Nefsani ve Şeytani Hislerden Allah'a Sığınmak



İnsanın içinde iyi veyahud kötü ilham alan ve faaliyete geçen asabî damarlar mevcuddur. Dînî olarak da itikad ve ibadet olmak üzere iki va­zife vardır, itikadî ilhamlar kalbe, güzel ahlak ve ibadetlerde çalışmak da bedenin veya dimağın asabî damarlarına bağlanmaktadır. Şeytan kalbe kötü hisleri, bedene de harama karşı istek ve arzu, ibadetlerden tembel­lik ve gevşeklik verir; o, Allah'ın rahmetinden mahrum ve gazaba uğra­dığı için insanları da kendisi gibi yapmak ister. Hatta dimağ, beden ve kalbin kan damarları İçerisinde bile dolaşır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Hakîm'de:*“Hadi Kur'an okuduğunda okuttuğunda, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [En -Nahl 98] diye emr buyrulmuştur. Eğer insan bu rûhî vazifeyi yerine getir­mezse, şeytan dimağına kötü fikirleri, kalbine vesveseyi, bedenine gev­şeklik ve tembellik hastalıklarını ilkâ' eder. Şu halde ayetin manası şöyledir: Ey hâlis ve muhlis kullar! Kitâb-ı Mübîn olan Kur'ân'ı okuyup manasını anlamak ve o manayla amel etmek istediğin zaman sa’yin başlangıcında o Kahr-ı Rabbânfye uğramış şeytandan ve onun verece­ği hased, kibirlilik, bâtıl inanç gibi şerlerinden Allah'a sığın, onu Allah'a şikayet et.

Aksi takdirde kul Allah'a sığınmazsa, şeytan sa'yini bozar, gayretini elinden alır. Ya gazabını tahrik etmekle içindeki metanetini bozar ya da şehveti tahrik etmekle teennîsini bozar, ki bu onun vazifesidir. Öyleyse her sa'yin başlangıcında*“Allahumme innî eûzu birıdâke min suhtike ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzu Bike Minke.” “Ey Rabb'im! Gazabından rahmet ve rızana, azabından afuv ve mağfiretlerine ve kahrından rahmeti­ne ve Sen'den San'a sığınırım.” demelidir. Eğer sa'yin başında, özel­likle dînî meselelerde bu istiâze yapılmazsa şeytan insanın fikrini de­ğiştirmekle sa'yini bozar. Kemâl-i inanç ve edeble kul işinin başlangıcın­da -ister alış veriş olsun, ister ibadet olsun ve ister iki eşin muamelesi olsun- istiâze ederse, şeytan bedeninden uzaklaşır, melek hislerine yaklaşmış olur ve iman derecesine göre melek hayrlı ilhamları kalbe ilkâ' eder.

Bu manayı beyan etmek maksadıyla Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:*“Hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak herkesin biri şey­tan, biri melek arkadaşı vardır.” Bunun üzerine ashab: “Sen de dahil misin ya Rasûlallah?" diye sordular. Buna cevaben: “Evet Ben de dahi­lim. Lakın Allah Bana yardım etti de, o da müslüman oldu. Binaen aleyh Bana hayrdan başkasını emretmez.” buyurdular. Sarı Abdullah diyor ki: “Kalbe hayrlı ilhamlar geldiği zaman şeytan onu çalmak ister. Tıbkı bir hırsız gibidir. Ruh ve kalb irâdî tecelliye ile şereflenirken şeytan ellerini o nur kıvılcımlarının önüne koyar. Böylece insan zikrinin nurlarını görmez olur. Aksi takdirde insan "Euzu" çektiği zaman ağzından çıkıp şeytanın üzerine yağan şimşek ışıklarını görecekti. Nitekim Mevlâna Rû­mî de bunu şöyle ifade eder:

*''Lakın bir hırsız gizlide parmaklarını o kıvılcımların üzerine koyar. Hane sahibi uyanık olsaydı hırsız içeriye giremezdi. (Hırsızdan maksad şeytan, binadan maksad beden ve kalbdir.)

O gizli hırsız kalbden tane tane kıvılcımları söndürür. Tâ ki akıl ve kalbin semâsı zikrin nurundan faydalanmasın.''

İşte bu hırsızın elinden kalb ve dimağımızı kurtarmak için rûhânî va­zife olarak istiâzeye çok önem vermek lazımdır. Onun için şeytanın nasıl insanın hislerine müdahale edeceğini beyan etmekle bu hususta istiâzenin keyfiyetini açıklayalım.

1 -Şeytan işitilen kelimeleri değişik manalarla kulağa aksettirir. İcab-ı halde söz söyleyenin veya kitabdaki yazının muradının dışında bir bilgiyi insanın hiss-i müşterekine aksettirir. Böylece müdahale ettiği zaman, kul

Allah’ın 'Es-Semî','El-Alîm' sıfatlarına sığınmakla kendini şeytanın ilkaatından kurtarmaya çalışır. Diliyle de:

“Eûzu Billâh-is-Semîi-l-Alîmi min-eş-şeytân-ir-racîm.” “Dalâlete girip gazaba uğrayan şeytandan her şeyi İşitici ve Bilici olan Allah'a sığınırım.” demekle, kulak ve hiss-i müşterekini şeytanın elin­den kurtarmaya çalışır.

Bazan da iyi söyleyenlerin sözlerinin tesirini söndürür; kötü söyle­yenlerin sözlerini tatlı gösterir. Nitekim Hâman firavunun veziri ve dostu idi. Mûsâ aleyhisselâm'ın sözleri birkaç sefer firavunda tesir etmiş; Hâ­man ona: “Sen nasıl, dili peltek ve önceden senin hizmetinde bulunan Mûsâ’ya teslim oluyorsun? Eğer sen ona teslim olsan şimdiye kadar yapmış olduğun davada yalancı tanınırsın." demekle firavunu Mûsâ aleyhisselâm'ın bereketinden mahrum bırakmıştır.

2-Şeytan kalbin sağından, solundan, ön ve arkadan itikadı bozmak için ilkaatta bulunur. Bu çok mühim. O kadar mühimdir ki ayet-i kerîmede Allah Teâlâ onun bu keyfiyetle müdahalesini beyan etmiş: “İblis dedi: 'Bana halkın dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver." (Allah da) Dedi ki: 'Sen mühlet verilmişlerdensin. (İblis:) "Öyleyse (mademki) Sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble -andolsun ki-­onlar (ı saptırmak) için Sen'in doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (ve musallat olacağım). Sen de on­ların çoğunu şükredici kimseler bulamayacaksın." dedi.” Yani onla­rın dimağlarındaki ve kalblerindeki dört kuvvetlerine müdahale etmek suretiyle irtibat kurup kalblerini şaşırttıracağım demek istiyor. Şeytan in­sanın şu dört kuvvetine irtibat kurmak sûretiyle kalbin içindeki âkile kuv­vetini değiştirir; hak olanı bâtıl, bâtıl olanı hak gösterir. Mesela:

a-Dimağın ön tarafında hayal kuvveti vardır. Evvelden beyan etmiş olduğumuz üzere bu kuvvet hissolunan eşyayı canlı sûretinin fotoğrafı gibi şekillendirir. Bu takdirde şeytan ona müdahale eder. Sonra Allah'ı ona hatırlatır ve akabinde soru sorar: "Nasıldır O?" Sonra ona bir cevab verir. Allah Teâlâ'yı mücessem veya nûrânî bir şeye benzeterek hayalî kuvvetinden sümme hâşâ Allah'ı sûretlendirir. Böyle bir müdahalesi anında İhlas sûresini okumak tedavidir. Şeytanın "önden" gelmesi budur. Binaenaleyh şeytan hayali işgal ettiği zaman "Eûzu Besmeie" ile İh­las sûresi okunduktan sonra sonuna şu cümle eklenir:*“...Benzeri şöyle dursun da benzerinin benzeri de yoktur...” [Eş-Şûrâ 11] Bu takdirde şeytan önden kaçar.

b-Şeytan vehmî kuvvete de müdahale eder. Bu kuvvet hissedilme­yenlerin hakîkatlerini, doğrusu aklî ve manevi olan eşyayı, maddi sûret- lere kıyas ederek hüküm çıkarır. Bu kuvvet, dimağın iç arka kısmındadır. Şeytanın "arkalarından" gelmesi buna işarettir. Vehmî kuvvet daima önünde maddeyi görür. Manayı da ona kıyas edince sümme hâşâ Allah'ı maddeye benzetir. Bu takdirde O'na noksan sıfatları isnad etmek­le yolunu şaşırır. Özellikle bu hal namaz ve zikir esnasında gelir. Bu tak­dirde "Eûzu Besmele"den sonra kalb ve dili birleştirerek şu ayet-i kerîme okunur:*'Yer yüzünde Celal ve Azamet Sahibi olan Rabb'inin Zâtı'ndan başkası fânîdir (yok olmaktadır). Ancak O'nun Zât-ı Şerifi Bâkî'dir.” [Er-Rahman 26-27] Bu ayetin okunmasından sonra birkaç kere,“Ya Zel-Celâli vel'İkrâm!” ilave edilir.

c-Akciğerin sağ tarafında yahud dimağın içindeki beyinciğin sağın­da şehvet hissi bulunmaktadır. Yukarıdaki ayet-i kerîmede "sağlarından" gelmesi buna işarettir. Şeytan bu hisse müdahale etmekle gevşekliği bedene yayar, uykuyu getirtir ve binnetice günahlara sevk ettirir. Eğer mü'min ibadete azim bağlarsa derhal aklî kıyasları ortaya koyar ve aklı yanıltır. Bununla da peygamberlere olan inancı değiştirir ve şöyle sorar: "Peygamberler de bizim gibi insanlar, bizden ne farkları var? Biz de on­lar gibiyiz." Nitekim Asrı Saadetteki kafirler bu kıyasla Peygamberle mü­cadele ederek *“...Dediler kİ: Sizler de bizim gibi beşer olmaktan başkası değilsiniz...” [İbrahim 10] Ve dediler ki:

“...Ne oluyor bu elçiye? Yemek yer ve sokaklarda dolaşır...” [El-Furkan 7] Onların zannında peygamber olan kimse yemeyecek, içmeyecek ve sokaklarda dolaşmayacak, işte böylece şeytan onlara vermiş olduğu fısıltıyla nübüvvet inançlarını bozuyordu. Bu tabiî şeytanın yapacağı bir iştir, ki şu ayet-i kerîmede beyan olunmuştur:

*“...Şeytan onları fitillemiş, onlara uzun zaman göstermiştir ve aldatmıştır.” [Muhammed 25] buyrulmuştur. Nübüvvet inancını ihlal edecek vesveselere karşı "Eûzu"dan sonra "Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah." denilir. Ayrıca El-Fetih sûresinin son ayetini okumanın da şeytanın bu vesvesesine karşı kuvvetli bir silah olacağını Şeyh-ul-Ekber tavsiye etmiştir. Muşârun ileyh diyor ki: “El-Fetih sûresinin son ayetini okumayı âdet edene, cinnî ve insî şeytanların ilkaatı tesir etmez.” Şakîk-i Belhî de şunları söylemiştir: «Dört etrafımdan şeytanın bana gelmediği birgün yoktur. Bazan önümden gelir, bana der ki: "Günah işlemekten korkma, çünkü Allah kulunu yakmaz. O esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Ben ona şu ayeti okurum:

''Şüphesiz ki Ben tevbe ve iman edenleri, iyi amel ve harekette bulu­nanları, sonra da doğru yolda ölünceye kadar sebat edenleri el­bette çok yarlıgayıcıyım.” [Tâhâ 82] Derhal kaçar. Sonra arkamdan gelir ve şöyle der: "Sen ibadete dalıyorsun, sana dünya da gerek. Evladların aç kalacak, sonra sen kendine kâtil olursun. Çok oruç tutma, uykusuz kalma." der ve rızk endişesini bana verir. Ben de ona şu ayet-i kerîmeyi okurum:

*“Yerde yürüyen hiçbir canlı müstesna olmamak üzere rızkları Allah'a aiddir. Onların duracak yerlerini ve İkâmet edilen mesken­leri de O bilir...” [Hûd 6] Sonra sağıma kaçar; bazı iyi amel ve hareketle­rimi gözümün önüne getirir ve: "Sen iyi bir insansın. Artık senin gibiler enderdir." diyerek beni över. Ben de ona:*“...lyi sonuç takva sahiblerinedir.” [El-A’râf 128, El-Kasas 83] mealindeki ayeti okurum. Sonra İblis soluma koşar; dünya lezzetlerine şehvetimi tahrik eder. Lez­zetleri şahsıma tahsis etmek üzere şehvetimi tahrik eder. Ben de ona şu ayeti okurum:

“Artık kendileriyle arzu edecekleri şeylerin (o gün imanın faydasını görmek ve o sayede ateşten kurtulmak, cennete kavuşmak yahud dünyaya gönderilip de iyi amel ve harekette bulunmak gibi boş temennilerin) arasına bir sed çekilmiştir. Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de (insanları) kötü zanna düşüren bir şübhe içinde idi­ler.” [Sebe* 54] Böylece solumdan kaçar ve benden uzaklaşır.»

İlim ve zikirde zayıf olanların dimağına şeytan soru sormak arzusu­nu verir. Bu tuzağa giren başkasını bulup ondan soru sormaz ise bu se­fer kendi kendinden sormaya başlar, ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmuştur:

“Muhakkak birinize şeytan gelir, size "Kim göğü yarattı?" diye so­rar. (Mü'min:) "Allah." der. O da: 'Kim yeri yarattı." der. (Mü'min:) "Allah." der. Bu sefer: "Kim Allah'ı yarattı?" diye sorar. Biriniz bunu buldu mu, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne iman ettim desin.” buyruimuştur. Demek şeytan böyle soruları akla getirdiği zaman "Âmentu Billâhi"yi okumak çaredir. Şeyh-ul-Ekber diyor ki: “Bu vesvesenin müdafaasına en uygun yol, soruyu sarf-ı nazar etmek ve İhlas sûresini okumaktır.” İmam Askâlânî de şöyle demiş: “Her şeyi yaratan yaratılmamış, dersin. Sonra eğer bu vesvese ise, çaresi zikir ve başka bir şeyle meşgul ol­maktır. Eğer insî şeytan bunu sorarsa çaresi kolaydır. Dersin ki: "Allah her şeyi yaratmış" sözün, Kendisi yaratılmamış demektir.” İmam Rabbânî diyor ki: Vesvesenin müdafaasına kalkışmak da ayrı bir vesvesedir. Bu gibi sorulara çare iç ve dış telkinleri sarf-ı nazar etmektir.

3-Şeytan muharrike kuvvetine müdahale ederek, müdahale ettiği kimsenin veyahud başkasının gazab kuvvetini fiile geçirmek İster. Kin ve intikam arzusunu verir.

“Biriniz diğer birinizin ayıbını söylemesin. Zira Ben size selametti ve rahat bir kalb ile gelmeyi severim.” mealindeki hadîse binaen şey­tanın bu müdahalesine karşı çare, ayıblardan arınmakla gayrının ayıb- larından göz kapatmaktır. Eğer şeytan böyle bir vesveseyi ilkâ' edersel ayıbları araştırmak arzusunu defetmek için şu dua okunur:

“Radîtu Billâhi Rabben ve bil'İslâmi dînen ve bi Muhammedin sal­lallâhu aleyhi ve sellem Rasûlen. Ve neûzu Billâhi min-el-fiten.’ “Allah'ı Rabb olarak kabul edip İslamı din olarak kabul ettim. Haz­reti Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ı da Allah'ın elçisi olarak inandım. Ve fitnelerden Allah'a sığınırız.” Bu son cümleyi yani "Fitnelerden Allah'a sığınırız." demek anında, mü'min kardeşinin de fitnelerden korunması kasdedilir. Netice-i meram, hissî ve manevi bütün tel kinleri sarf-ı nazar etmek şartıyla mü'min zorluğa katlanarak yukarıdak istiâzenin bir sûretiyle tedbir alır. Başlayacağı işe sa'y ve gayretle başlar, teennî ve metanetle işine devam eder ve muvaffakiyeti için Allah'ı yalvarır. İstiâze ve yalvarışların ruha tedavi olduğunda tereddüd edilmez. Yalvarış ve istiâze..

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.325-331
Devamını Oku »

Marifetin Aslı

Marifetin Aslı

Şerîatın ilk makamı, iman getirmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmenizdir."



Her kim ki imanın ten üzre olduğunu söylerse hatadır. Eğer can üzredir derse yine hatadır. O halde şöyle bilmek gerekir ki, arifler katında iman akıl üzredir. Ancak marifet gönül üzredir ve Allah’a gönülden şehâdet edip inanmazsa münâfıktır. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

" Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.  Şu iki söz kişilere dosttur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bunun dışında kalan (günahları) ise dilediği kimseler için bağışlar.’’Şu kadar ki, ibadet imandır, iman ibadettir; birbirinden ayrı olmaz. Her iba­det imana ulaştırmaz, ve belki de günahtır; ancak her günah küfre ulaştır­maz. Bu iki söz kişilere dosttur. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:



“...Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkar­dı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlarda), Evet Rabbimizsin dediler."

İman budur. Ama bizim sözümüz hangisinin Rahmân'ın aslı, hangisinin şeytanın aslı [olduğunu açıklamak­tır]. Şöyle bil ki, Rahmân'ın aslı olan iman, şeytanın aslı şüphedir. İmana şüphe katmak olmaz. Çünkü iman akıl üzeredir ve akıl sultandır ve beden içinde vekili şeytandır. Ne zaman ki sultan gitse vekil durur. Mesela iman bir hazinedir; şeytan ise bir hırsızdır. Hazine bekçisi gidince hırsız hâzineyi ne yapar? Başka bir söze göre de, iman koyundur, akıl çoban, şeytan da kurttur. Çoban gidince kurt koyuna ne yapar? Yine bir başka sözde ise iman süttür, akıl bekçi, şeytan ise köpektir, denilmiştir. Bekçi gi­dince köpek sütü ne yapar? Ve üçü de bir evdedir. Şimdi ey çaresiz miskin! İman o evin içinde perişândır.

O halde Allah'a inanmak gerekir ki, bu imandır; buyruğunu tutmak iman­dır; "sakının" dediğinden sakınmak Allah'a inanmaktır. Yine Allah’ın meleklerine inanmak imandır ki, bir kişiye üç yüz altmış melek görevlendi­rilmiştir. Öyle iken bunca meleklerin arasında edepsizlik edersin, ama se­nin gibi bir kişi yanında etmezsin. Nerede kaldı senin meleklere inandığın? Ve yine ulu Allah'ın Kur'an'ına inanmak gerekir ve onun diğer kitaplarına inanmak imandır. Öyleyse şimdi kibir, hased, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık ile için dolu iken, bunlardan birisinin iman ehlinin içinde bulunacağını hangi kitap buyurur?



Tarikatın ilk makamı el alıp tövbe etmektir. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Islâm'a) sımsıkı yapışın."' "Samimi bir tövbe ile Allah'a dönün.“'



Öyle ise kul, kötü halden dönünce tövbeyi kabul eden Allah'ın kendisidir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulmuştur:

"Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir."' Şimdi ey müminler! Öyle bir tövbe edin ki kabul olsun. Öyle bir tövbe edin ki fayda gelsin. Zira ki tövbe etmek, pişman olmaktır. Pişmanlığın yararı budur ki günahı azalır; bir özre değişilir. Bundan böyle, tevekkül ile özrü âdet edinin ki hatalarınız az olup, kurtulasınız. Ve böylece yüzünüz gülsün. 0 halde ey müminler! Özür dilemek sizden kabul kılmak Allah'dan. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.“' Şükr ‘etmek bizden, nimetlerinizi artırmak Allah'tan.

Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun! şükederseniz elbette size olan nimetimi artırırım ... "

Sabretmek sizden, hesapsız sevap vermek  Allah'tan. Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilecektir."

Yine ibâdet ve tâat yapmak, kelime-i şehâdet getirmek sizden, Cennet içinde sizi yüksek köşklerde tutmak da Allah'tandır.

Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyiliğin karşılığı yalnız iyiliktir."

Yetmiş yıllık günah için özür dilemek sizden, tövbeleri kabul etmek de Allahtandır. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:O kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir."

Sonra da O kerem sahibi olan Allah şöyle der: Ey kullarım! Âdem aleyhi'sselâm bir kere emirlerime karşı geldi, bunun için iki yüz yıl ağladı. Ağlar­ken de dâima şu ayeti okurdu: “Ey Rabbimizl Biz kendimize zulm ettik.Eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. " Allah teâlâ, "Adem, bu kadar gözyaşı döktükten sonra onun suçunu bağışladım. Onun için sîzler de yetmiş yıllık günah için bir kez tövbe edin, bende affedeyim. Çünki ben affediciyim." der. Ve yine, "Eğer isyankâr olan bir kişiyi merhamet edip bağışlamadan bıraksam, o zaman benim rahmetim görülmemiş olur." dir. Nitekim Allah teâlâ şöyle buyurmuştur:O ne gü­zel dost, ne güzel yardımcıdır. "

Eğer ben dünyada bir nesne bile eksik yaratsam, o zaman da benim Kâdir'liğim tamam olmazdı. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: “Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Bizim ne mükemmel gücümüz vardır. " Eğer cennette bir nimet eksik bıraksak o zaman da cennet tamam olmaz­dı. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: "Dünyadan sonra gelecek olan cen­net ne güzel bir yerdir. "

Nuh (a.s.)'ın duası kabul olmasaydı, bütün dualar da kabul olmazdı.

---------------

Hacı Bektaşi Veli - Makalat

Diyanet İşleri Yay.)
Devamını Oku »

Ebu Hanife - Fıkhu-l Ekber Tercümesi



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.


Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir. Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.

Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti.''(Nisa,164)âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.

Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz. Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.

Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.

Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır. İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.

Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

Kaynak:Mustafa Öz - İmam Azam'ın 5 Eseri,

Marmara Üni.İlahiyat.Fak.Vakfı - 2 Mayıs 1981
Devamını Oku »

Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmanın sırrı



Bismillahirrahmanirrahim


Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir medhalleri olmadığı, hem Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu, hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu, hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde, hizbüşşeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakka sığınmasının sırrı nedir?

Elcevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir.

Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir günde tahrip eder. Evet, bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerâit-i hayatiyenin vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan Hâlık-ı Zülcelâlin kudretine mahsus olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder. Onun için, et-tahrîbü eshel 1 durub-u emsal hükmüne geçmiş.


İşte bu sırdandır ki, ehl-i dalâlet, hakikaten zayıf bir kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kalesi var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler.


Eğer muvakkat bir zarar verseler, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ (“Gerçek iyi sonuç takvâ sahiplerinindir.” A’râf Sûresi, 7:128.) sırrıyla, ebedî bir sevap ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.).


Bediüzzaman Said Nursi


(On Üçüncü Lem'a)
Devamını Oku »

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden Sıyrılacak

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden SıyrılacakHz.Ademe, bir anlamda kendisini anlamaya, tanımlamaya, kendisini ortaya koymaya çalışmaktadır.Çünkü sınırlarını ortaya koymadan, bir tanımlama yapamayız; dolayısıyla düşünsel-kavramsal bir faaliyet kadar, bir yurtlanma çabasına da girişemeyiz. Bir anlamda Adem’i yurtsuzlaştıran,yani cennet yurdunu yitirerek, dünya yurduna düşünen de,onun bu ‘’sınırı geçme çabası’’ değil midir?Oysa Allah ona öğretmekte,yol göstermekte ve vahyetmektedir.Göklerin ve yerin ışığı,nuru,zaten o değilmidir? Oysa antik Yunana yol gösteren Promethc, bu ışığı tanrı(lar)dan çalmıştır. Yunan uygarlı , daha temelinde, tanrılarla çatışan, bilgisini onlardan çalan ve onlara rağmen bu insan haline gelen Promedhe mitiyle başlatmıştır tarih anlayışını. Oysa Allah, insanın dostu, onun velisidir.

O nedenle Adem (a.s.) isyankâr değil, hatalıdır. Acele etmiştir çünkü.Ama imanî yürüyüşün yolları,hataların kazandırdığı deneyimlerle donatılmıştır. Yani insanoğlu eğer çatışmacı, çelişkili, hatalar ve engellerle dolu bir yola koyulmazsa, hep çocuk kalacak, büyüye memektir bir türlü. Cennet denge, uyum, sorunsuzluk, sorumsuzluk ve mutluluktur belki. Ama insanoğlu kendi çabasıyla, bilinciyle ulaşamamıştır bu dengeye. Hedeflenmiş bir denge, kazanılmış bir uyum degildir bu. Geride bırakılmış bir ülküdür belki. Fakat zaman işlemeye başlamıştır artık. Bu ülküye geri dönmek değil, onu yeniden elde etmek, haketmek gerekmektedir. Kazandan Cennet hiçbir zaman kaybedilen cennet olmayacaktır. Atılan her adım bir önceki adımın sağladığı dengeyi sarsacak ama daha bir bilinçli, daha engin ve daha insanca bir uyuma ulaştıracaktır Adem’in oğullarını.

Ne var ki bu yürüyüş tabiattaki diğer canlıların yürüyüşü gibi değildır. Çünkü insanoğlu bilinci nedeniyle yalnız kalmıştır artık bu kâinatta. Kendi geleceğinin sorumluluğunu, kâinatı ve ötesini bilmenin yükünü omuzlamıştır. Diğer yaratıklar hep kendilerine empoze edilmiş, benimsetilmiş, mecbur kılınmış bir yolu izlemekte; belirli işlevleri bilinçsizce sürdürmektedirler. Bu işlevler karmaşık ve yürüyüşlerini; buna bir yürüyüş denebilirse şayet.Çünkü  yatay bir harekettir bu, mekânsal bir hareket.Tarih izlemez bu yürüyüşü,tarihin yapıcıları değildir bu yaratıklar .Zaman kendi boyutunun derinliğini, dikeyliğini katmaz bu ufki yürüyüşe. Bitkiler, hayvanlar, cansız nesneler, hücreler, atomlar, sıvılar ve gazlar hep birbirlerini bütünler, birbirlerinin varlıklarını omuzlarlar. Yekdiğerlerine bağımlıdır hep hayatları. Bu bağımlılığın ise bilincinde değillerdir elbet; örümcek ağının, an balının, çiçekler rüzgarların. yavru anasının memesinin, dişi erkeğinin, sivrisinek kanın, tohumlar dölyatağının ya da toprağın, hava ve su hayatiyet sağladıktan o bir yığın canlının bilincinde değillerdir. Bunların tümü mekânsal ve organızma olarak birbirlerinin ötesinde, dışında, ama bir açıdan da birbirlerinin içindedirler.

Bu içindelik ya da bu  ‘birbiri için'lik’ tesadüfi doğal, zorunlu, evrimsel gibi kelimelerle izah edilmeye çalışılsa bile, dikkatli gözlemciler tüm bu izah edici kavramların kapsamlı bir derinliğe ve açıklama gücüne sahip olmadıklarını bilmektedirler. İşte insan tüm bu sorumsuzluk ve sorunsuzluğun dışına atılır, bilincinin-özgürlüğünün ağırlığını yüklenir ve yalnız kaldığı bu kâinatta yürüyüşünü sürdürmeye çalışır. Durmak onun için ölmek, bilincini yadsımak demektir. Gerçek isyan işte bu tereddi, geri dönüş isteğidir. Bu yürüyüş ise, artık mekânsallıktan sıyrılmış, derinlik kazanmış bir yücelme, Rabbine doğru sürdürülen sonsuz bir çabadır.

Şeytan işte bu yürüyüşün önüne dikilen, yanlış hedefler gösteren, oyalamaya çalışan ve yürüyüşü geriye çevirmek, en azından durdurmak isteyen(ler)dır. Tüm olumsuzlukların bir remzidir. Kâinatın ya da bilincin içine sinmiş bir geriye dönüş çağrısıdır; bilinçsizleğe ya da beşeriliğe. İnsan yürüdükçe yücelecek ve beşeriliğinden sıyrılacaktır. Ancak bu kazanç kalıtsal olarak bir sonrakine ulaştırılamayan, herkesin kendi elde etmesi gereken, kendi çabasının bir ürünüdür.

 Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »