İnsanın Hakikatini Bilmekte 6 Fayda Vardır




Bütün akıllıların ittifakıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek farzdır. Bazı hukemâ ve ehli tasavvuf: "İnsana Hâlık'ını bilmek için en evvela kendi nefsini bilmesi farzdır." dediler. Ehli kelam ve diğer bazı hukemâya göre, en evvela vacib, Hâlık'ın varlığını bilmektir, ihtilafları lafzî bir nizâ'dan ibarettir. Çünkü Ma'rifetullah en şerefli bir ilimdir. İttifakla Allah'ı bilmek farzdır. Ha müessiri bilmiş sonra esere inmiş, ha eseri bilmiş son­ra müessire yükselmiş. İki yoldan hangisiyle insan tefekküre başlarsa başlasın, maksad müessiri bilmektir. Biz bu eserde hukemâ ve ehli ta­savvufun yolunu takib etmekteyiz. Çünkü ilm-i ahlakın konusuna en uygun yol, eserden müessire yükseliş yoludur. Binaenaleyh insan keli­mesinin mana cihetiyle altı tarafına bakarsak, altı cihetle Allah'ın varlığını bildirir. Her bir cihet a'zamî bir faydadır. En azında insanın tüm vücudunu idare edecek beyin içindeki zar korkunç bir zekaya sahibdir. Bu üstün zekayı Yaratan'ın, daha üstün ilme sahib olması lazımdır, insanın bu sırrına vâkıf olan aslâ Hâlık'ı inkar edemez.

1 -İnsan iç organlarına dikkatle bakarsa, mesela kalb, ciğerler, böb­rekler gibi, evvelden tarif etmiş olduğumuz göz ve kulak cihazlarının asabî damarları gibi, her biri bir fabrikadır. Bunların kendiliğinden var ol­masına ve halihazırda muntazam çalışmasına aslâ imkan yoktur. Bun­ların hakîkatine vâkıf olan bir şahıs, kendisinin başı boş olmadığını se­zer, bilmecburiye Hâlık'ına inanır. Bu inanç ona İki hakîkati emreder. Bi­rinci emrle Hâlık'ına yönelir, O'na ibadet eder, ikinci emrle nefsine dö­ner, ebnâ-i cinsine yine Hâlık'ın emriyle muamele eder. Demek insanın kendi hakîkatini bilmesindeki birinci fayda budur.

*“...Bilin ki Allah kalblerinizdekini muhakkak bilir. Artık 0'n(un aza­bımdan sakının...” [El-Bakara 235] mealindeki ayet-i kerîmede bu iki emr anlaşılmaktadır. Kul kendi nefsinin acizliğini bilmekle ebnâ-i cinsine gü­zel muamele ettiği gibi Rabb'ine de inanır, azametini düşünür ve yüceli­ğini bilmekle de fenalıklardan arınır. Bundan daha güzel bir fayda ne olabilir?..

2-İnsan ruh cihetiyle en ulvî, beden cihetiyle süflî olduğundan tıpkı bütün kainatı içinde taşıyor demektir. Kendi varlığını ve ruhânî cevherliğinin ebedîliğini bilen ve kendini tanıyan elbette Hâlık'ını bilir. Bu bilgi ona kulluk vazifesini yaptırır. Bunun içindir ki bilgiye sahib olup bilgisiyle amel etmeyen, şu ayet-i kerîmede şiddetle tenkid olunmuştur.

*“Nefsleri hakkında iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah o gökleri, o yeri ve aralarında bulunan şeyleri hak ve muayyen bir ecele (va'de-ye) sebeb olmaktan başka yaratmamıştır. Hakîkaten insanlardan çoğu Rabb'lerine kavuşmayı cidden inkar edicidirler.” [Er-Rûm 8] buyrulmuştur. Gafil insanlar kendi beden ve rûhânî cihetlerini, yaratılışını ve her bir nefsteki hususiyetleri, hatta her bir nefsin de muhtelif hallerini cidden bilmedikleri için Allah Teâlâ'yı ve ahiret gününü -ruhları gibi- inkar ederler. Demek cidden düşünselerdi inkar yoluna gitmezlerdi. Bil­ginin alâmeti şübhesiz amelî tatbîkattır demektir. Bu itibarla ehli tasav­vuf: "Kendini bilen Rabb'ini bilir." dediler.

*“Elbette onlara ufuklarda ve kendi nefslerlnde ayetlerimizi göste-receğiz. Tâ ki (Kur'an ve Tevhid yollarından ibaret) hak beyan olunsun.” [Fussilet 53] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan âfâkî mahlukatta ve kendi varlığındaki hikmetli organlarına bakar, yer yüzünde cârî olagelen hâdiselere dikkat edip düşünürse, Kur'ân'ın ve peygamberlerin yüceli­ğine inanacaktır. Bu inanç, İslamın emretmiş olduğu hükümleri icra etti­recektir. Çünkü ilim ameli gerektirir. Bu ayette de birçok mucizeler vardır; bir kısmı asrımızda tezahür etmiş, bir kısmı da ileride tezahür edecektir.

3-Ma'rifetin semeresi olan nûr-u İlâhî kalbe geldikten sonra âfâkî ve enfüsî deliller müşahede olunur. Müşahede haline yükseldi mi insan, nefsindeki küfür yok olur. Doğrusu kalbdeki olan iman, amelî tatbikle kemiyetleşir, güneş gibi güzel ahlakla görünür. İşte faydanın kemâli bura­da tahakkuk eder. Demek buhar tebahhur edip bulut içinde yağmura kalbolduğu gibi, insanın imanı da amelî tatbikle maddeleşir ve güzel ah­lakın nuruyla da güneş gibi tezahür eder. İmanın bu zuhur eden nurunu müşahede edemeyen ehli küfür şu ayet-i kerîmede de tenkid olunmuş­tur;

*“Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendi (nefs ve inlile­rinin yaratılışında onları şahid etmedim. (Hak ve hakîkat yolundan) Saptıranları da yardımcı etmiş değilim.” [El-Kehf 51] buyrulmuştur. Kü­fürden ayrılmayan insan, kendi yaratılışını ararken ya Ulûhiyeti kendi nefsine isnad eder ya da nefsini ona ortak eder. Sapkınlık da budur. Böylelerin bilgileri sadece vehim ve hayalden ibarettir. Onun için ibretle­ri almaktan aciz kalırlar. Amma kalbinde iman nuru tecellî etmiş mü'minlerse tefekküre daldı mı, yer küresinin üzerindeki maden, nebat, hayvan ve saireleri, hatta kendi varlığındaki Allah Teâlâ'nın kudretinin yaratmak sikkesini okur, müşahede eder ve bu sayede bilgisi ona yakîn derecede amel işlettirir; her bir zerrede binlerce ibretleri görür ve binaenaleyh ebedîliğine ister istemez inanır. Nitekim:

*“Yer(küresin)de kâmil iman ve yakîn sahihleri için ayetler vardır. Kendi nefslerinde de (nice ayetler var). Görmez misiniz?” [Ez-Zâriyât 20- 21] buyrulmuştur. Demek ehli küfür kainat içindeki bunca hayret verici alâmetleri görmezler. Kaptan Coustou gibi bir ehli ilim, Kudretin bir tek mucizesini görünce müslüman olur. Demek bir insanın iman etmesine birçok sikkeleri değil, bir tek ibret kâfi gelir.İşte fayda budur.Her bir in­san kendi nefsindeki bir hikmeti müşahede ederse, ilmi onu İslam deni­zinin içerisine sevk eder.

4-Rûhânî, nefsî ve aklî cihetleriyle beraber kendi varlığını düşünen, şübhesiz âlemin maddi cihetini ve fânîliğini sezer. Kendisinde ruhu ve istiklâli ve ruhunun ebedîliğini müşahede eder. Bu müşahededen dolayı ahirete göre faydasız olan dünyanın her şeyini terk eder, ahiret yurduna döner, orada şerefi kazanmaya çalışır. Binaenaleyh hakîkî insan olur.

5-Bir insan hayvânî kalbini, bedenini ve ruhun hakîkatini müşahede ederse, kendisinde gizlenmiş en büyük düşmanını da müşahede eder, yani nefsini görür, onu Rabb'ine şikayet eder, şerrinden Rabb'ine sığınır. İşte ilim, yani insanın kendini bilmesine işaret şu hadîs-i şerîf ne güzel ırşad etmiş: *“Senin en büyük düşma­nın iki kürek kemiği arasındaki nefsindir.” buyrulmuştur. Artık bu yetmiş başlı ahtapotun şerrinden sakındırmak için irşad babından Rasûl u Muhterem şöyle dua ederdi: *Allah'ım! Bana (akıl ve ruhuma) rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden uzaklaştır = koru.” Demek İnsanın güneş gibi olan ruhuyla yer küresi gibi olan kalbi arasına, ay küresi gibi nefs girdi mi, kalb ruhtan feyz-i llâhiyye'yi kesbedemez olur; çekilirse de ruh kalbe akseder. Artık bütün kemâlatları kalbde bittirir yani ihya eder. Buna rüşd denilir. Artık nefsin iki küre arasından çekilmesiyle akıl, nefsini, kainatı güzelce anlar. Anlayışlı olur, şuurlanır insan. Bu şübhesiz ki en büyük faydadır. Bunun için insan kendini bilmelidir.

6-Nefsin desîselerini öğrenen ve onu idare eden bir insan, bir mem­leketi rahatlıkla idare eder. Bu bilgi sayesinde İktisadî, siyasî bilgilerini de tekmil ettirir. Çünkü kendi nefsinin ayıblarını idrak eden, ayıblardan arınır; gayrının ayıblarını gizleyerek onu irşad eder, arındırır. Tabiî ki bu en büyük siyasettir. Nefsini terbiye ettiği gibi gayrını da kemâlâta erdirir, işte bu adalet ve iktisaddır. Bu iki dişli anahtar, Allah'ın rahmet kapılarını açar. Nitekim,*“Allah Teâlâ başka-sının ayıbından yüz çevirip kendi ayıblarıyla meşgul olan kişiye merhamet etsin.” mealindeki hadîs-i şerîf, bu anahtara ve kapıların açıl­masına işaret etmektedir. Demektir ki kendi nefsinin desîselerini Öğre­nen, yer yüzündeki hâkimiyet makamına ve halîfeliğe layık olur.

Nitekim buraya işaret de,*''Umu­lur ki Rabb'lniz düşmanlarınızı helak ettikten sonra sizi yer yüzü­nün halîfesi yapacaktır...” [El-A'râf 129] buyrulan ayettir. Gerçek şu ki insanın içindeki şehvet kuvveti menfaati celbetmek hususunda devletin ziraat, ticaret, yerden kanal açmak ve madenleri çıkarmak, sanayiden mahsulü almak müesseselerine benzer. Aralarındaki fark, bu müesse­seler bedenin takviyesi için gıdayı toplamaya çalışırlar; şehvet kuvveti ise toplanan o gıdalardan faydalanır. Hem mesela gazab kuvveti, topla­nan veyahud istihsal olunan malları korumak bakımından görevli askeri­ye ve mülkiye müesseselerine benzer.

Bunlar ferdlerin zulmünü kaldırıp mazlumu zulümden kurtardıkları gibi, insanın gazabî kuvveti de aynı va­zifeyi görür. Hem mesela beden içindeki akıl ve tâbi'leri, büyük millet meclisi müessesesine benzer. Bir cumhurbaşkanı bakanlarıyla birlikte bir memleketi idare etmeye kabiliyetli olduğu gibi, müdrike kuvveti de bir insanın bütün beden şehrine hâkimdir. Eğer cumhurbaşkanında bu hâ­kimiyet yıkılırsa kendisinde nefs hâkim olmuş olur. Binaenaleyh tüm memlekete nefs hâkim olmuş oluyor. Roma imparatorluğunu yıkan işte bu hâkimiyettir. Demek istiyorum ki nefsin desîselerini bilen, ondan sakı­nan, aklın emriyle hareket eden bir insan, bir memlekete de hâkim olabi­lir. Bu yıkılmaz bir hâkimiyettir. “Sizi yer yüzünün halifesi yapacaktır.” mealindeki ayetin hükmüne binaen Allah Teâlâ bir kavmi yer yüzünde hâkim kılarsa artık o yıkılamaz demektir.

Bedenin içindeki şehvet, gazab ve müdrikesinin varlığından haber­dar olan, şehvet ve gazab kuvvetini de müdrikesinin emri altında çalış­tıran bir şahsiyet, devletin herhangi bir dairesine tayin olunursa, rahat­lıkla vazifesini bilir ve yapar. Şu halde nefsini ve nefsinin kuvvetlerini bi­len bir zat her hususta üstünlüğü kazanmıştır. İşte bu fayda için insan kendini bilmelidir. Rahatlıkla şunu derim: Ashâb-ı kiram, nefs ve nefsin kuvvetlerini öğrendiler, Kur'an ve hadisten aldıkları ilhamla akıllarını ça­lıştırdılar ve nefslerini mahkum kıldılar. Çok az bir toplum olmalarına rağ­men çok az bir müddette Roma ve Pers devletlerini yıktılar ve hâkimi­yetlerini asırlarca sürdürdüler. Ne yazık ki son asırlarda müstahlefler asıllarıınn izlerini bıraktılar, nefsin desîselerini bilmekten sakındılar, nefs kendilerine hâkim oluverdi. Desîselerini bilmedikleri için kendileri tüm dünyaya mahkum oldular. Mûsâ aleyhisselâm'ın kavmi de öyle oldu. Bunun İçin küçük ve büyük müslümanlara düşecek en büyük vazife ken­dilerini bilmek, nefslerinin istek ve arzularını öğrenmek, desiselerinden sakınmaktır.

*“...Ve sizi yer yüzünün hâkimi kıldık...” [El-Maide 20] mealindeki ayette Mûsâ Peygamberin ümmetinin hali bildirilmiştir. Netice-i meram, eğer bu ümmet ecdadlarının yoluna döner, nefsin desîselerini bilip ondan sakınır ve aklı selîmin emriyle hareket ederlerse, cedleri Fatih İstanbul'u fethettiği gibi onlar da Paris'i fethedeceklerdir. Andolsun Allah'a İslam tüm dünyaya hâkimdir. Ne mutlu hâkimiyetten evvel ve fetih anında Islama asker olan müslümana...

RUH VE BEDENDEN İBARET İNSAN ŞEREFLİ BİR HAKÎKATTİR

İmam Fahreddîn Râzî: “İnsanın hakîkatinde olan ihtilaf, insanın ru­hundaki ihtilafın aynısıdır. Kelamcıların cumhurunun, insan "ben" keli­mesiyle ona işaret edilen hissi, bedeni ve görülen şu heykel-i cismânîden ibarettir şeklindeki tarifleri on yedi hüccetle merdud olunmaktadır.” demiştir.

Bunlardan bir kısmını burada yazmayı münasib gördüm. Çünkü kelamcıların tarifleri bugünkü maddecilerin tarifine son derece yakındır.

1-Bedenin heykel-i cismâniyyesi durmadan değişir; bir taraf çoğal­makla diğer taraftan yok olmakla devam etmektedir. Bu ise insanın ebe­dî olmasını gerektirmiyor. Halbuki insanın hakîkati ve ruhu değişmez ve ebedîdir. Bedenin değişmesi ise onun değişmesini gerektirmemektedir.

2-İnsan kendisi, madde ve halk âlemine aid olan bedenin bazı cüz'- ünden gafil olur. Halbuki böyle bir insan kendi nefsinden ve hakikatin­den bir an olsa bile gafil kalmamaktadır. Şu halde insan bedeninin cüz­lerinden ibaret değildir. Bilakis bedenin cüzleri, mesela dimağ hücreleri gibiler, bütün cüzler ve cihazlar ruhun aletleridir. Binaenaleyh ruhun ke­mâliyle çalışması, aletlerinin kemâliyle sağlam olmasına bağlanmakta­dır.

3-Cebrail aleyhisselam, Dinye adlı sahabînin şeklinde görülürken cem'iyeti ve hakîkati değişmemiştir. Şeytan da Necidli ihtiyar şeyhin sûretinde görünürdü, amma hakîkati değişmemiştir. Demektir ki cismin de­ğişmesi halinde insanın hakîkati bâkîdir. Hem mesela gazaba uğrayıp maymun ve domuzlaşan kavmin insanlıklarının hakîkatleri değişmemiş­tir; heykel-i cismânî olan sûretleri değişmiştir. Çünkü değişmesi halinde ölümden sonra dirilmeye hiçbir mana kalmaz. Halbuki bütün dinlerin itti­fakı ve bütün akıllıların hükmünce ruh ebedîdir. Binaenaleyh insanın hakîkati değişmeyi kabul etmez, seçkin ve ebedî bir varlıktır. Bugün dahi televizyonlarda görünen bir insan veya cisim değişir, fakat onun değiş­mesi için hakîkatinin değişmesi icab etmemektedir. Televizyonda görü­nen, sahibinin bedeninin bir temsili ve sûretlenmesi olduğu gibi, insanın da heykel-i cismâniyyesi, değişmesi halinde ruhunun hakîkatinin değiş-meşini gerektirmemektedir. Bundan da anlaşılır ki insan cismânî heykel değil; bilakis beden onun hakikatinin sûretlenmesinden ibarettir.

4-Sahih hadislerde rivayet olduğu üzere ölümden sonra “Muhak­kak ölenin cesedi teneşire konulduğu zaman naaşının fevkinde ru­hu çırpınır ve etrafında dönüp dolaşır. Şöyle der: Ey ehlim, evla­dım! Dünya benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Ben helal ve haram demeden kazandım, sonra sizlere bırakıp gidiyorum. Mal, mülk gayrıma, vebali de banadır. Başıma gelen bu felaketten sakının.” mealindeki hadîs-i şerîfte Rasûl-u Muhterem "Bedenden baş­ka bir şey vardır, cesedden ayrılmıştır; nedamet ve pişmanlıkla ehline feryad eder. İşte bu ayrılıp feryad eden insanın hakikatidir." diye beyan etmiştir.

Özeti şudur ki, sûretlenen bedenin yok olmasıyla sûret sahibi olan ruh bâkî kalmaktadır. Demek insan ve hakîkati, hayvânî yürek, hayvânî ruh yahud dimağ hücreleri yahud atom cüzleri yahud garizî hararet ve kan değildir. Bunlar hepsi nefs-i nâtıkanın diğer tabirle rûh-u hayvânînin aletleridir. Ruh-i hayvânî, kendisi de rûh-i İnsanîye denk ve benzeridir. Eğer ruh galebe çalarsa, nefs de onun memuru olur. Ne kadar bunca alet ve edevatlar sağlam nizam ve intizamlı olursa, o kadar insan ruhu onlara kuvvetçe irtibat kurar ve tasarruf eder. Aletlerin bozulması halin­de ruh alâkasını keser. Onun alâkasının kesilmesinin adı ölüm, irtibat kurmasının adı da hayatla tabir olunur.

Bu gerçek, selim akıllıların naza­rında açık ve bariz bir hakikattir. Ancak bu hakikatin bilgisinden çok az bir bilgi insanlara verilmiştir. Nitekim ayet-i kerîmede de bu hüküm anlaşılmaktadır:*“(Habîbim) Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emri(nin eseri)ndendir. (Zaten onun hakkında) Size az bir bilgiden başkası verilme­miştir.” [El-isrâ185] buyrulmaktadır. İnsanın hakîkati ve bedenin hayat sebebi olan ruh hakkında herkes bir bilgiyi elde etmek ister. Lâkin bu bilgiden çok az bir mikdar insana verilmiştir. Bu ise ruhun hakikatinin inkar edilmesine bir delil teşkil etmemektedir. Ruh maddeden başkadır. Allah Teâlâ'nın buyruğundan ibarettir ki: "Kün" yani ol emriyle ebediyet için var olmuştur. Demek ruh da mahluktur, ezelî değil lâkin ebedîdir. Aslında bizi bizden gizleyen yine biziz. Yani nefsin istek ve arzuları ve beşeriyet, ruhumuzu gözümüzden gizlemiştir. Nitekim madde âleminde de bulut veya herhangi bir küre, araya girmesiyle güneşi gözümüzden gizler. Güneşi görmememiz güneşin yokluğuna aslâ delil teşkil etmez.

Lâkin insan nefsini zikir, fikir, Tevhid ve ibadetin suyu ile temizlerse, gü­neşten daha bariz ruhunu görür... Bir tekâmüle İhtiyaç var, amma insa­nın kendisine mahsus tekâmül, başkası değil... Mevlâna Rûmî diyor ki:

*''Can bedenden ve beden de candan gizli değil

Ancak can ve ruhun görülmesine izin verilmemektedir.''

Demek tekâmülden sonra insan kendi hakîkatini görür. Mademki ruh vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatinin-tarifi/





Devamını Oku »

Marifetin Aslı

Marifetin Aslı

Şerîatın ilk makamı, iman getirmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmenizdir."



Her kim ki imanın ten üzre olduğunu söylerse hatadır. Eğer can üzredir derse yine hatadır. O halde şöyle bilmek gerekir ki, arifler katında iman akıl üzredir. Ancak marifet gönül üzredir ve Allah’a gönülden şehâdet edip inanmazsa münâfıktır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

" Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.  Şu iki söz kişilere dosttur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bunun dışında kalan (günahları) ise dilediği kimseler için bağışlar.’’Şu kadar ki, ibadet imandır, iman ibadettir; birbirinden ayrı olmaz. Her iba­det imana ulaştırmaz, ve belki de günahtır; ancak her günah küfre ulaştır­maz. Bu iki söz kişilere dosttur. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:



“...Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkar­dı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlarda), Evet Rabbimizsin dediler."

İman budur. Ama bizim sözümüz hangisinin Rahmân'ın aslı, hangisinin şeytanın aslı [olduğunu açıklamak­tır]. Şöyle bil ki, Rahmân'ın aslı olan iman, şeytanın aslı şüphedir. İmana şüphe katmak olmaz. Çünkü iman akıl üzeredir ve akıl sultandır ve beden içinde vekili şeytandır. Ne zaman ki sultan gitse vekil durur. Mesela iman bir hazinedir; şeytan ise bir hırsızdır. Hazine bekçisi gidince hırsız hâzineyi ne yapar? Başka bir söze göre de, iman koyundur, akıl çoban, şeytan da kurttur. Çoban gidince kurt koyuna ne yapar? Yine bir başka sözde ise iman süttür, akıl bekçi, şeytan ise köpektir, denilmiştir. Bekçi gi­dince köpek sütü ne yapar? Ve üçü de bir evdedir. Şimdi ey çaresiz miskin! İman o evin içinde perişândır.

O halde Allah'a inanmak gerekir ki, bu imandır; buyruğunu tutmak iman­dır; "sakının" dediğinden sakınmak Allah'a inanmaktır. Yine Allah’ın meleklerine inanmak imandır ki, bir kişiye üç yüz altmış melek görevlendi­rilmiştir. Öyle iken bunca meleklerin arasında edepsizlik edersin, ama se­nin gibi bir kişi yanında etmezsin. Nerede kaldı senin meleklere inandığın? Ve yine ulu Allah'ın Kur'an'ına inanmak gerekir ve onun diğer kitaplarına inanmak imandır. Öyleyse şimdi kibir, hased, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık ile için dolu iken, bunlardan birisinin iman ehlinin içinde bulunacağını hangi kitap buyurur?



Tarikatın ilk makamı el alıp tövbe etmektir. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Islâm'a) sımsıkı yapışın."' "Samimi bir tövbe ile Allah'a dönün.“'



Öyle ise kul, kötü halden dönünce tövbeyi kabul eden Allah'ın kendisidir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulmuştur:

"Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir."' Şimdi ey müminler! Öyle bir tövbe edin ki kabul olsun. Öyle bir tövbe edin ki fayda gelsin. Zira ki tövbe etmek, pişman olmaktır. Pişmanlığın yararı budur ki günahı azalır; bir özre değişilir. Bundan böyle, tevekkül ile özrü âdet edinin ki hatalarınız az olup, kurtulasınız. Ve böylece yüzünüz gülsün. 0 halde ey müminler! Özür dilemek sizden kabul kılmak Allah'dan. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.“' Şükr ‘etmek bizden, nimetlerinizi artırmak Allah'tan.

Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun! şükederseniz elbette size olan nimetimi artırırım ... "

Sabretmek sizden, hesapsız sevap vermek  Allah'tan. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilecektir."

Yine ibâdet ve tâat yapmak, kelime-i şehâdet getirmek sizden, Cennet içinde sizi yüksek köşklerde tutmak da Allah'tandır.

Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyiliğin karşılığı yalnız iyiliktir."

Yetmiş yıllık günah için özür dilemek sizden, tövbeleri kabul etmek de Allahtandır. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:O kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir."

Sonra da O kerem sahibi olan Allah şöyle der: Ey kullarım! Âdem aleyhi'sselâm bir kere emirlerime karşı geldi, bunun için iki yüz yıl ağladı. Ağlar­ken de dâima şu ayeti okurdu: “Ey Rabbimizl Biz kendimize zulm ettik.Eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. " Allah teâlâ, "Adem, bu kadar gözyaşı döktükten sonra onun suçunu bağışladım. Onun için sîzler de yetmiş yıllık günah için bir kez tövbe edin, bende affedeyim. Çünki ben affediciyim." der. Ve yine, "Eğer isyankâr olan bir kişiyi merhamet edip bağışlamadan bıraksam, o zaman benim rahmetim görülmemiş olur." dir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:O ne gü­zel dost, ne güzel yardımcıdır. "

Eğer ben dünyada bir nesne bile eksik yaratsam, o zaman da benim Kâdir'liğim tamam olmazdı. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: “Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Bizim ne mükemmel gücümüz vardır. " Eğer cennette bir nimet eksik bıraksak o zaman da cennet tamam olmaz­dı. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: "Dünyadan sonra gelecek olan cen­net ne güzel bir yerdir. "

Nuh (a.s.)'ın duası kabul olmasaydı, bütün dualar da kabul olmazdı.

---------------

Hacı Bektaşi Veli - Makalat

Diyanet İşleri Yay.)
Devamını Oku »

İnsan Sadece Bedenden İbaret Değildir...



Azizim,
insan bu görülen ve algılanan heykelden ibaret değildir. Ruh denilen İlâhi sırdan ibarettir.

Nefse hakim ol ve onun faziletlerini tamamlayıp ge­liştir.

Çünkü sen bedeninle değil ruhunla insansın,

İnsanın nefsinin şuuruna sahip olması ilk olarak ka­bul edilmesi gereken apaçık hakikatlardandır. Yani bütün mülâhazalardan, bütün düşüncelerden önce gelir. İnsanın (Burada insandan maksat ruhtur) kendi varlığını inkâr etmesi, Hoca Nasreddin' merhumun gelen bir misafiri sav­mak için içeriden: Efendi oda yok, demesi gibidir.

Ruh sâde (Üzerine bir şey yazılmamış) bir levha gi­bidir. Bedenimize girdikten sonra, maddî şekiller duyular yoluyla onda nakış olunur, o da bu vasıtayla dış âlemin varlığından haberdar olur. Gönül burada bir iki söz söyle­mek isterdi. Fakat susmayı tercih etti.

Çünkü bir kabristan ziyaretinin bundan fazla söze ta­hammülü yoktur. Burada söylenecek sözler o ziyarete mu­vafık mahiyette olmalı.

Biz de ruhun diğer halleriyle ilgili sözleri bir tarafa bırakalım da makama uygun bir söz söyleyelim: Büyük babamın ziyareti bende tuhaf tuhaf fikirler hasıl etti. O fikirlerin özeli sudur :

Ruh bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra dünyadaki fiillerini - Fakat mülâyim bir şekilde temsil ederek - ha­yal, daha doğrusu idrak edecektir. Fakat siz diyeceksiniz ki, dimağsız ruh nasıl tahayyül ve idrak edebilir? Dimağ ruha o tahayyül özelliğini vermiştir. Tahayyüle, idraka mahsus olan nitelikler ona istidat kazandırmıştır. Şu hal­de bedenle ilgisinin kesilmesinden sonra beyne ait fiilleri, beyne ihtiyacı olmaksızın yerine getirebilir. Çünkü bey­nin, ilgisinin kesilmeden önce, ruha verdiği hareketin, de­vamlı olarak, onda var olduğu düşünülebilir. Meselâ ruh dünyada işlediği iyi bir şeyin kendisinde sebep olduğu se­vinç hissini, âlem dışında hoşlandığı şeylerden birine, bir güzel çiçeğe benzeterek tahayyül eder. Bu tahayyül ken­disi için neşeye sebep olur. Bizim hayal namını verdiğimiz bir şey, devam ve istikrarından, ruhun dış âlemle olan alâ­kasının kopması sebebiyle ona fazla tesirinden dolayı, sırf hakikatten ziyade hakikat halini alır. Keza insanın fena bir fiili de yılan gibi hoşlanmadığı bir surette temsil eder ve ruhu bu sebeble sıkıntıya sokar.

Dış âlemin ruha tesiri :

Ruhun bu tasarrufları bedenden ilgisi kesilmeden, ev­vel bir dakika kendisinde vuku bulan hallerdendir. Bu­nun yazılarımız ve konuşmalarımızda tesirleri görülür. Demek ruhun kategorileri bir uygun temsil ile tahayyül etmesi ve ondan etkilenmesi kendisi için daima vuku bu­lan hallerden imiş. Bu böyle olduğu gibi hareketlerimiz­den ayrılmasına imkân olmayan hallerde daima ruhumu­za tesir icra etmekten geri kalmaz. İster fiillerimizi uygun benzetmelerle tahayyül edelim; ister o fiilin benzetmeksizin, doğrudan doğruya tesirine maruz kalalım; her iki su­rette de ruhumuzun, mâhiyetlerine göre fillerimizden et­kilenmesi zarûrî demek olur, fakat hislerin dağdağası her zaman fiillerimizi uygun temsil ile tahayyülümüze, şu halde ondan tam mânasıyla etkilenmemize mani ise de o etkilenme mâhiyetine şuurumuz, katılmaksızın nefsimiz­de hüküm fermâ olmaktan hali değildir. Mesel çoğunlukla içimizde bir sıkıntı olur. Sebebini sorsalar, bilmiyorum, diye cevap veririz. Uykuya yattığımız yani hislerin faali­yetini tatil edip dış âlemle alâkayı kestiğimiz zaman o hâ­li rüyada uygun bir temsil ile görür, ondan etkileniriz, iş­te bunlar hep nâtık nefsin kendisine has hal ve hareketlerindendir.

Burada meşhur paskal’ın bir sözü hatırıma gel­di. Diyor ki : Halktan birisi her gece kendisini rüyada pa­dişah olmuş görse, padişahlığın gereği olan safalarla meş­gul olsa, hemen bir padişah kadar mesut olmuş demektir. Bu böyle olduğu gibi padişahlardan biri de, yaşadığı müd­detçe, her gece düşünde kendisini halktan biri gibi görse, onun çektiği zahmeti, meşakkati çekse hemen onun kadar bedbaht olur. Demek ki rüyada görülen şeylerin ruha olan tesiri uyanık hallerin tesirinden az değilmiş. Fakat bunda rüyanın aynı tarzda ve devamlı olması şarttır. Değişmesi bu tesirin tamamının zuhuruna mânidir. Fiillerimizin ge­rektirdiği şeylerin, dünyada tam tesirine, dış âlemin gürültüsü (Dağdağa) nün mani olduğunu söylemiştik. Hokkabazlann gürültü ile sünnet çocuğunu avuttuğu gibi, dış âlemin çeşit çeşit hokkabazlığı da bir dereceye kadar bizim ıztırabımızı hafifletiyor.

Her gün görülen hallerdendir : Meselâ bir insan bir şeyden ziyadece etkilenirse dış âlemin gürültüsünü tabii olarak artırmak lüzumunu duyar. Meselâ saz bilirse saz çalar, sokağa çıkar, yahut ahbabıyla görüşür. Bunlar hep o etkilenmesinin şiddetini hafifletmek maksadım güden ve içgüdünün şevki ile düşünülmeden alınmış tedbirlerdir. Bu tedbirler dış gürültüleri artırıp ruhu bulunduğu nokta­dan geriletir.

Ruh bu tesirleri ancak kabirde gözden geçirir :

Fakat ne yapılırsa yapılsın, her fiilin ayrılmaz parça­sı olan bir hal bir olay vardır ki, o fiilin bizden sâdır olay­ların oluşuyla ruhda bu hal derhal tecelli eder. Ruh kendi­sinde tecelli eden hallerin, hepsini, teşbihte hata olmaz, gramofon plâğı gibi alır ve muhafaza eder. O hallerin bir tanesini bile kayb etmez. Çünkü dünyadan beraber götü­receği ancak odur. Hayat kavgası ve gürültüsü o hallerden hasıl olan tesirlerin tamamının ortaya çıkmasına mâni ol­duğu için, ruh kendisinde olan sermayeyi bilmez, yalnız onu toplamakla meşgul olur. Topladığı şeylerin nasıl şey­ler olduğunu anlamak için tenha bir yerde oturup onları birer birer gözden geçirmesi lâzımdır. İşte o tenha yer de şu sohbetin konusunu teşkil eden sükût yerindeki terke- dildiği hücredir. Orada dağdağa yoktur. Ruh kendi kendi­ne kalır. Dünyada topladığı şeyleri birer birer gözden ge­çirip ne olduklarım anlar.

Ruh dış âlemle olan ilişkisini temin eden göz, kulak, burun vesaire gibi şeylerden ayrılıp kendi kendine kaldığı, dolayısıyla kendisini meşgul eden bu kadar dağdağanın bir anda yok olduğu bir sırada cidden müşkül bir mevkide kalır. Dünyadaki mümkün olan cezaların en şiddetlisi tefrîd yani bir adamı Dışarıyla büsbütün alakasını keserek-dar bir yerde haps etmek cezasıdır. Ruh dış âlemle ilgisini kestiği dakikada tek başına kalır; artık yalnızlık hücresin­de kendi fiillerinden başka dostu , yâri bulunmaz. Başlar bunları hayal etmeğe, o hayal ettiği şeylerle has­bıhale!

İşte insan ameliyle dirilir, sözünün tafsili budur. Yu­karıdan beri nîh hakkında bir çok söz söyledik. Fakat son durağın halleri, kabir azabının hakiki mahiyetine nazaran bu sözlerde o hakikatları münasip bir temsilden başka bir şey değildir, öldükten sonra ibret nazarları önünde tecel­li edecek temaşanın hakikatini Allah’dan başka kimse bil­mez.




Ferid Kam - Dini-Felsefi Sohbetler
Devamını Oku »