Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?

 Namaz Kılıp da Büyük Günah İşleyen Mümin midir?
Namaz kılan derken ehl-i kıble kastedilmektedir. Daha önce imanın hakikati meselesinde bunun açıklaması geçmişti. Buradaki amacımız muhaliflerin görüşlerini zikretmek ve onların şüphelerini cevaplamaktır. Hariciler bu kimsenin kafir olduğuna, Hasan el-Basri münafık olduğuna, Mutezile ise ne mümin ne de kafir olduğuna vardı
Haricilerin bir kısım delilleri vardır.

Birincisi şu ayettir: ''Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”(Maide 44) Zira âyette geçen “men” edatı,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkesi kuşatır. Dolayısıyla tasdik eden fasık kişi de âyetin kapsamına girer. Yine onların kafir olmasının gerekçesi, hükmetmeme olarak açıklanmıştır. Şu halde Allah’ın indirdiğiyle hükmet­meyen her kişi kafirdir. Fâsık da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemektedir.

Biz şöyle deriz: Mevsuller genellik bildirmez, aksine genellik ve özelliğe muhtemel olan cinslik ifade eder. Kastedilen, Allah'ın indirdiklerin­den kesinlikle hiçbiriyle hükmetmeyenlerdir. Bu kişilerin kafir olduğunda herhangi bir tartışma yoktur. Yahut şöyle deriz: Allah’ın indirdiğiyle kastedi­len Tevrat'tır. Âyetin başı buna karine oluşturmaktadır: “Tevrât'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş peygamberler onunla Yahûdilere
hükmederlerdi.”(Maide,44)Oysa bizim ümmetimiz Tevrâtla hükmederek kulluk et­memektedir. Dolayısıyla hüküm Yahûdilere özgüdür. Şayet Tevrât’la hük­metmezlerse onların kafir olması gerekir. Biz bunun gereğini kabul ediyoruz.

Hâricîlerin ikinci delili şu âyettir: “Biz kafirden başkasına ceza mı veririz"(Sebe,17) Bu âyet, cezalandırılan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Büyük günah işleyen de “Kim kasten birini öldürürse onun cezası ebedî cehennemdir”(Nisa, 93)âyeti nedeniyle cezalandırılacaktır. O halde büyük günah işleyen de kafirdir.

Biz deriz ki bu, zâhiri terk edilen bir âyettir. Çünkü âyetin zâhiri, cezayı kafirliğe hasretmektedir. Oysa bu, kesinlikle terk edilmiştir. Zira kafirden başkası da ceza/karşılık görmektedir. Bu ceza ise ödüllendirmedir. Çünkü ceza hem sevabı hem de azabı içermektedir. Yine sadece kafirlere ceza verilmesi terk edilmiştir çünkü âyette şöyle denilmektedir: “Bugün her nefis, yaptıklarının karşılığını/cezasını görecek.”(Mümin,17) Şu halde âyetin kafire mahsus bir cezaya yorulması gerekmektedir. Nitekim âyetin siyakı yani “işte biz onları küfürleri sebebiyle cezalandırdık”(Sebe,17) ifadesi de buna delalet etmektedir. Buna göre an­lam şudur: “O karşılık / ceza, kafirden başkasına verilir mi?” Büyük günah işleyen kimse ise kafire mahsus cezadan başka bir cezaya uğrayacaktır.

Üçüncüsü, haccın farz olduğunu bildirdikten sonra gelen şu âyettir “Her kim inkar ederse" yani haccetmezse 'Allah âlemlerden müstağnidir”(Ankebut,6) Âyette haccı terk etmek küfür sayılmıştır.

Biz şöyle deriz: Kastedilen haccın farz olduğunu inkar edenlerdir.Bu kişinin kafir olduğunda da kuşku yoktur.

Dördüncüsü, yüce Allah’ın Hz. Musa ve Hz. Harun’dan tahkiye ettiği şu âyettir: “Bize yalanlayıp yüz çevirene azap edileceği vahyedildi.”(Taha,48) Bu âyet azabın yalanlayanla sınırlı olduğuna delalet etmektedir ve yalanlayan da kafirdir. Kuşkusuz fasık azap görecektir zira onun hakkında tehdit gelmiştir.

Biz şöyle deriz: Bu da zâhiri terk edilen bir âyet olup görüş birli­ğiyle şarap içen ve zina edenin azabına mahsustur. Oysa bu kimseler yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar bile yüce Allah’ı yalanlamamaktadır. Belki yalanlamış durumuna düşmektedirler ama yalanlayan kimse ile yalanlamış duruma düşen kimse arasında fark vardır.

Beşincisi şu âyettir: “Sizi alev alev yanan bir ateşle uyardım. Ona ancak yalanlayan ve yüz çeviren bahtsız kişi girer”(Leyl,14) Bu âyet, ateşe giren herkesin kafir olduğunu göstermektedir. Fâsık yani büyük günah işleyen de ateşe girecektir. Zira fâsıkın ateşe gireceği tehdidini ifade eden genel âyetler vardır.

Biz şöyle deriz: Belki bu özel bir ateştir. Yani “ona girer / yeslâhâ” ifadesindeki zamir, nekre bir ateşe gitmektedir. Belki onun nekre yapılması, türsel birliği ifade etmek içindir. Bu durumda yalnızca kafirin gireceği özel bir ateş olmaktadır.

Altıncısı,tartısı hafif gelen hakkındaki şu âyettir: "Size âyetlerim okunur da siz yalanlamaz mıydınız!”(Müminun,105)Bu takdirde deriz ki fâsık, iyilikleri­nin azlığı nedeniyle tartısı hafif gelenlerdendir. Tartısı hafif gelen herkes, sözü edilen âyetin gösterdiği gibi yalanlayandır. Her yalanlayan ise kafirdir.

Biz şöyle deriz: Tersine fâsıkın tartısı imanla ağır gelir. Dolayısıyla o, tartısı hafif gelenlere girmez.

Yedincisi, “O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de kararır. Yüz­leri kararanlar, iman ettikten sonra inkar mı ettiniz!“(Al-i İmran,106) âyetidir. Fasık masiyet sebebiyle yüzü kararanlardandır. Dolayısıyla da fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Her fâsıkın kıyamet günü böyle yüzü kararanlardan olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü âyet, bunu gerektirmemektedir. Aksi­ne ayet, iman ettikten sonra inkar eden bir kısım kafirler hakkında gelmiştir. Çünkü âyette ”iman ettikten sonra inkar mı ettiniz' denmektedir.

Sekizincisi: Büyük günah işleyen, amel defterleri soldan verilecek­lerdendir. Yüce Allah “Âyetlerimizi inkar edenler, defterleri soldan verilecek kimselerdir.Ayet, amel defteri soldan verilen herkesin ise kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: Sizin âyetin anlamına ilişkin söylediğiniz bu şey, aksini vehmettirme türündendir. Zira o, inkar eden herkesin amel defteri soldan verileceklerden olduğuna delalet etmektedir. Oysa bu, sizin vehmettiğiniz gibi, tümel olarak döndürülmez.Yine sizin bu âyetle istidlâliniz,dinin zorunlu unsurlarını tasdik eden zinakar ve hırsızla nakz olmaktadır. Çünkü bu ikisi, yalanlamadıkları halde defteri soldan verileceklerdendir.

Dokuzuncusu şu âyettir: “Kimler bundan sonra inkar ederse, işte onlar fâsıktırlar.”(Nur,55) Bu âyet, mübtedanın haberle sınırlı olduğunu göstermektedir. Nihâyetü’l-Uküla uygun doğru ifade “haberin mübtedayla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir” şeklindedir. Bu takdirde her fâsık kafirdir.

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz sınırlamanın âyetten çıkarıldı­ğını men ediyoruz.Çünkü kafir başlangıçta böyledir yani dil bakımından fasıktır. Bununla birlikte fâsık lafzı yeni örfte kâfire söylenmemiştir. Dolayısıyla da bundan sonra fasık mutlak olarak inkar edenle sınırlı değildir. Aksi­ne kafirle sınırlı olan, yalnızca tam fasıktır.

Onuncusu şu âyettir: “Allah’ın rahmetinden ancak kafir topluluk umut keser”(Yusuf,87). Fâsık, Allah’ın rahmetinden yani sevabından umutsuzdur.

Biz şöyle deriz: Fâsığın umutsuz olduğunu men ediyoruz. Çünkü imam sebebiyle onda umut vardır.

On birincisi şu âyettir: "Sen kimi ateşe sokarsan onu rezil edersin”(Al-i İmran,192) Ayrıca şu âyet: “Bugün rûsva ve kötü olacaklar kafirlerdir.Bunun takriri şöyledir: Fâsık, kuşatıcı tehdit âyetleri nedeniyle, cehennem ateşine girecektir. Ateşe giren herkes ise ilk âyet nedeniyle rezil olacaktır. Rezil olan herkes ise ikinci âyet nedeniyle kafirdir.

Biz Şöyle deriz: Lam almış müfret -ki burada “hızy / rezillik" kelimesidir- bize göre genel değildir. Dolayısıyla rezilliğin mutlak olarak kafirle sınırlı olması gerekmez. Yahut şöyle deriz: Genel olduğu kabul edildiği tak­dirde onunla kastedilen, tam rezilliktir. Bu durumda tam rezilliğin fertlerinin  kafirle sınırlı olması gerekir, mutlak olarak rezilliğin fertlerinin değil.

On İkincisi şu âyettir: “Kitabı solundan verilen ise diyecek ki keşke kitabım verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; keşke bu iş son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı; saltanatım da yok olup gitti. Onu yakalayın da bağlayın, sonra alevli ateşe atın, sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincirle oraya sokun! Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu.”(Hakka,25) Fâsığın kitabı sağından verilmeyecektir. Bu açıktır. Tersine solundan verilecektir. Çünkü orada üçüncü bir şık yoktur. Şu halde fâsık, kafirdir.

Biz şöyle deriz: Yüce Allah o günde iki bölük insandan söz etmiştir. Bunlar, kitabı sağından verilenler ile kitabı solundan verilenlerdir. Bu durum, üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Çünkü onların bir kısmının kitabı ellerine verilmeyip okunabilir. Ayetin nazmında buna aykırı bir şey yoktur. Aynca tahsis açıktır. Yani insanların bu iki bölükten ibaret olduğunu kabul etsek bile deriz ki “O, yüce Allah’a inanmıyordu” âyeti, kitabı sol taraftan verilen herkesi kuşatmaz. Çünkü ehl-i kıblenin fâsıkları Alah’a iman ederler yani Allah’ı tasdik ederler. Dolayısıyla da “O, iman etmiyordu” ifade­sinin kapsamına girmezler.

On üçüncüsü şudur: Fâsık, başkasına veya kendisine zulmeden­dir. Her zâlim ise kafirdir. Zira âyette “Bilin ki Allah’ın laneti, zâlimlere olsun. Onlar, Allah’ın yolundan alıkoyan, onu eğriltmek isteyen ve âhireti inkar edenlerdir.”(Hud,19)

Biz şöyle deriz: Sizin söylediğiniz, peygamberlerin bile tekfir edil meşini gerektirir. Çünkü onlar zulümlerini itiraf etmişlerdir. Nitekim Hz, Adem ve Havva “Rabbimiz biz nefsimize zulmettik”(Araf,23), Hz. Musa “Rabbim ben nefsime zulmettim”(Kasas,16), Hz. Yunus “Ben zâlimlerden oldum”(Enbiya,87) demiştir.

Bunun hilli de şöyle denmesidir: “Zalimler” kelimesinden sonra söylenenler, özel bir sıfattır. Bu sebeple her zalimin tekfiri gerekmez.

On dördüncüsü şu âyettir: “Fasıklık yapanlara gelince onların ba­rınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve onlara: 'Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın’ denir.”(Secde,20)Bu âyet, her fâsığın kafir olduğunu göstermektedir.

Biz şöyle deriz: “Fâsıklık yapanlara gelince” sözü, zahir genelliği­ni korumamaktadır. Çünkü o, her fâsığın kıyamet gününü yalanlamasını gerektirmektedir. Oysa bu kesinlikle yanlıştır.

On beşincisi şu âyettir: “Suçlulara sorarlar: Sizi cehenneme düşü­ren nedir? Onlar derler ki: Namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyulmaz­dık; dalanlarla biz de dalardık ve ceza gününü yalanlardık” (Müddesir,43) Bu âyetle sabit olmaktadır ki her suçlu ateşe girecektir ve kafirdir. Şüphesiz fâsık da suçlu­dur ve ateşe girecektir.

Biz şöyle deriz: Bunun cevabı daha önce geçmişti. Cevap şudur: Âyetin zahiri alınmaz. Aksi halde her suçlunun kıyamet gününü yalanlıyor olması gerekir. Halbuki bu kesinlikle yanlıştır.

On altıncısı şu âyetlerdir: ''İnkar edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapılan açılır ve bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız uyarısında bulunan peygamberler gelmedi mi' derler. ‘Evet geldi' derler. Lâkin azap sözü inkarciların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘ebedi kalacağınız cehen­nemin kapılarından girin; kibirlilerin yeri ne de kötüdür.' denir. Rablerinden sakınanlar ise bölük bölük cennete sürülür. Oraya vardıkları ve cennetin kapılan açıldığında cennetin bekçileri onlara ‘Size selam olsun! Hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere girin buraya!’ derler.”(Zümer,73) Bu âyetlerden öğrenil­mektedir ki insan ya müttaki olup cennete sürülür ya da kafir olup cehen­neme sürülür.

Cevap: Daha önce benzeri geçmişti. Buna göre âyetlerde iki kısmın zikredilmesi, üçüncü kısmın olmadığını göstermez.

On yedincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.) “Kim bir namazı bilerek terk ederse kafir olur” hadisi ile “Kim haccetmeden ölürse ister Yahudi ister Hıristiyan olarak ölsün” hadisidir.

Biz şöyle deriz: Ahad haberler, muhalifler ortaya çıkmadan önce gerçekleşmiş icmayla gelişemez.

On sekizincisi: Allah’a dost ve düşman olmak birbirine zıttır ve iki­si arasında da vasıta yoktur. Allah’a dostluk iman iken Allah’a düşmanlık küfürdür.

Biz şöyle deriz: Biz iki zıt arasında vasıta bulunmadığını kabul et­miyoruz. Zira karalık ve aklık birbirine zıttır ve ikisi arasında vasıta vardır. Dolayısıyla Allah’a dost olmak ile düşman olmak arasında vasıta olabilir.

Büyük günah işleyenin münafık olduğunu iddia edenler iki delil getirmiştir.

Birincisi naklî delildir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle demiştir: “Müna­fığın alameti üçtür: Söz verdiğinde cayar, konuştuğunda yalan söyler, emanet bırakıldığında hıyanet eder.”

Biz şöyle deriz: Bu zahiri bırakılan bir nastır. Çünkü bir kimseye değerli bir elbise giydirme sözü veren, sonra sözünde durmayan kimse bu hareketinden dolayı icmayla imandan çıkıp nifaka girmez. Denilmiştir ki hadisin anlamı şudur: Bu üç haslet hep birlikte bir şahsın melekesi haline geldiğinde onun münafıklığının alameti olur. Ama meleke haline gelmediyse olmaz. Nitekim Hz. Yusuf un kardeşleri onu koruma sözü vermişlerdi ama sözlerinde durmadılar. Babaları onlardan eman almıştı ama hiyanet ettiler ve “onu kurt yedi” diyerek yalan söylediler. Fakat onların münafık olmadı­ğında görüş birliği vardır. Bununla birlikte bir şeye delalet eden alamet, ba­zen katî olarak delalet etmez. Bu durumda delalet edilen şeyin ondan ayrıl­ması mümkündür.

İkincisi aklîdir. Bu delil şöyledir: Bu delikte bir yılan bulunduğuna inanan bir akıl sahibi, elini o deliğe sokmaz. Eğer bunu iddia eder, ardındanda elini sokarsa inanmadan söylediği bilinir. Büyük günah işleyen için de aynı şey geçerlidir.

Biz Şöyle deriz: Yılanın zararı, hemen olan ve gerçekleşmiş bir durumdur. Oysa günahtan dolayı azap böyle değildir. Çünkü ilerde gelecek ve şimdi gerçekleşmemiş bir durumdur. Zira tövbe ve affedilme mümkündür.
Dolayısıyla bu ikisi farklıdır.

Mu'tezile ise iki delil getirmiştir.

Birincisi: Fâsık ne mümindir ne de kafirdir Mümin değildir çünkü daha önce imanın taatlerden ibaret olduğu anlatıldı Kafir olmadığında icma vardır, çünkü Sahâbe ve onların ardından Selef, zina, şarap içme ve iffetli kadına iftira atılması durumlarında fasığa had uyguluyor, onu öldürmüyor, dinden çıktığına hükmetmiyor ve Müslüman kabristanına defnediyordu. Oysa onlar, kafire böyle muamele yapılmayacağında icma etmişti. Yine âşığın kafir olması, koca karısını zina etmekle suçladığı takdirde liâna ve hâkimin hükmüne gerek kalmadan sadece bu suçlamayla kadının kocasından ayrılmasını gerektirir. Çünkü koca doğru söylüyorsa ka­dın zina etmekle kafir olmuş demektir. Şayet koca yalan söylüyorsa iffetli kadına iftira etmekle kafir olmuş demektir. Dolayısıyla da her iki durumda da ayrılık gerçekleşir.

Biz şöyle deriz: Koca mümindir. Daha önce imanın hakikati mese­lesini ele alırken bu hususta açıklama yapmıştık.

İkincisi, Vâsıl b. Atâ’nın Amr b. Ubeyd’e söylediği ve Amfin da Vâsılın görüşüne dönmesine vesile olan açıklamadır. Bu açıklama şöyledir:

Onun fâsık olduğu görüş birliğiyle mâlûmdur. İmanında ise ihtilaf edilmekte­dir. Diğer deyişle ümmet, büyük günah işleyenin fasık olduğunda icma et­miş ama onun mümin mi yoksa kafir mi olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Biz ihtilaf edilen görüşü bırakıyor ve ittifak edilen görüşü alıyoruz.

Biz şöyle deriz: Daha önce geçtiği üzere büyük günah işleyen ke­sinlikle mümindir ve Vâsıldan önce ümmet bu hususta ihtilaf etmemiştir. Ak­sine ondan önce ümmet mükellefin ya mümin ya da kafir olacağında icma etmiştir.

Üçüncü bir kategori çıkarmak, o iki kısımda sınırlama üzerine oluş­muş icmayı delmek demektir. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz yanlıştır.

 

 

Mevâkıf Şerhi (3)
Müellif:Seyyid Şerîf Cürcânî
Çeviren:Ömer Türker
Türkiye Yazma Eserler.
Devamını Oku »

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Şimdi kısaca Ehl-i sünnet'in inanç esaslarını açıklayalım. Da­ha sonra inançlarımızı buna göre düzeltip bizi bu çizgi üzerine sa­bit kılması için Allah Subhânehû'ya yalvaralım.

Allah'ın Varlığı ve Sıfatları

Allah (c.c) zâtıyla mevcuttur ve varlığının başlangıcı yoktur (kadîmdir). O'nun dışındaki her şey onun yaratmasıyla mevcut olmuş ve bu sayede yokluktan varlık sahnesine çıkmıştır. Allah Sübhânehû’nun varlığının sonu yoktur, ezelîdir. O'nun dışındaki her şey hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olan her şey ayın zamanda ebedîdir. Sonradan meydana gelen her şey aynı zamanda fânidir; yok olmaya mahkûmdur.

Allah Sübhânehû tektir; ne varlığının zorunluluğu konusun­da ne de ibadet edilmeyi hak etme konusunda eşi ve ortağı yoktur. Varlığı zorunlu olmak ondan başka hiçbir şeye yaraşmaz. Ondan başka hiçbir şey kendisine kulluk yapılmayı hak edemez.

Allah Sübhânehû'nun kâmil sıfatları vardır. Hayat, ilim, se­mi' (işitmek), basar (görmek), kudret, irade, kelam ve tekvin (meydana getirmek) bu sıfatlardandır. Bu sıfatların her biri ezelî olup Allah'ın zâtıyla kaimdir. Bu sıfatların sonradan ortaya çıkan (yaratma, görme, diriltme, öldürme, rızık verme...) gibi özellikleri o sıfatların ezelî olmalarına zarar vermez. Sıfatların ilgili olduğu şeylerin yaratılmış olması, sıfatların ezelî olmasına mâni değildir. Felsefeciler akıllarının kıtlığı, Mu'tezile mensupları da sapkınlığı sebebiyle yaratanın yaratılmış olanla ilişkisinin, ilişkide olan sıfa­tın hâdis olduğuna delil saymış ve Allah'ın kâmil sıfatlarını inkâr etmiştir.

Felsefeciler bundan başka, sonradan yaratılmışlık (hudûs) alameti gördükleri, değişime yol açtığı için Allah'ın cüz'iyyâtı (ti­kelleri) bilemeyeceğini savunmuştur. İki grup da gerçekte İlâhî sı­fatların ezelî olduğunu fakat bu sıfatların sonradan olan yaratıl­mışlarla ilgili ilişkisinin hâdis olduğunu bilememiş, sıfatların ken­dileriyle bu sıfatların ilişkilerini birbirinden ayırt edememişlerdir.

Allah Sübhânehû noksanlık ifade eden her türlü vasıftan uzaktır. O cevher ve cisimlere ait özelliklerden ve bunların gerek­tirdiği şeylerden münezzehtir. Allah'ın yüce zâtı hakkında zaman, mekân ve yön gibi şeyler söz konusu olamaz. Bütün bunlar Allah­'ın yaratmasıyla var olmuş şeylerdir.

İşin özünü anlayamamış bir cemaat, Allah'ın arşın üstünde olduğunu ifade etmiş ve Allah'ın yukarıda olduğunu ileri sürerek yön isnadında bulunmuştur. Arş ve arşın içine aldığı her şey son­radan meydana gelmiş olup Allah'ın yarattığı şeylerdir. Sonradan yaratılmış bir şeyin ezelî yaratıcının mekânı ve karargâhı olması nasıl düşünülebilir?

Şu var ki, arş Allah'ın yaratıkları arasında en şerefli olan ve en fazla nuraniyet ve berraklık ihtiva eden şeydir. Bu nedenle arş, yaratıcının yüceliğini en açık biçimde yansıtması için aynalık hükmüne layık görülmüştür. Nitekim bu yansıtma özelliği saye­sinde ona Allah'ın arşı deyimi kullanılmıştır. Yoksa arş ve diğer şeyler Allah'a nisbetle birbirine eşit olup hepsi Allah'ın yaratıkla­rıdır. Şu kadar var ki, arşın başka şeylerde bulunmayan yansıtma kabiliyeti vardır (Bu da Allah'ın arşın üstünde olduğu fikrini doğ­rulamaz).

Nitekim insan aynaya bakıp kendisini aynada gördüğü za­man, o insanın aynaya girdiği söylenemez. Bilakis bu insanın ay­nayla olan ilişkisi karşısına geçtiği diğer şeylerle olan ilişkisiyle eşittir. Bir farkla ki, ayna insanın görüntüsünü yansıttığı halde di­ğer şeyler onun görüntüsünü yansıtamaz.

Allah Sübhânehû ne cisimdir ne de cisimden oluşmuştur. O araz veya cevher de değildir. O'nun varlığının ne bir sının ne de bir sonu vardır. O uzun, kısa, enli ve dar olmaktan münezzehtir. Evet, Allah geniştir (vâsi'dir) fakat bu bizim akıllarımızın idrak et­tiği anlamda bir genişlik değildir. O her şeyi kuşatıcıdır ancak bu akıllarımızın aldığı bir kuşatma anlamına gelmez. O yakındır fa­kat bu yakınlık bizim anladığımız türden bir yakınlık değildir. Al­lah Teâlâ bizimle beraberdir ancak O alışageldiğimiz anlamıyla beraberlikten uzaktır.

Bizler Allah'ın geniş, kuşatıcı ve yakın olduğuna ve bizimle beraber bulunduğuna inanırız. Ama bunların şekil ve keyfiyetini bilemeyiz. Bunlarla alakalı olarak aklımıza gelen bütün keyfiyetler Mücessime mezhebine ait düşüncelerdir.

Allah Sübhânehû hiçbir şeyle özdeşleşmediği gibi (ittihat) hiçbir şey de Allah Sübhânehû ile özdeşleşmez. Bunun gibi hiçbir şey Allah'a hulûl edemez (içine giremez), Allah Teâlâ da hiçbir şe­ye hulûl etmez. Bölünmek ve parçalara ayrılmak, bir araya gelmek veya çözülmek gibi durumlar Allah için düşünülmesi imkânsızdır.

Allah'ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. O'nun eşi veya çocuğu yoktur. Allah Sübhânehû gerek zâtı gerekse sıfatları itiba­riyle nitelik, benzeri ve dengi olmak gibi özelliklerden yücedir. Bizim O’nun hakkında en son bilebileceğimiz şey şudur: Allah Sûhhânehû vardır, O kendisini vasfettiği ve övdüğü bütün kâmil isim ve sıfatların sahibidir.Fakat yukarıda da geçtiği gibi Allah, bu sıfatlarla ilgili olarak zihnimizde oluşabilecek her türlü tasav­vurun ötesindedir.

"Gözler O’nu idrak edemez.Fakat O gözleri idrak eder.O en gizli şeyleri bilir ve her şeyden hakkıyla haberdardır'' (En'âm,103)

Akıl ve kavrayış sahipleri, Onun var olduğu ve kendinden başka ilâh olmadığı dışında bir şey söylememiştir.

Allahın isimleri ayet ve hadislerle bilinebilir. Yani Allaha isnat edeceğimiz ismi şeriat sahibinden duymuş olmamız gerekir. Şeriatta kullanıldığı bilinen her ismin Allah için kullanılması caiz­dir. Aksi takdirde Allah'a isim isnadında bulunmamız doğru de­ğildir. Mesela "cevad" (cömert) ismi eğer bir yetkinlik ifade ediyor­sa bu ismi Allah için kullanabiliriz, Zira şeriatta bu isim Allah için kullanılmıştır. Fakat aynı anlama gelen "sulu" (cömert) ismini Al­lah için kullanamayız. Çünkü şeriatta bu ismin Allah için kullanıl­dığı bilinmemektedir.

Allah'ın Kelamı: Kur'ân-ı Kerim

Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamı olup harf ve ses elbisesi içeri­sinde Resûlullaha (s.a.v) indirilmiştir. Allah Subhânehû Kur'an aracılığıyla kullarına bazı hususları emretmiş, bazı şeyleri de ya­saklamıştır. Biz insanlar, içimizde tasarladığımız manaları dilimiz aracılığıyla harf ve ses elbisesi içerisinde dışa vurur ve bu yolla duygu ve düşüncelerimizi insanlarla paylaşırız. Allah Sübhânehû da ağız ve dil gibi araçları kullanmadan yetkin kudretiyle dilediği manaları harf ve ses düzeni içerisinde açığa çıkarır, bu düzen içe­risinde emir ve yasaklarını insanlara ulaştırır. Bu bakımdan gerek nefsi (iç) gerekse lafzı (sözlü) kelamın her biri Allah'ın kela­mıdır.

Allah'ın kelamı dendiği zaman bu iki kelamın kastedilmeği mecazen değil, hakikat yönüyledir. Tıpkı bizim nefsî kelamımız ile lafzı kelamımızın hakiki anlamda olduğu gibi. Yoksa birincisi me­cazi, İkincisi hakiki manada söylenmiş değildir. Çünkü mecazi mananın reddedilmesi mümkündür. Oysa lafzî kelamı reddedip bunun Allah Teâlâ'ya ait olduğunu inkâr etmek küfürdür.

Peygamberimizden önce gelen diğer peygamberlere indiri­len ilâhı kitap ve sahifeler de böyledir. Bunların hepsi de Allah'ın kelamıdır. Kur’an’da ve geçmiş İlâhî kitaplarda yer alan sözler, Al­lah'ın, zamanın şartlarına göre kullarına uymasını emrettiği hü­kümleri ifade ederler.

Rü'yet

Müminlerin cennette yön, karşı karşıya bulunma, nitelik ve kuşatma olmaksızın Allah'ı görmesi (rü'yet) haktır. Ahirette ola­cak bu görme işinin gerçekleşeceğine iman ederiz; fakat nasıl ola­cağı konusunda kafa yormayız.

Allah'ın görülmesi hadisesi keyfiyet dışı bir şeydir. Bu dün­yada keyfiyet ve misal erbabı olan bizler bu sırrın iç yüzünü keş­fedemeyiz. Bu gerçeğe inanmaktan başka nasibimiz yoktur. Felse­feciler, Mu'tezile ve bazı bid'atçı fırkaların vay haline! Onlar ilâhı lütuftan mahrum kalmaları ve basiretlerinin kapalı olması sebe­biyle Allah'ın ahirette görülebileceği gerçeğini inkâra kalkışmış ve gayb âlemine ait olan durumları mevcut âleme kıyas ederek bu dinî esasa iman şerefine erememişlerdir.

Kulların Fiilleri; Hayır ve Şer

Allah Sübhânehû kulları yarattığı gibi onların işlerini de ya­ratmaktadır. Kulların işlerinin hayır ya da şer olması bu gerçeği değiştirmez. Bütün işler Allah'ın takdiriyle olmaktadır. Şu kadarı var ki, hayır ve şer Allah'ın dilemesiyle olduğu halde, Allah hayır­lı işlerden razı olmakta, şerli işlerden razı olmamaktadır. Şu da unutulmamalıdır ki, Allah'a karşı takınacağımız edep gereği tek başına şerri Allah'a isnat etmekten sakınmalı; Allah Sübhânehû hakkında "şerri yaratan" yerine "hayrı ve şerri yaratan" ifadesini kullanmalıyız. Nitekim âlimler edebi gözeterek Allah Sübhânehû hakkında "hınzırları ve pislikleri yaratan" ifadesi yerine "her şeyi yaratan" ifadesini kullanmışlardır.

Mu'tezile tercih ettiği ikicilik (düalist) eğilimi gereği kulların, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüş ve hayır ya da şer bütün işleri kullara nisbet etmiştir.

Oysa Mu'tezile'nin bu yaklaşımı hem akıl hem de din yö­nünden tutarsızdır. Gerçi Ehl-i sünnet âlimleri de kulların kudre­tinin yaptığı işlerde bir katkısının olduğunu kabul etmiş ve buna kesp ismini vermiştir. Zira titreme ile iradeli hareket arasında, biri kudret ve kesp dışı, diğeri kudret ve kesple meydana gelmiş ol­ması bakımından apaçık bir fark vardır. Nitekim iki hareket ara­sındaki bu kadar bir fark kulların yükümlülüğüne ve iyi işlerden dolayı mükâfat alırken kötü işlerden sorumlu tutulmasına yol aç­mıştır.

Fakat birçok insan kulda kudret, kesp ve iradenin varlığı ko­nusunda tereddütten kurtulamamış ve kulun âciz ve mecbur ol­duğunu düşünmüştür. Görünen o ki, bunlar âlimlerin maksadım yeterince anlamamışlardır. Zira kulun kudret ve irade sahibi ol­duğunu söylemek, onun dilediği her şeyi yapabileceği veya dile­mediği hiçbir şeyi yapmayacağı anlamına gelmez. Konuya böyle yaklaşmak kulluk gerçeğiyle bağdaşmaz.

Halbuki kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylerken âlimlerin maksadı, kulun sorumlu tutulduğu her şeyi yerine ge­tirme kudretine sahip olduğudur. Yani kul günde beş vakit namaz kılmaya, malının kırkta birini zekât olarak vermeye, on iki ay içe­risinden bir ayı oruçla geçirmeye gücü yeter. Bunun gibi binek ve azık imkânı olduktan sonra ömründe bir defa hac yapabilecek güçtedir. Diğer bütün şer'î hükümler de bunlar gibi olup bunların hepsinde Cenâb-ı Allah kulun zayıflığını bildiği için engin rahmeti gereği kendilerine kolaylık göstermiştir.

Bu hususa işaretle Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara 2/185).

"Allah sizin (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır" (Nisâ4/28).

Yani Allah Teâlâ, size zor gelen emirleri ve yükümlülükleri hafifletecektir. İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması da, arzuları­na karşı koyamaması ve zorlu görevlere tahammül gösterememesi anlamına gelir.

Peygamberler ve Vazifeleri

Peygamberler insanları Allah'a davet etmek ve onlara hida­yet yolunu göstermek için gönderilmiş ilâhı elçilerdir. Davetlerini kabul edenleri cennetle müjdeler, reddedenleri de cehennemle korkuturlar. Peygamberlerin Allah katından insanlara ilettikleri her şey haktır, doğrudur. Bunların hiçbirinin gerçekleşmeme şüp­hesi yoktur.

Peygamberlerin sonuncusu bizim sevgili Efendimiz Muhammed'dir (s.a.v). Onun getirdiği din bütün dinlerin geçerlilikle­rini ve hükmünü ortadan kaldırmıştır. Onun kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm bütün kitapların en üstünüdür. Onun şeriatını neshederek yürürlükten kaldıran hiçbir şeriat yoktur ve onun şeriatı kıyamete kadar yürürlükte kalacaktır. İsa (a.s) yeryüzüne inip sevgili Pevgamberimiz'in şeriatına göre hükmedecek ve onun ümmetinden olacaktır.

Ölüm, Kabir Hayatı, Kıyamet ve Şefaat

Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, Münker ve Nekir adlı iki meleğin kabirde kullan sorgulaması haktır. Kâinatın yok olması, göklerin yarılması, yıldızların dağılması, yerlerin ve dağların kök­lerinden koparak parçalanması mutlaka gerçekleşecektir. Haşir, neşir, ruhların tekrar bedenlere dönmesi, kıyametin şiddetli sar­sıntısı, kıyamet sırasındaki dehşetli olaylar yaşanacaktır.

Amellerin sorgulanması, insanın uzuvlarının yapıp ettikleri­ne dair tanıklık etmesi de haktır. Herkesin ne işlediğinin bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu amel defterlerinin da­ğıtılması ve buna göre iyilikleri fazla gelenlerin kurtuluşa ermesi, kötülükleri fazla gelen kimselerin hüsrana uğraması gerçektir.

Mahşerde amelleri tartan terazinin ağırlık ve hafifliğinin -mahşerdeki terazilerde yukarı kalkan kefe, bu dünyada ise aşağı inen kefe ağır geldiği için- dünyadaki terazilerin ağırlık ve hafifli­ğine benzememesi de haktır. Sevgili Peygamberimiz'in bu gibi ahiret halleriyle ilgili olarak getirdiği haberlerin hepsi doğrudur.

Peygamberlerin ve salih kulların, din gününün sahibi olan yüce Allah'ın izniyle, birinci ve ikinci derecede asi müminlere şe­faatte bulunması haktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için olacaktır”(Tirmizi,nr.2435)

Cehennem üzerine sırat köprüsünün kurulması da haktır. Müminler bu köprüden geçerek cennete girecek, kâfirler ise ayak­ları kayarak cehenneme düşeceklerdir.

Müminlere mükâfat olarak hazırlanan cennet ve kâfirlere ce­za olarak hazırlanan cehennem şu anda yaratılmış vaziyette olup sonsuza kadar bâki kalacaklardır. Müminler sorgulamadan geçip cennete girdikleri zaman orada devamlı kalacak ve asla cennetten çıkartılmayacaklardır.

Aynı şekilde kâfirler de hesaba çekilip cehenneme girdikleri andan itibaren orada devamlı kalacak ve cehennemde sonsuza kadar azap göreceklerdir. Onlara azabın hafifletilmesi mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakı­lır" (Bakara 2/162).

O gün kalbinde zerre kadar iman bulunup da işlediği günahlar sebebiyle cehenneme girenler, günahları kadar azap gördükten sonra cehennemden çıkartılacaklardır. Onlar imanları hürmetine, kâfirler gibi cehennemde yüzleri kararmayacak ve kendilerine zin­cir ve bukağı vurulmayacaktır.

"Allah'ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, emre­dileni yerine getiren..." (Tahrîm 66/6).

Melekler Allah'ın kulları olup üstün varlıklardır.

Meleklerin dişilik ve erkeklik gibi özellikleri yoktur. Evlen­mek ve çoğalmak gibi durumlar onlar için söz konusu değildir. Allah Sübhanehü meleklerin bir kısmını kendisine elçi olarak seç­miş ve bunları vahyi tebliğ vazifesiyle şereflendirmiştir.

işte peygamberlere kitap ve sahifeleri ulaştıran melekler bunlardır. Meleklerin işlerinde hata ve aksaklık baş göstermez. Onlar düşmanlarının hile ve tuzaklarından emindirler. Onların Al­lah katından ilettiği her şey doğrudur ve bunlarda asla hata ve ka­rıştırma ihtimali söz konusu değildir. Bu yüce varlıklar Allah Sübhanehunun azameti karşısında titrer ve sürekli O'nun emirle­rini yerine getirmek için çırpınırlar.

İmanın Artıp Eksilmesi

İman, bizlere tevatür yoluyla ulaşan dinî esasları, gerek top­luca gerek tafsilat düzeyinde kalp ile tasdik ve dil ile söylemekten ibarettir. Azalarla yapılacak olan ameller imanın bir parçası değil­dir, Fakat ameller imanın kemalini artırır ve ona güzellik katar.

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh.a) imanda artma ve eksilme bulunmayacağını savunur. Zira kalp ile tasdik, kalbin kesin inancı demektir. Bu hususta amellerin imanın artması veya azalmasına etkisi yoktur. Eğer fazlalık veya noksanlıktan söz edilebilirse bu zan ve vehim dairesinde söz konusu olur.

İmanın kemalinin artması ve eksilmesi itaat ve iyiliklere gö­redir, İtaat arttıkça imanın kemali de artar. Bu bakımdan sıradan bir müminin imam peygamberlerin imanına eşit değildir. Çünkü peygamberlerin imanı, üzerine eklenen itaatle birlikte kemalin zirvesine varmıştır. Sıradan müminlerin imanı kemalin zirvesi şöyle dursun, kemalin kendisine dahi varabilmiş değildir. Ama şurası bir gerçektir ki, peygamberin imanıyla sıradan bir müminin imanı yalın tasdik konusunda eşittir. Ne var ki peygamberlerin imanı üzerine eklenen itaatler sayesinde bir başka hakikat daha kazanmıştır ki bu bakımdan sıradan bir müminin imanı sanki bu imanın bir ferdi olamamaktadır.

Bu bakımdan sıradan bir müminin imanıyla peygamberlerin imanı arasında ne bir eşitlik ne de ortaklık bulunur. Nitekim,sıradan insanlar peygamberlerle insan olma konusunda eşit olmakla beraber peygamberlerin sahip olduğu kemalat onları yüksek mertebelere ulaştırmış ve onlara bambaşka bir mahiyet kazandırmıştır. O kadar ki, neredeyse peygamberler diğer insanlarla ortak ol­dukları hususiyetlerinden sıyrılmış ve gerçekle asıl kendileri insan olurken, diğerleri hayvan hükmüne düşmüştür.

İmamı Azam Ebu Hanife (r.ha), "Ben gerçekten müminim" derken, İmam Şâfiî (rh.a), "Ben inşallah müminim" demeyi tercih etmiştir. Her birinin elinde kendisini haklı kılarak gerekçesi var­dır. Nitekim şimdiki zamanı düşünerek ele aldığımızda, "Ben ger­çekten müminim" demek doğrudur. Konuya son nefesimizi düşü­nerek yaklaştığımızda, "Ben inşallah müminim" demek de doğru­dur. Şu halde, "Ben inşallah müminim" demek caizdir; fakat her ne açıdan söylenirse söylensin yine de bu konuda "inşallah" keli­mesini kullanmamak daha yerindedir.

Büyük Günah Meselesi

Mümin, büyük de olsa günah işlemekle imandan çıkmaz ve kâfir olmaz. Rivayete göre bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (rh.a) bir grup âlimle birlikte oturmaktaymış. O sırada bir şahıs gelerek, "Babasını haksız yere öldürüp başını keserek kafatasından şarap içen, daha sonra annesiyle zina eden günahkâr bir mümin hakkın­da ne dersiniz, bu kimse hâlâ mümin midir yoksa kâfir midir?" diye sormuş. Mecliste bulunanların her biri bir şey söylemişse de hiçbiri isabet edememiş.

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, "O kimse mümindir" demiş ve işlediği günahların onu imandan çıkarmayacağını savunmuş.

İmâm-ı Azamın bu tesbiti bir arı için yanında bulunan âlimlere ağır gelmiş ve bir müddet kendisini eleştirmişler; fakat daha sonra hepsi ımâm-ı Azam'a hak vererek görüşünün isabetli olduğunu itiraf etmişler.

Günahkâr bir mümin, can boğaza gelmeden önce tövbe et­meye muvaffak olursa, tövbesinin kabul edileceği vaadine daya­narak onun kurtuluşa ereceğini umarız. Eğer tövbe şerefine ere­mezse onun işi Allah'a kalmıştır; dilerse onu affederek cennete koyar, dilerse de cehennem ya da başka bir şeyle kendisini günahı kadar cezalandırır. Ama eninde sonunda o kurtuluşa erer ve cen­nete girer. Zira ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum kalmak sa­dece kâfirlere aittir. Fakat zerre kadar imanı bulunan kimse, işle­diği günahlar sebebiyle başta olmasa bile eninde sonunda rahmet ve mağfirete nail olacaktır.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

İmamet ve Hilafet Konusu

İmamet ve hilafet konusu Ehl-i sünnet'e göre akaid konulan arasında değildir. Ancak Şia'nın bu konuda bazen ifrata bazen tef­rite varan görüşlerine karşılık Ehl-i sünnet âlimleri tarafından bu konu kelam kitaplarına alınmış ve meselenin gerçek yüzü ortaya konulmuştur.

Ehl-i sünnet'in belirttiği gibi Peygamberimiz'den (s.a.v) son­ra hakiki anlamdaki halife Hz. Ebû Bekir hazretleridir. Ondan sonra Hz. Ömer el-Fârûk, daha sonra Hz. Osman-ı Zinnûreyn daha sonra da Hz. Ali b. Ebû Tâlib'dir. Allah Teâlâ hepsinden razı ol­sun. Bu sahabilerin üstünlük derecesi de hilafet sırasına göredir.

Başta İmam Şafiî olmak üzere büyük imamların naklettiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in üstünlüğü konusunda sahabe ve tabiînin icması vardır. Nitekim Ehl-i sünnet'in öncüsü olan Ebü'l-Hasan Eş'arî, ilk iki halifenin ümmetin diğer fertlerine olan üstünlüğünün kesin olduğunu ve buna ancak cahil veya mutaas­sıp kimselerin karşı çıkacağını ifade etmiştir.

"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım." (Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım."Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)Hz. Ali de şöyle demiştir:

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin, el-Gunye adlı eserinde naklet­tiğine göre Peygamberimiz şöyle anlatır:

"Miraç gecesi Allah Teâladan, benden sonra Ali b. Ebû Tâlib'in halife olmasını istedim. Bunun üzerine melekler bana şöyle dedi:

- Ey Muhammedi Daima Allah 'ın dilediği olur. Ama senden sonra halife Ebû Bekir olacaktır. ”

Şeyh hazretleri Hz. Ali'den şu sözleri nakleder: "Resûlullah (s.a.v) dünyadan ayrılırken benden söz aldı ve kendisinden sonra Ebû Bekir'in, sonra Ömer'in, daha sonra da Osman'ın halife olaca­ğını ve en sonunda da benim halife olacağımı bildirdi."

İmam Haşan, İmam Hüseyin'den daha faziletlidir (r.anhü- ma). Ehl-i sünnet âlimleri ilim ve içtihat konulannda Hz. Aişe'yi Hz. Fâtıma'dan (r.anhüma) daha üstün görmüşlerdir. Abdülkadir-i Geylânî (k.s) el-Gunye adlı eserinde Hz. Âişe'yi Hz. Fâtıma'- dan (r.anhüma) üstün tutmuştur.

Bu fakire göre Hz. Âişe (r.anha) ilim ve içtihat konularında Hz. Fâtıma'dan (r.anha) üstün olduğu gibi, Hz. Fâtıma da (r.anha) zühd ve inziva konusunda ondan daha üstündür. Bu sebepledir ki Hz. Fâtıma (r.anha) Betûl diye anılmıştır. Bu kelime "kendini ta­mamen dünyadan çekip Allah’a veren" anlamındadır. Hz. Âişe (r.anha) sahabenin fetva mercii idi. Hz. Âişe'de (r.anha) sahabenin İlmî konularda karşılaştığı bütün problemlerin çözümleri bulun­maktaydı.

Sahabe Arasındaki Olaylar ve Görüş Ayrılıkları

Cemel ve Sıffın Vakası gibi sahabe arasında cereyan eden bazı hadiseleri değerlendirirken hüsnüzan sahibi olmalı ve bu olayları iyi niyetle açıklamalıdır. Sahâbe-i kirâmı nefsanî arzu­lardan ve kör taassuptan uzak görmelidir. Zira bu yüce şahsiyetli kimseler, Peygamber Efendimiz'in sohbeti sayesinde nefsanî ar­zuların girdabından kurtulmuş, taassuptan arınmış şahsiyet­lerdir.

Onlar herhangi bir konuda barış ya da sulh yaparlarsa bunu hak uğruna yaparlar. Eğer tartışırlarsa bunu da hak uğruna yaparlar. Birbiriyle savaşan her iki taraftaki sahâbe-i kirâm da kendi iç­tihadına uymuş ve muhaliflerine karşı cephe alırken hevâ ve taas­subun etkisiyle hareket etmemiştir. İsabetli içtihatta bulunanlar iki -bir görüşte on- sevap alırken, hata edenler bir sevap almışlardır. Onların hata edenleri de isabet edenleri gibi kınanamazlar. Onla­rın hata edenlerinin de mükâfat alacağını umarız.

Fakat âlimler bu vakalarda Hz. Ali'yi (r.a) haklı görmüş, muhaliflerinin içtihadını hatalı bulmuştur. Buna rağmen onların kâfir veya fâsık olduğunu söylemek şöyle dursun, kendilerini ya­dırgamamız bile söz doğru olmaz. Nitekim Hz. Ali (r.a) kendisine muhalif olanlar hakkında bizzat şöyle demiştir:

"Onlar bizim kardeşlerimizdir ama bize isyan etmişlerdir. Kendileri açısından gerekçeleri olduğu için kâfir veya fâsık değil­lerdir." (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 8/173)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Ashabım arasında cereyan eden hadiseleri dilinize dolamaktan uzak durun!" . (İbn Esîr, en-Nihâye, 2/445..)

Şu halde sahabenin hepsine hürmet göstermeli ve kendilerini hayırla yâd etmeliyiz. Onlar hakkında asla suizanda bulunmamalı ve onların kavgalarının başkalarının barışından daha hayırlı oldu­ğunu düşünmeliyiz.

İşte gerçek kurtuluş yolu budur. Zira sahabeye duyulan mu­habbet Peygamber Efendimize (s.a.v) duyulan muhabbetten; yine onlara duyulan nefret de Peygamberimize duyulan nefretleri kaynaklanmaktadır.

Nitekim büyüklerden biri der ki: "Sahabeye hürmet etmeyen kimse Peygamberimiz'e iman etmemiş demektir."

Kıyamet Alametleri

Peygamberimiz'in haber verdiği kıyamet alametlerinin hepsi hak olup gerçekleşecekleri konusunda en ufak bir şüphe yoktur.

Güneşin olağanüstü biçimde batıdan doğması, Mehdi nin zuhuru, Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi, deccâlin zuhuru, Ye'cûc ve Me'cûc’un zuhuru, dâbbetü'l-arzın çıkması, gökyüzünden çıkıp bütün her yeri saran bir dumanın zuhur etmesi ve insanlara zor anlar yaşatması gibi olayların hepsi haktır. Öyle ki, insanlar yaşa­dıkları ıstırap ve sıkıntıdan dolayı, "Rabbimiz Bizden artık azabı kaldır çünkü biz artık inanıyoruz!" (duhân 44/12) diyecekler.

Kıyamet alametlerinin sonuncusu da Yemen'in Aden şehrin­den zuhur edecek ateştir.

Bir cemaat cehaletleri nedeniyle Hint halkından mehdi oldu­ğunu iddia eden bir kimseyi gerçek mehdi sanmışlardır. Onların iddiasına göre mehdi ölmüş ve bu âlemden göçmüştür. Bu cemaat mehdinin kabrinin Fereh'te olduğunu iddia ediyor. Halbuki ko­nuyla ilgili meşhur ve hatta mütevâtir derecesine varan sahih ha­disler bu kimseleri yalanlamaktadır. Bu hadislerde sevgili Pey­gamberimiz mehdinin alametlerini açıklamıştır. Söz konusu ala­metler iddia edilen kimsede bulunmamaktadır.

Mesela mehdiyle ilgili hadislerde mehdinin haşinin üstünde bir bulut parçasının dolaşacağı ve buluttan bir meleğin, "Bu kimse mehdidir, kendisine tâbi olun!" (Taberânî, Müsnedü'ş-Şâmiyyîn, 2/71.)diye sesleneceği bildirilmektedir;

Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur;

"Tarihte dört kişi yeryüzünün bütününde hükümran olmuştur, Bunlardan ikisi mümin diğer ikisi kâfirdir. Zülkarneyn ve Süleyman mümin olanları, Nemrud ve Buhtunnasr da kâfir olanlarıdır, Benim Ali beyt'imden beşinci biri daha (Mehdi) yeryüzünün tamamında hüküm­ran olacaktır. "( İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 6/285)

Bir başka hadiste şu ifadeler yer alır:

"Dünyanın sonu gelmeden önce Allah Teâlâ benim Ehl-i beyt'im­den birini gönderecektir. İsmi benim ismime, babasının ismi babanım is­mine uyacaktır. Bu şahıs, zulüm ve kötülükle dolu olan yeryüzünü adalet ve güzellikle dolduracaktır. " (Ebû Davud, nr. 4282)

Bir diğer hadis-i şerifte ise şöyle bildirilmiştir:

"Ashâb-ı Kehf Mehdi'nin yardımcıları olacaktır."(İbn Hacer,Fethul Bari,6/503)

Mehdi'nin ortaya çıktığı dönemde Hz. İsa (a.s.) yeryüzüne inecektir. Mehdi, deccâle karşı savaşmak ve onu öldürmek için Hz. İsa (a.s) ile birlikte hareket edecektir. Onun hüküm sürdüğü dönemde astronomik hesapların tersine olağanüstü biçimde Ra­mazan ayının on dördüncü günü güneş tutulması ve yine bu ayın ilk günü ay tutulması olacaktır.

Şu halde insaf etmeli! Hiç Mehdi olduğu iddia edilen ve şu an ölmüş olan bu şahısta söz konusu alametler görülmüş müdür? Mehdi'nin Peygamberimiz’in haber verdiği üzere bunlardan başka daha birçok alameti bulunmaktadır.

Şeyh İbn Hacer el-Heytemî bu konuda bir risale kaleme almış ve beklenen Mehdi'nin 200 kadar alametini açıklamıştır. Mehdi konusu bu kadar açık olmasına rağmen bir cemaatin böyle sapkınlıkta ısrar etmesi cehaletin son kertesinden başka bir şey değildir. Allah kendilerini doğru yola iletsin!

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya bölündüler. Bunlardan biri dışın­da diğerlerinin hepsi cehenneme girecektir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların da biri dışında hepsi cehenneme girecektir.

Bunun üzerine sahâbe-i kirâm,

Yâ Resûlallah! Kurtuluşa eren bu fırka hangisidir, diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v) onlara şöyle cevap vermişti:

Onlar benim ve ashabımın yolunu takip edenlerdir. " (Tirmizî, nr. 2641)

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından kurtuluşa erece­ği bildirilen fırka Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v) ve sahâbe-i kirâmın yolunu onlar takip etmektedir.

Ey Allahım! Bizleri Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yolunda sabit kıl, onların zümresine mensup olduğumuz halde canımızı al ve bizi onlarla birlikte haşret.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

Bir müslüman öncelikle inanç esaslarını düzgün biçimde öğ­renmeli. Bunu yerine getirdikten sonra mutlaka gündelik hayatla alakalı olan dinin emirlere uygun hareket etmeli ve Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmalıdır.

Müslüman gevşekliğe meydan vermeden günde beş vakit namazı cemaatle ve tadil-i erkânı gözeterek kılmalıdır. İslâm ile küfür arasını ayıran sınır namazdır. Sünnete uygun şekliyle na­maza devam eden kul Allah'ın sağlam ipinden tutunmuş olur. Zi­ra namaz İslâm'ın beş temel direğinden İkincisidir. Birinci direği Allah'a ve Resûlü'ne iman etmek, İkincisi namaz kılmak, üçüncüsü zekât vermek, dördüncüsü ramazan ayında oruç tutmak ve be­şincisi Allah'ın evi olan Kâbe'yi haccetmektir.

İslâm'ın bu beş temel esasından birincisi inançla alakalı, di­ğer dört tanesi de amelle yani uygulamayla ilgilidir. Bütün ibadetler içerisinden en kapsamlı ve en faziletli olanı namazdır. Kıyamet günü kulun sorgusu namaz ile başlayacaktır. Namazın hesabını veren kimse için diğer dinî hüküm ve esasların sorgusu Allah'ın yardımıyla kolay geçecektir.

Allah'ın haram kıldığı şeylerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri kendimiz için öldü­rücü zehir gibi görmeliyiz. İşlediğimiz kusurları devamlı hatırla­yıp bundan dolayı mahcup olmalı ve pişmanlık duymalıyız.

İşte kulluk yolu budur. Allah Sübhânehû yegâne tevfik bah­şedendir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri işleyen ve bu halinden do­layı mahcubiyet duyup pişman olmayan kimse inatçı ve azgın bi­ridir. Bu hali neredeyse kendisini dinden çıkartacak ve düşmanlar sınıfına sokacak kadar tehlikelidir.

Kaynak:

İmam-ı Rabbani - Mektubat-ı Rabbani,cild:2 - 67.Mektub

(Semerkand Yayınları)

 
Devamını Oku »