Günah İşleyenin İmanı




Ehl-i Kıble'den hiçbir kimseyi, helal görmediği sürece, günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. İmanlı olmakla beraber günah işleyene, günahının zarar vermeyeceğini de savunmayız.

Ehl-i Kıble olan kimseyi yani bizim kıblemize dönüp namaz kılan hiç kimseyi işlediği bir günah sebebi ile tekfir etmeyiz. "Falan kişi falan günahı işledi, kâfir oldu" demeyiz. Yeter ki işlediği o günahı helal saymasın; "Bunu işlemek helaldir, caizdir" demesin. "Haramdır ama şaştık, düştük" tarzında bir algıya sahipse büyük olsun, küçük olsun herhangi bir günah işledi diye bir kimseyi iman dairesi dışına atmayız.

Atanlar var mı? Daha evvel dile getirilmişti; Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağını söylemişler. Hariciler "dinden çıkar ve kâfir olur" der, Mutezile "dinden çıkar ama kâfir olmaz, fasık olur" der. Yani iman ile küfür arasında bir yerde kalır der. "el-Menzile beyne'l-menzileteyn"de; iman ile küfür arasında bir yerde kalır, dinden çıkar ama küfre girmez, der. Ahiretteki durumu, encamı, akıbeti nedir? Akıbetinde değişen bir şey yok, Haricilere göre de Mutezileye göre de büyük günah işleyen mümin ebedi cehennemliktir. Daha doğrusu mümin değil, mümin vasfını kaybeder ve ebedi cehennemlik olur büyük günah işleyen kimse.

Herhangi bir dini hükümle, herhangi bir dini sembol ile alay eder, dalga geçerse bu, o insanı dinden eder. Bizim fukahamız, ulemamız "Elfaz-ı küfür" yani, "İnsanı küfre düşürebilecek sözler ve haller" başlığı altında müstakil kitaplar yazmışlar. Burada insan ne yaparsa, ne söylerse, hangi konuda nasıl davranırsa imanından olur, tek tek maddeler halinde sıralamışlar. Yani bir adam dini bir sembolle alay ederse; mesela ezan okunurken "Ya bu nedir, günde beş vakit kafamızı şişiriyor" dese Allah korusun kâfir olur. Veya bir Müslümanın kıyafetiyle alay etmek maksadıyla "Bu nedir ya, bu geçmişte kaldı, böyle bir şey olmaz" falan dese -Allah korusun- dinden çıkar. Bu şiardır, semboldür, dine ait bir şeydir. Dolaysıyla dine ait bir şeyi alay konusu yapmak, istihza konusu yapmak kişiyi dinden eder. Akaid metinlerinin sonunda Elfaz-ı Küfür listesi vardır. Onlardan da istifade edilebilir.

"İşlediği günahı helal saymadıkça Ehl-i Kıble olan hiç kimseyi tekfir etmeyiz" dedikten sonra, herhangi bir günahın o günahı işleyen kimseye zarar vermediğini de söylemeyiz. Mutlaka bir zarar verir. Verdiği zarar günahın derecesine göre değişir. Yani büyük günahlardan ise onun kişiye vereceği zarar daha fazladır. "Seyyiat" dediğimiz küçük günahlardansa o alışkanlık halinde getirilip daimi suretle işlememek şartıyla, telafisi öbürlerine göre daha kolaydır. Bir de tabi kul hakkına taalluk eden günahlar var. Onların affedilmesi, silinmesi tövbe istiğfarla birlikte hakkına girilmiş kişiden helallik almaya bağlıdır.

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Beş vakit namaz, aralarında işlenmiş küçük günahlara kefarettir. Cuma namazı, kendisinden önceki cumadan kendisine kadar işlenmiş küçük günahlara keffarettir. İki Ramazan, aralarında işlenmiş günahlara keffarettir."(1) Yani tekrar bir Ramazan-ı Şerif idrak edeceğiz, bir evvelki Ramazan dan bu Ramazan'a kadar işlediğimiz küçük günahlarda o Ramazan-ı Şerif hürmetine bağışlanıyor. Keza Hacc,bütün günahları siliyor; kul hakkı hariç. Dolaysıyla günahların mümine zarar vermemesi meselesi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir.

Günümüzde tövbe, istiğfar ve günahın mümine zarar vermesi bahsi söz konusu olduğunda aklımıza ameli günahlar gelir: işte harama bakmak gibi, kötü söz söylemek gibi, faiz yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, iftira, gıybet, dedikodu vs. bunlar ameli günahlardır. Hemen bunlar aklımıza gelir ama bir şeyi unutuyoruz: İtikadı arızalar ameli arızalardan daha önemlidir. Yani bir kimsenin ameli olarak herhangi bir eksikliği, noksanlığı olmasa ama mesela diyelim ki "Hadisleri tanımıyorum ben, kaynak olarak sadece Kur'an'ı kabul ederim, ötesini tanımam" derse bu insanın imanının göreceği zarar, bu insanın ahiretteki akıbeti diğer amelî noksanlığı olan insanlara göre çok daha büyüktür. Çünkü amellerin makbuliyeti, yani amellerin sıhhati imanın sıhhatine bağlıdır.

Biz bir amel işlediğimizde üç şey olur. Örneğin namaz kıldığımızda;

1.Namaz kılmak borcumuz. Bu borcumuzu ödüyoruz,

2.O namaz vesilesiyle Cenab-ı Hakk bizim günahlarımızı affediyor,

3.Bize bir sevap yazıyor. Dolayısıyla manevi seviyemiz, derecemiz yükseliyor.

Bir kimsenin itikadında arıza olduğu zaman, bid'at bir itikada saplandığı zaman o kişi sadece zimmetindeki bir borcu ödemiş olur, diğer iki husustan mahrum kalır. Yani işlediği o amel için kendisine bir sevap verilmez, o ameli daha önce işlediği küçük günahlara kefaret olmaz, sadece borcunu ödemiş olur. Bu itikâdî arızalar çok önemli. En az amelî arızalar kadar, hatta onlardan daha fazla üzerinde durmak zorundayız. Ameli günahları, ameli arızalan hemen hemen herkes biliyor ama itikâdî arızalar büyük ölçüde gözden kaçar hale geldi. İnsanlar serbest tercihlerde bulunduklarını düşünüyorlar; "Bu Sünnet hakkında şöyle düşünüyorum, ben şu ayetten şunu anlıyorum, Ebu Hureyre de kim oluyor, Sahabe dediğimiz insanlar da iktidar kavgasına düşmüş, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den sonra birbirlerini öldürmüşler, dünyalık kavgasına düşmüşler" vs. Bir şuurlu müminin ağızından çıkmaması gereken, İtikâdî arızalara işaret eden ifadelerdir bunlar.(2)

Dolaysıyla bunlara en az diğerleri kadar dikkat etmek durumundayız. Böyle bir arıza varsa bir an evvel tövbe-istiğfar edip, bağışlanmanın, arınmanın yoluna bakmamız gerek.

(Allah Teâlâ'nın) müminlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine sokacağını umarız. Onlar aleyhinde (Allah'ın (c.c) azabına uğramayacaklarından) emin olamayız, onların kesin Cennet'e gireceğini söylemeyiz. Onların günahkârları için istiğfar ederiz, başlarına gelecek şeylerden korkarız, ümitlerini de kırmayız.

İhsan ehli müminlerin af edileceklerini umarız. Cenab-ı Hakk'ın bunları affedip rahmeti ile Cennet'e sokacağını umarız. Ancak bundan emin olamayız. "Falan kimse kesinlikle cennetliktir" demeyiz. Efendimiz (s.a.v) ve Kur'an-ı Kerim'in cennetlik olduğunu haber verdikleri dışında "bu kişi kesinlikle cennetliktir" demeyiz.

Efendimiz (s.a.v) birçok kişinin cennetlik olduğunu söylemiştir. Aşere-i Mübeşşere bunların başında gelir. Aşere-i Mübeşşere dışında da Efendimiz (s.a.v)'in Cennetlik olduğunu söylediği insanlar vardır. Mesela bir gün bir bedevi gelmiş Efendimize (s.a.v) demiş ki "Ben senin hak peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Ben Müslüman oldum, İslam'a girdim, ne yapmam lazım?" Efendimiz (s.a.v) ona "Beş vakit namaz kılman lazım" demiş. "Fazlasını kılarsan sen bilirsin, ama şart değil. Bir ay Ramazan orucun var, fazlasını tutarsan sen bilirsin, kendi menfaatine ama tutmak zorunda değilsin..." Böyle İslam'ın şartlarını saymış, adama tebliğ etmiş. Adam demiş ki "Ben beş vakit namazı kılarım üstüne de bir vakit daha kılmam, senede bir ay oruç diyorsun onu tutarım, bir gün fazla tutmam." Böyle -tabiri caizse- pazarlığını yapmış, sonra da kalkmış gitmiş. Efendimiz (s.a.v), orada oturan Sahabe-i Kiram'a demiş ki: "Cennetlik birini görmek isteyen bu adama baksın''(3) Şimdi bu adam da Cennetlik. Dediklerini yapacak ve Cennet'e gidecek ama adını bilmiyoruz, böyle vakalar çoktur.

Cennetle müjdelendiği, Cennet'i hak ettiği, belki Cennet'e gireceği haber verilen insanlar dışında hiç kimsenin cennetlik olduğunu söylemeyiz. "İnşallah cennetliktir" deriz ama falan adam kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Onların günahları için bağışlanma dileriz, istiğfar ederiz. Azap görmelerinden de endişe ederiz. Ama ümit de kesmeyiz, yani kesinlikle cehennemlik olduğunu da söylemeyiz. Bir kimse için ameli ne kadar düzgün olursa olsun, ne kadar ehl-i tarik, ehl-i vera, ehl-i zühd, olursa olsun bu kişi de kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Bu Akaid metni çok açık. Biz bu ifadeleri, başka herhangi bir Ehl-i Sünnet akaid metninde de görebiliriz. Günahlarımızdan dolayı ümitsizliğe düşmeyiz, "benim işim bitti ben de cehennemlik oldum" demeyiz yahut "ben artık paçayı kurtardım, köprüyü geçtim, ben artık cennetliğim" de demeyiz. Korku ile ümit arasında (havf ile recâ) bir denge noktası var ki onu tutturmamız isteniyor bizden. Yani ümidimizi kaybetmeyeceğiz ama emin de olmayacağız. Kendimizi garantide görmeyeceğiz ama umutsuzluğa da düşmeyeceğiz.Günümüzde pek çok çevrede "Falan adam kesin cennetliktir" diye bir algı var. Bir insana böyle bakıldığı zaman onun ağızından çıkan her söz vahiy gibi bağlayıcı telakki ediliyor. Bu adam hata yapmaz, yanılmaz, kusur işlemez, sürçmez diye inanılıyor. Adamın her amelinde, her sözünde, her davranışında binbir hikmet aranıyor. Bu da zamanla kitleleri yanılgıya sürüklüyor, felakete, helâka sürüklüyor.

Evet, cemaatlerde bir itaat, bir hiyerarşi vardır. "En aşağıdaki adam en yukarıdaki adamı diline pelesenk etsin, hakkında istediği gibi ileri geri konuşsun" demiyoruz. Ama sorgulanamaz olduğu şeklindeki bir inancının yerleşmesine de müsaade etmemek lazım. Yani her yapı kendi içinde bir öz denetim, bir iç muhasebe, bir öz eleştiri mekanizması kurmalıdır. O mekanizma Kur'an adına, itikat adına gidişatı, kararları, adımları tenkid etmeli, gözden geçirmeli, ona göre adım atılmalı. Yoksa İslam adına yapılan acaib-garaib durumlar ortaya çıkıyor ve öyle bir çarpılma hali, öyle bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bir hedefe varmak için Müslüman kitlelere dinin muhkemleri çiğnetiliyor! İşte bu baştaki adamın sorgulanamaz olduğundan kaynaklanıyor. Birisi de çıkıp demiyor ki "Hocam Allah bunları haram kılmış, bunlar muhkem hüküm. Biz onları neye istinaden işleyeceğiz? Hangi gerekçeyle, "maksat" için meşru bir muhkem emri çiğneyeceğiz? Burada varacağımız yer nasıl meşruyiet olabilir?"

Dolaysıyla hiç kimse "lâ yüs'el"dir, sorgulanamazdır demeyeceğiz, işin mekanizmasını kuracağız. Yani Efendimiz (s.a.v)'den sonra Sahabe-i Kiram'ın ortaya koyduğu düzene bakın: Peygamber'i terk- i dünya etmiş bir toplumun kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiği, nasıl durabileceği tecrübesi ortada. Bunu son derece çarpıcı ve canlı bir biçimde görüyoruz. Orada Efendimiz (s.a.v)'in yetiştirdiği dirayet ehli sahabelerin olaylara nasıl vaziyet ettiğini, gerektiğinde nasıl tavır koyduğunu görüyoruz. İşte bu tarz kadroların yetişmesi, din-i mubin in toplum hayatına girmesi, ete kemiğe bürünmesi, ideal mümin ve ümmetin inşası yolunda canlı bir mekanizma olarak çalışması gerekiyor. Yoksa bir adamın eliyle, bir liderin inisiyatifiyle bu işler yürümez. Mutlak surette "Şûra"ya, ortak akla, ortak iradeye ve en önemlisi dini kaynaklarını bilen, dini ilimlere vakıf, dirayet ehli insanların oluşturduğu şûra kadrosuna ihtiyaç var. Yoksa "lâ yüs'el" liderlerin arkasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulup gitmeye devam ederiz. Allah akıbetimizi hayr etsin.

Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i Kıble için doğru olan yol bu ikisi arasındadır.

Ümitsizlik, kendini garanti görmek insanı dinden, Millet-i İslam'dan çıkarır. Korku ile ümit arasındaki o dengeyi tutturacağız. Ehl-i kıble için hak yol, bu ikisinin ortasıdır. Ye's de yok, ümitsizlik de yok, emin olmak da yok. Günahlarımız için endişe duyacağız ama imanımıza da güvenip, "imanımız bizi kesin Cennet'e götürür" demeyeceğiz. "Günahlarımız bizi kesinlikle Cehennem'e götürür" de demeyeceğiz. Korkacağız ve umacağız; bu ikisi arasındaki dengeyi tutturacağız.

Kul, imana sokan hususları inkâr etmedikçe imandan çıkmaz.

Kendisini bu dairenin içine sokan hususları bilerek, isteyerek inkâr etmedikçe kul iman dairesinden çıkmaz. Biz neleri kabul ederek, kalben tasdik, dil ile ikrar ederek iman dairesine girdiysek bu daireden geri çıkışımız da ancak onlardan birini inkâr etmekle olur. İmamlarımız bunu bize bu şekilde anlatıyor.

Dipnotlar:

(1)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XII, 30.

(2)-Bu konuda geniş bilgi için bkz' e,-Münâvî' Feydu'l-Kadîr, I, 72; Abdülganî en-Nâblusî,el-Hadîkatu n-Nedıyye, 1,132 vd.

(3)- el-Buhari, "Kitâbü'z-Zekât", 1; el-Müsllm, "Kltâbü'l-lmân", 4.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:204-210
Devamını Oku »

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Soru:

Elfaz-ı küfr bahsi ile ilgili olarak çeşitli kaynakları tetkik ettim. Bazı kitaplarda uzun listeler veriliyor. Verilen misaller arasında günümüzde halkın diline yerleşmiş ve hiç düşünmeden kullanılan bir takım cümleler de var. Hatta beş vakit namazlı, mütedeyyin insanlardan dahi bu tarz sözler sadır olabiliyor. (Meselâ; “yüzünü gören cennetlik” demek, “yürü Allah yürü, git Allah git” vs. demek “bu adam Allahlık” demek, “yukarıda Allah var” demek gibi.)

Gerçekten böylesine ciddi sonuçlar doğuran; insanı küfre düşüren, nikâhını bozan, amelini iptal eden bir fiil, düşünmeden söylenen bir kelime ya da cümleyle gerçekleşmiş olur mu?

“Bu tür sözleri bilmeden kullanmak da aynı sonucu doğurur, çünkü bilmemek mazeret değildir” deniyor. (Ehl-i Sünnet Akâidi, M.Zahid Kotku) Gerçekten öyle mi?

Ben şahsen belki bilmeden yanlış bir söz sarf etmiş olabilirim diye her gün tecdid-i iman dualarını (Allahümme inni üridü en üceddidel imane ven nikaha tecdiden bi kavli La ilahe illallah Muhammedurrasulullah) okuyorum. Ama nikâh için ne yapılabilir, bilmiyorum. Bu duayı okumakla nikâh da tazelenmiş olur mu?

Bu konuda Millî Gazete yazarı Mevlüt Özcan Hocanın dört ciltlik (beşinci cildi de çıkmış olabilir) “Sorumsuzca Söylenen Sözler” kitabı var. Mümkün olduğunca çok örnek görmek açısından bu tür kitapları okumak faydalı mıdır?

Cevap:

Önce “elfaz-ı küfür” meselesinin bu derece önemsenmesinin arka planıyla ilgili bazı temel tesbitler yapalım.

Sadece İslâm’la ilişkisi “inkâr” üzerinde şekillenmiş kimi çevrelerden değil, “Müslüman” olduğunu söyleyen bir kısım kimselerden de zaman zaman bu konuda istismara varan eleştiriler sadır olduğunu biliyoruz. Bu eleştirilerin gerekçesini şöyle özetleyebiliriz: İnsanların iç dünyasıyla ilgili olması gereken bir alanda “şu sözü söylersen kâfir olursun” tarzında sınırlamalar, ulema sınıfının insanların inançlarına ipotek koyma gayretlerinin sonucudur. Din’in bu türlü şeklî/biçimsel göstergelerden çok, vicdânî/kalbî bir bağlılık, samimi bir inanç olması gerekir…

Bu gerekçe bir bakış açısına göre ilk anda doğru görünebilir; insanı küfre götürücü sözlerin listesinin verilmesi, çetelesinin tutulması, Din’in şekle/biçime kurban edilmesi olarak algılanabilir. Ancak meseleye asıl bakılması gereken zaviyeden baktığımızda meselenin veçhesi değişmektedir. Şöyle ki;

“Mü’min olma hali”, salt “vicdânî bir kabulleniş”in ifadesi değildir. Onun, insanın kişiliğini inşa edici bir boyutu da olmalıdır ki, böylece bireyden başlayarak çevre ve toplum da mü’min olabilsin. Düşünme ve algılama biçiminden davranışlara, yani kalp ve beyinden, zahirî organlardan sadır olan fiillere kadar insanla ilgili ne varsa hepsinin mü’min olmasından bahsediyoruz.

Bunları “zahir-batın” şeklinde kategorize etmek doğruysa, batını yeterince mü’min olmamış bir kimseden sadır olan fiillerin de fillere aksetmemiş soyut kabul/redlerin de birer “arıza” durumunu işaret ettiğini söylemek durumundayız.

“Mü’min olma hali”nin kemal seviyesindeki tezahürü, “öz”le “söz”ün, imanla amelin, zahirle batının birbirini bütünlemesi, tasdik etmesi ve beslemesi ile mümkündür. “En büyük ve temel değer” iman olduğuna göre, onun muhafazası ve kemale doğru yükseltilmesi de en büyük ve temel hassasiyet olmalıdır.

Bir kimseden, bunun hilafına sadır olan herhangi bir söz veya eylem, sadece hassasiyet azlığını değil, imandaki önemli bir zaafı da işaret ettiği için ulema, bu noktaya önemle dikkat çekmiş, hatta bununla da yetinmeyerek halk arasında yaygın olarak kullandığı görülen bazı “kalıp ifadeler”i zikrederek “iman muhafazası” hassasiyetinin teminine çalışmıştır.

Avam farkında olmasa da, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan her bir sözün mefhum ve/veya mantukunda sahih iman için tehlike arz eden bir arka plan mevcuttur. Kelam kitaplarında “bid’at fırkalar”ın görüşleri tartışılırken söz konusu listede yer alan sözlerin birçoğunun ne türlü sakıncalara yol açtığını gösteren izahat bulunduğuna dikkat edilmelidir. Güncellenmiş bir İlm-i Kelâm’dan mahrum bulunmasaydık, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan maddelerin her biri tafsil edildiğinde ne türlü imanî tehlikelerin söz konusu olduğunu -en azından ulemanın zikrettiklerinin dışında kalan maddeler için- görebilirdik. Bu konudaki eksikliği kapatmak için soruda adı verilen türden kitaplardan incelenmesinde elbette fayda var.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: “Elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan hususlardan herhangi birini inkâr, tahfif (hafife alma) veya benzeri bir kasıt olmaksızın ve itikadî olarak neye müncer olacağını düşünmeksizin/bilmeksizin telaffuz eden bir kimseyi hemen tekfir edip bütün amellerini ve nikâhını boşa çıkarmak doğru değildir. “Tekfir”den önce, insanları bu konuda bilinçlendirmek ve meselenin hassasiyetini vurgulamak gerekir.

“Bilgiye ulaşma”nın değil, ama “doğru bilgiye ulaşma”nın hayli zor olduğu, hatta bizatihi doğruyu yanlıştan ayıracak kriterlerin tartışma konusu yapıldığı günümüzde, “tekfir”den önce “tebliğ” üzerinde durulmalıdır.

Ebubekir Sifil - OCAK 6, 2005

Devamını Oku »

Günah İşleyenin İmanı



Ehl-i Kıble'den hiçbir kimseyi, helal görmediği sürece, günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. İmanlı olmakla beraber günah işleyene, günahının zarar vermeyeceğini de savunmayız.

Ehl-i Kıble olan kimseyi yani bizim kıblemize dönüp namaz kılan hiç kimseyi işlediği bir günah sebebi ile tekfir etmeyiz. "Falan kişi falan günahı işledi, kâfir oldu" demeyiz. Yeter ki işlediği o günahı helal saymasın; "Bunu işlemek helaldir, caizdir" demesin. "Haramdır ama şaştık, düştük" tarzında bir algıya sahipse büyük olsun, küçük olsun herhangi bir günah işledi diye bir kimseyi iman dairesi dışına atmayız.

Atanlar var mı? Daha evvel dile getirilmişti; Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağını söylemişler. Hariciler "dinden çıkar ve kâfir olur" der, Mutezile "dinden çıkar ama kâfir olmaz, fasık olur" der. Yani iman ile küfür arasında bir yerde kalır der. "el-Menzile beyne'l-menzileteyn"de; iman ile küfür arasında bir yerde kalır, dinden çıkar ama küfre girmez, der. Ahiretteki durumu, encamı, akıbeti nedir? Akıbetinde değişen bir şey yok, Haricilere göre de Mutezileye göre de büyük günah işleyen mümin ebedi cehennemliktir. Daha doğrusu mümin değil, mümin vasfını kaybeder ve ebedi cehennemlik olur büyük günah işleyen kimse.

Herhangi bir dini hükümle, herhangi bir dini sembol ile alay eder, dalga geçerse bu, o insanı dinden eder. Bizim fukahamız, ulemamız "Elfaz-ı küfür" yani, "İnsanı küfre düşürebilecek sözler ve haller" başlığı altında müstakil kitaplar yazmışlar. Burada insan ne yaparsa, ne söylerse, hangi konuda nasıl davranırsa imanından olur, tek tek maddeler halinde sıralamışlar. Yani bir adam dini bir sembolle alay ederse; mesela ezan okunurken "Ya bu nedir, günde beş vakit kafamızı şişiriyor" dese Allah korusun kâfir olur. Veya bir Müslümanın kıyafetiyle alay etmek maksadıyla "Bu nedir ya, bu geçmişte kaldı, böyle bir şey olmaz" falan dese -Allah korusun- dinden çıkar. Bu şiardır, semboldür, dine ait bir şeydir. Dolaysıyla dine ait bir şeyi alay konusu yapmak, istihza konusu yapmak kişiyi dinden eder. Akaid metinlerinin sonunda Elfaz-ı Küfür listesi vardır. Onlardan da istifade edilebilir.

"İşlediği günahı helal saymadıkça Ehl-i Kıble olan hiç kimseyi tekfir etmeyiz" dedikten sonra, herhangi bir günahın o günahı işleyen kimseye zarar vermediğini de söylemeyiz. Mutlaka bir zarar verir. Verdiği zarar günahın derecesine göre değişir. Yani büyük günahlardan ise onun kişiye vereceği zarar daha fazladır. "Seyyiat" dediğimiz küçük günahlardansa o alışkanlık halinde getirilip daimi suretle işlememek şartıyla, telafisi öbürlerine göre daha kolaydır. Bir de tabi kul hakkına taalluk eden günahlar var. Onların affedilmesi, silinmesi tövbe istiğfarla birlikte hakkına girilmiş kişiden helallik almaya bağlıdır.

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: "Beş vakit namaz, aralarında işlenmiş küçük günahlara kefarettir. Cuma namazı, kendisinden önceki cumadan kendisine kadar işlenmiş küçük günahlara keffarettir. İki Ramazan, aralarında işlenmiş günahlara keffarettir."(1) Yani tekrar bir Ramazan-ı Şerif idrak edeceğiz, bir evvelki Ramazan dan bu Ramazan'a kadar işlediğimiz küçük günahlarda o Ramazan-ı Şerif hürmetine bağışlanıyor. Keza Hacc,bütün günahları siliyor; kul hakkı hariç. Dolaysıyla günahların mümine zarar vermemesi meselesi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir meseledir.

Günümüzde tövbe, istiğfar ve günahın mümine zarar vermesi bahsi söz konusu olduğunda aklımıza ameli günahlar gelir: işte harama bakmak gibi, kötü söz söylemek gibi, faiz yemek, içki içmek, kumar oynamak, yalan söylemek, iftira, gıybet, dedikodu vs. bunlar ameli günahlardır. Hemen bunlar aklımıza gelir ama bir şeyi unutuyoruz: İtikadı arızalar ameli arızalardan daha önemlidir. Yani bir kimsenin ameli olarak herhangi bir eksikliği, noksanlığı olmasa ama mesela diyelim ki "Hadisleri tanımıyorum ben, kaynak olarak sadece Kur'an'ı kabul ederim, ötesini tanımam" derse bu insanın imanının göreceği zarar, bu insanın ahiretteki akıbeti diğer amelî noksanlığı olan insanlara göre çok daha büyüktür. Çünkü amellerin makbuliyeti, yani amellerin sıhhati imanın sıhhatine bağlıdır.

Biz bir amel işlediğimizde üç şey olur. Örneğin namaz kıldığımızda;

1.Namaz kılmak borcumuz. Bu borcumuzu ödüyoruz,

2.O namaz vesilesiyle Cenab-ı Hakk bizim günahlarımızı affediyor,

3.Bize bir sevap yazıyor. Dolayısıyla manevi seviyemiz, derecemiz yükseliyor.

Bir kimsenin itikadında arıza olduğu zaman, bid'at bir itikada saplandığı zaman o kişi sadece zimmetindeki bir borcu ödemiş olur, diğer iki husustan mahrum kalır. Yani işlediği o amel için kendisine bir sevap verilmez, o ameli daha önce işlediği küçük günahlara kefaret olmaz, sadece borcunu ödemiş olur. Bu itikâdî arızalar çok önemli. En az amelî arızalar kadar, hatta onlardan daha fazla üzerinde durmak zorundayız. Ameli günahları, ameli arızalan hemen hemen herkes biliyor ama itikâdî arızalar büyük ölçüde gözden kaçar hale geldi. İnsanlar serbest tercihlerde bulunduklarını düşünüyorlar; "Bu Sünnet hakkında şöyle düşünüyorum, ben şu ayetten şunu anlıyorum, Ebu Hureyre de kim oluyor, Sahabe dediğimiz insanlar da iktidar kavgasına düşmüş, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'den sonra birbirlerini öldürmüşler, dünyalık kavgasına düşmüşler" vs. Bir şuurlu müminin ağızından çıkmaması gereken, İtikâdî arızalara işaret eden ifadelerdir bunlar.(2)

Dolaysıyla bunlara en az diğerleri kadar dikkat etmek durumundayız. Böyle bir arıza varsa bir an evvel tövbe-istiğfar edip, bağışlanmanın, arınmanın yoluna bakmamız gerek.

(Allah Teâlâ'nın) müminlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine sokacağını umarız. Onlar aleyhinde (Allah'ın (c.c) azabına uğramayacaklarından) emin olamayız, onların kesin Cennet'e gireceğini söylemeyiz. Onların günahkârları için istiğfar ederiz, başlarına gelecek şeylerden korkarız, ümitlerini de kırmayız.

İhsan ehli müminlerin af edileceklerini umarız. Cenab-ı Hakk'ın bunları affedip rahmeti ile Cennet'e sokacağını umarız. Ancak bundan emin olamayız. "Falan kimse kesinlikle cennetliktir" demeyiz. Efendimiz (s.a.v) ve Kur'an-ı Kerim'in cennetlik olduğunu haber verdikleri dışında "bu kişi kesinlikle cennetliktir" demeyiz.

Efendimiz (s.a.v) birçok kişinin cennetlik olduğunu söylemiştir. Aşere-i Mübeşşere bunların başında gelir. Aşere-i Mübeşşere dışında da Efendimiz (s.a.v)'in Cennetlik olduğunu söylediği insanlar vardır. Mesela bir gün bir bedevi gelmiş Efendimize (s.a.v) demiş ki "Ben senin hak peygamber olduğuna inandım, iman ettim. Ben Müslüman oldum, İslam'a girdim, ne yapmam lazım?" Efendimiz (s.a.v) ona "Beş vakit namaz kılman lazım" demiş. "Fazlasını kılarsan sen bilirsin, ama şart değil. Bir ay Ramazan orucun var, fazlasını tutarsan sen bilirsin, kendi menfaatine ama tutmak zorunda değilsin..." Böyle İslam'ın şartlarını saymış, adama tebliğ etmiş. Adam demiş ki "Ben beş vakit namazı kılarım üstüne de bir vakit daha kılmam, senede bir ay oruç diyorsun onu tutarım, bir gün fazla tutmam." Böyle -tabiri caizse- pazarlığını yapmış, sonra da kalkmış gitmiş. Efendimiz (s.a.v), orada oturan Sahabe-i Kiram'a demiş ki: "Cennetlik birini görmek isteyen bu adama baksın''(3) Şimdi bu adam da Cennetlik. Dediklerini yapacak ve Cennet'e gidecek ama adını bilmiyoruz, böyle vakalar çoktur.

Cennetle müjdelendiği, Cennet'i hak ettiği, belki Cennet'e gireceği haber verilen insanlar dışında hiç kimsenin cennetlik olduğunu söylemeyiz. "İnşallah cennetliktir" deriz ama falan adam kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Onların günahları için bağışlanma dileriz, istiğfar ederiz. Azap görmelerinden de endişe ederiz. Ama ümit de kesmeyiz, yani kesinlikle cehennemlik olduğunu da söylemeyiz. Bir kimse için ameli ne kadar düzgün olursa olsun, ne kadar ehl-i tarik, ehl-i vera, ehl-i zühd, olursa olsun bu kişi de kesinlikle cennetliktir demeyiz.

Bu Akaid metni çok açık. Biz bu ifadeleri, başka herhangi bir Ehl-i Sünnet akaid metninde de görebiliriz. Günahlarımızdan dolayı ümitsizliğe düşmeyiz, "benim işim bitti ben de cehennemlik oldum" demeyiz yahut "ben artık paçayı kurtardım, köprüyü geçtim, ben artık cennetliğim" de demeyiz. Korku ile ümit arasında (havf ile recâ) bir denge noktası var ki onu tutturmamız isteniyor bizden. Yani ümidimizi kaybetmeyeceğiz ama emin de olmayacağız. Kendimizi garantide görmeyeceğiz ama umutsuzluğa da düşmeyeceğiz.Günümüzde pek çok çevrede "Falan adam kesin cennetliktir" diye bir algı var. Bir insana böyle bakıldığı zaman onun ağızından çıkan her söz vahiy gibi bağlayıcı telakki ediliyor. Bu adam hata yapmaz, yanılmaz, kusur işlemez, sürçmez diye inanılıyor. Adamın her amelinde, her sözünde, her davranışında binbir hikmet aranıyor. Bu da zamanla kitleleri yanılgıya sürüklüyor, felakete, helâka sürüklüyor.

Evet, cemaatlerde bir itaat, bir hiyerarşi vardır. "En aşağıdaki adam en yukarıdaki adamı diline pelesenk etsin, hakkında istediği gibi ileri geri konuşsun" demiyoruz. Ama sorgulanamaz olduğu şeklindeki bir inancının yerleşmesine de müsaade etmemek lazım. Yani her yapı kendi içinde bir öz denetim, bir iç muhasebe, bir öz eleştiri mekanizması kurmalıdır. O mekanizma Kur'an adına, itikat adına gidişatı, kararları, adımları tenkid etmeli, gözden geçirmeli, ona göre adım atılmalı. Yoksa İslam adına yapılan acaib-garaib durumlar ortaya çıkıyor ve öyle bir çarpılma hali, öyle bir akıl tutulması yaşanıyor ki, bir hedefe varmak için Müslüman kitlelere dinin muhkemleri çiğnetiliyor! İşte bu baştaki adamın sorgulanamaz olduğundan kaynaklanıyor. Birisi de çıkıp demiyor ki "Hocam Allah bunları haram kılmış, bunlar muhkem hüküm. Biz onları neye istinaden işleyeceğiz? Hangi gerekçeyle, "maksat" için meşru bir muhkem emri çiğneyeceğiz? Burada varacağımız yer nasıl meşruyiet olabilir?"

Dolaysıyla hiç kimse "lâ yüs'el"dir, sorgulanamazdır demeyeceğiz, işin mekanizmasını kuracağız. Yani Efendimiz (s.a.v)'den sonra Sahabe-i Kiram'ın ortaya koyduğu düzene bakın: Peygamber'i terk- i dünya etmiş bir toplumun kendi ayakları üzerinde nasıl durması gerektiği, nasıl durabileceği tecrübesi ortada. Bunu son derece çarpıcı ve canlı bir biçimde görüyoruz. Orada Efendimiz (s.a.v)'in yetiştirdiği dirayet ehli sahabelerin olaylara nasıl vaziyet ettiğini, gerektiğinde nasıl tavır koyduğunu görüyoruz. İşte bu tarz kadroların yetişmesi, din-i mubin in toplum hayatına girmesi, ete kemiğe bürünmesi, ideal mümin ve ümmetin inşası yolunda canlı bir mekanizma olarak çalışması gerekiyor. Yoksa bir adamın eliyle, bir liderin inisiyatifiyle bu işler yürümez. Mutlak surette "Şûra"ya, ortak akla, ortak iradeye ve en önemlisi dini kaynaklarını bilen, dini ilimlere vakıf, dirayet ehli insanların oluşturduğu şûra kadrosuna ihtiyaç var. Yoksa "lâ yüs'el" liderlerin arkasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulup gitmeye devam ederiz. Allah akıbetimizi hayr etsin.

Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i Kıble için doğru olan yol bu ikisi arasındadır.

Ümitsizlik, kendini garanti görmek insanı dinden, Millet-i İslam'dan çıkarır. Korku ile ümit arasındaki o dengeyi tutturacağız. Ehl-i kıble için hak yol, bu ikisinin ortasıdır. Ye's de yok, ümitsizlik de yok, emin olmak da yok. Günahlarımız için endişe duyacağız ama imanımıza da güvenip, "imanımız bizi kesin Cennet'e götürür" demeyeceğiz. "Günahlarımız bizi kesinlikle Cehennem'e götürür" de demeyeceğiz. Korkacağız ve umacağız; bu ikisi arasındaki dengeyi tutturacağız.

Kul, imana sokan hususları inkâr etmedikçe imandan çıkmaz.

Kendisini bu dairenin içine sokan hususları bilerek, isteyerek inkâr etmedikçe kul iman dairesinden çıkmaz. Biz neleri kabul ederek, kalben tasdik, dil ile ikrar ederek iman dairesine girdiysek bu daireden geri çıkışımız da ancak onlardan birini inkâr etmekle olur. İmamlarımız bunu bize bu şekilde anlatıyor.

Dipnotlar:

(1)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, XII, 30.

(2)-Bu konuda geniş bilgi için bkz' e,-Münâvî' Feydu'l-Kadîr, I, 72; Abdülganî en-Nâblusî,el-Hadîkatu n-Nedıyye, 1,132 vd.

(3)- el-Buhari, "Kitâbü'z-Zekât", 1; el-Müsllm, "Kltâbü'l-lmân", 4.

Ebubekir Sifil-Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi,syf:204-210
Devamını Oku »

Tekfir Meselesi



Bir kişi, Allah yerde mi gökte mi bilmiyorum, derse, Hanefîler’e göre dinden çıkar. Çünkü Allah’a mekan isnad etmiş olur. Keza Arş için de öyledir, yani Allah Arş’ta mı yoksa başka bir yerde mi bilmiyorum, derse de böyledir. Kişi, Lokman yahut da Zülkarneyn peygamber midir yoksa değil midir, bilmiyorum, derse dinden çıkmaz» Çünkü bunların nebi olup olmadıkları konusunda nas varid olmamıştır. Yalnız bu, Hz.Musa ve İsa’nın peygamber olup olmadıklarını bilmiyorum, diyen için böyle değildir»

Böyle diyen şahıs dinden çıkar. Çünkü her ikisi de haklarında meşhur nas bulunan peygamberlerdir. Bizim burada nassı, meşhur nas, diye kayıtlamamızın sebebi insanların çoğu için gizli sayılabilecek naslarla sabit bulunanları hariç tutmak içindir. Çünkü bu tip naslarla sabit olanları bilmeyenler mazurdurlar. Ertesi gün küfretmeye niyet eden kişi o anda dinden çıkar. Çünkü bu durum kendisinin dininde mütereddid olduğunun, yüzde yüz kesin inanç içinde bulunmadığının delilidir.

Bizim âlimlerimize göre bu şuna benzer. Bir kişi namazda iken niyeti kesmeye azmetmesi de öyledir. Mesela birinci rek’atta iken kesinlikle böyle karar vermesi muhaldir. Kişi, inanmadan ama kendi irâdesi ile küfür kelimelerini söylerse dinden çıkar. Bunları sarhoş iken söylerse dinden çıkmaz. Mushafı pislik içine atmakla kişi, kalben böyle inanmasa da, dinden çıkar.

Yezid’e lanet okumak caiz değildir. Çünkü o mağfiret olunması mümkün olan bir günahkârdır. Onun günahları mağfiret olunmasa da ona şovenler günahkardırlar. Çünkü o bir müslümandır. Günahları yüzünden cezalandırılsa bile ergeç gideceği yer cennettir. Çünkü hiçbir günahkar (fâsık) bizim prensiplerimize göre, cehennemde ebedî kalmayacaktır. Cehennemde ebedîlik kâfirler içindir.

M.Said Yeprem - İmam Maturidi'nin Akaid Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Muhammed B. Abdilvehhâb ve Tekfir



İnsanımızın kendine yabancılaştırıldığı modern dönemde, kendi değerlerinin uzağına savrulmuş genç neslin bir kesimi can simidi olarak Vehhâbî akidesine sığınıyor. Kendisine okunan bir-iki ayet, bir-iki hadis ve sözüm ona Selef'ten nakledilen bir-iki anekdot, asırlar boyu en temel varlık alanını oluşturmuş bulunan Ehl-i Sünnet akidesini terk edip Vehhâbî ideolojisine kayması için fazlasıyla yeterli oluyor.

Oysa kendisine okunan ayetlerin delalet, hadislerinse hem sübut hem delalet yönünden arz ettiği durum kendisine belletildiğinin aksini ifade ediyor. Meselenin bu boyutu uzun izahat istediği ve bu yazıda bir başka noktayı ele almak niyetinde olduğum için oraya girmeyeceğim.

Bu ülkeye tekfirci zihniyet Suud ideolojisi üzerinden girdi. Oraya "ilim öğrenmek" için giden/gönderilen gençler, oradan "akide" öğrenip döndüler. Biz medreselerin köküne kibrit suyu döktüğümüz için "dini başka ülkelerden öğrenme" gibi bir garabet çıkmıştı ortaya çünkü.

Gençlerimiz oralara gittiler. Aldıkları eğitimle kafaları yeniden formatlandı; memleketlerine döndüklerinde artık onlar birer "davetçi" idi! Asırların birikimi üzerinde oturduğu halde bilinçli olarak cahil bırakılmış insanımıza yönelik "davet"lerinin ilk adımı şu oluyordu genellikle: "Siz aslında müşriksiniz. Tevhid'i bilmiyorsunuz. Biz şimdi size nasıl mü'min olacağınızı öğreteceğiz."

Mekke müşrikleriyle kurulan paralellikler, onlar hakkında inmiş ayetlerin Müslümanlara yönelik birer silah olarak devreye sokulmasını da beraberinde getirdi. "Tevhid'i anlamak için önce müşrik olduğunuzu kabul etmelisiniz" demeye getiriyorlardı.

İşin enteresan kısmı: Bunu yaparken, kendilerine öğretilen ideolojinin müessisi Muhammed B. Abdilvehhâb'ın gerçek yüzü, fikirlerinin hakikati konusunda genellikle dürüst davranmadılar. Onun aslında "tekfirci" olmadığını ispat sadedinde bilerek ya da bilmeyerek yapmadıkları tevil kalmadı.

Oysa gerek kendi eserleri, gerek ed-Düreru's-Seniyye isimli derleme, gerekse İbn Beşîr ve İbn Ğannâm gibi o ideolojiye mensup tarihçilerin yazdıkları elimizde. Bütün bu eserler gerçeği bütün çıplaklığıyla haykırıyorken Muhammed B. Abdilvehhâb'ın Ümmet'i tekfir etmediğini nasıl söyleyebiliyorlar, hayret etmemek elde değil.

Şu ifadeler bizzat Muhammed B. Abdilvehhâb'ın kaleminden: "Size kendimden haber veriyorum.

Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına yemin ederek diyorum ki, ilim öğrenmek için yola çıktım; beni tanıyanlar bilgili olduğumu sanıyorlardı. Oysa Allah'ın lütfettiği bu hayırdan1 önce ben Lâ ilâhe illallâh'ın manasını da bilmiyordum; İslam Dini'ni de. Hocalarım da aynı şekilde. Onlar arasında bunu bilen hiç kimse yoktu. Dünyadaki alimlerden, bu vakitten önce Lâ ilâhe illallâh'ın manasını ve İslam Dini'ni bildiğini iddia eden kimse yalan söylemiş, iiftira etmiştir! İnsanları aldatmıştır…"2

"Bilgi sahibi olan herkesin şu ikrarından haberdar oldunuz: İnsanlara beyan ettiğimiz Tevhid, Allah'ın, peygamberlerini tebliği için gönderdiği dindir. İnsanların çoğunluğunun inandığı itikatlar, Allah Teala'nın, "Kim Allah'a şirk koşarsa (bilsin ki) Allah cenneti ona haram kılmıştır. Onun varacağı yer ateştir"(5/el-Mâide, 72) ayetinde zikrettiği şirktir.

"Mekke'de, Medine'de, Mısır'da, Şam'da ve diğer yerlerde şu ana kadar işlendiğini bu kitapta zikrettiğimiz şeyler, kişinin kanını mübah kılan ve cehennemde ebedî olarak kalmayı gerektiren şirktir. Her kim bu dine girmez, onunla amel etmez, bu dinin dostlarına dostluk, düşmanlarına düşmanlık göstermezse, o kimse Allah'ı ve ahiret gününü inkâr eden kâfirdir. Müslümanların imamına ve Müslümanlara, böyle kimselerle cihad etmek ve onları öldürmek vaciptir. Ta ki tevbe edene kadar."3

Bu sarih ifadeler Muhammed B. Abdilvehhâb ideolojisinin "tekfirci" olup olmadığını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Verilebilecek yüzlerce örnekten sadece birkaçı bunlar. Arzu edenler için daha fazlasını da ortaya koyabilirim.esini göstererek.

Ebubekir Sifil, Vahdet Gazetesi

1 "Tevhid inancı" adına binlerce insanı tekfir edip kanını akıttığı ideolojiyi kast ediyor.

2 ed-Düreru's-Seniyye, XIII, 48.

3 ed-Düreru's-Seniyye, I, 65-6.
Devamını Oku »

Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »