den dolayı boğar.

Dördüncüsü kursaktır, eritmekten dolayı boğar.

Beşinci­si karındır, içine alıp boğar.

Altıncısı meşakkattir, ölüm ile boğar.

Yedinci- si deliliktir, bu hâliyle boğar.



Ve yine dünyada ırmaklar var, gözyaşı ırmaklara benzer.

Ve hem dünyada köyler var. Âdemler köylere benzer.

Ve hem Dünya'da  dört su vardır:



Birincisi temiz su,

İkincisi acı su,

Üçüncüsü koyu su,

Dördün­cüsü yer suyudur.



İnsan vücûdunda dört çeşit su vardır.

İlki ağız suyu olup tatlıdır.

İkincisi göz suyudur, acıdır.

Üçüncüsü kulak su­yudur, pis kokar.

Dördüncüsü burun suyudur, koyudur.



Ve dünyada mü'min var ve kâfir var. İlham, mü'mine; vesvese, kâfire benzer.



Yine dünyada dört türlü rüzgâr vardır:

Birinci rüzgârın adı batı rüzgarıdır,

İkinci rüzgârın adı sabâ'dır.

Üçüncü rüzgârın adı güneydir.

Dördüncü rüzgârın adı kuzeydir.



Ancak tende dahi dört türlü rüzgâr vardır.

Birinci rüzgârın adı câzibdir, in­sanın yediğini kursağına sürer.

İkinci rüzgârın adı hâzimdir; insanın yediği kursakta bekler.

Üçüncü rüzgârın adı kassâmdır, yenen lokmayı parçalar.

Dördüncü rüzgârın adı dâfidir, yenen lokmanın kepeğini dışarı bırakır.



Gönül şehre benzer. Ten kaleye benzer. İçinin kalabalığı pazara benzer. Yürek, akciğer, öd, dalak dükkânlara benzer. Doğruluk (sıdk), kabullenme (ikrar), isbat, dileme (irâdet), perhiz (riyâzet), şevk, muhabbet, korku (havf). Kesin bilgi (yakîn), kumaşa benzer. Akıl iki tarafı da kesen kılıca benzer. Ve yine sermayede kazanç var, zarar var. İman sermayeye benzer. Ve yine Cenâb-ı Hakk'ın buyurduklarını yerine getirmek kâr etmeye benzer. İmânsız kalmak sermayeden zarar etmişe benzer. Müteâkiben akıl aya benzer, marifet güneşe benzer ilim yıldızlara benzer. Ve yine dünyada iki deniz var: Biri tatlı biri acı; birbi­rine karışmaz. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir."



Gözyaşı acı, gözbebeği yaşı tatlıdır. Eğer gözyaşı acı olmasa göz kokardı.

Ve eğer gözbebeği yaşı tatlı olmasa göz görmez olurdu.



Ve yine dünyada bulut ve yağmur var. Bundan dolayı tasa buluta benzer. Gözyaşı yağmura benzer. Ve yine gönül kuşa benzer. Kuş uçarken bazen şaşırır. Fakat gönül şaşırmaz. Zira gönül ile Allah arasında bir engel yoktur. Ve yine cennet içinde ırmaklar vardır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “İçinde ırmaklar vardır." Ve yine padişah var, başında tacı, sırtında kaf­tanı var. Ferman, taht, ülke, halk vardır. Tevhîd tacdır, ibâdet gerdanlıktır, Müslümanlık kaftandır. Ferman, taht, ülke ve halk İslam'dır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allâh katında din, Islâmdır," Şimdi o halde ey can! Halk ve ülke, imanın fermanı, marifetin tahtıdır. Arif­ler, o taht üstünde oturup Cenab-ı Hakk'a dua ederler.

Bir kimse Hz. Ali'ye sordu: Ya Ali, taptığın Allah’ı görür müsün?

Hz. Ali şöyle cevap verdi:

—Görmesem tapar mıydım?



Ve yine cennette yemek var; ancak, küçük abdest ve büyük abdest yapmak yok. Çocuk ana rahminde yer içer, ama büyük abdest ve küçük abdest yap­maz. Dünyada âlimler var ki, kimisi fıkıh ve kimisi miras paylaştırma (ferâiz) ilmini bilirler. Şimdi sözü bırakmak yok. Ağız tatlı ve acıyı bilir. Gönül hoş olanı ve olmayanı bilir. Gönül ne hüküm verirse dil onu söyler.



Ve yine dünyada düşman var, savaş var. Nefis düşmandır. Nefise istediğini vermemek savaş etmek gibidir. Ve yine Yahudi, Hıristiyan var, muhalefet etmek var. O halde günahına boyun eğmek Yahudi olmaya benzer. Dinin emirlerine boyun eğmemek Hıristiyan olmaya benzer. Hak'tan dönmek haça tapmaya benzer. Aç gözlülük, muhalefet etmeye benzer. Oyalan­mak aslana benzer. Huysuzluk ayıya benzer. Şehvet ata benzer. Kız­mak, öfkelenmek yılana benzer. Minnet bilmemek hiçbir şeydir. Hz. Peygamber buyurdu:

Her şey bir şeydir; cahil hiç bir şey değildir."



Yani cahil hiçbir şeyden değildir. Ve yine gönül, âlemin mutlak padişa­hı olan Tanrı'sının bakış yeridir. Gönül ile Allah arasında perde yoktur. Bu durumda şimdi mü'minlerin gönlü Kâbe'ye benzer. Kâbe'ye varan­lar ayakları ile yürürler. Gönül isteyenin yüzüstü sürünmesi gerekir. Onun için âşıklar yüzlerini yere sürerler. Ve yine Kâbe'de ihram giyerler. Hakkı batıldan ayırmak Kâbe'de ihram giymeye benzer. Yoldan taşları temizlemek Batın-ı Arafat'ta taş atmaya benzer. Geçmiş ömrümüz Safa'ya, kalan ömrümüz [Merve'ye] benzer. Pişman olmak, kalan ömrü­müzü Hakk'a kullukla geçirmek Safa ile Merve arasında [gidip gelmeye] benzer. Af dileyerek yürümek Kâbe'yi tavaf etmeye benzer.

Kâbe'ye varanların dört yerde tavafı vardır.



İlk önce sağında korku (havf) nuru tavafı vardır,

İkinci olarak solunda ümit (reca) nuru tavafı vardır.

Üçüncü olarak önünde muhabbet nuru tavafı vardır

Dördüncü olarak arkasında şevk nuru tavafı vardır.



Ve yine dünyada mezarlık vardır. Burun deliği mezara benzer. Burun deliği ikidir: Biri damağa, diğeri boğaza gider. Mezar da iki türlüdür. Biri cennete, diğeri cehenneme gider. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdu:

" Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir." Talihli o kimsedir ki canını gafletten uyarır. Dünyada görünmezler var­dır. Bundan dolayı cennet, cehennem, arş, kürsî, levh, kalem, öküz, ba­lık: bunların adı söylenir ama görünmezler. Bunun gibi vücutta da us, akıl, anlama gücü, ilham, hidayet, fikir, endişe vardır, ama görünmez.



Ve hem dünyada öyle ağaç var ki başı gökte kökü yerdedir. Allah teâIâ şöyle buyurmuştur"...dalları gökte..."

Marifet ağacının başı tevhiddir. Özdeki îmândır. Kökü yakınlıktır. Kökü tevekkül, budakları kötülükleri nehiy, suyu korku ve ümit, yemişleri ilim, yeri mü'minlerin gönlüdür. Başı arşdan yukarıdır.



Ve hem gönlün Arap dilinde yedi ismi vardır. Her bir adının yetmiş mâ­nâsı vardır. O halde ey azizim! Kullar Tanrı'nın niteliğini bilmekte âciz­dir; adlarını bilirler. Kur'an içinde dört bin adı vardır. Vücutta dahi beş şey Allah'ın birliğine delildir.



İlki Cebrail'in Muhammed (a.s.)'a gelmesine,

İkincisi Muhammed (a.s.)'a yol açmasına,

Üçüncüsü Muhammed (a.s.)'ın faziletine,

Dördüncüsü yaradılmış şeylerin tekrar dirilmesine,

 Beşincisi Cenab-ı Hakk'ın varlığına.



Cenab-ı Hakk'ın zâhiri ve bâtını var. Zâhiri bu dünya, bâtını öbür dün­yâ. Ancak bu dünya sonunda harap olacaktır. Yüce Allah'ın sözüdür:

"Her canlı ölümü tadacaktır." Bu ayetin mânâsı dünyâya yeter. Gök­ler karanlığı ile beraber (...) cennetimi nimetlerle doldurdum. Cehenne­mi zakkumlarla doldurdum. Allah'ın rahmetiyle andığı kul ne iyi ve ne güzel bir kuldur.

Ey ibretle bakan kullarım! Yere bakın saltanatımı görün. Dağlara ba­kın, yığınlarımı görün. Göğe bakın, nasıl döşediğimi görün. Kıyamete bakın heybetimi görün. Cennete bakın, nimetimi görün. Büyüklüğüme bakın gücümü görün. Kullarıma bakın, kaftanımı görün. Kur'an'a ba­kın fermanımı görün. İşaretime bakın, o yüce şanımı görün. Velilerime bakın, hâzinelerimi görün. Sîzleri sevdiğim için bunca güzel ikramlar verdim size. Yüce Allah'ın sözüdür:

"Andolsun biz, Âdem oğullarına çok ikram ettik." Dünyada her neyi yarattımsa sîzlere verdim. Gökler örtünüz, yerler dö­şeğiniz, melekler hizmetçiniz, kirâmen kâtibîn melekleri yazıcınız, Kâ-be kıbleniz, Kur'an inandığınız, Muhammed (a.s.) şefaatçiniz, Âdem atanız, Havvâ ananız, bayram gününüz, Cuma günü ilacınız (tiryak). Kullarım, ben sizin affedici mevlânızım. Bunca sözü sizin için hazırladım. Arşdan Süreyya yıldızına de­ğin ne varsa hepsini size bildirdim. Beni ne zaman isterseniz isteyin bulur­sunuz.

Zira bedeninizde canınızdan yakınım. Elinizin tuttuğundan, gözü­nüzün gördüğünden ve ayağınızın yürüdüğünden yakınım. Yüce

Allah'ın sözüdür: Şu halde her kim kendini bilse bu bilgi gerçektir. Allah teâlâ şöy­le buyurmuştur:

" Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.

O halde her kim kendini bilse bu ilimler gerçektir. Allah teâlâ şöyle buyur­muştur:

"..{Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun."



Hâsılı kendini bilme meselesini kısaca anlatmış olalım. Gerçek canlara bukadar konuşma yeter. Doğrusunu Allah bilir.

--------------------
Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli,

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları







Devamını Oku »

Marifetin Cevabını Beyan Eder

Marifetin Cevabını Beyan Eder

Alemin kutbu buyurur:

Gönül büyük bir şehirdir.Noksan sıfatlardan uzak olan Yüce Allah, (yerden) arşa değin neyi yarattı ise o şehirde vardır ve o şehre sığar. Hem o büyük şehirde iki sultan vardır. Birisi Rahmânî, birisi Şeytanîdir. Rahmânî sultanın adı akıl, vekili îmândır, komutanı miskinliktir.

Kalbin sağ tarafında yedi kale vardır. Her kalede Yüce Allah bir muhafız, vekil koymuştur. Muhafızların her birinin adı bilinmektedir.



İlk muhafızın adı ilimdir.

İkinci muhafızın adı cömertliktir.

Üçüncü muhafızın adı ar ve hayâdır.

Dördüncü muhafızın adı sabırdır.

Beşinci muhafızın adı perhizkârlık (aşırı istekleri sınırlamaktır.

Altıncı muhafızın adı korkudur.

Yedinci muhafızın adı edeptir.
Herhangi bir muhafızın yüz bin hizmetkârı vardır. Herhangi bir hizmetkârın yüz bin askeri vardır. Bunların tamamı iman bekçisidir.


Şimdi ey azizim! Bu işleri tamamladık. Cenab-ı Hak'dan istedik.


Marifet hatıra geldi ve beş giysi alıp geldi. İlki ilham, ikinci giysi anlayış, üçüncü giysi aşk, dördüncü giysi şevk, beşinci giysi muhabbettir.


Ne zaman cana değdi, can dirildi. Akla uygun geldi ve geleni gideni anladı. Zira her şey can ile dirilir; can, marifetle dirilir. Marifetli can, erenler canıdır. Marifetsiz can, hayvanlar canıdır. Can ölü müdür, yoksa diri midir? Âşık olanların tenleri ölür, ama canları ölmez.


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın."(1) O arifler sultanı şeyhler madeni Seyyid Sadeddin buyurur:


O can ki kıymetini aşktan alır;


bütün canlar ölünce işte bu can diri kalır.


Aşk dirliğini alalım, bu dirlikten kalalım; ölmez dirlik bulalım; çünkü can dostlar birleşir.


Ancak can ikidir. Biri can diğeri cânân. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir,"(2) Fakat katımızda can beştir. Ancak bu sözü anlamak çok güç iştir. Âdemin manası da üçtür. Kendini bilmek çok güçtür. Kendini bilmeyen için bu söz hiçtir.


Kendini bilmek dilersen kitapta yazdım, üçtür.


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı..."(3) Ayrıca sizin içinizde Mevlâ'yı isteyen de vardır.


Bu ayetin manasını şöyle bil ki öncesiz ve sonsuz olan Allah buyurur;


Ey kullarım! Görmeyi göz ile mi sanırsınız? Konuşmayı dil ile mi sanırsınız? Yürümeyi ayak ile mi sanırsınız? Bağışlanmayı ibadet ile mi sanırsınız? Öfkelenmeyi günah ile mi sanırsınız? Yanmayı ateş ile mi sanırsınız? Âdem (a.s.)'a cennet içinde öyle bir azab çattı ki cehennemde o azab yok idi. İbrahim'e de ateş içinde bir bahçe verdim ki o bostan cennet içinde yoktu. Ve Firavun'u Nil içinde boğdum ve Musa'yı Firavun'dan kurtardım. Dostumu koruyup düşmanlarımı helak ettim. Ve hem yüz bin ve binlerce yüz bin meleklerimi yaktım, hiç birinin küçücük bir günahı yoktu. Ve hem yüz bin insanı bağışladım, hiç birinin küçücük bir ibâdeti dahi yoktu. Her neyi yaparım çünkü Kadir'im, gücüm yeter. Kimi istersem ağlatırım, kimi istersem güldürürüm. Benim bildiğimi siz bilemezsiniz. Ancak benim iyiliğim korku ile ümit arasında olanadır. Bizim sözlerimiz hemen canı açıklamaktır.


Onlar ki gönülleri müşevveş, yani karışık olanlardır. Gönülleri kibirli, canları inatçıdır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim!" diye sorulduğu an "hayır" diyenlerdir. Hayvandan daha aşağıdadırlar.


İnsan ilminde öğrendin:


Birinci cana, "cismâni" derler, diri kalır; diken batmasını veya kıl çekilmesini duyar.


İkinci cana, "yeme ve içme" derler; yedirir ve içirir. Acıkmayı ve susamayı bildirir.


Üçüncü cana, "ruhâni" derler. Beden uyuyunca o can uyanır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: " Uykunuzu bir dinlenme kıldık. "(4) Ve üç kişinin günahları yazılmaz. İlki ergenlik çağına gelmemiş çocuğa, ikinci uyuyana, üçüncü deliye.


Gece olunca ses uzağa gider, gündüz gitmez. Zîrâ gece olunca insanoğlu dünya günahından temizlenir. Ses uzağa varır, engel az olur. Ne zaman ki gündüz olur, günahlar birbirine karışır ve engel olur. Onun için ses uzağa varamaz.


Birçokları demişlerdir ki:


Uyku ten rahatlığıdır. Ve hem can da binek hayvana benzer. Ten canın bineğidir. Sıcak, soğuk, tatlı, acı, can sebebiyle ten de hisseder. Hayvanlar da dikene düşmezler. Köy yolunu bilir ve şaşırmazlar. Ancak Hak yolunu bilmezler. Gönül gözü kör olanlar da, hayvanlar gibidirler; Hak yolunu göremezler. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) buyurur: Hak teâlâ insana dört göz verdi: ikisi baş gözü ve ikisi gönül gözü. Baş gözüyle halkı görür, gönül gözüyle Hâlık'ı görür.


Âhireti isteyenler var ya, bunlar korku ve ümit topluluğudur. Mevlâyı isteyenler var ya, bunlar müşâhede topluluğudur. 0 halde şimdi bir kimsenin gönül gözü olmasa gönülden ne haberi olur? Bir kimse şeker yememiş olsa adını işitmekle tadından ne haberi olur? Üçüncü can açıklandı.


Dördüncü can marifettir. Ey azizim! Can bahçeye benzer, marifet sudur. İşte susamış bahçeye su ne yaparsa marifet de canı öyle yapar. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"Allah nezdinde hak din Islâm'dır."(5)


Bundan dolayı ey azizim! Hak sizlere iki bahçe donattı: Biri din bahçesi, diğeri iman bahçesidir. Marifet suyunu gönlüne akıttı. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:


"...ve onu gönüllerinize sindirmiştir."(6)


Şimdi ey azizim! Sizler sanmayın ki iki bostan bekçisiz bırakılmıştır. Bir kimse bahçe ekecek olsa, önce duvarını yapar, sonra yerini yumuşatır. Sonra türlü nimetler eker, bahçeyi sular, döner yabâni ayrık otlarını dışarı atar ve ortasına bir korkuluk diker, yemişler olgunlaşınca korkuluğu da dışarı bırakır. Yemişleri toplayıp dost ve kardeşleri ile yiyip Allah'a şükür ederler. Şanı yüce olan Allah buyurur:


“Ey kullarım! Sîzlerdeki bahçeyi lutfumla beraber bekledim. Çevresine rahmetimle duvar kıldım. Dinginlikle gönlünüzde tevhîd tohumunu bitirdim ve tevhîd ağacında yemiş meydana getirdim. Marifet suyuyla suladım ve yabâni otları ve dikenini temizledim. Düşmanlık tarafından uzak bıraktım. Günahınızı ortadan uzaklaştırdım. Düşmanınız şeytan görmeye gelir, ortada dikilen günahınızı görüp “Rabbinize isyankârmışsınız." der, tamahını keser. Kıyamet günü olduğunda, günahlarınızı dışarı bırakırım. Kendi fazlımla kulluğunuzu af denizine kor, âlemlere gösteririm. Sizleri cömertliğimle sevinçli ve mutlu ederim.'


Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık."(7) Yüce Allah iyilik ve cömertliğinden buyurur: "Ey Sevgili Kullarım! Beni isteyin, sizde bulunayım. Ve ey âsîler! Özür dileyin affedeyim. Zira gök ağlar, yer güler ve gökten yağar, yerden biter." Yani sizden ağlamak ve benden günahınızı bağışlamak demek olur. Şimdi sözü bırakmak yok. Ve hem dostları Cenab-ı Allah'ı şüphesiz bir gerçeklik içinde buldular. Zira ki kesin bilgidir (İlme'l-yakin). Biri de zannî bilgidir. Şu halde dedikodu davası İI-me'l-yakin âbidlerindir. Ancak tefekkür, sohbet, vilâyet beklemek hakka'l-yakîn ariflerindir. Ama münâcât ve müşâhede dostlarındır. Bundan başka, ezelî dervişlik ebedî mutluluktur. Kime nasip olsa rahatlık onundur.

--------------------


Dinotlar:

(1)- Âl-i imrân, 3/169.

(2)- İsrâ, 17/85.

(3)- Al-i imrân, 3/152.

(4)- Nebe, 78/9

(5)-Âl-i Imrân, 3/19.

(6)_ Ayetin (Hucurât/7) bütün olarak manası şöyledir: "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fışkı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır."

(7)- Bakara, 2/138.


Kaynak: Makalat Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli,

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

Devamını Oku »

İhlas Suresi Tefsiri

İhlas Suresi Tefsiri

Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla

1- De ki: O, Allah’tır, birdir.

Nakledilir ki Mekke halkı Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme İslâm’ın tebliğ ettiği Allah’ın soyunu (nisbet), bir rivayete göre niteliğini veya herhangi bir kayıt koymadan Allah’ın mahiyetini sormuşlar, bunun üzerine İhlâs sûresi nâzil olmuştur. Buna göre sûre Allah hakkında soru sorulan herkese vereceği cevabı öğretmektedir. Bu sebeple de cevap “kul” (de ki) kelimesiyle tesbit edil­miştir ki Allah hakkında kendisine soru yöneltilen herkese İlâhî hitabın şekli bu olsun ve buradaki “söyle” emri sadece Hz. Peygamber’e yönelik olmasın! Zira bir emrin yerine getirilmesinde emir sîgası ve şeklinin herkese tekrar edilmesi şart değildir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki âyet sadece Resûlullah’a öğretmeyi amaçlamamıştır. Aksine o, böyle bir sorunun mevcudiyeti halinde cevabının öğretilmesinden en çok müstağni olan biridir. Nitekim Hz. Pey­gamber daha önce buradaki sorunun alanını da içeren gerçeği dile getirerek Allah’a davet faaliyetleri göstermiştir ve âyet “kul” emri ile başlamıştır, daima aynı şekilde okunup tekrar edilsin diye! Bir emre özel olarak muhatap olan kimseye düşen görev emri yerine getirmesi, ona muhatap olacağı ve olmaya­cağı zamanlarda emrin tekrar edilmesini istememesidir.

Bu açıklamalarımızla İhlâs sûresinin ilk âyetinin İlâhî irade ve hidayetle uyum içinde olduğu hususu kanıtlanmıştır.

/ Cenâb-ı Hakk’ın “kul” şeklindeki beyanının önceden vâki olmuş bir sual üzerine geldiği ve sorulana cevap teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’da yer alan bütün “kul” emirleri iki konumda bulunur. Ya sorulan bir hususa cevap teşkil etmekte olup benzeri bir soruya muhatap olan herkese bilgi sunmak durumundadır ya da Allah Teâlâ resulünün veya tâbilerinin burada cevabı gerektiren bir suale muhatap olacaklarını bildiğinden, nezd-i İlâhîsinden bir lutuf ve ihsan olmak üzere ehl-i tevhid arasında daima hük­münü icra edecek bir cevabî vahiy indirmiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, sûrenin gelişine sebep teşkil eden soru tarzı­nı tamı tamına tesbit etmek sadece olaya şahit olan ve duyan kimseler için mümkündür. Sözü edilen soru tarzı müfessirlerin zikrettikleri ve etmedikleri ifadelere yönelik olabilir. Ancak nâzil olan âyetlerde bütün sorulanlara tatmin­kâr bir şekilde cevaplar mevcuttur, her ne kadar soruların şu veya bu şekilde oluşunun mahiyetine vâkıf değilsek bile! Bununla birlikte suale mâruz kal­dığımız takdirde nakledilenlerle birlikte akıl ve hikmet açısından sûrenin ana fikriyle uyum içinde bulunan cevaplar da verebiliriz.

Âyetteki “hüve” (*) kelimesi. Âlimlerin bir kısmı şöyle demiştir: Bura­daki hüve, cevabı beyan edilip, tarihte vuku bulmuş veya bundan böyle vuku bulacak olan sualin ana konusunu teşkil eden varlıkla ilgilidir. Yani “Hak­kında soru sorduğunuz varlık ahad olan Allah, samed olan Allah’tır” sûrenin sonuna kadar. Bâzı âlimler de hüve Allah’ın en büyük ismidir (* demiştir. Bu yorum Ali b. Ebû Tâlib (r.a.) nesline mensup birinden rivayet edilmiştir, o, duasında şöyle dermiş: “Ey O, ey kendisinden başka gerçek varlık bulunmayan O, ey her varlığın mahiyeti, sayesinde vücut bulan yüce varlık!” (*).

Bu da iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi Allah zâtından ötürü vardır,O’ndan başka herkes kendine nisbetle yokluğa da varlığa da müsaittir, ancak yüce Allah müstesna! O, ezelî ve ebedî olarak vardır; İhlâs sûresinde beyan edilen vahdâniyetinin de gereği olarak hiçbir şey O’nun benzeri değildir. Aynı çizgi üzerinde olmak üzere şöyle denilmiştir: O, zâtı itibariyle birdir, bütün birlerin birliğini yaratandır, kendisinden başka herkesin birlik özelliklerinden münezzeh olandır.

İkincisi, hüvenin dilin ifadeden âciz kaldığı ismine nisbet edilmesidir. Allah’ın yaratıklara bildirmediği ismi budur, yine “Allahım! O ismine teves­sül ederek senden dilekte bulunuyorum ki onun hürmetine istekte bulunana mutlaka verir, onunla dua edene icabet edersin!”(2) diye duada vesile kılman isim de odur. Bu durumda bahis konusu İlâhî isme tevessül ederek talepte bulunmak sözünü ettiğim açıdan bir kinaye konumunda bulunur, dilin buna müsait olması veya insan gücünün yüce varlığı ifadelendirmesi açısından değil!

Yukarıda zikredilen birinci yorum zihinlere daha yakın olduğu gibi hak­kında soru sorulan varlığın anlatılması ve örneği geçmiş şekilde açıklanma­sına da daha elverişlidir.

Âyette yer alan Allah kelimesine gelince, bu kelimenin kuruluşu hakkında Arap dili mütehassıslarınca farklı görüşler benimsenmiştir. Her şeyden önce kelime bildikleri bir kökten mi türemiştir yoksa bilmedikleri bir kökten mi, yani türememiş midir? Çünkü her dilde Arapça’da Allah diye anılan varlık için bir isim mevcut olup onunla adlandırılır, bununla birlikte bu ismin şekli dillerin özelliğine göre farklılık arzeder. / Bundan çıkarılacak sonuç da ifade-i meram ederken ağızdan çıkan harflerle onların oluşturduğu heceler amaçlanan şeyin anlaşılması için olup, kişinin, ismin gerçek mahiyetinin bu harf ve hecelerden ibaret olduğu zehabına kapılmamasıdır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın yaratıkları meydana getirmesinin “kün” (ol!) kelimesiyle ifade edilmesi gibi(3) ki yarat­ma fiilinde kâf ile nûn harflerinin herhangi bir rolü yoktur. Bunun gibi Allah Teâlâ’nın isimlendirildiği bütün kelimeler isimlendirmeyi teşkil eden harflerin mahiyetine bağlı değildir, çünkü bu adlandırma gücü başka bir şey yapmaya müsait olmayanın eseri olup bununla sadece anlatılması istenen varlığı zihin­lere yaklaştırmayı hedeflemiş bulunmaktadır.

Bazıları da şöyle demiştir: Allah Arap dilinde mâbud demektir fakat bu, kelimenin kuruluşundan doğan bir sonuç olmayıp böyle vazedilip kullanıl­ması sebebiyledir. Bunun delili Araplar’ın tapındıkları herkese ve her şeye ilâh demeleridir, halbuki gerçek ilâhtan başka tapınılan hiçbir varlık, kelime­nin türediği kökte bulunduğunu iddia ettiği “duyu üstü olma” (ihticâp) veya “kendisine sığınılma” ve benzeri mânalardan hiçbirine müsait değildir. Yapı­lan bu açıklama ile Allah kelimesinin mâbud için vazedilmiş bir isim olduğu sübut bulmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanı da aynı hususu teyit etmektedir: “Kendi arzu ve hevesim tanrı edinen kimseyi gördün mü?”(Furkan,43) , yani hevâ ve hevesini mâbudu yerine koyanı; burada hevânın mâbud oluşta her­hangi bir fonksiyonu yoktur.

Sonuç olarak hak mâbud sadece Allah Teâlâ’nın olduğu anlaşılmış bulunmaktadır, çünkü her şeyde Allah’ın kulu oluşunun İlâhî bir tesiri ve o yüce varlığın tasarrufu altında bulunuşunun delili mevcut­tur. Şu halde bizâtihî mâbud olan sadece O’dur, yani bütün yaratıkların ken­disine ibadet etmesine, bütün benliğiyle teslim olup O’na boyun eğmesine zâtı itibariyle lâyık bulunan O’dur; nitekim konuyla ilgili her bir âyette bu hususa değinmiş bulunmaktayım. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Bizim benimsediğimiz görüşün nihaî şekli şudur ki Allah bizâtihî hâlik, bizâtihî rahmân ve rahîm olup bunların her biriyle ezelde nitelenmiştir. Bu­nunla birlikte rahmet eserinin ulaştığı, İlâhî tedbir ve tasarrufun kendisinde tecelli ettiği her şey bilâhare vücut bulmuştur, / tıpkı ibadet ve teslimiyetin sonradan varlık kazanan insandan neşet edip devam edişi gibi, ama Allah ezel­den ebede ilâh ve mâbuddur. Nitekim “Ceza ve mükâfat gününün sahibi”'(Fatiha,4) ve “her şeyin rabbi”(En'am,164) gibi İlâhî beyanlar da aynı mahiyettedir, halbuki burada söz konusu edilen “şey”ler ezelde bulunmuş değildir, âhiret günü de. Cenâb-ı Hakk’ın “hâlik” ve benzeri sıfatları da aynı şekildedir.

Konunun taşıdığı bu kritik durum sebebiyle bir grup âlim ilâh kelimesi­nin gerçek mâbudun adı olmasını ya da herhangi bir dilden türemiş bir isim durumunda bulunmasını kabul etmemiştir, çünkü Allah ezelden beri ilâhtır, ibadeti ifa edecek kişi veya kendisinden ilâh kelimesinin türeyeceği dil ise sonradan vücut bulmuştur.

Bize göre aslolan şudur ki Allah Teâlâ nitelendirildiği bütün kavramlarla -şu yaratık bu yaratık bir yana- zâtı itibariyle nitelendirilmiştir, çünkü O, deği­şime, başkalaşmaya ve sonradan vücut bulan bir başkası yoluyla övgüye maz- har olmaya ihtimal taşımaz. O, zâtı itibariyle övülür, yoksa bu türe mahsus olan sıfatlarına, sıfatın konusunu teşkil eden şeyin var oluş zamanına bağlı olarak liyakat kesbetmiş değildir. Âlim ve kadir sıfatları da aynı konumda olup bunlarla ezelden beri mevsuftur, halbuki kendi zâtından başka bildiği ve güç yetirdiği her şey yokken sonradan vücut bulmuştur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Dehhâk “Allah” O’nun ism-i ekberidir demiştir, çünkü her yerde ve her işe onunla başlanmaktadır.

Allah lafzının iştikakının mahiyeti hakkında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazıları aslının ilâh (*) olduğunu söylemiştir; (*) denir, kişi başkasına sığınıp yardım diledi, o da kendisini koruyup güvence altına aldı mânasında. Bu kökten alınarak Cenâb-ı Hakk’a ilâh dendi (fıâl kalıbında), kendisine uyulan kimseye imam denmesi gibi. Sonra tâzim için başına elif lâm getirildi, ardından Kureyş lehçesine uyularak kolaylık sağlamak amacıyla hemze kaldırıldı, / iki lâm birbirine katılarak şeddelendi ve böylece Allah (*) lafzı meydana geldi.

Samed kelimesinin yorumu da buna benzemektedir: Bütün ihtiyaçlarda Allah’a yönelmek, O’ndan yardım istemek ve O’na sığınmak anlamında.

Denildi ki: Allah lafzının iştikakı (velehe yelihu velehen)”dir, Allah’a sığınma mâna­sında, çünkü O, kendisine sığınılan bir varlıktır. Bu mâna lafzatullaha ait bir önceki mânaya yakındır. Ancak bu kökten gelecek ismin sığasının “vilâh” (*) olması gerekirdi. Vâv elife çevrilmiş, vikâf —► ikâf (*)ke­limelerinde olduğu gibi. Hicaz halkı da vâvı elifle değiştirirler. Şair şöyle demiş:

Yavrusunu kaybeden zavallı hayvan şaşkınlık içinde yönelip su kırbala­rının yanına geldi.(4)

Bir başka yorumda da şöyle denilmiştir: Cenâb-ı Halde’a Allah denme­sinin sebebi her şeyi kendisine boyun eğdirip kul edinmesidir.(*) Şair şöyle demiştir:

Senin tanrın bir ve ortaksız olarak âleme boyun eğdirdi
Engin kudretiyle krallara egemen olup yüceliğini ilân etti.

Bazıları da şöyle demiş: Cenâb-ı Hakk’ın Allah diye isimlendirilmesinin sebebi duyulara gizli kalmasıdır. Bu mânadan hareketle “Gizlenmiş, artık görülmez olmuşsun” (*)denir. Şair şöyle demiş:

Benim rabbim bütün yaratıklardan gizlenmiştir
Kâinatın yaratıcısı görülmez fakat bizi görür.

/ Şöyle de denilmiştir: Yüce yaratıcıya Allah denmesi azametini düşün-[nmede zihinlerin hayrete düşmesinden dolayıdır. Meselâ, “Filân şey beni hayrete şevketti, öyle ki şaşkınlığım ileri boyutlara vardı” denil­mesi gibi. “Dehşet verici çöl” (*) deyişi de aynı kökten kaynaklanır, yani azametine bakıldığında akıl hayrete düşer(*)kullanışı bundan gelir. Şair şöyle demiştir:

Orta kesiminde gözün hayrete düştüğü bir güzellik
Engin ovanın kuması imiş gibi kuleleri parlayıp dalgalanan.

{İmam (radıyallahu anh) şöyle dedi:} Bize göre en isabetli davranış bun­lara iltifat etmemektir, çünkü kelimenin türeyişini ve vazolunduğu mânayı tesbit etmeye çalışmak İlâhî emirle hükmün yerinin belirlenmesi hedefine yöne­liktir. Halbuki lafza-i celâli türetmeye çalıştıkları bütün köklerle başkasını da isimlendirmek, kök mânayı ona nisbet edip ilâh demek ihtimal dahilindedir. Buna mukabil İlâhî hakikatin bilinmesini sağlayan muhtevayı yüce Allah’tan başkasına izâfe etmek mümkün olmadığı gibi başkasını bununla isimlendirip nitelemek de söz konusu değildir. Şu halde Allah’ın bilinmesine medar olması amacıyla yapılan bütün türetim ve çıkarımlara ihtiyaç olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü bunlar hedeflenen bilgiye ulaşılması ve kastedilene müttali olunmasına vesileler teşkil etmektedir, halbuki bu hususlar çeşitli âlimlerin zikrettiklerine ihtiyaç kalmaksızın bilinmiştir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bize göre aslolan şudur ki Allah Teâlâ insanları herhangi birine ilâh de­mekten lutuf ve keremiyle menetmiştir, ancak zaman zaman ortaya çıkan bazı durumlar müstesna! Bu durumlarda nitelemeye vasıta olan ismi hakikat mânasına alarak başkasına nisbet etmişlerdir, / bunun da sebebi o şeyde yaratılmışlık üstü bir mahiyet kabul etmeleri değil, Allah’a bir aracı ve yakınlaşma vasıtası olabileceği zannıydı. Böyleleri kanaatlerini şöyle ifade etmişlerdir:

“Onlara, bizi sadece Allah’a yakınlaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.”(Zümer,3) “Onlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir.”(Yunus,18) “Allah bize bunu emretti.”(A'raf,28)

Şu bilinmelidir ki sözü edilen kimselerin Allah’ı bilişleri, akıllarınca kendileri­ni Allah’a götürecek bazı özelliklerin aracı tanrılarda bulunduğu iddiasına dayanır, bu kanaatlerini eskilerinden aldıkları izinle edinip sürdürmüşlerdir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır. Cenâb-ı Hakk’ı tanıtma yolunda peygamber­lerin kullandığı üslûba gelince, onlar insanları Allah’a yaklaştıran bazı husus­lar çerçevesinde beyanda bulunmuşlardır, meselâ şu âyetlerde olduğu gibi: “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulü’ne havale edin.”(Nisa,59) “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder.”(Muhammed,7) “Kuşku­suz sana biat edenler Allah’a biat etmiş olurlar.”(Feth,10) Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak kuldan sadır olacak biati, Allah’a, başka bir deyişle dinine yardımı Allah’a yardımda bulunmak ve O’na biat etmekle nitelemiştir, çünkü bu davranışlar bu sonuçlara yaklaştırır.

İşte puta tapanların taptıkları nesnelere ulûhiyyet vasfı vermelerinin se­bebi budur. Aslında onlar putlarını gerçek mânada tanrı diye görmemişler­dir. Bir de putperestler filozoflardan nakledilenler cümlesinden olmak üzere, Allah’ın zâtı bir isminin (veya sıfatının) bulunmadığı, ancak O, filozofun telakkisine göre şeref ve üstünlük ifade eden her bir kavramla nitelendirildiği yolunda fikirler duymuş olabilirler.

Öyle anlaşılıyor ki putperestlerin kanaati­ne göre taptıkları tanrıların konumu kendilerinden naklen söylediğimiz tarz­dadır, bu sebeple de onlara belli ulûhiyyet isim ve nitelikleri atfetmişlerdir; ama onlar hiçbir zaman ilâh isminin gerçek mahiyetini, tanrıları diye kabul edip işlerini kendisine havale ettikleri varlığa nisbet edişleri gibi putlarına izâfe etmemişlerdir. Bu realite Allah’ın kendi fıtratlarına yerleştirdiği bir lutfudur, tıpkı “hâlik” ve “rahmân” isimlendirmesi gibi, / şöyle ki puta tapanlar fiil­leri ne kadar çok, yaratıklara merhameti ne kadar muazzam olursa olsun bu iki ismi Allah’tan başka kimseye vermemişlerdir. Bütün bunlar sözü edilen

İlâhî isimlerin (Allah, hâlik, rahmân vb.) Allah’a mahsus olup mahlûkatının bunlarla vasıflanmasına lutuf ve keremiyle engel olmuştur, hem de bilinmeyen bir yolla!

Azîz ve celîl olan Allah’ın “Kul hüve’llâhu ahad” (*) beyanı “Gerçek şundan ibarettir ki O, Allah’tır, birdir” mânasına gelir. Nasıl ki sen: Durum şudur ki Zeyd ayaktadır, yani “Durum ve vaziyet nedir?” diye soru yöneltene cevap olarak “Durum: Zeyd’in ayakta olduğu şeklindedir” dersin. Eğer sen aynı yerde ayakta duruyorsan “Durum: Zeyd ayaktadır, şeklindedir” dersin, yani bunun için ben de ayaktayım demek istersin. Zeccâc bu görüşe taraftar olmuştur. Sanki o şunu demek istemektedir: Resûlullah “Kul hüve’llâhu ahad” akidesini tebliğ edeceği zaman kendisine “Gerçek durum nasıldır?” diye sorulmuş, o da “Gerçek durum şundan ibarettir ki Allah birdir” diye cevap vermiştir, realitenin böyle olduğunu bilmeleri için!

Azîz ve celîl olan Allah’ın ahad kavli “vâhid” mânasına gelir. Vâhid ise oranlamada benzeri ve dengi nefyeden bir isimdir. Nitekim “O, zamanının vâ- hididir (teki), insanların vâhididir (benzeri bulunmayanı)” denilir ve bununla kendisine nisbet edilenler içinde benzerinin bulunmadığı mânası kastedilir. Vâhid sayı dizisinde de yer alır, kendisiyle sayı ve hesabın başladığı anlaşılır, ama ahad ile başlamaz. Bu noktada ahad tevhidi gerektirme ve benzerleri nefyetme açısından vâhidden daha zengin mânalıdır; bununla birlikte Allah Teâlâ hangi isimle anılırsa anılsın benzersiz olma niteliği O’nda mevcuttur. Allah o vâhiddir ki vahdâniyyetinin herhangi bir yönden İkincisinin veya denginin bulunmasına ihtimal taşıması imkânsızdır. O, birdir, hak mâbuddur, sayı niteliğinden ve benzerlerden münezzehtir.

Allah, bir hakîmin vâhidler (“ahad”ler) konusunda onların dört çeşit olduğunu söylemiştir: a) Katlanama­yan “kül”den ibaret olan bir, çünkü küllü aşması mümkün değildir; b) İkiye bölünmeye ve cüzlere ayrılmaya müsait olmayıp en azdan ibaret olan bir, çünkü o şeylerin en azıdır, / ikiye bölündüğü takdirde yarı parçası kendisin­den az olur; c) İki şıkkın ortasında bulunan bir, böylesi ikiye bölünmeye de katlanmaya da müsaittir; d) Dördüncüsü de bir’lerin, sayesinde var olduğu şey (yaratıcı). O’dur, fakat hüviyeti bilinen bir o değildir, mahiyeti bilin­mekten daha gizlidir. O varlık ki mahiyetini anlatacak dil lâl kesilmiş, ifade bocalamış, akıllar âciz kalmış, anlayışlar hayrete düşmüştür, işte O, âlemlerin yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’tır.(5)

Bu meselede hareket noktası şudur ki, tevhid ilkesinden Arap dilinin (veya mutlak mânada dilin) dışındaki bir yolla söz etmek mümkün değildir. Bu dili kullanarak konuyu insan anlayışına yaklaştırmak ancak dil geleneğinin oluş­ması ve bilgilerin gelişmesi oranında gerçekleşir. Sözünü ettiğimiz bu zaruret sebebiyledir ki gerçek hüviyetiyle tevhid ilkesi aklî ve naklî delillere dayanıla­rak dilin anlatım kapasitesinin belirlediği niteleme çerçevesinde şekillendiril­miştir; tekrar edelim ki dile getirdiğim zaruri durumlar konuyu insan anlayışına yaklaştırmak için bahis konusu olduğu gibi çeşitli bilgileri sunmada belli bir geleneğe dayanan dilin anlatım tarzı için de mevcuttur.

Buna bağlı olarak tevhid ilkesi için vâhid veya ahad kelimesinin kullanılması başka bir varlığın birliği statüsünde değildir, bu statü biraz önce sözü edilen ikiye bölünmeye de katlanmaya da müsait olan “vâsıt” türünden olabileceği gibi azlık ve çokluk türünden de olabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki vâhid statüsünde bulunan herkes bir araya gelmiş birlerin vâhididir, ancak cüz-i lâ yetecezzâ denen ve sadece tasavvurda bulunan vâhid müstesna! Bu konumdaki vâhid genelde başka bir cüzden olup ondan ayrıldığı tasavvur edilir, ancak kendisinin artık bir daha parçalara ayrılmadığı düşünülür, çünkü bu en küçük parçadır ve ger­çek anlamda cüzdür. Cenâb-ı Hak ise / bütün (kül), parça (ba‘z), az ve çok kavramlarından münezzeh olduğu gibi parça veya bütün konumu bulunan ya da az çok derecesi olan vâhid kavramından da beridir, O’nun övgüsü aşkın­dır. Vasfettiğim her şey O’nun mülküdür, anlattığım her şeyi yaratan O’dur ve Allah Teâlâ bunların her biri için bir karşıt yaratmıştır ki beherinin alter­natifi olup çift konumunda bulunsun ve gerçek vahdâniyet O’na özgü olsun. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2. Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendisine muhtaç olandır.

Cenâb-ı Hak zâtının bir olduğunu zikredişinin ardından vasfettiği birlik ilkesini zihinlere yerleştirmek için samed olduğunu beyan etmiştir. Samed -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- şu mânaya gelir: Allah kendisinden başka herkesi (ve her şeyi) muhtaç konumda tutmuştur; öyle ki herkesin, ihtiyaçları sebebiyle O’na yönelmesi vazgeçilmez bir realite olmuştur: Yaratılış açısın­dan vücut bulmak, var olduktan sonra selâmet ve dirlik içinde olmak ve bir de lütfedilen varlığın devamını sağlamak noktalarında. Yokluktan sonra var oluş O’nsuz gerçekleşmez, elde edilen varlığı sürdürmek de ancak O’nun sayesinde mümkündür. Kâinatta ihtiyaçlar her şeyi kuşatmıştır, ta ki var olmak ve mev­cudiyetini sürdürmek konularında her şeyden müstağni oluş O’na münhasır kalsın ve O’nun bizâtihi var olduğu, bizâtihi varlığını sürdürdüğü, başkası­nın varlık özelliklerinden münezzeh olduğu tam anlamıyla açıklık kazansın. Ulûhiyyet makamının -yukarıda değindiğimiz üzere- beşerî ifade ile anla­tılması dillerin âciz kaldığı bir husustur, sadece bütün kâinatta sıfatlarının tecellilerinden örnekler alınarak insan anlayışına yaklaştırmalar yapılabilir.

Samed hakkında bazı yorumlar ileri sürülmüş olup bunların tamamı bi­raz önce açıkladıklarımızın çerçevesine girer.

Birincisi samed nihaî noktada “efendi” demektir. Bunun, efendilikten anlaşılan muhteva çerçevesindeki mânası ihtiyaçların O’na arzedilmesi ve bütün muhtaçların O’na ümit bağla­ması şeklindedir.

İkincisi “boşluğu olmamak” anlamında şekillenir. Bu, Allah’ın vahdâniyetinin vasfedilmesi ve başkasına ait ahadiyyet özelliğinden münezzeh olu­şunun dile getirilmesi demektir ki bu özellik parçalardan oluşup içi boş imiş gibi yarık ve deliği bulunmaktan ibarettir.

Bir diğer yorum da bir grup müfessirin belirttiği üzere samed, ibarenin seyrine göre Kur’an’ın genel açılımı olup, muhtevası bu sûrede samedden son­ra “Lem yelid...” diye zikredilen kısımdır. Çünkü her evlât sahibi bedeninde boşluk taşıyan insan demek olup çocuk oradan neşet eder. Bu mânada Allah’a evlât nisbet ettiği halde O’nda boşluk bulunmadığını söyleyene ait telakkinin yanlışlığı da vurgulanmış olur. Bir bakıma şöyle demiş olur: O’nun nasıl evlâdı olabilir, oysa siz boşluk taşıyan bir varlık olmadığını pekâlâ bilmektesiniz? Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın “Göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısı; O’nun eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir?”(En'am,101) meâlindeki kavlinde olduğu gibi. Bu İlâhî beyan Allah’ı eşi bulunmaktan tenzih edenler hakkındadır, halbuki onlar evlât sahibi olmanın eşsiz olamayacağını müşahede edip bilmekteydi, yine onlar doğumun sadece bedeninde boşluk (döl yatağı) bulunan kimseden olabileceğine de şahit olmuşlardı. Sonuç olarak bu âyette sözü edilen zümrenin Allah’ın evlât sahibi olduğu yolundaki telakkisi, boşluk taşımaktan onu tenzih etmeleri yolundaki inançları karşı çıkarılarak çürütülmektedir; nitekim onlar Cenâb-ı Hakk’ı eş edinmekten berî kılmışlardı.

Şöyle bir yorum da ileri sürülmüştür ki bu züm­renin çelişkisi bedenlerinde boşluk taşıyanların çeşitli şeylere muhtaç bulunma­larıyla ortaya konulmuştur. Bu telakki Allah’ın ihtiyaçlar sebebiyle kendisine yönelinen bir varlık olduğu yolundaki ilk yoruma katılmış olur.

/Bazıları, Allah Teâlâ’dan boşluk kavramı nefyedildiği takdirde O’nun yarığı ve boşluğu olmayan kütlemsi bir varlık olduğu imajı ortaya çıkar, bu ise cüzlerin bir araya gelip iç içe girmesi ve yoğunlaşması demektir, tıpkı boşluk taşıyan nesne gibi ki o da yarılıp ayrışan cüzlerin bir araya gelmesiyle oluşur demiştir. Aslında bu iki şıktan herhangi birinden zât-ı ilâhiyyenin tenzihi ger­çekleşince diğerinden de münezzeh olduğu ortaya çıkar, çünkü her iki şekilde de birliğin nefyi ve parçaların birleşme olgusu bahis konusudur.

Bir de şu: Öyle olur ki bazı şeylerden bazı özellikler nefyedilir fakat bu özelliklerin karşıtlan da onlara izâfe edilmez; meselâ arazlardan işitme, görme ve ilim özellikleri nefye­dilir ama bunların karşıtları da arazlara nisbet edilmez, çünkü herkes arazlara başka arazların gelmediğini bilir. Bu söylenenlere bağlı olarak şunu belirtmek gerekir ki Allah’ın birliğinin şuurunda olmak ve O’nun zâtını çift (tek üzerine zait) kavramlardan tenzih etmek yukanda belirttiğim görüşü kanıtlamış olur.

Samed hakkında “daim” yorumu da yapılmıştır. Bu yorum da yukarıda anlattığım üzere Allah’ın değişme, başkalaşma ve ihtiyaca mâruz kalma gibi niteliklere ihtimal taşımaması ve bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinmesi esasına dayanır.

Şairin biri samedin birinci mânası çerçevesinde şöyle demiştir:

Ölüm habercisi sabahın ilk saatlerinde Benî Esed’in en hayırlı iki zâtının ölümünü duyurdu:
Amr bin Mes‘ûd’un ve her muhtacın yöneldiği o efendinin (seyyid).(6)

Arapça’da (*)denilir (*) mânasında. Bu da samedin, “ihti­yaçların belirmesi halinde kendisine başvurulan kimse” şeklindeki mânasını vuzuha kavuşturur.

3. O doğurmamış ve doğmamıştır.

Şöyle de söylenmiştir: Samedin yorumu “lem yelid” diye başlayan âyetin içeriğidir.

{İmam Ebû Mansûr (r.a.) şöyle dedi:} Meselenin nirengi noktası şudur ki Allah Teâlâ zât-ı ilâhiyyeye “evlât sahibi oluşu” nisbet etmeyi -şerikler inan­cını doğurduğu için- alabildiğine büyük bir suç olarak ilân etmiştir. Çünkü doğurma çocuk sahibi olanın kategorisine girme mânası taşır. Böyle olunca da ulûhiyyette şerik alternatifi gündeme gelir, bu ise tevhid ilkesini ortadan kaldırır. İşte zât-ı bârîye evlât nisbet etmek bu çizgi üzerinde seyreder.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak evlât telakkisini en büyük günah addetmiş ve kendisini delillere dayanarak bilen kimseye O’nun zâtını evlâttan tenzih etme vecîbesi [yüklemiştir, çünkü belirttiğimiz açıdan ortaklık oluşmaktadır. Halbuki bütü­nüyle kâinat, fıtratının bir gereği olarak, yaratıcının ortakların ve benzerlerin tamamından berî olduğuna tanıklık etmektedir. Şu halde bütün bu söyledik­lerimizle Allah Teâlâ’ya evlât nisbet edişin temelsiz bir inanç olduğu ortaya çıkar. Bir de tek tek her birine işaret edilmek üzere bütün yaratıklar çift konu­munda bulunmaya veya alternatifli olmaya müsaittir, neslin üremesi de bu yolla olur. Cenâb-ı Hak ise bundan münezzehtir.

Şimdi tek tek her biri dikkate alınmak suretiyle âlemde bulunan bütün varlıklar, ya kendisi başkasından veya başkası kendisinden doğmuştur. Bu doğmak veya doğurulmak fonksiyonları evrenin sahip bulunduğu işleyişe yönelik iki ilke durumunda olup evrendeki her şeyin konumu bu çizgidedir. Allah Teâlâ’nınsa başkasına ait bütün özelliklerden berî olduğu sabit olmuştur, çünkü her bir “başka” bütün özellikleriyle yokken var olmuş, kendi dışındaki varlığın yönetimi kendisini etkilemiş ve başkasının hükümranlık fonksiyonu onun üzerinde geçerli olmuştur. Şayet Allah Teâla’da bu tür özelliklerden her­hangi birinin bulunduğu farzedilecek olsa, bu, O’nun / ulûhiyyetini düşürür, başkasına muhtaç olması gibi bir sonuç doğurur ve kendi dışındaki bir gücün hükümranlığının O’nu emri altına almasını gerektirirdi.

Bu durum da her bir nesnenin taşıdığı yaratılmışlık özelliklerinden berî bir varlığın mevcudiyetini kaçınılmaz hale getirir, ta ki konunun çerçevesine giren O’na ait deliller ken­di mecrasını bulsun ve evrenin dili ve ondaki İlâhî hikmetin mevcudiyetiyle konuşturulan tanıklık bütün berraklığını kazansın. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

4. Kimse O’nun dengi değildir.

İhlâs sûresinin son kısmı da bu çizgi üzerinde seyreder: Kimsenin O’na denk olmayışı. Zira denginin bulunuşu benzeşmeyi gerektirir, benzeşmedeyse ortaklık bahis konusudur. Oysaki O’nun yönetiminde ortaklığın düşünülmesi evrenin düzeninin bozulması sonucunu doğuracağı kanıtlanmış bir gerçektir. Cenâb-ı Hakk’ın alternatifli oluşa ait özelliklerden berî oluşunun gereği de bilinmektedir. İşte ancak bu niteliklerin bulunuşuyladır ki evrenin yönetil­mesi düzene girer ve İlâhî planlama hükmünü yürütür.

İhlâs sûresinin açılımının, insanların üç yoldan biriyle bildikleri Allah Teâlâ’nın en kapsamlı sıfatını teşkil eden tevhid ilkesini pekiştirip yerleştir­mekten ibaret olduğunu söylemek mümkündür.(7)

1.Allah’ı bilmek her insanın diğerinden aldığı telkinle gerçekleşmiş olabilir, bu yöntem nihayette bütün gizlilikleri bilen Allah’a ulaşır. Cenâb-ı Hak insanları bu fonksiyonu icra etmeye âmâde kılmış ve onları bu fıtratta yaratmıştır. Öyle ki bunu inkâra kalkışan kimse eninde sonunda şunu benimsemek durumunda olur ki, kuşak­tan kuşağa açık bir şekilde tevarüs edilen bu telkin etkileşimi gibi bir yönte­min yanlış olması muhtemel değildir, çünkü bu, insanlığın ortak kabullerinin nesilden nesile intikal etmesi statüsündedir, aksi takdirde bütün müşterek bil­gileri ortadan kaldırma sonucu doğar. Halbuki insanlar bunların bilinci içinde yaratılmış ve bu bilgilere dayanılarak çeşitli muamelelere tâbi tutulmuşlardır;/ bu açıdan sözü edilen bilgiler ve dolayısıyla Allah’ ın varlığı insan bilgisinin ilkesi konumundadır.

2. Bir de bu durum inkâr edilemeyen fıtrî bir şey gi­bidir. Ancak özel eğitime tâbi tutmak ve çeşitli taktikler (hiyel) kullanmak suretiyle fıtrî yapılarından çıkarılanlar müstesna.

3.Üçüncü bir yöntem de evreni teşkil eden nesnelerin her birinde Allah’a kılavuzluk ve tanıklık eden hususları incelemektir.

Cenâb-ı Hak İhlâs sûresinin son âyetiyle şunu beyan etmiştir ki burada sözünü ettiğimiz yöntemlerle Allah’ın temel sıfatını öğrenen kimselerin, bu bilgileri çerçevesinde Allah’a benzer ve herhangi bir konuda denk nisbet etmeleri artık bahis konusu olmaz; yine bu kimseler şunu anlayacaklardır ki bunun dışında bir telakkiye sahip olmak zikrettiğimiz üç alternatifin dışında kalır.

Bu tür bir telakki, fıtrî konumu bulunmayan, yeterli ve evrensel telkin özelliği taşımayan ve evrendeki her şeyin yaratılıştan ifa ettiği tanıklık nite­liğinden uzak kalan, bu sebeple de tefekkür ve incelemeye dayanmayan bir telakkidir. Artık Allah’ın temel sıfatını kavrayan kimse bu tür bir nitelemeye iltifat etmez, başka fikirlere değil, gerçek nitelemeyi benimsemeye yönelir. Şunu da belirtmek gerekir ki yukarıda sözü edilen üç yöntemin dışında kalan bir telakki bahis konusu isabetsiz telkinin ve delilsiz iddianın ürünü duru­mundadır, bu konumuyla da daha önce anlattığım yöntemlerden hiçbirine (13) benzerlik arzetmez.

Aslında diğerlerinde bulunabilecek hilkatin tanıklığı ve gerek var edilmesi gerek sürdürülmesi konusunda başkasına olan ihtiyacı gibi olumlu unsurların hepsi gerçek nitelemede de vardır ve bu niteleme başka alternatife yol bırakmayacak bir yönteme bağlı bulunmaktadır. Hatta bu nite­lemede ulûhiyyete her üç yönüyle de işlerlik kazandırmak bahis konusudur. Şöyle ki Allah ihtiyaç durumlarında kendisine yönelinen ve ihtiyaçları yerine getirebilen mânasında sameddir, doğurmamış ve doğmamıştır, O, doğum yoluyla birinden meydana gelmekten ve kendisinden birinin oluşmasından münezzehtir, çünkü söz konusu iki durumda kendisi için her üç yönüyle sabit olan ulûhiyyet niteliği yukarıda dile getirdiğim üzere ortadan kalkar.

Azîz ve celîl olan Allah’ın “Kimse O’nun dengi değildir” beyanının bir yorumu da şöyledir: O’ndan başka herkeste başkasının hükmü altında bulun­duğunu bildiren özellikler vardır, bu husus istisnasız her şeyin boyun eğdiği bir varlığın mevcudiyetine kanıt teşkil eder. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Hidayet sadece ondan istenir.
Yukarıdan beri söz konusu ettiğim hususlar sebebiyle bu sûreye İhlâs sûresi denilmiştir. Sûre özet olarak tevhidin bütün berraklığı ile Allah’a özgü kılındığını, ulûhiyyette benzerleri ve rubûbiyette şeriklerinin bulunmadığını, kendisinden başka her şeyin O’nun hâkimiyet ve tasarrufu altında O’na kul ol­ma özelliği taşıdığını açıklamaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Bütün övgü ve senâlar âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.


Kaynak: Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler, syf:89-101

Tercüme: Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur'ân-ı Kerim in 112. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur.

2)- bk. İbn Mâce, “Dua”, 9.

3)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Bir şeyi yaratmak istediği zaman O’nun yapacağı ‘ol!’ demekten ibarettir, hemen oluverir” (Yâsîn 36/82).

4)- Beyti şâir A‘şâ’ya nisbet eden ve yavrusunu yırtıcı hayvanlara kaptıran bir ineği tasvir ettiğini belirten İbn Manzûr beytin ikinci mısraını şu mânada kaydetmiştir: «Hepsi onu ayıplamış ve hepsi etrafında toplanmış» (Lisânü ’l-Arab, “vlh”).

5)-Mâtürîdî’nin Kitâbü ’t-Tevhid'inde aynı konu şöyle yer almıştır: “Bir âlime “vâhid”in mânası sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: Vâhid dört mânaya gelir: Katlanamayan kül, ikiye bölünemeyen cüz, bir de bölünemeyenin fevkinde ve katlanamayanın dûnunda -çünkü küllün ötesinde bir şey yoktur- bulunması sebebiyle her ikisine de ihtimal taşıyıp arada, dördüncüsü de bu üçünün sayesinde var olduğu şey (yaratıcı). O’dur, fakat hüviyeti bilinen bir o değildir, mahiyeti bilinmek­ten daha gizlidir. O varlık ki mahiyetini anlatacak dil lâl kesilmiş, ifade bocalamış, akıllar âciz kalmış, anlayışlar hayrete düşmüştür, işte O, âlemlerin yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’tır’* (Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, s.57).

6)- bk. Ebü’l-Ferec el-Isfahânî, eî-Eğânî, XXII, 92; Bağdâdî, Hızânetü edeb, XI, 269.

7)- İmam Ebû Mansûr (rahimehullah) anlatımının devamında belirgin bir şekilde sadece iki yön­temden söz etmekle birlikte konuyu işleyişinin seyrinden üçünün de belirlenmesi mümkündür: Telkin, fıtrat-ı selîme ve tabiatın incelenmesi.
Devamını Oku »

Ebu Hanife - Fıkhu-l Ekber Tercümesi



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.


Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti.''(Nisa,164)âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.

Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

Kaynak:Mustafa Öz - İmam Azam'ın 5 Eseri,

Marmara Üni.İlahiyat.Fak.Vakfı - 2 Mayıs 1981
Devamını Oku »

Varlıklar La ilahe illa Hu ile tevhidi ilan ediyor



Bismillahirrahmanirrahim

Hidayet-i Kur’âniyyenin nesîminden

Peygamberlerin Efendisi Muhammed’in risaletini âlemlere rahmet kılan Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Allah, ona ve bütün âl ve ashabına rahmet etsin.

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor.Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktizâ ediyor.

-Ve o tabakat ile envâ, bütün erkânıyla Lâ rabbe illâ Hû diye ilân-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet böyle istiyor.

-Ve o erkân bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü aralarındaki temâsül böyle iktizâ eder.

-Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire illâ Hû diye şehadet eder. Çünkü aralarında teâvün ve tedahül vardır.

-Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye illâ Hû diye olan şehadetini ilân eder. Çünkü, aralarındaki tevâfuk, kalemin bir olduğuna delâlet ediyor.

-O cüz’iyat bütün hüceyratıyla Lâ mutasarrife fi’l-hakikati illâ Hû diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla Lâ nâzime illâ Hû diye ilân-ı şehâdet eder. Çünkü, cevâhir-i fert arasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder.

-Ve o zerrat bütün esîriyle Lâ ilâhe illâ Hû cevheresiyle ilân-ı tevhid eder. Çünkü, esîrin besâteti, sükûnu, intizam ile emr-i Hâlıka sür’at-i imtisali böyle iktizâ eder. (Mesnevi-i Nuriye, Şemme)

Bediüzzaman Said Nursi

Devamını Oku »

İman hem nurdur, hem kuvvettir...


Bismillahirrahmanirrahim


ÜÇÜNCÜ NOKTA


İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye birer bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.

Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:

“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.


Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-Yirmiüçüncü Söz
Devamını Oku »

Tevhidi Mücaadele Ekseni

Tevhidi açıdan Allah, sürekli bir faildir. Ama İslam tümtanrıcı değildir. Yanı Allah ile kâinat ilişkisi bir özdeşlik ilişkisi olmayıp, ya­ratıcı ile esen arasındaki illiyete dayanan bir ilişkidir. Ama bu bir neden-sonuç ilişkisi gibi anlaşılmamalı; çünkü nedensellik ilişkisi dünyava ait bir kavramdır, yani yaratılmışlar arası bir ilişkidir. Doğal ola­rak eser, yaratıcısına işaret eder. Ancak dünya bir imtihan ve insa­nın kendisini ortaya koyma ve gerçekleştirme dünyası da olduğu ve dolayısıyla da bir mizansen olmadığı için, insan özgürdür; ve bu öz­gürlüğün sıhhati ve imtihanın şartları gereği, olumlu ve olumsuz içerimlere de haizdir. Bu dünyanın olası en mükemmel dünya olduğunu söylemek ise doğru değildir. İlahî yaratıcılık sürmektedir çünkü; ve, Allah da özgür olduğu için farklı dünyaları yaratması (yaratmış ol­ması) da mümkündür. Beri yandan yaratıcılık, insanın özgürlüğü ıcabınca da sürdürülmektedir; yani dünya sırf bu açıdan da olsa nakıs bırakılmıştır. Ama bu öyle bir nakışlıktır ki, mükemmelliği de insana sezdirmekte, insanı kendisine müştak kılmaktadır.

Beri yandan tevhid, bir toplumsal şiarı da ortaya koyar. Bu ise, adaletsizliğe ve zulme dayanan batıl sistemler karşısında harekete ge­çen güçlerin birliği anlamındadır. Sınıflara, ırklara, cinsiyete, toprağa ya da kana dayalı ayrıştırıcı ve somut nesnel koşulların icbarı­na dayalı bir toplumsal mücadele ekseninden ise, tevhidi mücaadele ekseni, tüm toplumsallığı kesebilen (kapsayabilen), özgür seçimlere ve imana dayanan, beri yandan ise toplumsal mecburiyetlere mebni olmadığı için özgürleştirici bir niteliğe de haiz olan, zulme ve toplumsal-siyasî-iktisadî güçlerin tanrısallaştırılmasına (bu güçlerin zor­balığına) karşı olan tüm kesimleri kendi safları içerisine alan bir an­layıştadır. Bu kesimler içerisinde mağdurlar, mazlumlar, mustazaflar, sömürülenler, toplumsal-siyasal-dinsel sistemler tarafından kul ya da köle kılınanlar olduğu gibi, bu mağduriyederin hiçbirisini ya­şamadığı halde, kendi rızasıyla baskı, sömürü, şirk ve inkâr sistemi­ne karşı olan, hatta Müslüman olmasa bile haksızlıklar karşısında ada­leti savunan kesimler de yer alabilir. O halde bu mücadele, doğal bir toplumsal antagonizmaya değil, bu antagonizmalan dikkate alsa da, temelde kendi inşa ettiği bir kavramsallığa, yani tevhidi mücadele eksenine (hak-batıl mücadelesi) dayanmaktadır. Bu mücadeledeki temel somuduk, iman’ın tekilliğine ve kararlılığına dayanan, ama kap­sama alanının geniş tutulması nedeniyle de aslında oldukça çeşidenmiş olan bir toplumsal somuduktur. Bu anlamda ise iman ve tevhid, so­yut bir düşünsel ya da kalbî değişim olmayıp, her şeyden önce somut bir İnsanî ve toplumsal durumun, perspektifin ve mücadele ekseni­nin seçimi ve bu eksen dahilinde inşa edilen bir toplumsal somut­luk içerisinde yer almak anlamına gelmektedir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Adalet

Adaletİnsan etik, politik, estetik, psikolojik ve sosyolojik yanlarıyla bir­likte, her şeyden öte kâinata ve Allaha açık bir varlık olarak, kendisini ifade etmek ve gerçekleştirmekle yükümlü bir varlıktır, işte adalet, insanın tüm bu veçhelerinin birlikte ve bir bütün olarak değerlen­dirilmesi anlamına gelmektedir. Yoksa amaç, salt biçimsel anlamda bir matematiksel eşitliğin sağlanması değildir. İslam, elbette liyakate önem verir ve onu gözetir. Ama adaletsizlik, insanların temel an­lamdaki eşitliklerini dikkate almayan bir toplumsal perspektifin be­nimsenmesidir. Hatta bu, sadece Müslümanlan kapsayan bir ilke de değildir. Nitekim Ali (r.a.), konuyla ilgili olarak insanların “ya din­de kardeşimiz, ya da yaratılışta eşimiz,” olduğunu söyleyerek; “Müs­lümanların tüm Müslümanların kendilerinden emin olduğu, mü­minlerin ise tüm insanların kendilerinden emin olan kişiler olduğunu” belirtir. Ancak Müslümanlar zamanla bu hassasiyetlerini yitirerek, kavmiyetçi veya sınıfsal bir tereddinin akabinde, kendi içlerine ve belli bir tarihselliğe, tabir caizse bir “İslam ırkçılığı” anlayışına ka­panmak, tevhid ve adalet ilkesinden sapmışlar ve bu anlamda insanlığın örnekliği ve öncülüğü vasıflarından uzağa düşmüşlerdir.

İnsanların sınıf, ırk, kast, soyluluk, varsıllık gibi doğal yada reel eşitsizlikleriyle; onları baskıcı ve biçimci bir eşitçiliğin düzleştirici zorbalığı altında hizalayan bir mantık arasında adalet, insanları ken­di özgüllükleri içerisinde değerlendirmeyi; ve hatta daha da geniş bakış açısı ile, tüm canlıların yer aldığı bir yaşama dünyasının, bu dün­yaya ait türlerin ve bireylerin birbirini ezmeden, sömürmeden, istismar etmeden yaşama tarzlarını birbirinin rağmına kurmadan, herkesin asgarî ölçekte de olsa bu hayata dair imkanlardan yararlanabilece­ği; ama kendisini geliştirmesi açısından da açık uçlu olan bir top­lumsallığın/dünyanın koşullarının güvence altına alınmasıdır. Eme­ğin karşılıksız kalmadığı, yeteneklerin değerlendirildiği, ama sonuçta dünya üzerinde yaşayan herkesin temel ortak haklara sahip olduğu bir toplumsal-iktisadî-siyasî denkleştirme olarak adalet; herkesin diz­gesel bir tutarlılıkta eşitlenmesini öngörmediği gibi; bu anlamda top­lumsal farklılaşmlara da açıklığı öngörür.

Dolayısıyla adalet, ırk, üretim, tüketim, ideoloji ve hatta din gibi eksenler etrafında homojenleştirilmiş ve farklılıkları bastırılmış olan bir toplumsallığın inşasını değil; tam aksine farklılıkların be­lirginleştirilerek, toplumsallığın özgüllükleri içerisinde heterojenleştirildiği bir özgülleşme-özgürleşme perspektifidir.

İnsan ve İslam,Ümit Aktaş

 
Devamını Oku »