Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »

Tarihselcilik

Tarihselcilik

Usul-i Fıkıh'a Karşı Tarihselcilik ve Selefiyecilik

Tek katmanlı düşünce son asırda İslam düşüncesine iki kanaldan nüfuz etmeye çalışmıştır: Tarihselcilik ve Selefiye­cilik. Bu iki yaklaşım ile daha önce sözünü ettiğimiz poziti­vizm arasında tekdüze hakikat anlayışı açısından büyük bir benzerlik vardır.

Tarihsecilikten maksadımız, İslam'ın modernizmin yaygın norm ve modalarına uymayan yönlerini, günümüzde artık ge­çerliliği kalmamış, tarihe ait hususlar gibi göstermeye çalışan akımdır. Bu akım, usul-i fıkıh yerine tarihselcilik olarak isim­lendirilen ve felsefi kökenini tarihi materyalizmden alan bir metod benimser. Tarihselcilik bazen kendini modernistlik olarakda isimlendirir.

Selefiyecilikten maksat ise, usul-i fıkhı reddederek doğrudan Kur'an ve Hadislerden hüküm çıkarma iddiasında olan,sistemli bir metodolojiden yoksun bir akımdır. Selefin yolunu tutmak aslında son derece önemli bir ilkedir. Ancak selefiyeciler, bu ismi suistimal ederek kendilerine mal etmeye çalışmaktadırlar. Gerçek selefiler, Ehl-i Sünnet imamlarıdır çünkü onlar selefin yolunu muhafaza ve müdafaa etmişlerdir. Ancak, günümüzde kendini selefi olarak adlandıran kişiler, mezheplere ve onların imamlarına karşı çıkmaktadırlar. Aslında böylece farkına varmadan yeni bir mezhep oluşturmuş olmaktadırlar.

Bu iki akım, birbirinden farklı gibi görünse de işlevleri ve tutumları açısından şaşırtıcı benzerlikler gösterirler. Selefiyecilik ve tarihselcilik arasındaki benzerlikleri şöyle sıralayabiliriz:

a-Her iki akım da usul-i fıkhı reddeder. Ancak bunu fark­lı gerekçelerle yaparlar. Tarihselcilik usul-i fıkıh yerine, tarihselci yöntemi ikame etmeye çalışırken, Selefiyecilik yöntemsiz bir şekilde rastgele Kuran ve Hadislerden hü­küm çıkarma yolunu tutar.

b-Her iki akım da İslam düşüncesindeki çok katmanlı var­lık, bilgi ve yöntem anlayışını reddederek, her şeyi tek seviyeye indirgemeye çalışır.

c-Her iki akım da İslam medeniyetini tasfiye aracı gibi işlev görür. Çünkü Kurian ve Hadis'deki "gerçek İslam"a ve "Kuran İslamı"na dönüş çağrısı adı altında İslam mede­niyetinin tarihi kazanımlarını ve ürünlerini reddederler.

Selefiyecilik medeniyet ürünlerini "bidat" diye, tarihsel­cilik de "çağdışı" diye etiketleyerek dışlar. Mesela tasav­vuf ve tarikatlar selefiyecilere göre bidatdır, tarihselci modernistlere göre aslında İslam'da olmayan, tarih için­de İslam a mal edilmiş ve artık zamanı geçmiş düşünce ve kurumlardır. Dolayısıyla her iki akım da tasavvuf kül-

türünün tasfiyesi için çaba sarf eder. Aynı yaklaşım daha birçok kültür ve sanat ürünü için de geçerlidir.

d-Bu iki akımın bir başka ortak özelliği de, mezhepleri reddetmeleridir. Mezheplerin reddedilmesi, yukarıda bah settiğimiz ilk iki ortak özelliğin bir sonucudur. Çünkü mezheplerin varlığı sosyal ve fikri düzeyde Çoğulculuğu ve farklı düşünceleri içselleştirmeyi gösterir. Mezhepleri reddetmek ise, hakikati teke düşürmeyi ve çok sesliliği ortadan kaldırmayı amaçlar. Mezheplerin birleştirilmesi çabası da bu bağlamda değerlendirilmelidir.

e-Her iki akım da "içten dünyevileştirme" aracı işlevi olarak görür. İslam'ın düşünce tarzının, medeniyet birikimin, fı­kıh mezheplerinin, tasavvuf ve tarikatların reddedilmesi ve tasfiye edilmesi Müslümanların Batı düşüncesine da­ha fazla bağımlı hale gelmesine ve laik düşünce tarzının söz konusu alanları doldurmasına zemin hazırlar. Böylece selefiyecilik ve tarihselcilik farkına varmadan dün­yevileşmeye veya laikleşmeye hizmet eder.

Şimdi kısaca tarihselciliğin Kuran, Hadis ve Fıkıh alanla­rında usul-i fıkhın yerine nasıl ikame edilmeye çalışıldığına kısaca bakabiliriz.

Kuran ve Tefsir Alanında Tarihselcilik: Usul-i Fıkıh ve Usul-i Tefsir Yerine Tarihselcilik

Sayıları çok az olsa da sesleri çok çıkan bu grup, Kuran'ın tarihsel bir metin olduğunu iddia ederler. Şu hususlar Kuran'ın tarihselliğinin delilleridir: Arapçadır, Tanrı-merkezlidir, antro-pomorfisttir, açıklayıcı olmaktan ziyade anlam-vericidir. Kuran'ın objektif bir yorumlanması, ancak ayetlerinin fiziki ve tarihi alana tercüme edilmesiyle mümkündür.

Kuran'a bir edebi metin olarak yaklaşıp, edebi yorum me­totlarını ona uygulayanlar geleneksel tefsir usulünü ve Kur'an ilimlerini  bir kenara bırakarak tarihselci yaklaşımla Kur'an'ı yeniden yorumlama girişiminde bulunmuştur.

Tarihselcilere göre, Kur'anın, tarihselci yorumla tespit edilebilecek asli bir manası bulunmaktadır. Onlar, Kur'an'ın sadece Hz.Muhammed'in (s.a.v.) zamanında yaşayan muhataplarına mı, yoksa gelecek nesillere ve tüm insanlığa mı hitab ettiği so­rusunu sorarlar. Bu soruya verdikleri cevap, Kur'an'ın tarihin üstünde olmadığıdır. Bunun mantıki sonucu, Kur'an'ın, sade­ce peygamberin çağındaki Araplara hitab ettiğidir. Bu, İslam dünyasındaki, Kur'an'ı tarihin üstünde ve evrensel kabul eden hâkim inanca aykırıdır.

Tarihselcilik yaklaşımı, usul-i fıkıh yerine ikame edilerek Kur'an'da çağımızın moda fikir ve normlarına, global kapi­talizmin hakimiyetine, üretim ve tüketim tarzına uygun ol­mayan hükümler tarihsel oldukları iddiasıyla dışlanılmaya çalışılmaktadır. Halbuki günümüzde geçerli olan normlar da tarihseldir ve geçicidir. Eğer Kur'an'ı her devrin normlarına uyduracak şekilde yeniden yorumlarsak, o zaman her çağda farklı bir İslam ortaya çıkar. İslam'da değişmeye açık hüküm­ler vardır ama nas ile sabit olan değişmez hükümler de vardır.

Bazı akademisyenler, tarihselci yaklaşıma mensup olmakla beraber, tarihselciliği, geleneksel yorumlama metotlarıyla uz­laştıracak şekilde tekrar tanımlamaya çalışmaktadırlar. Bun­lar, tefsirin ve fıkhın iki farklı uğraş olduğunu vurgulayarak ve tefsirin, fıkıhta bir değişiklik meydana getirmek için kulla­nılmasına karşı çıkarlar. Bir tefsir aliminin görevinin, ahlâki ve hukuki kuralları Kur'an'dan çıkarmak olmadığını, bu işin İslam hukuku uzmanlarına bırakılması gerektiğini savunur­lar. Başka bir deyişle, tefsirin rolüne ve böylece onun tarihsel­ci yorumuna bir sınır çizerler ve bu sınır, fıkhın meselelerini içerisine almaz. Böylesi bir sınırlama, tarihselciliği usul-i fıkıh yerine ikame etmeye çalışan tarihselcileri rahatsız edecektir çünkü onlar, bu metodolojiyi kullanarak ve şartların değişti­ği noktasından hareket ederek, mevcut hükümlerin değiştiril­mesini istemektedirler.

Hadis Alanında Tarihselcilik:Usul-i Fıkıh ve Usul-i Hadis Yerine Tarihselcilik

Tarihselci hadisçiler, isnad analizi ile birlikte, içerik eleştirisini de tarihsel yöntem ile yaparak, tarihselciliği usul-i hadis ve usul-i fıkıh yerine ikame etmeye çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle, tarihselci yöntemi kullanarak, hadislerin sıhhatini (doğruluğunu) tespit etmeye çalışmakta ve hadislerden ona göre hüküm çıkarmaktadırlar.

Günümüzün hâkim anlayışları ve hayat tarzıyla çelişen ha­disler bu yolla uydurma olarak etiketlenerek dışlanılmaktadır. Böylece, seküler modem bilimin kuramlarına, insan hakları­na ve kadın haklarına aykırı görülen hadisler ayıklanabilecektir. Bu sayede, İslam'da reform konusunda büyük merhale kat edilmiş olacaktır. Ancak bu çabanın sının nasıl belirlenecek­tir? Hem modem bilim, hem insan ve kadın hakları değişken söylemlerdir. Bu söylemleri mutlak ve değişmez hakikatler olarak görüp hadisleri ona göre kabul veya reddetmek ne de­rece doğru olur?

Kelam Alanında Tarihselcilik: Usul'ud-Din Yerine Tarihselcilik

İslam inançlarının tarihsel olduğunu savunan bu yaklaşım, akaid ve kelamın günümüzde hâkim olan inançlara uygun olacak şekilde değiştirilmesini hedefler. Günümüzün hâkim inançlarıyla çelişen inanç esaslarının ortaya çıktıkları döne­min kültür unsurları olduğunu savunurlar.

Tarihselci yaklaşım, İslam akidesini oluşturan inançların or­taya çıktıkları dönemin anlayışlarını yansıttığım ve o dönemin sosyo-kültürel şartlarının ürünü olduğunu ileri sürerek günü­müzde- değişen sosyo-kültürel şartlar sebebiyle- İslam akaidi­nin yeniden üretilmesi gerektiğini savunur.Bu yaklaşım, vöntem olarak Usul'ud-din'i bir kenara bırakıp onun yerine  tarihselciliği koyma çabası göstermektedir. Bu yolla İslam düşüncesinde bir yenileşme sağlayacaklarını iddia etmektedirler.

Ancak bu tutum, tarihselciliği kendi içinde bir akide haline getirmektedir ve onu İslam akaid esaslarının doğruluk ve geçerliliğinin ölçütü olarak kullanmak istemektedir. Sanki tarihselcilik zaman üstü bir hakikat gibi kullanılarak, bizzat tarihselci yaklaşımla çelişkiye düşen bir tutum sergilenmektedir. Halbuki tarihselcilik de tarihseldir. Daha açık bir ifadeyle, ta­rihselcilik de diğer teorik yaklaşımlar gibi belli bir tarihsel dö­nemin düşüncesini yansıtmaktadır. Bu yüzden dinin evrensel hakikatlerinin doğruluğunun veya hâlâ geçerli olup olmadı­ğının ölçütü olarak kullanılması bizzat tarihselciliğin amacı­nı aşmaktadır.

İslam Hukuku Alanında Tarihselcilik: Usul-i Fıkıh Yerine Tarihselcilik

Reformist düşünürler, şimdiye kadar sadece, kendi görüş ve düşüncelerini haklı çıkaracak bir metodoloji geliştirmekle meşgul oldular. Bunların yarımda, bir de teorik veya metodolo­jik sorulara ilgi duymayan bir başka grup daha var. Bu sorular yerine onlar, kadınların başlarını örtmemesınin kabul edilebi­lirliği, faiz almak veya hayvanları geleneksel olarak buyrulan-dan farklı kesmek gibi pratik meselelere eğilmekteler.

Onların metodolojiye ve teoriye ilgi göstermemeleri, siyasi hırslarının bulunmasıyla alakalı olabilir. Bu akımı benimseyen­ler, Fıkıh'ı devre dışı bırakıp, "Kuran'daki İslam" çağrısında bulunur. Bu daha çok, şeriatsız İslam anlamındadır. O şeria­tın, tarihin bir ürünü olduğunu savunur. Çağdaş Müslümanlar doğrudan Kur'an'ı okumalı, ve daha önceki tefsirleri boş verip, onu kendi başlarına yorumlamalıdırlar. Tarihselci yön­temi kullanan İslam hukukçuları hadis külliyatını keyfi bir şekilde reddeder veya kullanır ve büyük kısmını da güvenilmez olarak yaftalar.

Bu alimler, reform projeleri için sofistike bir metot inşa et­mekle ilgilenmemiş olsalar da; temelde üzerinde durdukları nokta, modem düsturlarla çelişen tüm geleneksel dini düstur­ları yürürlükten kaldırmaktır. Bu düsturlar, İslam dininin bir parçası değil, Arap geleneklerinin yansıması olarak sınıflan­dırılırlar. Mesela başörtüsü konusunda, Kur'an'ın emrinin, o zamanki Arap geleneklerinin bir yansıması olduğunu iddia eder. Çizimlerle, köle kadınların ibadetleri esnasında vücut­larının önemli bir kısmını nasıl açıkta bıraktıklarını gösterir.

Tarihselci İslam hukukçuları, İslam'ın bir ahlâk dini oldu­ğunu, bir hukuk dini olmadığını savunurlar. Onlara göre İslam hukukunun kuralları sadece ortaya çıktıkları döneme aittir ve başka çağlara hitap etmez. Dolayısıyla bizler bugün İslam'ın ahlâkla ilgili kurallarım uygularsak yeterlidir derler.

Usul-i fıkha bir alternatif olarak sunulan tarihselciliğe kısaca bir göz atmış olduk. Tarihselci modernizmin İslam düşüncesi­ni ve medeniyetini ihya aracı olarak değil, İslam medeniyetini tasfiye ve İslam'ı içten dünyevileştirme aracı işlevi gördüğünün bir kere daha altım çizerek bu tartışmaya son vermek istiyorum.

Prof.Dr.Recep Şentürk - Açık Medeniyet (iz yay.)
Devamını Oku »

Kime Alim Demeli?


Kime Alim Demeli?Bu yazının doğrudan Emre Dorman, Caner Taslaman, Mustafa İslamoğlu, Abdulaziz Bayındır, Mustafa Öztürk, Yaşar Nuri Öztürk, Mehmet Okuyan vs… gibi isimlerle ilgisi yok. Belki ikinci bir nazarla onları hatıra getirebilir. Gerçi, ilginçtir; bu sıralar ilahiyat hocalarının imanından avamın imanına sığınacak bir haldeyiz. İmam Gazalî’nin (k.s.) hocalarından İmam Cüveynî’nin (k.s.) bir hadise işaretle ifade ettiği gibi; ahir ömrümüzde ‘yaşlı kadın teslimiyetinde’ bir iman diliyoruz. Bilim adamı imanından ve onun 14 asırlık İslam mirasına takla attıracak cür’etinden Rabbimize sığınıyoruz. İsimlerle kafanızı kirletmeyeyim. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hâlikın çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!

Ebubekir Sifil Hoca’nın seminerlerinde/sohbetlerinde çokça dikkat çektiği birşeydir. Modern eğitim sistemi, içeriği ne kadar dinî done barındırırsa barındırsın, dinî eğitimden murad olunan teslimiyeti/haşyeti aşılamamaktadır. İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, dine teslimiyetleri artmak şöyle dursun, mevcut olan teslimiyetlerini de yitirmektedirler. (Genellemelerin tamamı hatalıdır. Bu yalnızca bir eğilim analizidir.) Bu nedenle dinî eğitim hususunda yapılacak geliştirmeler, içeriğin yenilenmesinden ziyade, üslûbun ve usûlün yenilenmesine vabestedir. Bu yenilenmeden kasıt da, onun daha çok İslam geleneğinden koparılması değil, daha fazla bağlanması; hatta mümkünse çağın içinde geleneğin yeniden diriltilmesidir. Çünkü dinî eğitim (İslam’a göre) bir done aktarımından ziyade bir irşad faaliyetidir. Bir şekillendirmedir. Bir bakışaçısı eğitimidir. Medrese ve tekke sistemlerinin insanı terbiye edici (olgunlaştırıcı) yapısı bugünün eğitim sisteminde bulunmamaktadır. Zira bugünün eğitim sistemi salt bir done aktarımına konsantredir. Öğretmenin veya öğrencinin hayatı/istikameti onu ilgilendirmez. O, donenin insan hayatında gördüğü fonksiyonu izlemez. Sadece sınavlarda verdiğiniz cevaplarla ilgilenir.

Benzeri bir endişeye, Prof. Dr. Salim Öğüt merhumun Modern Düşüncenin Kur’an Anlayışı isimli eserinde de rastlarız. “Bu kitap neden yazıldı?” sorusuyla Önsöz’üne başlayan Öğüt; bir öğrencisinin görev yaptığı yere yeni atanmış ‘meslekdaşlarından’ bahsettiğini; bu meslekdaşlarının, kadınlarla ilişkilerinde ve alkollü içecek tüketiminde şeriatın emirlerini önemsemedikleri anlattığını nakleder. Aynı kitap içinde “İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Dindarlık ve Ölüm Kaygıları Üzerine” yapılmış akademik bir araştırmanın (Akademik Araştırmalar dergisi, yıl 4, sy. 14, s. 161-174) verilerini de nakleden Öğüt; bu korkutucu veri naklinin ardından şunları söyler:

“Nitekim bu din telakkisi ve ona uygun olarak yürütülen din öğretimi, görüldüğü gibi, sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah’tan-korkulması gerektiği gibi-korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını kendileri oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple de artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları ‘eski’ bularak kullanılmış bir kağıt mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir.”

Aynı kitapta Öğüt Hoca, merhum Ali Fuad Başgil’in Din ve Laiklik isimli kitabında geçen şu tesbitleri de alıntılar:

“Bana Ankara’daki İlahiyat Fakültesi’nden veyahut İmam-Hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim. Laik üniversiteye bağlı fakülteler, din âlimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam-Hatip mektepleri İslamiyet’in yalnız elemanter bilgilerini öğrenmekle kalır. İslamiyet’in yüksek ilimleri, kelâmiyyat ve bedîiyâtı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.”

Mesele din âlimi ve din tenkitçisi farkı noktasına gelince Bediüzzaman’ın Risale metinleri içinde medrese kelimesine yaptığı vurguyu anımsamakta fayda vardır. (İdealindeki eğitim sisteminin/kurumunun ismi bile Medresetü’z-Zehra’dır. Ve hapishaneler onun için Medrese-i Yusufiyedir.) Yine Bediüzzaman, Risale metinleri içinde tekrar be tekrar Risale-i Nur’un medrese malı olduğu vurgusu yapar: “Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen…” diyen Bediüzzaman, kimi yerlerde medrese hocalarını Risale-i Nur’a sahip çıkmaya çağırırken; kimi yerlerde de sanki Nur talebelerini medreseyle ve medrese hocalarıyla irtibatlarını korumaya, bir nevi sıla-i rahme çağırmaktadır. Hatta Risale metinlerinin işlevini izah ederken bile kıyas olarak medreseleri istimal eder:

“Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukàbil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.”

Peki, Risale-i Nur, medreseden murad olunan manayı nasıl karşılar? Veya daha ilerisi, yine Bediüzzaman’ın beyan ettiği; “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir…” gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır? Ben bu meselede hem Ebubekir Sifil Hoca’nın, hem Salim Öğüt Hoca’nın, hem Ali Fuat Başgil merhumun, hem de Bediüzzaman’ın “İlimle murad olunan nedir?” sorusuna verdikleri cevabın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira âlim ve ilim başlıklarının içeriğini de, bu ilimle hâsıl olunacak şeyin karşılığını da bu tarif belirleyecek.

Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da Hikemiyât isimli eserinde bizi şu tanıma çağırıyor: “Haşyete ulaştıran bilgi, ilimdir.” Bediüzzaman da felsefe ve Kur’an’ın eşyaya ve bilgiye bakışlarındaki nüansları vurgularken hep şunu belirtiyor: “Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor.

Yine Nur sûresinde; “Kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na sığınırsa, işte murada erecek olanlar bunlardır…” denilirken Fâtır sûresinde de; “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar!” denilerek ilim ve Allah korkusu/haşyet arasında bir ilgi kuruluyor. Beyhakî’de geçen bir hadisinde; “Hikmetin başı Allah korkusudur!” buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da yine bizi Allah korkusunun âlim oluşun ölçüsü olduğu bir zemine çağırıyor. Anımsarsak: Efendimizin ‘faydasız ilim’ diyerek tesmiye ettiği ve sakınmamızı salık verdiği şey, hayatta bir karşılığı olmayan ve takvayı tetiklemeyen bilgi değil mi?

Bütün bunlar biraraya geldiğinde, ben, dinî eğitim alanında en büyük açığımızın, bilgiyi aktarmaktan ziyade, o bilginin oluşturması gereken haşyeti aktaramamak olduğu düşüncesindeyim. Ve Risale-i Nur’un eğitim metodunun, hakkı verilerek intisab edildiğinde, ilim sahibi olmaktan murad olunan haşyeti kalbe verdiği kanaatindeyim. Böylece Bediüzzaman’ın ‘zamanın mühim bir âlimi’ ifadesini ilimden murad olunan Allah korkusu düzleminde anlayabiliyorum.

Yoksa seküler bir bakışaçısıyla, antika bir eşyanın değerini demirciler çarşısında araması gibi, “Bir sene Risale-i Nur okuyan bir bilimadamı olur!” diye düşünmüyorum. Evet, Risale-i Nur’u, müellifin belirttiği şartlara uyarak okuyan bir müslüman, bir müminin kuşanması gereken Allah korkusunu ve istikamet çizgisini ‘âlim seviyesinde’ kazanabilir. Risale-i Nur’dan böylesi bir bakış ve hissediş/haşyet eğitimi alabilir. Fakat bu eğitim neticesinde ne fâkih olur, ne muhaddis olur, ne de fizikçi veya kimyacı olur. Eğer ilimden muradınız, kimsenin biriktirmediği kadar done biriktirip, bir hiyerarşide makam/rütbe sahibi olmaksa, bunu Risale-i Nur’da bulamazsınız. Çünkü Risale-i Nur da, Kur’an’dan ders aldığı yolla, hiçbir ilimden kendisi için bahsetmiyor. Fakat, evet, bu zamanın yıkılan teslimiyetine bir deva Risale-i Nur’un sisteminden çıkabilir. Onun üslûbundan devşirilebilir. Gelenekle aramızda bir bağ kurabilir. Ama ‘medrese’den çıkabilir. Üniversiteden çıkmaz. Medresetü’z-Zehra’ya ‘Zehra Üniversitesi’ demek, bir sadeleştirme değil, bir tahriftir.

Ahmet Ay
Devamını Oku »

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

 

 

 

Felsefi Haritalar Üzerine

...Modern materyalist bilimcilik (scientism) tarafından üretilen haritalar, gerçekten ehemmiyeti olan bütün sualleri cevapsız bırakmaktadır. Daha kötüsü, mümkün bir cevaba götürecek bir yol bile göstermemektedir: suallerin geçerliliğini inkâr etmektedirler. Yarım yüzyıl önce benim gençliğimde durum yeterince vahim idi; şimdi daha da kötü, zira bilimsel yöntemin bütün konulara ve disiplinlere hep gün daha şiddetli uygulanması kadim bilginin (hikmetin) son artıklarını bile tahrip etti en azından Batı dünyasında.

Bilimsel nesnellik adına, değerlerin ve anlamların savunma mekanizmalarından ve tepki oluşumlarından başka birşey olmadığı ,insanın kodlanmış enformasyonu muhafaza için çok büyük depo kolaylıkları olan bilgisayarlara eneıji veren bir yanma sistemi ile güçlendirilmiş karmaşık bir biyokimyasal mekanizmadan başka bir şey olmadığı yüksek sesle ilan edilmektedir. Hatta Sigmund Freud bizi temin etti ki yalnızca şunu kesinlikle biliyorum ki, insanın değer yargıları mutlak olarak mutluluk arzularınca yönlendirilmektedir, dolayısıyle onların yanılsamalarını (illusions) kanıtlarla desteklemek için yapılan girişimlerdir sadece.Maurice Nicoll gibi birden bire bu iç ilhama mazhar olup, ne, denli bilgili olursa olsun bu gibi sözleri söyleyenlerin gerçekten ehemmiyetli olan şeyler hakkında hiçbir şey bilmediklerini farketmedikçe, nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor.

Kurtulmak için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyle sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor. Bugünkü tehlike diyor aklı başında psikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, bilim adamının külliyi kaybetmiş olmasında değil, aksine bütünlük görüntü ve iddiasında yatmaktadır... Dolayısıyla üzüldüğümüz (ve taraftar olmadığımız) husus bilim-adamlarının uzmanlaşıyor olması değil, daha ziyade uzmanların genelleme yapıyor olmasıdır. Yüzyıllar süren teolojik emperyalizmden sonra, şimdi üçyüz yıllık çok daha mütecaviz bilimsel emperyalizmimiz var, ve sonuç bilhassa gençler arasında şaşkınlık ve zihin karışıklığıdır ki her an medeniyetimizin çökmesine sebep olabilir. Günümüzün gerçek nihilizmi diyor Dr. Frankl, indirgemeciliktir (reductionism)... Çağdaş nihilizm artık hiçlik kelimesini saklamıyor; bugün nihilizm sadece...lik çilik olarak kamufle edilmiştir. Beşerî olgular böylece yan olgulara dönüştürülmüştür.

........

Avrupanın yakın zamanlardaki filozofları nadiren sadık harita-yapıcıları oldular. Meselâ modern felsefenin kendisine çok şey borçlu olduğu Descartes (1595-1650) kendi kurgusu olan görevine çok farklı bir şekilde yaklaştı. Dedi ki: Hakikate doğrudan giden yolu arayanlar, aritmetik ve geometrinin kanıtlarına denk bir kesinliğe sahip olamadıkları herhangi bir nesne için canlarını sıkmamalıdırlar.Sadece zihnî kuvvetlerimizin, emin ve şüphesiz bilgisi için yeterli göründüğü nesnelere dikkatimizi yöneltmeliyiz.Modern akılcılığın babası olan Descartes, Aklımızın tanıklığı dışında, hiçbir zaman kendimizi ikna edilme yolunda koyvermemeliyiz görüşünde ısrarlıydı. Ayrıca muhayyilemizden veya duyularımızdan değil aklımızdan söz ettiğini özellikle vurguluyordu. Aklın yöntemi çapraşık ve belirsiz önermeleri adım adım daha basit olanlara indirgemek, sonra mutlak olarak basit olanların sezgisel kavranışından başlayarak, tamamen aynı adımlarla diğer bütün önermelerin bilgisine yükselmeye çalışmaktır. Bu, hem güçlü hem de ürkünç derecede dar bir aklın programıdır. Bu aklın darlığı şu Kural tarafından daha da açık olarak gösterilmektedir: İncelenecek meselelerde eğer anlayışımızın sezgisel bir kavrayışa yeterli olamadığı bir kademeye gelirsek, orada durmalıyız. Daha sonrasını incelemeye yeltenmemeliyiz; böylelikle gereksiz yere uğraşmamış oluruz.

Descartes, ilgisini herhangi bir şüphe imkânından uzak, sahih ve kesin bilgi ve düşüncelerle sınırlıyor, çünkü birinci derecedeki meselesi bizim tabiatın efendileri ve sahipleri olmamız gerektiğidir. Şu veya bu yolla miktarı ölçülmedikçe hiçbir şey kesin olamaz. Jacques Maritain ın belirttiği gibi, Descartes için tabiatın matematik bilgisi, gerçekte eşyanın (şeylerin) ilk ilkeleriyle alakalı suallere cevap vermeyen olguların belirli bir yorumu değildir. Onun için bu bilgi bizzat eşyanın özünün açığa çıkarılmasıdır. Bunlar geometrik uzatma ve mevzii (local) hareketle ayrıntılı olarak tahlil edilir. Fiziğin bütünü, yani bütün tabiat felsefesi geometriden başka birşey değildir.

Böylelikle Kartezyen kanıtlama doğruca mekanikçiliğe gider. Tabiatı makinalaştırır; onu tahrif eder; eşyanın ruhu simgelemesine, yaratıcının dehasından nasiplenmesine, bizimle konuşmasına sebep olan her şeyi imha eder. Evren, dilsizleşir.Dünyanın, bütün hakikatin şüphe taşımayan hakikatten ibaret olmasına göre yaratılmış olduğunun hiçbir teminatı yoktur. Hem kimin hakikati, kimin anlayışı olacaktır o? însanın. Herhangi bir insanın mı? Bütün insanlar hakikatin bütününü kavramak için yeterli midirler? Descartes m gösterdiği gibi, insan aklı kolaylıkla kavrayamadığı herşeyden şüphe edebilir ve bazı insanlar şüpheye diğerlerinden daha yatkındırlar. Descartes gelenekle bağlarını kopardı, herşeyi bütünüyle temizledi ve herşeyi bizzat kendisinin bulacağı şekilde yeniden başlamayı üstlendi. Bu kibir türü Avrupa felsefesinin üslubu oldu.
-------------------------

 

Varlık Düzeyleri
........
Canlı ile cansız arasındaki farkı değerlendirmenin zorluğu boşuna değildir; şuuru hayattan ayırmak daha zordur; kendinin farkında olma ile şuur arasındaki (yani y ve z arasındaki) farkı anlamak, tecrübe etmek ve değerlendirmek ise büsbütün zordur. Zorluğun sebebi pek uzakta değil: yüksek olan daha aşağıdakini içerir ve dolayısıyla bir anlamda kavrar iken, hiçbir varlık kendisinden daha yüksek olan bir şeyi anlayamaz. İnsanoğlu gerçekte daha yükseğe doğru uzayabilir ve aşk, korku, hayret, hayranlık ve taklit vasıtasıyla bir büyüme sürecine sebep olabilir; ve daha yüksek bir düzeye ulaşmakla kavrayışını genişletebilir daha sonra bizi epey meşgul edecek bir konudur bu. Fakat kendinin farkında olma gücü (z) fazla gelişmeyen insanlar, onu ayrı bir güç olarak kavrayamaz ve şuurun (y) hafif bir uzantısı zannederler. Böylece bize sayısız insan tanımı sunulur: lüzumsuzca büyük bir beyine sahip çok zeki bir hayvan veya alet-yapan bir hayvan, siyasal bir hayvan, tamamlanmamış bir hayvan veya sadece çıplak bir maymun. Kuşkusuz, bu tanımları neşe içinde kullananlar kendilerini de tanimlarına dahil ediyorlardır ve böyle yapmaları büsbütün sebepsiz değildir. Diğerleri için ahmakça bir şeydir bu, tıpkı bir köpeği havlayan bir bitki veya koşan bir lahana olarak tanımlamak gibi. Modern dünyanın vahşileşmesine hiçbir şey, bilim adına insanın çıplak maymun gibi yanlış ve alçaltıcı tanımlamalarından daha fazla yardımcı olamaz. İnsan böyle bir yaratıktan, diğer çıplak maymunlar dan, veya hatta kendisinden ne bekleyebilir? İnsanlar hayvanlardan hayvan makinalar olarak söz edince, bir süre sonra buna göre davranmaya başlarlar; insanları çıplak maymun olarak düşününce de, vahşiliğin serbestçe içeri girmesi için bütün kapılar açılmış olur.

Nasıl bir esercik şu insan! Muhakemede ne de soylu! Melekelerinde nasıl da sonsuz! Kendinin farkında olma gücü yüzünden, melekeleri gerçekten de sonsuz; bugün söylendiği gibi, onlar dar anlamda belirlenmiş, sınırlanmış veya programlanmış değillerdir. Werner Jaeger, beşerî bir potansiyel bir kez idrak edildi mi mevcuttur o, ifadesiyle derin bir hakikati dile getirmişti. İnsanı en büyük beşerî başarılar tanımlar sıradan işler, herhangi bir ortalama davranış veya başarı ve hele hele hayvanların gözlenmesinden türetilebilecek herhangi birşey değil. İnsanların hepsi mümtaz olamaz diyor Dr. Catherine Roberts, Ancak bütün insanlar, daha üstün insanlık bilgisiyle insan olmanın ne demek olduğunu ve bu hususta kendilerinin de bir katkıları olabileceğini bilebilirler. Bir insanın, elinden geldiği kadar insan olması muhteşem bir şeydir. Bunun için bilimin yardımı da gerekmez. Ayrıca, bizzat insanın kendi potansiyelini farketmesi gerçeği daha önce olmuş olana nisbetle bir ilerleme sayılabilir.

Bu açık-uçluluk, sarih olarak insana özgü olan kendinin farkında olma (z) güçlerinin şahane sonucudur, hayat ve şuur güçlerinden farklı olarak hiçbir otomatik veya mekanik hususiyetleri olmayan güçler....
------------------------------------

İlerlemeler
......
Bütünleşme derecesi, iç tutarlılık ve güçlülük derecesi, farklı düzeylerdeki varlıklar için mevcut olan dünya türüyle yakından ilgilidir. Cansız maddenin hiç bir dünyası yoktur. Tam edilgenliği dünyasının tamamen boş olmasına muadildir. Bitkinin kendine göre bir dünyası vardır bir parça toprak, su, hava, ışık ve muhtemelen diğer etkiler onun mütevazi biyolojik ihtiyaçlarıyla sınırlı bir dünya. Daha yüksek olan hayvanlardan herhangi birinin dünyası, hayvan psikolojisi incelemelerinin genişçe gösterdiği gibi, her ne kadar hâlâ esas olarak biyolojik ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa da, öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir. Fakat, hayvanın dünyasını dar biyolojik sınırların ötesine genişleten merak gibi daha fazla bir şey var aynı zamanda. insanın dünyası yine karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir; hatta geleneksel felsefede insanın capax universi olduğu, yani bütün evreni deneyiminin içine almaya muktedir olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekte neyi ne kadar kavradığı her kişinin kendi Varlık Düzeyine bağlıdır. Kişi daha yüksek oldukça, dünyası da o denli daha büyük ve daha zengin olur. Örneğin maddeci bilimcilik felsefesine tamamen saplanmış, görünmezlerin gerçekliğini inkâr edip dikkatini sadece sayılabilir, ölçülebilir ve tartılabilir olanla sınırlayan bir kişi çok yoksul bir dünyada yaşar, o kadar yoksul ki onu insanların oturmasına uygun olmayan anlamsız bir çorak-ülke olarak algılar.

Aynı şekilde, eğer dünyayı atomların tesadüfi bir yerleşiminden ibaret görüyorsa, tek akılcı tavrın katı bir umutsuzluk olduğunda Bertrand Russell ile uyuşacaktır. (Gurdjieff talebelerine) dedi ki: Varlık Düzeyiniz hayatınızı çeker (cezbeder). Bu ifadenin arkasında hiç bir gizil (occult) veya bilimsel-olmayan varsayım yoktur. Aşağı bir Varlık Düzeyinde sadece çok yoksul bir dünya vardır ve sadece çok yoksullaştırılmış bir hayat türü yaşanabilir. Evren, neyse odur; fakat, capax universi olsa da, kendisini onun en aşağı yanlarıyla biyolojik ihtiyaçlarıyla, maddi konforu veya tesadüfi karşılaşmalarıyla sınırlayan insan, kaçınılmaz olarak sefil bir hayatı cezbeder. Eğer varolmak için mücadele den veya hileyle güçlendirilmiş iktidar iradesinden başka birşeyi tanıyamıyorsa, onun dünyası Hobbes'un insan hayatını ıssız, yoksul, iğrenç, hayvanca ve kısa olarak tanımlamasına uygun bir dünya olacaktır.Varlık Düzeyi ne kadar yüksek ise, dünya o kadar daha geniş, daha zengin ve daha muhteşem olur. Tekrar insan düzeyinin ötesini tasarlarsak, Tanrının neden sadece ca/m : universi değil, fakat gerçekte evrene sahip olduğunu, herşeyin farkında ve herşeyi bilir (Alîmi küll) olduğunu anlayabiliriz Beş serçe yarım peniye satılmaz mı, onların hiç biri Tanrı katında unutulmaz.(Luke XII.6)...




İlerlemeler 1
......
Bir insanın kendi düşüncelerinin ön-kabullerinin farkında olmasından daha zor birşey yoktur. Sayesinde gördüğümüz göz dışında herşey doğrudan görülebilir. Her düşünce doğrudan incelenebilir, incelemeyi onun vasıtasıyla yaptığımız düşünce hariç. Özel bir çabaya, bir kendininfarkındaolma çabasına ihtiyaç vardır kendi üstüne geri çekilen düşüncenin hemen hemen inkânsız eylemi: hemen hemen, ama bütünüyle de imkânsız değil. Hakikatte, beşeri insan yapan ve aynı zamanda onu insanlığını aşmaya muktedir kılan güçtür bu.Incil'in tabiriyle insanın iç kısımlarında (derûnunda) bulunmaktadır o. Daha önce açıklandığı gibi, iç yükseğe, dış ise aşağıya tekabül etmektedir. Duyular, insanın en dışsal araçlarıdır; bakarlar, görmezler; duyarlar işitmezler gibi bir durum olduğunda, hata duyularda değil, iç kısımlardadır Zira bu insanların kalpleri mühürlüdür ; kalpleriyle idrak edemezler Yüksek ehemmiyet dereceleri ve Varlık Düzeyleriyle temas sadece kalb vasıtasıyla yapılabilir.

Modern çağın maddeci bilimciliğine gömülmüş olan biri için bunun ne demek olduğunu anlamak imkânsızdır, insandan daha yüksek herhangi birşeye inancı yoktur onun ve insanı da nisbeten gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olarak görmemektedir. Hakikatin sadece kalbe değil başa yerleştirilmiş olan beyin aracılığıyla keşfedilebileceğinde ısrarlıdır. Bütün bunlar, kalb ile anlamanın onun için anlamsız bir söz yığını olduğunu göstermektedir. Kendi görüş açısından, son derece haklıdır:başa yerleştirilmiş ve bedensel duyuların sağladığı verilere sahip beyin, dört büyük Varlık Düzeyinin en aşağısı olan cansız madde ile uğraşmaya tamamen yeterlidir. Hatta, beyinin işleyişi sadece eğer şu veya bu şekilde kalb işe karışırsa başka yöne çekilir ve muhtemelen bozulur.

Maddeci bir bilim adamı olarak, hayat, şuur ve kendininfarkındaolma'nın cansız parçacıkların karmaşık düzenlemelerinin tezahüründen başka birşey olmadığına inanmaktadır o sadece ve sadece bedensel duyulara güvenmeyi, baş ta durmayı ve kalbe yerleştirilmiş güçler in müdahalesini reddetmeyi onun için tamamen akılcı kılacak bir inanç. Başka bir deyişle, onun için yüksek gerçeklik düzeyleri açıkçası mevcut değildir, çünkü onun inancı onların varolma imkânını dışlamaktadır. Bir radyo alıcısına sahip olduğu halde, aklını ondan sadece atmosferik gürültüler elde edilebileceğine taktığı için onu kullanmayı reddeden bir adama benzemektedir. inanç, akıl ile çelişki içinde değildir; aklın yerine ikame de edilemez, inanç, bilgi ve anlam arayışının yöneleceği ehemmiyet derecesini veya Varlık Düzeyini seçmektedir. Makul olan inanç olduğu gibi, makul olmayan inanç da vardı. Cansız madde düzeyinde anlam ve maksat aramak, insan dehasının şaheserlerini iktisadi çıkarların veya cinsel engellemelerin bir ürünü olarak açıklama girişimi kadar akıldışı (gayrimakul) bir inanç eylemi olacaktır.

Bilinemezci (agnostic)nin imanı belki hepsinin en akıldışı olanıdır, çünkü, bir kamuflaj olmadığı sürece, ehemmiyet meselesini ehemmiyetsiz sayma kararıdır o; şunu demeye benziyor: Bir kitabın (Mr. Tyrrell in örneğine atfen) sadece renkli bir şekil değil, kağıt üzerindeki bir dizi işaret, belirli kurallara göre düzenlenmiş bir harfler dizisi veya bir anlam ifadesi olup olmadığına karar vermeye istekli değilim! Geleneksel bilginin (hikmet) bilinemezciyi her zaman şiddetle aşağılaması şaşırtıcı değil: Amellerini biliyorum, ne soğuk ne sıcak olduğu için, yere tüküreceğim seni. İnsanların, farklı dillerde ama esas olarak bir tek sesle, bu dünya kitabının sadece renkli bir şekil değil, bir anlam ifadesi olduğunu; insanlık düzeyinin üstünde Varlık Düzeyleri bulunduğunu; imanını aklına rehber kılması şartıyla insanın bu daha yüksek düzeylere ulaşabileceğini bildiren peygamberlerin, bilge ve velilerin şahadetlerini kabul etmeleri asla akıldışı bir inanç eylemi olarak ele alınamaz....




Yeterlilik 2
.......
Batı medeniyetinde anlamak için bilim'in veya hikmet'in gün geçtikçe hızlanan tasfiyesi yönetmek için bilginin hızlı ve giderek daha hızlanan birikimini çok ciddi bir tehdide dönüştürmektedir. Başka bir bağlamda söylediğim gibi, hikmet olmadan var olabilme konusunda çok çok becerikliyiz şimdi ve becerikliliğimizin daha da artması hiçbir yarar sağlayamayacaktır. İnsanın yönetim bilimleri üzerinde birliğimizi sürekli olarak arttıran bilimsel ilgisi en azından üç çok ciddi sonuç doğurmuştur. Öncelikle, insanın varoluşunun anlam ve maksadı nedir? gibi bilimsel olmayan soruların kulak ardı edilmesiyle, bir medeniyet zorunlu ve kaçınılmaz olarak daha derin keder, umutsuzluk ve özgürlüksüzlüğe batacaktır. Hayat standartları ne kadar yüksek, sağlık hizmetleri ömürlerini uzatmada ne kadar başarılı olursa olsun, bu medeniyetin insanları giderek artan bir hızla sıhhat ve mutluluklarım yitireceklerdir.İnsan sadece ekmekle yaşayamaz meselesidir bu.

İkincisi, bilimsel çabaların insanı kâinatın en dışsal ve en maddî veçhelerine metodik olarak sınırlaması dünyayı o kadar boş ve anlamsız kılmaktadır ki, bir anlam için bilim in değer ve gerekliliğini gören insanlar bile kendilerine sunulan sözde bilimsel fotoğrafın uyuşturucu gücünden kaçamamakta ve insanlığın hikmet geleneği ne başvurup ondan faydalanma hususunda cesaret ve isteklerini kaybetmektedirler. Metodik sınırlaması ve yüksek düzeyleri sistematik olarak dikkate almaması yüzünden, bilimin bulguları hiç bir zaman böylesi yüksek düzeylerin varlığına dair kanıtlar içermemekte, süreç kendi kendini güçlendirmektedir: iman, aklı (intellect) daha yüksek düzeylerin kavranmasına götürecek bir rehber olarak alınmak yerine, akla karşı çıkan ve onu reddeden bir şey olarak görülmekte ve dolayısıyla reddedilmektedir. Böylelikle, kendine gelmeye giden tüm yollar kapatılmaktadır.

Üçüncüsü, hikmetin bilgisini ortaya çıkarmak için artık harekete geçirilmeyen, insanın daha yüksek güçleri durumuna uğramakta ve hatta tamamen görünmez olmaktadırlar. Sonuç olarak, toplumun ve bireylerin ele almaya çağrıldıkları tüm sorunlar çözümsüz olmaktadır. Çözülmemiş ve bu görüşle çözülemez sorunlar birikirken, çabalar gittikçe çılgınlaşmaktadır. Zenginlik halâ artabiliyorken, insanın niteliği düşmektedir.
.....
Modern dünya, insanın yüksek melekelerine ihtiyaç duyan herşey hakkında şüpheci olmaya eğilimlidir. Ama, herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan şüphecilik hakkında hiç şüpheci değildir.
----------------------------------------
Dört Bilgi Alanı -1.Alan
.....
Nesnellik ve kesinliğe ulaşmada kararlı bir çaba içindeki modern bilimlerin gerçekte insanın düşünme aletlerini aşırı biçimde sınırladıklarını gördük: bazı bilim yorumcularına, renk körü olanların gözlemlerine, nicel ölçüm cetvellerindeki stereoskopik olmayan görüşlere göre sınırladıklarını. Böyle bir metodoloji zorunlu olarak tecellinin en alt düzeyi olan cansız maddeyle sınırlanmış bir dünya tasviri üretecek ve insanlar da dahil olmak üzere yüksek Varlık Düzeylerinin gerçekte bir çeşit karmaşık düzenleme içindeki atomlardan başka bir şey olmadıklarını ileri sürmeye yönelecektir.
....
İmdi, dikkatimizin nerede olduğunun ve ne yaptığının farkında olmak için, kelimenin tam mânâsıyla uyanık olmak zorundayız. Programlanmış bir bilgisayar veya başka bir makine gibi mekanik olarak hareket ediyor, düşünüyor veya hissediyorsak, açıktır ki o mânâda uyanık değiliz ve kendimizin bizzat özgürce yapmayı, düşünmeyi veya hissetmeyi seçmediğimiz şeyleri yapıyor, düşünüyor veya hissediyoruzdur. Ondan sonra diyebiliriz ki: Onu yapmayı kasdetmedim veya Bana ne olduğunu bilmiyorum. Her türlü şeyi yapmaya niyetlenebilir, yapmayı üstlenebilir ve hatta ciddiyetle söz verebiliriz; ama eğer her zaman yapmayı kasdetmediğimiz hareketlere sürüklenmeye veya üstümüze gelen bir şeylerce itilip kakılmaya maruz isek, niyetlerimizin ne değeri vardır? Eğer dikkatimiz konusunda uyanık değilsek, hiç şüphesiz kendimizin farkında değiliz ve dolayısıyla kâmil insan değiliz; muhtemelen hayvanlar gibi denetimsiz iç dürtülere veya dış zorlamalara göre çaresiz döner dururuz.
.....
Kendinin farkında olmadan, yani kendi kendinin şuurunda bir şuur olmadan, insan kendisini denetlediğini, özgür iradeye sahip olduğunu ve niyetlerini yerine getirmeye muktedir olduğunu sadece hayal eder. Gerçekte, Ouspensky nin ifadesiyle, niyetler kurup onlara göre hareket etmede bir makineden daha fazla özgürlüğe sahip değildir. Sadece ara sıra meydana gelen kendininfarkındaolma anlarında böyle bir özgürlüğü vardır ve en önemli görevi de kendininfarkmdaolmayı şu veya bu yolla sürekli denetlenebilir kılmaktır.

--------------------------

Dört Bilgi Alanı -2.Alan
......
İnsanların birçoğu, bu iletişim sorununda diğer bir insanın konuşmasını dinlemek ve bedeninin dışsal hareketlerini gözlemekten daha fazla bir şeyin olmadığına inanıyor gibiler; başka bir deyişle, görünmeyen düşüncelerinin, duygularının, niyetlerinin, v.s. doğru bir resmini bize iletmek için diğer insanların görünür işaretlerine zımnen güvenebiliriz. Yazık ki, mesele bu kadar basit değil! Düşüncesini başka bir kişiye iletme hususunda kişininin sahici bir arzusu olduğunu (ve tüm itinalı aldatma ihtimallerini bir yana bıraktığımızı) varsayarak, gerekli hususları adım adım göz önüne alalım. Önce, konuşan kişi iletmek istediği düşüncenin ne olduğunu, biraz kesin olarak, bilmelidir; ikinci olarak, içsel düşüncesini onun yargısına göre dışsallaştırabilecek görünür (işitilir dahil) simgeler, jestler, bedensel hareketler, kelimeler, ses uyumu, vs. bulmalıdır; buna ilk çeviri denebilir belki; üçüncü olarak, dinleyici bu görünür (vb.) simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani sadece söylenen sözü doğru olarak işitmeli, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan (jest ve ses uyumu gibi) kelime-dışı simgeleri doğru olarak gözlemelidir; dördüncü adımda, dinleyici aldığı sayısız simgeleri bir şekilde bütünleştirmeli ve onları düşünceye dönüştürmelidir; buna da ikinci çeviri denebilir.

Bu dört aşamalı sürecin her aşamasında, özellikle de her iki çeviri hususunda ne kadar yanlışa düşülebileceğini görmek zor değil. Hatta, güvenilir ve doğru iletişimin mümkün olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Konuşmacı, iletmek istediği düşünce hakkında tam manasıyla vazıh (net) olsa da, onun simgeleri, jestleri, kelime kombinezonlarını, ses uyumunu seçmesi oldukça kişisel bir iştir; ve dinleyici mükemmel biçimde dinliyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları veriyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları verip vermediğinden nasıl emin olabilir? Bu şüphe ve sualler yerindedir.

Süreç, tavsif edildiği üzere, aşırı ölçüde zahmetli ve, tanımların, istisnaların, şartların, açıklamaların ve emniyet hükümlerinin formülasyonu için muazzam ölçüde vakit ve çaba harcandığı zaman bile güvenilmezdir. Düşünebileceğimiz gibi, iki bilgisayar arasında, salt mantığa indirgenmek zorunda olunan bir iletişim durumudur bu: ya bu, ya o. Burada Descartes'in rüyası gerçek oluyor: kesin, ayrı ve mutlak derecede emin olduğumuz fikirler dışında hiçbir şey hesaba katılmamaktadır. Gene de, mucizevi olarak, gerçek hayatta iletişim mümkündür ve bu durum seyrek rastlanır birşey değildir. Özenle hazırlanmış tanımlar, şartlar veya emniyet hükümleri olmaksızın sadır olur. Hatta insanlar şöyle diyebiliyorlar: İfade biçimini beğenmiyorum ama, kasdettiğin şeyle mutabıkım. Çok önemlidir bu.

Kelime ve jestlerin onun için bir davetten fazla bir şey olmadıkları bir akılların buluşması sözkonusu olabilir. Kelimeler, jestler, ses uyumu: iki şeyden biri ( veya her birinin bir parçası hatta) olabilir bunlar bilgisayar dili veya iki bilgisayar programcısının biraraya gelmesi için bir davet. Eğer günlük hayatımızda bize en yakın insanlarla gerçek bir akılların buluşmasını başaramıyorsak, varoluşumuz bir ıstırap ve felakete dönüşür. Onu başarmak için, sen olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalıyım; ve sen de ben olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalısın. Her ikimiz de, benim ikinci bilgi alanı dediğim alanda bilgi sahibi olmalıyız. Doğal olarak bir çoğumuza ancak çok az bilgi geldiğini ve daha iyi bilgi kazanımının çaba gerektirdiğini bildiğimizden, kendimize şu suali sormak zorundayız: Daha iyi bilgi elde etmek için, kendileriyle yaşadığım insanların içlerinde olanlar hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak için ne yapabilirim? îmdi, şayan-ı dikkat gerçek şudur ki, bütün geleneksel öğretiler bu suale bir ve aynı cevabı vermekteler: Diğer varlıkları, ancak kendini tanıdığın ölçüde anlayabilirsin. Tabiatıyla, iyi gözlem ve iyi dinleme de gereklidir; ama mesele şudur ki, bu şekilde elde edilen veriler doğru olarak yorumlanıp anlaşılmadıkça mükemmel gözlem ve mükemmel dinleme bile bizi hiçbir yere götürmez; ve doğru anlama kabiliyetimin önşartı kendi özbilgim, kendi öz iç deneyimimdir. Başka bir deyişle, ve önceki terminolojimizi kullanarak, kalem kalem, parça parça adaequatio (yeterlilik) mevcut olmalıdır.

Bedensel ağrıyı (acıyı) şuurlu olarak hiçbir zaman tecrübe etmemiş bir kişi diğerleri tarafından çekilen ağrı hakkında muhtemelen hiçbir şey bilemeyecektir. Ağrının dışsal işaretlerine sızlanmalar, hareketler, gözyaşları başkaları gibi o da dikkat edecektir; ama onları doğru olarak anlama görevi için tümüyle yetersiz olacaktır. Hiç şüphesiz, bir tür yorum yapmaya yeltenecektir; onları gülünç, tehlikeli veya en basitinden anlaşılmaz bulabilecektir. Başkasının görünmezleri bu vakada onun ağrı konusundaki iç deneyimi ona görünmez kalacaktır. İnsanların (erkek ve kadın) hayatlarım dolduran iç (derunî) deneyimlerin muazzam genişliğini araştırmayı okuyucuya bırakıyorum.

Daha önce vurguladığım gibi, hepsi de görünmez ve dış gözlem için ulaşılmazdırlar. Bedensel ağrı örneği, hakkında hiçbir incelik (karmaşıklık) sözkonusu olmadığından yapıcı bir örnektir. Ağrının gerçekliğinden çok az insan şüphe eder, ve hepimizin gerçek, doğru, beşerî varoluşun büyük inatçı gerçeklerinden biri olarak tanıdığımız birşeyin, gene de dış duyularımızca gözlenememesi insanı sarsabilir: Eğer sadece dış duyularımız tarafından gözlenebilen şeyler gerçek, nesnel, bilimsel olarak saygın kabul edilecekse, ağrı gerçekdışı, öznel ve gayri-ilmî olarak bir kenara atılmalıdır. Aynı şey, bizi içten harekete geçiren başka herşey için geçerlidir sevgi ve nefret, sevinç ve acı, ümit, korku, keder, v.s.. Eğer içimdeki bütün bu güç veya hareketler gerçekten gerçek değillerse, ciddiye alınmalarına gerek yok; ve onları kendimde ciddiye almazsam, başka bir varlıkta nasıl gerçek sayar ve ciddiye alabilirim? Hatta, diğer insanlar dahil olmak üzere diğer varlıkların gerçekten bizim gibi acı çekmediklerini ve bizimkisi gibi karmaşık, ince ve nazik bir iç hayata sahip olmadıklarını varsaymak daha u-gundur: çağlar boyunca, diğerlerinin acılarını metanet ve temkinle çekme hususunda insanoğlu muazzam bir kabiliyet gösterdi. Dahası, (Mr. J. G. Bennett in isabetle gözlediği gibi),2 bizler kendimizi öncelikle başkalarına gözükmeyen niyetlerimizin ışığında görmeye meylederken, başkalarını esas olarak bize görünür olan eylemlerinin ışığında görürüz, böylece yanlış anlamaların ve haksızlıkların kol gezdiği bir durumda buluruz kendimizi....




Dört Bilgi Alanı -4.Alan
.....
Matematik, herşey bir yana, hayattan çok uzaktır. Zirvelerinde muhakkak ki çok şiddetli bir tür güzellik ve aynı zamanda büyüleyici bir zerafet göstermektedir ve bu Hakikatin bir işareti sayılabilir; ama, aynı derecede muhakkak olarak, hiçbir sıcaklığı, hayatın büyüme keşmekeşlerinden hiç biri, bozulma, ümit, ümitsizlik, sevinç ve acısı yoktur. Şurası hiçbir zaman ihmal edilmemeli veya unutulmamalıdır: fizik ve diğer öğretici bilimler kendilerini gerçekliğin cansız veçhesiyle sınırlarlar, ve eğer bilimin amaç ve maksadı öngörülebilir sonuçlar hasıl etmekse bunun böyle olması zorunludur. Hayat, şuur ve kendininfarkmdaolma emredilemezdirler; diyebiliriz ki onların, bir olgunluk işareti olan, kendi öz irâdeleri vardır. Bu noktada kavramak ve bilgi haritamıza kaydetmek ihtiyacını duyduğumuz şey şudur: fizik ve diğer öğretici bilimler sadece tabiatın ölü yanına dayandıklarından, felsefeye götüremezler bizi, eğer felsefe bize hayat m ne olduğu hakkında rehberlik edecekse. Ondokuzuncu yüzyıl fizikçileri bize hayatın, mânâsız ve maksatsız, kozmik bir kaza olduğunu söylediler.

Yirminci yüzyıl fizikçilerinin en iyileri herşeyi geriye götürüyor ve bize sadece özgül, kesin olarak tecrit edilmiş sistemlerle uğraştıklarını, bu sistemlerin nasıl çalıştıklarını veya çalıştırılabileceklerini gösterdiklerini ve bu bilgiden hiçbir genel felsefî sonucun çıkarılamayacağını (ve çıkarılmaması gerektiğini) söylüyorlar. Gene de, her ne kadar hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bize rehberlik etmeseler de, öğretici bilimlerin, onlardan türetilen teknolojiler aracılığıyla hayatımızı biçimlendirdikleri aşikardır. Bu sonuçların hayır için mi yoksa şer için mi olduğu alanlarının tamamen dışında kalan bir sorudur. Bu anlamda, sözkonusu bilimlerin ahlaken nötr olduğunu söylemek doğrudur.

Ne var ki, bilimadamsız bilimin olmadığını ve, bilimin alanının (yetkisinin) dışında kalsa da, hayır ve şer sorularının bilimadammın alanının dışında kalamayacağını söylemek aynı ölçüde doğrudur. Bugün bir (öğretici) bilim bunalımından söz etmek abartı değildir. Eğer bilim insancıl denetimin dışında kalan bir ejderha olmaya devam ederse, ona karşı, şiddet ihtimalini dışlamayan bir tepki ve ani değişiklik olacaktır. Öğretici bilimler külli hakikatle değil, sadece hakikatin, sayelerinde sonuç elde edilebilecek parça veya veçheleriyle ilgilendiklerinden, sadece ve sadece kendi sonuçlarıyla yargılanmaları yerindedir....
.......
Evrim:

Biyolojide Evrim, diyor Julian Huxley, hayvan ve bitkilerin sistemli birimlerinin bileşiminde görülen bütün değişimleri içermek için kullanılan gevşek ve kapsayıcı bir terimdir...Geçmişte hayvan ve bitki türlerinin bileşiminde değişim olduğu, yer kabuğunda bulunan fosillerce yeterince gösterilmektedir; fosiller, radyoaktif tarih belirleme sayesinde, çok yüksek bir bilimsel kesinlik derecesiyle, tarihî silsile içine sokulmaktadır. Biyolojik değişimin tasvirî bilimi içinde bir genelleme olarak Evrim, bu ve diğer sebeplerle, herhangi bir şüphenin ötesinde yerleşmiş sayılabilir. Ancak, evrimci öğreti çok farklı bir meseledir.

Kendisini biyolojik değişimin sistemli bir tasviri ile sınırlamakla yetinmeyip, onu, kanıtlama ve açıklamanın öğretici bilimlerde sunuldukları biçimde kanıtlamaya ve açıklamaya yeltenmektedir. Bu, çok feci sonuçları olan felsefî bir hatadır. Bize Darwin in iki şey yaptığı söyleniyor: evrimin gerçekte Kutsal Kitap taki yaradılışla ilgili hikayelerle çeliştiğini, yaradılışın sebebi olan tabiî ayıklamanın otomatik olduğunu ve İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını gösterdi. Böyle bir bilimsel gözlemin hiçbir zaman bu iki şey i: yapamayacağı, felsefî düşünceye yatkın herhangi bir insana aşikâr olmalıdır. Yaradılış, İlahî rehberlik (hidayet) ve İlahî tasarım tamamiyle bilimsel gözlemin dışındadır; aynı şekilde, yoklukları da. Her hayvan veya bitki yetiştiricisi şüpheden uzak biçimde, 'tabiî ayıklama' dahil olmak üzere ayıklamanın (selecti-on) değişim getirdiğini bilir; dolayısıyla, tabiî ayıklamanın evrimci değişimin bir aracı olduğu kanıtlanmıştır demek bilimsel yönden doğrudur hatta bunu bizzat yaparak kanıtlayabiliriz. Fakat, bu mekanizmanın tabiî ayıklamanın keşfinin, evrimin sebebinin otomatik olduğunu, İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını kanıtladığım iddia etmek tamamen gayrimeşrudur.

İnsanların sokakta para bularak da para sahibi oldukları kanıtlanabilir; ama hiç kimse bunu bütün gelirlerin bu yolla kazanıldığı varsayımı için yeterli sebep saymaz. * Evrimcilik Öğretisi genel olarak bütün bilimsel dürüstlük ilkelerine ihanet eden, onları ihlâl eden bir tarzda sunulmaktadır. Canlı varlıklardaki değişimlerin izahı ile başlamakta, ama uyarısız ve birdenbire, sadece şuurun, kendininfarkmdaolmanın, dilin ve sosyal kuramların gelişmesini değil, bizzat hayatın kökenini açıklamaya yeltenmektedir. Tahayyül ve spekülasyon ele avuca sığmaz; herhangi bir şey her şeyi açıklar.

Deniyor ki, Evrim bütün biyologlar tarafından kabul edilmekte ve tabiî ayıklama onun sebebi sayılmaktadır... Hayatın kökeni evrimde büyük bir adım olarak tanımlanınca, cansız maddenin tabiî ayıklamanın usta bir uygulayıcısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Evrimcilik Öğretisi için, ne kadar uzak olursa olsun, herhangi bir ihtimal o şeyin gerçekten meydana geldiğinin bilimsel kanıtı olarak tamamen kabul edilebilirdir: Hidrojen, su, buhar, amonyak ve metan atmosferinden bir nümuneye elektrik deşarjı ve mor-ötesi ışık uygulandığı zaman, büyük sayılarda organik bileşikler... otomatik sentez ile elde edildi. Bu, karmaşık bileşiklerin pre-biyolojik bir sentezinin mümkün olduğunu kanıtlamaktaydı.

Bu esasa göre, canlı varlıkların birdenbire salt rastlantısal olarak ortaya çıktıklarına ve ortaya çıktıktan sonra genel kaos içinde kendi varlıklarını, sürdürmeye muktedir olduklarına inanmamız beklenmektedir: Hayatın pre-biyolojik organik bileşiklerin sulu bir çorba sından kaynaklandığını ve canlı organizmaların daha sonra bu bileşiklerin çevrede m evcut olan miktarlarını hücrelere dönüş-türen zarlar (membrane) tarafından meydana getirildiğini varsaymak gayrimakul değildir. Bu umumiyetle organik (T)arw ind ) evrimin başlangıç noktası sayılmaktadır.Bunu kolayca görebiliriz, değil mi bir araya gelen ve kendilerini zarlarla kuşatan organik bileşikler (bu becerikli bileşikler için hiçbir şey bundan daha basit olamaz) ve bakın! işte hücre, bir kez hücre doğdu mu, biraz zaman alsa da, Şhakespeare in doğuşunu durduracak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, mucizelerden söz etmeye ihtiyaç yoktur yahut herhangi bir bilgi eksikliğini kabul etmeye. Azametli bilim adamı ünvanına hak iddia eden insanların öylesine disiplinsiz ve pervasız spekülasyonları bilimsel bilgiye katkı diye sunmaya cüret etmeleri ve bu işi kapıp götürmeleri! çağımızın büyük paradokslarından biridir.

Büyük nüfuz sahibi' psikiyatrist, müteveffa Dr. Kari Stern şu yorumu yapıyordu: Eğer, tartışmanın hatırı için, evrim kuramım en bilimsel bir formiilasyon içinde sunarsak, şuna benzer bir şey söylemek zorundayız: Zam anın belirli bir uğrağında Yer in ısısı karbon atomları ve oksijen ile nitrojen-hidrojen bileşimlerinin kümelenmesi için çok uygun duruma geldi, hayatın meydana gelmesi için en uygun biçimde inşâ edilen büyük molekül kümelerinin gelişigüzel vuku bulması görüldü, ve o noktadan yoluna alabildiğınce devam etti, tâ ki tabiî ayıklama ameliyeleriyle sonuçta bir varlık ortaya çıkıncaya kadar. Aşkı nefrete, adaleti adaletsizliğe tercih eden, Dante gibi şiir yazan, Mozart gibi müzik besteleyen ve Leonardo gibi resim yapan bir varlık.şüphesiz, böyle bir cosmogenesis (âlemin-yaradılışı) görüşü çılgıncadır. Çılgınlığı argo küfür anlamında değil, ruh hastalığının (psychotic) teknik anlamında kullanıyorum. Hatta böyle bir görüşün şizofrenik düşüncenin belirli yönleriyle birçok ortak noktası vardır.Ne var ki, bu tür düşünce nesnel bilim olarak sadece biyologlara değil, Yeryüzündeki beşerî varoluşun köken, anlam ve maksadı hakkındaki hakikati bulmaya istekli herkese sunulmakta ve özellikle, dünyanın her yanında, hemen hemen bütün çocuklar tasvir edilegelen biçimde beyin yıkamaya tabi tutulmaktadır.

Gözlem yapmak ve gözlemlerini rapor etmek bilimin görevidir. Bütün doğrudan gözlem imkânlarının dışında olan Yaratıcı, akıllar yahut tasarımcılar gibi sebep olucu vasıtaların mevcudiyetini kanıtsız kabul ettirmek onun için yararlı değildir. Bakalım, gözlemlenebilir sebeplerle olguları ne kadar açıklayabiliriz ilkesi fevkalâde makul ve hatta çok verimli bir metodolojik ilkedir. Ne var ki, Evrimcilik metodolojiyi bütün yük-sek ehemmiyet dereceleri imkânını exhypothesi dışlayan bir imana dönüştürmektedir. Açık biçimde insanlığı içine alan bütün tabiat başka hiçbir şeyin değil, rastlantı ve zorunluluğun eseri sayılmaktadır; onda ne anlam, ne maksat, ne de akıl vardır hiçbir şeye delalet etmeyen, bir budalanın söylediği hikaye. Bu İmandır ve onunla çelişen bütün gözlemler ya ihmal edilmek veya îmanı yüceltecek biçimde yorumlanmak zorundadır. Bugün sunulduğu haliyle Evrimciliğin bilimde hiçbir temeli yoktur. Yüksek dereceli rahiplerinden bir çoğunun bizzat vazettikleri şeye inanmadıkları, özel olarak itibardan düşürülmüş bir din olarak tanımlanabilir o.

Yaygın inançsızlığa rağmen, bilimsel evrim bilgisinin herhangi bir yüce inanca yer bırakmadığında ısrar eden doktriner propaganda saltanatını sürdürmektedir. Yeni Britannica Ansiklopedisi ndeki (1957) Evrim maddesi Evrimin kabulü başlıklı bir bölümle sona eriyor: Evrime itirazlar, teolojik ve, bir zaman için, politik hareket noktalarından gelmektedir.Bunu okuyunca, en ciddi itirazların sayısız biyologlar ve güvenilirliklerinden şüphe edilmeyen diğer bilginlerden geldiğine kim şüphe duyabilir? Onları zikretmenin akıllıca olmadığı açıkça düşünülmekte, salt bilimsel zeminde evrimin mükemmel bir reddiyesini sunan Douglas Dewar The Transformist Illusion (Dönüşümcü Yanılsama) başlıklı eseri gibi kitaplar, konu hakkındaki bibliyografyalara dahil edilmek için uygun görülmemektedir.

Evrimcilik bilim değildir; bilim-kurgu, hatta bir çeşit muzipliktir. Çok başarılı bir hiledir ve modem insanı bilim ile din arasında uzlaşmaz bir çatışmaya benzeyen bir konuma hapsetmiştir. İnsanlığı yücelten bütün inançları yok etmiş ve onların yerine insanlığı aşağı çeken bir inanç ikame etmiştir.
Nil admirari. Rastlantı, zorunluluk ve faydacı tabiî ayıklama mekanizması tecessüslere, inanılmazlıklara ve gaddarlıklara yol açabilir, ama bir başarı olarak hayran olunacak hiçbir şeye götürmez tıpkı piyangoda kazanmanın hayranlık uyandırmaması gibi. Ortada yüksek ve aşağı hiçbir şey yoktur; bazı şeyler diğerlerinden rastlantı kabilinden daha karmaşık olsa da, herşey birbirinin aynıdır. Herşeyi sadece ve tek başına, uyarlanma ve hayatta kalma için tabiî ayıklama ile açıklama havasındaki Evrimcilik, ondokuzuncu yüzyıl materyalist faydacılığının en aşırı ürünüdür.

Yirminci yüzyıl düşüncesinin kendisini bu sahtekarlıktan kurtarmadaki iktidarsızlığı, Batı medeniyetinin çöküşüne sebep olabilecek bir başarısızlıktır. Çünkü hiçbir medeniyetin konfor ve hayatta kalma faydacılığını aşan anlam ve değerlere bir inanç yani bir dinî iman olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Martin Lings e kulak verelim: Modern dünyada dinî inancın kaybedilişi vakalarının çoğunun en yakın sebep olarak herhangi bir başka şeyden çok evrim teorisine dayandığı hususunda çok az şüphe olabilir. Şaşırtıcı görünse de, birçok insanın hâlâ hayatlarım gayretsiz ve kararsız bir din ve evrimcilik kombinezonu içinde sürdürdükleri doğrudur. Ama daha mantıkî bir zihne sahip olanlar için, bu ikisi arasında, yani insanın düşüşü öğretisi ile insanın yükselişi öğretisi arasında bir seçme yapmak ve seçilmeyeni bütünüyle reddetmekten başka bir tercih yoktur...

Milyonlarca çağdaşımız, birçoğuna okullarda öğretildiği gibi, evrimin bilimsel olarak kanıtlanmış hakikat olduğu gerekçesiyle, evrimciliği seçmişlerdir; onlarla din arasındaki girdab, dindar insanın, kendisi bir bilim adamı olmadıkça, kendisiyle onlar arasında, bilimsel düzlemde olması gereken başlangıç argümanını doğru koyarak bir köprü kuramaması yüzünden daha da açılmaktadır.Eğer bilimsel düzlemde değilse, yuhalanacak ve her türlü bilimsel jargon kulanılarak susturulacaktır'. Ne var ki, işin hakikati başlangıç argümanının bilimsel düzlemde olmaması gerektiğidir; felsefi olmak zorundadır o. Basit olarak şu demektir : deney yoluyla ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen kapsamlı açıklayıcı kuramlara daldığı zaman, tasvirî bilim gayriilmî ve gayrimeşru olmaktadır. Bu tür kuramlar bilim değil, imandır....
------------------------------------------
İki Tip Problem
......
Bugün birçok insan yeni bir manevî toplum temeline, yeni bir ahlâk temeline çağırmaktalar. Yeni dedikleri zaman, yeni icatları değil de insanın yüksek melekelerinin geliştirilmesini ve onların uygulanmasını gerektiren ıraksayan problemlerle uğraştıklarını unutmuş görünüyorlar. Bazıları günahla yükselir ve erdemle düşer bazıları, diyor Shakespeare Kısasa Kısas ta : erdemin iyi ve günahın kötü olduğuna (ki öyledirler!) karar vermek yeterli değil, der; önemli olan bir insanın yüksek güçlerine (imkânlarına) mı yükseldiği, yoksa onların uzağına mı düştüğü meselesidir. Normal olarak, insan erdemle yükselir; ama eğer erdem sadece dışsal ve iç kuvvetten yoksun ise, onları sadece kayıtsızlığa sürükler ve gelişmede başarısız olurlar; aynı biçimde, olağan ölçülere göre günah olan, eğer sarsıntısı insanın daha önce uykuda olan yüksek melekelerinin uyanmasına sebep oluyorsa, o çok önemli gelişme işlemini harekete geçirebilir.
Doğu geleneklerinden bir alıntı yaparsak, İnsan düştüğü yerden kalkar (yahut düştüğü şey ile kalkar) diyor Kular nava Tantra. Dante ve Shakespeare in de önde gelen temcilcilerinden olduğu tüm geleneksel bilgelik olağan, hesapçı mantığı aşar ve İyi yi (Güzel/Hayırlı), yüksek melekelerimizi geliştirmek suretiyle hakiki insanlar olmamıza yardımcı olan diye tanımlar kendinin farkındaolma ya bağlı ve onun bir parçası olan yüksek melekelerimizi. Onlar olmaksızın, hayvanlar âleminden farklı bir insanlık yoktur ve İyi nedir sorusu kendini Darvvinci uyarlanma ve hayatta kalma sorularıyla, mutluluğun konfor ve heyecan sınırlarını aşmadığı en büyük sayının en çok mutluluğu faydacılığına indirger.
Ne var ki, insanlar gerçekte bu indirgemeleri kabul etmezler. Hatta, iyice uyarlanıp bol miktarda konfor ve heyecanla yaşayıp giderken, bir yandan da sormaya devam ederler İyi nedir? İyilik nedir? Şer nedir? Günah nedir? Değerli bir hayat yaşamak için ne yapmalıyım? Bütün felsefede, ahlâktan daha fazla düzensizlik içinde olan başka hiçbir konu yoktur. Nasıl davranacağı konusunda irşat edilmek isteyip ahlâk profesörlerine yönelen kimse zırnık bile elde edemez; sadece bir görüşler seliyle karşılaşır. Bir iki istisna ile, yeryüzünde insan hayatının maksadına dair bir ön aydınlatma olmaksızın ahlâk alanındaki araştırmalarına koyulurlar.
Bir maksat fikri olmadan neyin iyi veya kötü, doğru veya yanlış, erdemli veya şer olduğuna karar vermenin mümkün olmadığı aşikârdır: ne için iyi? Maksada dair suali sormak natüralistik yanılgı olarak adlandırıldı erdem kendi kendisinin ödülüdür! İnsanlığın büyük öğretmenlerinden hiçbiri böyle bir baştan savma ile tatmin olmazdı. Eğer bir şeye iyi deniyor ve hiç kimse onun ne için iyi olduğunu söyleyemiyorsa,ona ilgi duymam nasıl beklenebilir? Eğer kılavuzumuz, izahlı Hayat Haritamız, İyinin nerede bulunduğunu ve ona nasıl ulaşılabileceğini bize gösteremiyorsa, beş para etmez....
E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz

İZ Yayıncılık

Çeviri:Mustafa Özel

 
Devamını Oku »

Yankı

Yankı

Bu ramazan, Kur’an-ı Kerim’in insanlığa inişinin 1400. yıldönümüdür. Kur’an, bundan bin dört yüz yıl önce bir kadir gecesinde indi. Ve onun bize gelişinin üzerinden bin dört yüz kadir gecesi geçti. Arı, kendi­ne gelen vahiyle nasıl peteğini örer ve balını yaparsa, müslümanlar da kendi peygamberlerine gelen vahiyle, Kur’an’dan yayılan ışıklarla eşsiz bir medeniyet kur­dular. Yeryüzünde Kur’an şehirlerini yaydılar. Kur’an gerçeklerinden, Kur’an’ın sanatından, Kur’an’m sesin­den insan ruhunu bir hakikat sitesine çevirmek birinci işleri oldu müslümanların.

Kur’an’ın inişiyle, dünyaya, öteki dünya da inmiş oldu. Kur’an’m aşılmaz lehimi ve kaynağıyla müslümanın ruhunda iki dünya kaynaşmış ve birleşmiş oldu.

Bin dört yüz yıldır ki, o, bizim hayat ışığımızdır, gö­ren gözümüz, çalışan kalbimizdir.

Hayatımızın hiç bir çizgisi olmadı ki, oraya, Kur’an-ı Kerim’in tuttuğu bir ayna ve bir ışık bulunmasın. Ya­şayışımızın nice çizgileri, vücuttaki kan damarları gibi, Kur’an çizgileridir.

Atalarımız, her yıl Kur’an’ı bir baştan sona okurlar­dı. Böylece Kur’an-ı Kerim, yavaş yavaş onlann ruhları­na geçerdi. Onun yapraklarına eğile eğile babalarımızın ve annelerimizin yüzünü bir Kur’an aydınlığı kaplardı. İşte bunun için bir müslüman daha ilk bakışta yüzün­den tanınır.

Kur’anla olan bu yakınlık ve dostluk, adetâ kardeş­lik, mü’minin ahlâkını, Kur’an ahlâkıyla donatır.

İslâm medeniyetinin her alanında, unsurları derle­yip toplayarak kaynaklara çıkınız. Göreceksiniz ki, bu kaynaklar gide gide Kur’an’a varacaktır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insanlığa armağan ettiği büyük bir medeniyetin ulu kitabıdır.

Tek noktası bile eskimeyen, ölmek nedir bilmeyen diri ve diriltici, içi mucize dolu kitabı.

Bin dört yüz yıldır, savaşlara onu okuyarak başlı­yoruz. Zaferlerimizde, getirdiği yardımcı melekler or­dusuyla en büyük pay sahibi yine odur. Zafer sonunda onun adalet ve merhametiyle esirlere ve yenilenlere insanca davranmış ve tarihimizi lekelemekten korumuşuzdur. Kendi yanlışlıklarımız veya kader gereği yenilmişsek bizi avutan ve onulmaz umutsuzluklardan koruyan, yine şanı büyük Kur’an olmuştur.

Kur’an, insana şifa, toplumlara şifa, medeniyetlere şifa ve tarihe şifa olmuştur.

Ölülerimizi son yolcu edişte ancak onunla yolcu edebilmişizdir. Ölümün dağ ağırlığını ondan başka hafifle­tecek zaten hangi kudret olabilir ki?

Kur’an’ın her çağa hitap eden ayn bir mucize dili var. 20. Yüzyıl da, ayin bölünmesi, mi’raç mucizeleri­nin, dünyacı bir yorum ve usûlle peşinde değil midir?

Her yıl gelen Kadir gecesi, Kur’an’ın mucize yüklü ağırlığıyla, arştan dünya’nın göğüne indiği kutlu gece­dir. O gece okunan Kur’anlar, yukardan kâinatın üstü­ne inen Kur’an’a, yeryüzünden yükselen bir yankıdır.

Bin dört yüz yıldır dünya zamanın üstünde bir kö­pük gibi bu yankıyla çınladı durdu. Dünya kayalığı, arşa, onun yankısıyla, mahcup olamayacağı yüksek bir cevap verebildi.

İnsan, arştan gelen soruya Kur’anla arşın cevabını verdi.

Kıyamete kadar da bu cevabı verebilmemiz için,

Kur’an’ın bizi bırakmayacağına dair Allah’ın sözü var­dır.

Ne mutlu meşalesi Kur’an olan bir ümmete!

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Fatih’in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz, iyi mi?

Fatih’in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz, iyi mi?

Öncelikle şu: Fatih'in torunları olduğumuzu söylüyoruz övüne övüne ama Fatih'in, gemileri niçin karadan yürüttüğünü bilmiyoruz bile!

İkincisi: Fatih, “Ortaçağ karanlığına son verdi; Rönesans'ı başlattı; çağ kapattı, çağ açtı” aşağılık kompleksinden bir türlü kurtulamıyoruz!

FATİH'İN DERDİ, ORTAÇAĞ, RÖNESANS FİLAN DEĞİLDİ; HAKİKAT'Tİ!

Unutmayalım: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler; dil'ini, yer'ini ve yön'ünü tayin eder.

İstanbul'un fethi, bizim tarihimizin en önemli, İslâm tarihinin bir kaç önemli hâdisesinden biridir. Ama Fatih'in torunları olmakla övünen bizler, İstanbul'un fethini bile hâlâ Avrupa tarihi üzerinden anlamaya ve anlatmaya kalkışacak kadar aşağılık kompleksi yaşıyoruz!

Fatih'in Ortaçağ diye, Rönesans diye bir derdi yoktu. Fatih de, bütün Müslümanlar da Avrupa'ya acınası, hakikatten uzak, hakikatle buluşturulması gereken zavallılar olarak bakıyordu!
Fatih'in derdi, rüyası, Konstantınıyye'yi fethederek, Peygamber Efendimiz'in (sav) müjdesine mazhar olmak ve İslâm medeniyetinin 13. yüzyıldan itibaren Moğol ve Haçlı saldırılarıyla birlikte yaşadığı, İslâm dünyasını perişan eden birinci büyük medeniyet buhranına nihâî olarak son vermek, Roma'yı da fethederek hakikat medeniyetini ulaşılamayacak en ücra noktalara ulaştırmaktı.

İstanbul'un fethiyle birlikte, birinci medeniyet buhranı aşıldı; Osmanlı, üç kıtada hakikat'in bayrağını dalgalandıracak bir güce ulaştı; dünyaya farklı dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin barış içinde, Batılılar gibi köklerini kazımadan, herkese hayat hakkı tanıyarak yaşanabileceğini gösteren, tarihte ilk defa küre ölçeğinde hem Darü's-Selam (Barış Yurdu) hem de Dârü'l-İnsan (İnsanlık Yurdu) inşa eden ilk küresel medeniyet tecrübesinin temellerini attı.

Ve Gazâlî'nin akîde, fikir ve siyaset'te yapıtaşlarını döşediği Ehl-i Sünnet Omurga'yı muhkemleştirdi; böylelikle İslâm dünyasını ilk defa küre ölçeğinde birleştirdi ve sonraki zamanlarda da İslâm birliğinin hangi temeller üzerinden kurulabileceğini ve korunabileceğini gösterdi.

GEÇMİŞ'LERİNİ BİLMEYENLER, GELECEĞE YÜRÜYEMEZLER

Görüldüğü gibi, bizim tarih bilincimiz delik deşik edildi. O yüzden İstanbul'un niçin fethedildiğini de, Fatih'in gemileri neden karadan yürüttüğünü de bilemiyoruz, ne yazık ki!

Tarih bilincini yitiren bir toplum, özellikle de toplumun önünü açması beklenen sözümona “aydınlar”, zihnî felçleşme ve körleşme yaşar. Sadece tarihe değil bugüne de, geleceğe de şaşı bakar; önünü de arkasını da, bugününü de yarınını da, ülkenin önündeki engelleri de imkânları da göremez. Ve geleceğe aslâ emin adımlarla yürüyemez.

O yüzden fetih'le işgal'i karıştırır. Metamorfoz yemiş, pergelini şaşırmıştır çünkü.

Soru şu tam bu noktada: Bir ülkenin 'aydın'ları, fetih'le işgal'i niçin birbirine karıştırır ve aradaki ontolojik farkı niçin göremez ki?
Celladına âşık, dolayısıyla sömürge kafalı oldukları, bu topluma her zaman Batılı, dolayısıyla yabancı gözlüklerle ve şaşı baktıkları, o yüzden de zihinleri işgal edildiği ve körleştiği için, elbette ki!
İlke şu burada: Tarih, geçmiş'le ilgilidir ama gelecek'le ilgilenir. Geçmişlerini bilmeyenler, geleceğe yürüyemezler.

ŞEYHÜLİSLÂM, SİVİLLERİN VURULMASINA İZİN VERMEDİ, FATİH'E, “BAŞKA BİR YOL BUL!” DEDİ!

Tarihimizin kilit hâdişlerinden birinin nasıl gerçekleştiğini bilmeden yaşıyoruz! Onun için de yaşamıyoruz aslında, yaşadığımızı sanıyoruz! Esen rüzgârlara göre oraya buraya savrulup duruyoruz yalnızca! Ürpertici gerçekten!

Bu yazıda, Fatih'in gemileri niçin karadan yürüttüğünü açıklayacağım ve şok olacaksınız!

Bugüne kadar bilinemeyen bu tarihî gerçeği öğrenince, nasıl bir medeniyetin çocukları olduğumuzu farkedecek ve dünyaya bambaşka bir gözle bakacaksınız:
İstanbul'un fethi, surlar dövülürse, gerçekleşebilecekti. Ama önemli bir sorun, hayatî bir engel vardı: Surlarda yoğun bir sivil nüfus yaşıyordu.

Şeyhülislam, fetvayı vermedi Sultan Mehmed'e: “Bu surları dövemezsin! Masum sivilleri öldüremezsin! Başta bir yol bul!” dedi. Fatih, gemileri, karadan yürütme fikrini işte bundan sonra geliştirdi.

Osmanlı bu, işte!

İSTANBUL FETHEDİLMESEYDİ, İSLÂM TARİHTEN “ÇEKİLEBİLİRDİ”!

O yüzden Osmanlı, anlaşılamamış ve aşılamamıştır; anlaşılamadığı için de aşılamadığı da anlaşılamamıştır.
Yazının başında da dikkat çektiğim gibi, İstanbul'un fethi bizim için hayat-memat meselesiydi. İslâm medeniyetinin 13. ve 14. yüzyıllarda yaşadığı birinci büyük medeniyet krizi, nihâî olarak İstanbul'un fethiyle aşılabilmişti.
Eğer İstanbul, fethedilememiş olsaydı, İslâm “tarihten çekilebilirdi”.

GELECEĞİNE SAHİP ÇIK ÖYLEYSE!

Böylesine ölüm-kalım meselesinin sözkonusu olduğu kritik bir zaman diliminde bile, Osmanlı, masumları aslâ vurmama konusunda insanın tüylerini diken diken eden muazzam bir insanlık, merhamet ve adalet dersi vermişti bütün Haçlılara ve Avrupalılara.

Batılılarla aramızdaki fark burada gizli işte! Uygarlık'la medeniyet arasındaki fark da!

Uygarlık şiddet ve işgale, acımasızlık ve köleleştirmeye; medeniyet ise hikmet ve fethe, merhamet ve adalete dayanır.
O yüzden, büyük tarihçilerin -örneğin Toynbee'nin- de altını çizerek vurguladıkları, benim de zihninize kazımaya çalıştığım gibi, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir”.

O yüzden, “geleceğine” iyi sahip çık öyleyse, diyorum.

Yusuf Kaplan
Devamını Oku »

Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve Tedavisi

Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve Tedavisi

Yarım Asır Öncesinden Bir Oryantalizm Teşhis Ve TedavisiBu makale, M. Zâhid el-Kevserî(1371/1952)’ye ait “Min ‘Iberi’t-Târih”, Kahire 1367/1947, adlı eserin 17-29 sayfalarının çevirisidir. Makalenin başlığı tarafımızdan konulmuştur.

Çev: Seyit BAHCIVAN Yrd. Doç. Dr. Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Öğretim Üyesi


Tarih boyunca İslam’a yapılan saldırılarda İslam düşmanlarının yöntemlerini hatırlamak, onu savunan ve uğrunda çaba sarf eden kişinin savunma yolunu aydınlatacağı ve basiretini artıracağı herkesçe kabul edilen bir gerçektir. Bundan dolayı yaptığımız işin bilincinde olmamız için üzerimize düşen, İslam düşmanlarının saldırılarındaki yöntemlerini hatırlayıp ibret alınacak noktalardan ders almamızdır. İslam kalesi içinde düzenledikleri bazı entrikalarını belirttikten sonra,[1] şimdi de dışardan yönelttikleri bazı düşmanca faaliyetleri açığa çıkaralım da bu basit örneklerden bilmediğimiz daha pek çok tuzak ve entrika hakkında bilgi sahibi olalım.

Tarih kitapları şark İslam dünyasına karşı asırlarca savaş ilan etme konusunda dayanışma içine giren bağnaz bir haçlı güruhunun haberleriyle doludur. Öyle ki, onlar fıtrat dini olan İslam’ın çeşitli yer ve insanlar arasında hızlı yayılışını gördüklerinden, bizzat kendi yurtlarında dinlerinin akıbetinden korkuyorlardı. Saldırıları çok şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Fakat o sırada, inde onların ateşinden ve böbürlenmelerinden asla etkilenmeyen bir aslan vardı. Zira o çağlarda Müslümanlar gerçek anlamda İslami hayatın şeref ve üstünlüğünü tadan, kimseye boyun eğmeyen şerefli kimselerdi. İslami prensipler onların gönüllerine öyle nüfuz etmişti ki; bu kendilerini o ilkeleri canlarıyla ve sahip oldukları her şeyi bu uğurda feda ederek savunmaya sevk ediyordu. Onların Müslümanlığı sadece dini günlerde akla gelen Müslümanlık değildi. Onlar aralarında Allah ve Resulüne düşmanlık edenlere sevgi beslemezler ve hıyanet, yumuşaklık ve korkaklıktan düşmanlara yaltaklanmazlardı. Böylece onlar düşmanların hedeflerine ulaşmalarını engellediler, saldırganlar da gerisin geriye, elleri boş, geldikleri yere donup gittiler. İslam ve Müslümanlarda gördükleri yüce prensipler ve hayırlı gelişmelerden dolayı ayakları sarsılmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Kendi memleketlerinde dinlerinin geleceğine dair endişeleri arttı.

Bu merhalede, batıda İslam hakkında yalan ve iftirayı yayarak dinlerini, İslami tehlikeden uzak tutmaya çalıştılar. Yalnız, gerçek şu ki; Avrupa’nın pek çok alanda kalkınma ve ilerlemesi Haçlıların bu kanlı savaşlarda doğulularla olan iletişimi sayesinde olmuştur. Luther (ö.1546) taraftarlarının meşhur dini reformu gerçekleştirmeleri bu uyanışın sonucudur. Her ne kadar Protestanlık diğer gruplardaki mevcut olan putperestlikten ileri bir merhale olmaktan öte geçmeyi başaramamış olsa da. Bu dönemde İslam hakkında nice kuyruklu yalanlar uydurdular.

Bu açık iftiralardan, şahsiyet ve karakter sahibi kişinin utancından yüzü kızarır. İslam bu tür iftiralardan tamamen uzaktır. Hatta tanınmış batılı yazar Henry de Castro (ö.1913) İslam ve Müslümanlar hakkında Avrupa’da yaygın olan, gerçekle ilgisi olmayan bu tür yalan propagandalardan yakınıyor ve şöyle diyordu: “Orta Çağ’da Avrupa’da dinleri hakkında ortaya atılan hurafe ve efsaneler Müslümanlara ulaşsaydı acaba ne derlerdi? Çünkü o çağa hâkim olan cehalet, apaçık düşmanlık ve rezil bağnazlık yoluyla bu uydurma masalları ortaya çıkarıyordu. Sonra da şöyle diyordu: “Avrupa’da bugüne kadar İslam ve Müslümanlar hakkında yaygın olan kötü, niyet, o dönemde yayılan bu hurafelerin kalan izinden başka bir şey değildir.

O çağda bütün Hıristiyan şairler, Müslümanları putperest olarak tasvir ediyor ve şöyle diyorlardı: “Onların üç dereceli üç tane ilahları vardır: Mâhûn, Oplîn ve Târmâkân.” Avrupalı bu yazarlar şöyle iddia ediyorlardı: “Muhammed kendisinin Tanrı olduğunu ilan ettiği bir din ortaya çıkardı.” Bundan daha çirkini ve daha garibi, putperestliği yıkıp kökünü kazıyan, yapılan putları kıran ve onları yok eden Hazreti Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’i, insanları altından yapılan kendi heykeline tapmaya zorlayan bir adam olarak tanımaları idi. Hıristiyanlar İspanya’da Müslümanları Sarakusta (Saragossa) surlarına kadar sürdükleri zaman, Müslümanların geri dönüp putlarını yok ettiği yaygarasını çıkardılar.

Onların çıkardığı bu asılsız yayın, Müslümanlara yaptıkları “onlar putperestler” şeklindeki iftiraları ortaya çıkıp da rezil olma korkularından kaynaklanmaktaydı. Halbuki onlar, Müslümanların yurtlarını ele geçirdiklerinde camilerinde bir tane bile put bulmuş değillerdi. Hatta o dönemdeki şairlerden biri, Müslümanlar hakkındaki yaygın hurafeyi şöyle şiire döktü: “-Müslümanların tanrısı- Oplîn bir mağaranın içindeydi. Müslümanlar onu dövdüler, tel’in ve tahkir ettiler, paramparça ettiler ve ayaklar altında çiğnediler. Sonra da ikinci tanrıları Mâhûn’u bir çukura attılar da domuz ve köpekler onu çiğneyip parçaladılar. Dünyada hiçbir ilah böyle bir aşağılanmaya maruz kalmamıştı. Sonra da Müslümanlar bu yaptıklarına pişman oldular ve tahrip ettikleri putlarını yeniden yaptılar. Putperestliğin Müslümanlar arasında yeniden canlanması üzerine Kral Şarl (Charles 1516?), Sarakusta’ya girdiğinde, Müslümanların putlarını aramaları için her tarafa adam gönderdi. Bunun üzerine Müslümanlar camilere girip putları demir balyozlarla kırdılar. İşte yalan ve iftira olarak böyle şeyler yaydılar Müslümanlar hakkında.” De Castro’nun Hıristiyanlardan naklettikleri işte bunlar.
Şair (Paul) Ricoeur (ö.1913) şöyle diyor: “Tanrım! Azabını Mâhûn’a tapanlara gönder.” -

Kastettiği Hazreti Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in ümmetiydi, sanki onlar Mâhûn denilen puta tapıyormuş gibi!- Bu şair, Haçlı asilzadelerini İslam’a karşı seferberliğe davet ediyor ve şöyle diyordu: “Kalkınız! Mâhûn ve Târmâkân denilen putları yıkın, ikisini de yakın ve kendi tanrınız uğrunda onları kurban edin.” Batılılar Orta Çağ’da İslam ve Müslümanlara böyle düşmanlık yapıyorlardı. Avrupa’da İslam aleyhinde uydurulan bu iftira ve hurafeler uzun zaman devam etti. Hatta Orta Çağ’ı takip eden yüzyıllar, İslam’a iftira ve düşmanlığın özünde geçmiş yıllardan daha da iyi değildi. Metotlar değişik olsa bile.

Aralarında İslam aleyhindeki propagandalarında uydurdukları yalan ve iftira şekillerine dikkat edenler çoğalınca, batılı propagandistlerden gerçekleri çarpıtanlar, İslam’a zarar vermede başka bir yöntem takip etmeye başladılar. Bu, doğuda yazılmış kitaplardan nakletmek suretiyle İslam ve İslam Tarihi hakkında tarafsız araştırmalar yapma görüntüsünü vermek şeklindeydi. Böylece XVII. Yüzyıldan itibaren, doğuda yazılmış kitaplarda İslam tarihini çarpıtmak düşüncesiyle buldukları bazı metinleri kendi dillerine çevirmeye başladılar. İlk işleri; Saîd b. el-Batrîk el-İskenderânî (ö.328/940),[2] eş -Şeyh el-Mekîn Cercîs b. el-Amîd (ö.672/1273),[3] Ebu’l-Ferac Ğeriğeriyos (Gregoire) b. Harun el-Malatî (İbnu’l-İbrî diye bilinir, (ö.685/1286)[4] gibi doğu Hıristiyanlarının kitaplarında buldukları -yukarıdaki maksatlarına hizmet edebilecek- şeyleri; sonra İbn Sebe (ö.40/660 civarında) uzantısı aşırı Şiilerin yazdıkları kaynaklardakileri, bilahare de el-Vâkıdî (ö.207/823),[5] İbn Hişâm (ö.213/828), et-Taberî (ö.310/923) gibilerinin kitaplarındakileri ve buna benzer doğru yanlış her şeyi içine alan türden ve ihtiva ettiği nasların ve senetlerinin ciddi bir süzgeçten ve kapsamlı bir tenkitten geçmesi gereken kitaplardakileri tercüme etmek oldu.

İlk ilgilendikleri siyer ve meğâzî kitaplarıydı. Zira bu kitaplarda şüphe yaratmak, Oryantalistlerin haberleri sunmadaki sakat yöntemlerini, aldatma biçimlerini bilmediklerinden ve İslami ilimlerdeki sığlıklarından dolayı batı taklitçisi toy şarklılar nezdinde meyvesini vereceğini biliyorlardı. İlk dönem siyer yazarlarının en önemlilerinden Musa b. Ukbe’dir (ö.141/758).[6] Buhârî (ö.256/870) onu kaynak alır. Onu herkes övgü ile anıyor, ancak İbn Şihâb’dan rivayetleri konusunda Hafız el-İsmâilî (ö.295/908) “Ondan hiçbir şey işitmediğini” kaydediyor. İbn Şihâb (ö.124/742)[7]siyer ve meğâzî alanında daha çok mürsel rivayetleri kullanmaktadır. Şâfii ve İbn el-Kattân’a (ö.198/813)[8] göre de onun mürsellerinin bir değeri yoktur.

Tarih sahibi İbn Cerir et-Taberî’ye gelince; onun hadis, tefsir ve fıkıhta makamı yücedir. Ancak Tarih’inde zikrettiğine sıhhat garantisini vermemiştir. Hatta I. cilt 5. sayfada şöyle diyor: “Bu kitabımda, sahih olmasına bir vecih bilinmediğinden, hakikatte/gerçekte bir anlamı olmadığı için, okuyucunun kabul etmeyeceği, duyanın çirkin göreceği şeyler bilinsin ki bizim tarafımızdan getirilmemiştir. Bunlar onları bize nakleden bazıları tarafından getirilmişlerdir. Biz de, bize aktarıldığı şekilde onları aktardık.” Aynı yerde yine şöyle diyor: “Zira biz bu kitabımızla huccet getirmeyi hedeflemedik…” Bundan anlaşılıyor ki; Tarih’te getirdiği rivayetlerin mesuliyetini üstlenmemiş, onu bu rivayetleri kendisine aktaranların omuzlarına yüklemiştir.

Meğâzî sahibi Muhammed b. İshak (ö.151/768)[9] hakkında tenkitçiler ihtilaf etmişlerdi. Pek çok kimse onu yalancı olarak niteledi. Ebû Hanife ve Mâlik onu tasvip etmiyorlardı. Meğâzî alanında onu güçlü görenler, şüpheli yerlerde bulunması zor olan birtakım şartlar ileri sürdüler. İbnu’n-Nedîm’in (ö.438/1047) Fihrist’inde[10] onun hakkında geniş bir bilgi vardır. Mesela şöyle denilmektedir: “Tenkit edilmiş, metodu beğenilmemiştir. Anlatıldığına göre: Medîne-i Münevvera emirine, Muhammed’in kadınlara aşk hikâyeleri anlattığı iletildi. Emir de, getirilmesini emretti. Getirilince onu kırbaçlattı ve Mescidin gerisinde oturmasını yasakladı. Yakışıklıydı. Deniliyor ki; ona şiirler yazılıp getirilir ve bunları siyerle ilgili kitabına dâhil etmesi istenir, o da bunu yapardı. Kitabına, şiir râvîlerine göre kendisini küçük düşüreceği şiirler koydu…”

Cumhur, meğâzîde bilinen bazı şartlarla onun güçlü kabul edilebileceği kanaatindedir. Onun gibilerinin rivayetlerine, sadece rivayeti aktaran senetteki râvîleri incelemek şeklinde de olsa, teenni ile yaklaşmak gerekir. Ondan rivayette bulunan Ziyad el-Bekkâî (ö.183/799)[11] ihtilaflıdır. Nesâi (ö.303/915) onu zayıf kabul etmiş, İbnu’l-Medînî (ö.234/849)[12] ise rivayetini almamıştır. Ebû Hâtim (ö.277/890),[13] onun hakkında: “Kendisiyle ihticac edilmez” demiştir. Diğer râvîsi Seleme b. el-Fadl er-Râzi (ö.191/806)[14] de aynı şekilde ihtilaflıdır. Ebû Hâtim onun hakkında da: “Kendisiyle ihticac edilmez” demiştir. Bu Seleme’nin de râvîsi Muhammed b. Humeyd er-Râzi’dir (ö.248/862)[15] ki, o da ihtilaflıdır.

Birçok kişi, onu çirkin bir şekilde yalancı kabul etmiştir. İbn Cerîr, İbn İshak’ın rivayetlerini onun kanalıyla aktarır. Hişam b. Muhammed el-Kelbî (ö.204/819),[16] babası ve el-Vâkıdî hakkındaki söylenilenler herkesçe bilinmektedir. El-Velid b. Müslim’in (ö.196/811) râvîsi Muhammed b. Aiz ed-Dımeşkî (ö.233/847)[17] hakkında Ebû Dâvud (ö.275/888): “Ona Allah selamet versin” der. Ebû Hâtim’e göre, Kitabu’r-Ridde ve el-Fütûh sahibi Seyf b. Ömer et-Temîmî’nin (ö.200/815)[18] sözüne itibar edilmez. Pek çok kimse de onu zayıf olarak nitelemektedir. Hatta İbn Hıbbân (ö.354/965) onu uydurmacılıkla itham etmektedir. Ondan rivayette bulunan Şuayb b. İbrahim (ö.199/814),[19] İbn Adiyy (ö.365/976) ve Zehebî’ye göre tanınmayanlardandır.

Onun selefe hakaret içeren haberleri vardır. Bu Şuayb’dan rivayette bulunan es-Seriyy b. Yahya (ö.167/783)[20] sika olarak görülmemektedir. O, Seyf’ten yaptığı rivayetlerinde İbn Cerîr’in şeyhidir. Seyf’ten önceki râvîlere gelince; onlar çoğunlukla meçhul râvîlerdir. İbn Cerîr’in siyer alanındaki senetleri böyle olunca, siyerle ilgili malumatı bize aktaran ve ilimde ondan daha aşağı olanların rivayetlerinin kabul zorunluluğu bir tarafa, bizzat onun siyerdeki rivayetlerinin araştırılmasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Özellikle de kendisinin tek başına rivayet ettiği konularda.

el-Ya’kûbî (ö.292/905’ten sonra) saldırgan bir Şii’dir. el-Eğanî’nin yazarı Ebu’l-Ferac el-İsfehânî (ö.356/967) sahih haberleri nakleden kimselerden değil, aksine sohbet/eğlence erbabındandır. O, –kesinlik ve sağlamlık ifade eden- “haddesenâ” ve “ahberanâ” kalıpları ile enteresan şeyler nakletmektedir. Bundan dolayı –yalancılıkla- itham edilmiştir. Nevbahtî (ö.310/922), o “çok yalancı bir kimseydi. Dükkânlar kitaplarla dolu, çarşı hareketli olduğu sırada sahaflar çarşısına gelir, birçok kitap satın alır ve evine götürürdü. Sonra da bütün rivayetleri bu kitaplardan olurdu” der. Allah ilim erbabını bu pis ve zanlıdan müstağni kıldı.
İşte bunlar, hakikat âşıklarını haberlerin senetlerini, özellikle de, İslam düşmanlarının bilmeyerek veya bu haberleri geçersiz kılacak illetleri bilmezlikten gelerek, tek başına kalınan ve şüpheli yerlerde, titiz araştırmaya sevk eden ilk dönem haberleri ve siyer kaynaklarından birkaç örnektir. Rical tenkidi konusunda derinleşmek kişiye, iftiraya nasıl cevap vereceğini, güçlüyü nasıl güçlü yapacağını ve İslam’a karşı kurulmuş düşman tuzaklarına düşmekten nasıl korunacağını öğretir.

Bu konuda İslâm dergisi’nde (sayı: 5, yıl 1362 h.) “Halid b. el-Velid ve Malik b. Nüveyra’nın Öldürülmesi”[21] adlı makalemde tafsilatlı bilgi verdim. Orada, İbn Nüveyra olayıyla ilgili çelişkili haberlerdeki değişik illetleri belirttim. Doğu ve batılılardan ithamlı ve zanlı kimselerin yazdıkları ilk döneme ait haberleri içeren kitapları, o haberlerdeki fesat yolları ve onları ayıklama yöntemleri hakkında deneyimi olmaksızın okuyor da, sonra da, süzgeçten geçirmeden onlara dayanarak bir şey yazan veya onlardan bir şey tercüme eden kimse hem kendisi helak olur, hem başkasını helak eder ve doğru yoldan sapmış olur.

Dinine ve onuruna düşkün olan herkese tavsiyem, ilk dönemdeki haberleri, ilim süzgecinden geçirme yolları ve anlayış ölçüleriyle ayar yöntemlerini öğrenerek son derece ihtiyatlı karşılamaktır. Bir makalemde[22] şöyle demiştim: “Her devirde İslam düşmanlarının ne derece çaba sarf ettikleri ve her nesilde hilelerin yeni şekiller aldığı araştırmacının malumudur. Rivayetlerin tedvini döneminde, haberleri nakleden râvîler arasına, İslam’ın ve onun davetçilerinin adını kötüye çıkaracak yalanları yaymak için kendilerini kamufle ederek gizlice girmeleri onların hileleri türündendir. Uydurulan bu yalanlar yeterli basirete sahip olmayan râvîler nezdinde kabul gördü ve onları kitaplarda ebedileştirdiler. Öyle ki, her asırda İslam’a savaş ilan edenler ona tuzak kurmak için devamlı bunları vesile ettiler. Fakat Allah sonsuz lütfuyla haberlerin ayarı saf olanlarıyla ayarı bozuk olanları birbirinden ayırt edecek otoriteler verdi. Böylece bu ölçülerle değerlendirmeyi bilenlere göre, İslam’ın öğretileri ve haberleri, hile ve düşmanlarının tuzağından sağlam bir koruma altına alınmış oldu.

Batılı yazarların İslam’a saldırma yöntemleri, iki asırdan bu yana hakikatleri çarpıtma metodu ortaya çıkıncaya kadar, soyut hakaret ve sırf iftira atma şeklindeydi. Tarafsız ilmi araştırma kılığına bürünerek doğuluların kitaplarından yalanları seçip alıyorlar, sonra da onlarla ilişkisi olan tecrübesiz doğulular onların yazdıklarına kanıp inanmaya ve kendi yaşadığı soydaşları arasında onların saçmalıklarını yaymaya başladılar. Böylece ortalığı fesat kaplamış ve buna bir çare bulmak gerekmişti.

Bundan dolayı da bugünkü edebiyatçılardan siyer yazarlarına, eski yeni, doğu ve batıda yazılmış siyer kitaplarına ihtiyatlı yaklaşmaları ve gerekli donanıma sahip olmaları; tenkit ehli nazarında muteber olan ölçülerle hakikatleri ayıklamaya daha çok caba sarf etmeleri zaruret halini almıştı. Bunu yaparken de günlük gazetelerdeki edebi konularda ve modern hikaye ve romanları yazmada alışmış oldukları aşırı serbestliği de kalemlerine vermemeleri icap etmekteydi. Görüşlerini ortaya koyarlarken, kitaplardan alıntılarında ve doğru tenkit ölçeğine vurdukları bir sonuca giderken de son derece ihtiyatlı olmalıydılar.

Özellikle doğuya ait kitaplardaki yabancı unsurları tanımada bu şekilde titiz davranırlarsa, batılıların kitaplarındaki hile türlerini yok etmek kendilerine kolaylaşacaktır. XVIII. ve daha sonraki yüzyıllarda batılıların İslam aleyhine yazdıkları eserler Allame Şibli en-Nu’mâni el-Hindi’nin (ö.1330/1914) Siyeru’n-Nebî[23] adlı eserinin mukaddimesinde verilmiştir. Bu, Siyer-i Nebevi’yi yanlışlardan ayıklama ve bu alanda bazılarının ortaya attıkları şüphelere cevap verme hususunda iyi bir kitaptır. Başkalarına göre hataları azdır. Enteresan olan, doğulu yazarlardan pek çoğunun siyer ve ilk dönemin tarihi hakkında batılıların eserlerine kanmalarıdır. Bundan daha enteresan olan ise; Menâr sahibinin (Reşid Rıza, ö.1354/1935) İtalyan Kont Caetâni’nin (ö.1926)[24] on ciltlik Havliyyât/Süreli Yayınlar diye meşhur olan İslam Tarihi’ne takriz yazdığını ve ona övgüler yağdırdığını görmemizdir.

Hâlbuki bu kitap, yazarı ne kadar tarafsız araştırmacı görüntüsünde olursa olsun, bu konuda yazılmış en zararlı kitaptır.[25] Aynı şekilde onun Menâr’ında, Hollandalı Dr. Dozy’nin (ö.1883)[26] İslam Tarihi’ne övgüde bulunduğu da görülmektedir. Hâlbuki Dozy, Avrupalılar arasında İslam tarihi hakkında yazıp da hakikatleri en çok çarpıtan kimsedir. Şeyh Muhammed Abduh (ö.1323/1905) Ekolünde İslam’ı savunmaya soyunan kişi (Reşid Rıza), en zararlı kitaplara, iki kitabın da ne asıl ve ne de tercümelerine muttali olarak, böyle bol keseden övgüler yağdırırsa, doğuya ait ilimlerde yeterli birikime sahip olmadan batı kaynaklarından beslenen gençlerin hali nice olur!? Allah İslam’ı, İslam’ın mukaddeslerini böylesi savunucuların şerrinden korusun.

Sonra Yahudi ve onlarla birlikte diğer Oryantalistler kendilerine İslam’ın temel kaynaklarında şüphe oluşturma imkânı verir arzusuyla Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis, Fıkıh ve Usulü, Kelam ve Mezhepler Tarihi’nde araştırmalar yapmaya başladılar. Yaptıkları araştırmalarda amaçlarını gizlemeye ve kurbanlarına bütün araştırmalarında hak ve hakikat peşinde oldukları zannını vermek için, bazı konularda hakşinas görünmeye gayret ettiler.[27] Ancak onlar avlarını kolayca avlamak için oltasına iştah kabartıcı bir yem takan avcıya benzerler. Oltaya yakalanmak, manevi hayatını koruyacak feyizli şark kaynağından kana kana içmeden önce batı kaynaklarına yönelenlerin akıbetidir.

Bu grup Oryantalistlerin kurbanları hayli kabarıktır. Bu tür çarpıtıcıların en tehlikelisi, ırken Macar, dinen Yahudi, İslam düşmanlığında köklü, bütün hayatı bu yolda gecen Goldziher’dir (ö.1921).[28] O içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşayanlardandır. Onun Kur’an ve Kur’an İlimleri, Hadis ve Usulü, Fıkıh ve Usulü, Kelam ve kelamcıların ekolleriyle ilgili araştırmaları vardır. Amacına göre beğendiği kaynaklardan seçtiği metinlere, uzmanlarına göre taşımadıkları anlamlar yüklemede aşırıya kaçarak ve o kaynakların güven ve müracaat etmedeki derecelerinin farklılığını görmezlikten gelerek, istediği sonucu elde etmede son derece mahir ve sahtekârdır.[29]

Keşke İslam’a büyük düşmanlık besleyen bu Macar’ın kitaplarını kontrol edecek ilmi bir komisyon kurulsaydı, o zaman gözü olan herkes için sabah ortaya çıkar ve bu hilekâr ve kurnaza cevap verme de kolaylaşırdı. Fakat yeterli çalışma yapılmadan bazı Ezherliler marifeti ile bu kitapların tercüme edilmesi ve tam cevaplar verilmeden yayınlanması, İslam düşmanlarından şüphe ortaya atanların şüphelerini, olduğu gibi Dâd Dili/Arapçayı konuşanların dikkatlerine sunmak İslami çevrelere onların şüphelerini ulaştırmada fitnecilere vekâlet etmek anlamına gelir. Bu da –kanaatimizce- İslam’ın yegâne kalesi olan Ezher’in rıza göstermemesi icap eden bir husustur.

Öyleyse, seneler önce Goldziher gibilerinin kitaplarını tercüme etme ve yayınlama hususunda Ezher’in yayınladığı kararın, çekinmeden, tam olarak ve eksiksiz bir bicimde, hakkıyla onlara cevap verme şartına bağlı olması icap eder; yoksa çağa ayak uydurma görüntüsü vermek arzusu ve varlığının asıl gayesine ve kendisine akıtılan ümmetin mallarına bakmaksızın Ezher, görevinin tersini yapmış olur. Vakıa zamana ayak uydurma hastalığı ilkesiz âlimi doğuya küçültücü bir mercek, batıya da büyültücü bir mercekle bakmaya sevk eder; böylece pek çok İslami cemaatin arzusunu nazar-ı itibara almadan, İslam dışı heyetlerden kendisine yapılan davetlere süratle icabet eder.

Temel İslami ilimlerde açık eksikliği giderme ve içerdeki gedikleri yamamaya özen gösterme yerine, batı ve doğu dünyasında hukuk veya dinler alanında yapılan kongrelere heyetler göndermeye koşar. Oryantalistlerin üniversitelerine heyetler gönderir, o diyarlarda İslam’ı yaymak için değil, aksine doğu İslam dünyasına karşı yayılmacı, düşmanlık gibi gizli niyetler besleyen, o üniversitelerin hocalarının elinde İslami ilimlerde derinleşmek için. Bu şekilde çeşitli dinler ve mezheplerle gönül rahatlığıyla kardeş olur. Böylece Ehl-i haktan sapmış mezhepler, fırkalar ve dinlere mensup kimselerden oluşan “dış” yönlendirme ile içeride ve dışarıda oluşan cemaatlere karşı, grupları yakınlaştırma, aralarında sevgi ve kardeşlik tohumları ekme, ihtilaf ve ayrılık noktalarını gündeme getirmeden, kendilerinin ihtilafsız, müşterek, ebedi tek mesajı ve tek dini “Esperanto dini” olsun diye, hepsini toptan dinler arası ortak ilkeler etrafında birleştirme perdesi altında hoşgörülü davranır.

Bununla faka bastırılmak istenilenler Müslümanlardır. Dinlerin birleştirilmesini seslendiren bu cemiyetler, ancak İslam dinine ve İslam fıkhına –bu terk edilmesi gereken bir taassuptur diyerek- sarılma noktasından, doğunun ayağını kaydırmak istiyorlar. Böylece onlar yutmak isteyen batılıların boğazında kolay bir lokma haline gelmiş olurlar. Zira temessükü olmayanın, hamiyeti, izzet-i nefsi, gücü kuvveti ve onuru da olmaz. Kişiliği de rüzgâr önünde yaprak gibi olmuş olur, rüzgâr onu istediği yere savurur. Bu karma din de İslam dini olmaz. Allah “Dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır”,[30] “Şüphesiz Allah nezdinde hak din İslam’dır”[31]ve “Kim kendisine İslam’dan başka din ararsa bu ondan asla kabul edilmeyecektir”[32]buyurmaktadır. O halde bunların davet ettiği Esperanto dini, Allah elçilerinin sonuncusunun –salat ve selam ona ve bütün hepsine olsun- davet ettiği tevhit dininden başka bir dindir. Bunlar cemaatte dini, ahlaki ve siyasi çözülmeyi çabuklaştıran ve –İslam’ın ilk doğuşundan bugüne kadar onurumuzu, şerefimizi, kimliğimizi ve dinimizi koruyan- İslam fıkhının yapısını bozan şeylerdir. Aynı şekilde, canlı ve eşsiz bir izzete sahip bu ümmeti yetiştiren İslam akidesini de gönüllerden yok eder.

Dinler kongresine temsilci üye göndermek en azından –Müslümanlar adına- onlar nezdinde İslam’ın diğer batıl dinlerle eşit olduğunu itiraf anlamını taşır. Bunda hangi kazanç söz konusudur? İslam bu durumu nasıl onaylar? Bir Müslüman, kendi dininin dışında bir dine yaklaşmak adına, İslam’ın bazı hükümlerinden nasıl vazgeçmeyi caiz görür? Bu, Kitap’ın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkar etmekten başka bir şey değildir. Sonra, bir hukuk kongresini kabul etmekle, İslam fıkhının yasama kaynaklarından biri olması şeklinde, meşhur Roma hukuku kategorisine koymanın dışında ne kazanırız? Bu, Avrupa kanunlarının, Mosehem’in(?) Kilise Tarihi adlı kitabından anlaşıldığına göre, genelde İslam fıkhından, özelde komşuluk münasebetiyle özellikle de İmam Mâlik’in fıkhından ne kadar aldığını bilmeyenlerin basit bir gururudur.

Geçen yüzyılın sonlarında Mâliki mezhebinin büyüklerinden Şeyh Mahluf (b. Muhammed) el-Munyâvi (ö.1295/1879),[33] batının, Mâlik’in fıkhından aldıkları şeyler konusunda bir kitap yazdı. Bu kitap, Daru’l-Kutubi’l-Mısriyye, no:1085(değişik ilimler)de bulunmaktadır. Konuyla ilgili yazarların kitaplarından anlaşıldığına göre, bizzat Avrupalılar tarihte bir dönem bizim ilimlerimize muhtaçtılar. Hiçbir gün biz onlara her şeyde, hatta İslam fıkhında ve İslami ilimlerde muhtaç değildik. İslam ülkelerindeki yaptıkları vasıtasıyla düşmanların bu çabaları, ancak içimizde haklı olarak İslam fıkhına karşı taşıdığımız kutsiyet duygusunu yok etmek ve onu idarecilerin arzularına göre değişen beşeri kanunlar kategorisine koymamız içindir. Bu konuda onlara uyduğumuz zaman, vefa ve bağlılığımızın kaynağı olan bu güçlü bağı ellerimizle kesmiş ve bir yasama kargaşasına düşmüş oluruz. Bu, İslam düşmanlarına göre değerli bir hedeftir. Yaptıkları vasıtasıyla içerde zaman zaman İslam fıkhına, birleştirme, yakınlaştırma, onunla önceki kanunlar arasında mukayese yapma, ıslah adıyla onun problemlerini batının süzgeciyle eleme gibi değişik yöntemlerle ona dokunmayı sevimli hale getirmeyi ortaya atıyorlar.

Bütün bunlar, birkaç seneden beri modern Ezher’de tehlikeli işaretlerini gördüğümüz ve zamanında da pek çoğundan bahsettiğimiz şeylerdir. Bu yaklaşımların arka planlarını uzun uzun anlatmaya burası müsait değildir. Ben öyle görüyorum ki, yakında Ezher’in idaresini üstlenecek olan Şeyh/Rektör,[34] eğer İslam’ın ve İslami ilimlerin yegâne kalesinin şeyhi olarak görevini yapmak isterse, bırakılan yükün her yönden son derece ağır olduğunu görecektir. Gidişatı düzeltme, eğitim ve öğretim işlerini ıslah ve Ezher’i yeniden canlandırmada kendisine muvaffakiyetler temenni ediyoruz. Allah Teâlâ, yegâne hidayete ulaştıran ve muvaffak kılandır. Her şey O’nda biter. Son duamız, “Her türlü övgü ve sena âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır; Allah, Efendimiz Muhammed’e, âline ve bütün ashabına salat etsin” şeklindedir.
* Bu makale, M. Zâhid el-Kevserî(1371/1952)’ye ait “Min ‘Iberi’t-Târih”, Kahire 1367/1947, adlı eserin
17-29 sayfalarının çevirisidir. Makalenin başlığı tarafımızdan konulmuştur.
[1] Kevserî, adı geçen eserin önceki bölümlerinde Fâtımîlerin nesebinden ve yaptıklarından, İbn Kemmûne, İbn Meymun ve İbn Melkâ gibi filozofların farklı görüşlerinden bahsetmiştir.

[2] Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lam, Beyrut 1980, III, 92.
[3] Ziriklî, el-‘Alam, II, 116.
[4] Ziriklî, el-A’lam, V, 117. Bu üçünün tarihleri de basılmıştır.
[5] İbn Hıbbân, el-Mecruhîn, Tahk. Mahmud İbrahim Zayid, Beyrut ?, II, 290; Zehebî, el-Kâşif, Tahk. Muhammed Avvâme, 1992, II, 205; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl fi Nakdi’r-Rical, Tahk. Ali Muhammed el-Becâvî, Beyrut ?, III, 662-666; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzîb, Tahk. Muhammed Avvâme, Beyrut 1986, s. 498.
[6] Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl, IV, 214; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 552.
[7] Zehebî, el-Kâşif, II, 219; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, IV, 40; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 506.
[8] Zehebî, el-Kâşif, II, 366; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 591.
[9] Zehebî, el-Kâşif, II, 156; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 468-475; İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib, s. 467.
[10] İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1978, s. 136.
[11] Zehebî, el-Kâşif, I, 411; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 91-92; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 220.
[12] Zehebî, el-Kâşif, II, 42-43; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 138-141; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 403.
[13] Zehebî, el-Kâşif, II, 155; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 467.
[14] Zehebî, el-Kâşif, I, 454; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 192; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 248.
[15] Zehebî, el-Kâşif, II, 166; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 530-531; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 475.
[16] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, IV, 304-305.
[17] Zehebî, el-Kâşif, II, 183; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, III, 589; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 486.
[18] Zehebî, el-Kâşif, I, 476; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 255-256; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s.262.
[19] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 275.
[20] Zehebî, el-Kâşif, II, 427; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II, 118; İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, s. 230. Aksine onu Ebû Hâtim, Ebû Zür’a, İbn Maîn, Nesâî ve başkaları tevsik etmiştir. Onu sika görmeyen sadece Ebu’l-Feth el-Ezdî’dir. O da pek çok kimse tarafından bu görüşünde hatalı bulunmuştur.
[21] Bu olay ve makale için bkz. Kevserî, Makâlât, Matbaatu’l-Envâr, Kahire 1372, s. 455-462. Ayrıca: Şibli, Asr-ı Saadet, trc: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1973, V, 185-188.
[22] Kevserî, “Halid b. el-Velid ve Malik b. Nüveyra’nın Öldürülmesi”, Makâlât, s. 455-456.
[23] Age., I, 73-77.
[24] Ziriklî, el-A’lam, V, 250; el-‘Akîkî, Necib, el-Müsteşrikûn, Kahire 1965, I, 372-373.
[25] Ayrıca bkz. Kevserî, Makâlât, s. 59, 576.
[26] Ziriklî, el-A’lam, III, 38-39; el-‘Akîkî, el-Müsteşrikûn, II, 658-661.
[27] Oryantalistlerin Kur’an ilimlerindeki araştırmalarının maksadı için bkz. Kevserî, Makâlât, s. 17.
[28] Ziriklî, el-‘Alam, I, 84; el-‘Akîkî, el-Müsteşrikûn, III, 906–908.
[29] Ayrıca bkz. Kevserî, Makâlât, s. 57, 576.
[30] Bakara 2/120.
[31] Âl-i İmrân 3/19.
[32] Âl-i İmrân 3/85.
[33] Bu kitap, “el-Mukarenâtü’t-teşrî‘iyye: Tatbîku’l-Kânun el-Medenî ve’l-Cinâi ala Mezhebi’l-İmam Mâlik” adı ve Muhammed Ahmed Sirac ve Ali Cum‘a Muhammed’in tahkikiyle Mısır’da 1999 yılında yayımlanmıştır.

Devamını Oku »