Allah’ın Ahirette Görülmesi(Rü'yet)



Allah Te’âlâ âhirette görülecektir.

Rü’yet (görme, görülme) kelimesinin mânası, Allah Teâlâ’yı tıpkı dünyada görülebilen başka şeyleri görür gibi ve fakat cihet ve keyfiyetten münezzeh olarak, gözle görmek suretiyle bilgi edinmemizdir. Biz o görülebilir demişizdir. Çünki “mevcut’tur ve m her mevcudun görülmesi mümkündür, o halde Allah da görülebilir.

Ortada cinler gibi görülemeyen birçok şey durup dururken nasıl olur da siz her mevcut görülür dersiniz denemez. Çünkü biz “aklen kesinlikle görülecektir demedik, görülebilir dedik” diyoruz. Görülebilir hükmünden görüldü sonucu çıkmaz. (Cevazdan vuku’ lazım gelmez) Sonra sizin söylediğiniz herkesin kabul ettiği bir şey değildir. Çünkü cinniyi başka biri görmese de saralı görür. Birçok salih kişiden cinleri gördükleri şeklindeki sahih haberler bize ulaşmıştır. İster cinnî olsun veya başka şeyler olsun varlıklar içinde görülemeyen şeylerin bulunması Allah’ın adetini, onların görülmesi isti­kametinde yürüt meşindendir yoksa bizzat onların görülemez olmasında değildir;

Peygamber (s.a.) Cebrail’i (a.s.) gördüğü halde huzurunda bulunanlar onu gör­müyorlardı. Bizim âlimlerimiz Allah’ın âhirette görüleceği ve onu müminlerin göreceği konusunda ittifak etmişlerdir.

Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. “Siz Rabbinizi, dolunay gecesinde ayı gördü­ğünüz gibi (rahatça) göreceksiniz, onu görmekte izdihama düşmeyeceksiniz”. Bu doğ­ruluğu üzerinde ittifak edilmiş bir hadistir.

Mu’tezile ve Havâric’e göre Allah “onu gözler, idrak edemezler” âyetinden dola­yı görülemez.

Biz buna karşılık şöyle deriz: Görüşümüzü, bu âyet mucibince düzenliyoruz. Çün­kü şöyle diyoruz: O idrak edilemez. Çünki idrak, bütün yönlerine vukuf demektir. Âyet ise Allah’ın ihata edilemeyeceğine, gücünün yüceliğine delalet etmektedir, yoksa onun görülemeyeceğine değil ve biz Allah ihata edilir demiyoruz. Bilakis O sadece görülebilir diyoruz.

Keza onlar şöyle derler: Bir vasıtayla görüş, görülen şeyle karşı karşıya olmayı, yüz yüze gelmeyi, belli bir mesafede bulunmayı, ya tümünü veya bir kısmını görmeyi gerek­tirir. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir. O halde bizim Allah’ı görmemiz de mu­haldir.

Buna karşılık bizim cevabımız şöyle olur: Bu görüş Allah'ın mesafe ve yön olmak­sızın görülmesi hususunda batıldır. Keza Allah'ın bilinmesi hakkında da böyledir. Çün­kü O, mesafe ve yüz yüze gelme olmaksızın bilinir. Nitekim yön ve mesafe görülebilmenin şartlarından değildir.

Musa’nın (a.s.) “bana kendini göster, sana bakayım” demek suretiyle Allah’tan rü’yet talep etmesi bu gerçeğe yani rü’yetin mümkün olduğuna delalet eder. Çünkü rü’yet muhal olsaydı o elbette bunu istemezdi. Nitekim, mümkün olmayan bir şeyi istemek, aklı başında olan kişilere uygun bir davranış değildir; nasıl olur da peygamber­ler için uygun olur.

Muhaliflerimiz bize karşı Allah’ın Musa’ya (a.s.) cevaben “sen beni asla göremez­sin” (len terani)âyetini ileri sürerler ve “bu ifade rü’yetin mümkün olmamasını ge­rektirir. Çünkü ‘len’ harfi ebedîlik bildirmek içindir. Allah’ın kendisiyle konuştuğu (kelimullah) Mûsâ (a.s.) onu ebediyen göremezse başkaları haydi haydi göremez” der­lerse biz buna karşı şu cevabı veririz: “Len” harfi “Onu (ölümü) ebediyyen istemeyecek­lerdir” şeklindeki âyette (len yetemennevnehu) gelir. Hâlbuki onlar ölümü âhirette isteyeceklerdir. Bu durum "len” harfinin ebedîlik ifade ettiği görüşünü savunanların aleyhine bir şeydir ki, Zemahşerî “Enmuzec” isimli kitabında zikretmiştir Zemahşerî “Keşşaf isimli eserinde “len”in te’kitli nefi ifade ettiğini belirtmiştir. “Len”in ebedîlik ifade ettiği görüşü delilsiz bir davadan ibarettir.

“Len” ebedîlik ifade etseydi “ben bugün asla hiçbir insanla konuşmayacağım“âyetindeki menfi ifade de “el-yevme” ile niçin sınırlanmıştır. Bu durumda “onu ebediyyen istemeyeceklerdir” âyetindeki ebedîlik zikri tekrar içindir.

Mu’tezile, rü’yetin vukuu konusunda sarih olan “O günde birtakım yüzler rablerine bakarak parlayacaktır” mealindeki âyeti te’vil etmişler ye “Rablerinin nimetini i bekleyerek” mânasındadır demişlerdir.

Biz buna karşılık deriz ki: Bu te’vil batıldır. Çünkü beklemek yorgunluk ve bitkinliktir. Hâlbuki cennet yorgunluk yurdu değildir.

“Nazar” kelimesi “ilâ” kelimesi ile beraber kullanılırsa bu ancak gözle görüş manasına dır. ”Nazara ileyhi” dendiği zaman bu “Onu gördü” demektir. Allah'ın Mûsâ ha kında hikaye ettiğine göre Mûsâ “Ya-rabbi bana kendini göster sana bakayım” yani “seni bekleyeyim” değil “seni göreyim” demiştir.

Âhirette rü’yetin vukuu bulacağını aklen isbat edenler bu rü’yetin dünyadaki imkânının nakli delillere dayalı olarak isbatında ihtilafa düşmüşlerdir:

Bir kısmı nakli delillere göre Allah’ın dünyada görülmesi mümkün değildir demişlerdir.

Bir diğer grup ise dünyada rü’yetin mümkün olduğu görüşünde olanlardır.

Keza Allah’a “idrak edilebilir varlık” denip denemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir:

el-Kalânisî ve Abdullah b. Said böyle demenin yasaklanması görüşünü savunmuşlardır.

Allah’ın rüyada görülüp görülemeyeceği konusunda da ihtilaf etmişlerdir.

Bizim âlimlerimiz Allah’ın bizzat kendini görmesinin mümkün olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Rü’yeti inkâr edenler içinde bu görüşü benimseyen bir gurup vardır.



M.Said Yeprem - Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Lika ve Ru'yetin Hakikati



Evet, biz ruhun varlığını ve onun bir cevher olduğunu hususî ve takribi delillerle ispat etmiştik. Bu husustaki hususî delili şöyle açıklayabiliriz: Malumdur ki ruhun zâtı zâtından ayrılmaz. Allah’ın yarattığı bir varlık bu özelliğe sahip olduğuna göre, herşeyin kendi­siyle varlığa kavuştuğu Allah’ın zâtınınzâtından ayrılması düşünü­lebilir mi? Muhakkak ki zâtı hakikat cihetiyle her sabit mtttefiktir, birdir ve kendisine işaret olunamaz.

Peki öyleyse melekut âleminin sahibi hakkında ne denilmesi gerekir? Ruh vahid-i sırf olmadığı halde onun zâtızâtından ayrıl­mazsa vahdaniyetinin semtine kesret yaklaşmayan, parçalanma ve ikilik kabul etmeyen Hakk-ı vâhidinzâtının zâtından ayrılmaması daha evlâdır. O halde O kendi zâtı ile âlimdir. O, yarattığı, icad et­tiği, varlık sahasına çıkardığı tüm mevcudattan haberdardır. O’na uyku ve uyuklama ârız olmaz. İşte Hayy isminin mânâsı budur. Çünkü Hayy,Hakk-ı vahiddir ve bizâtihi âlimdir. Biz daha önce ru­hun bir olduğunu, kemmiyet ve miktarının olmadığını söylemiştik. İşte aynı şekilde Mübdi-i Hakk’ın da kemmiyet ve miktarı yoktur.

Delillerle ispatlayıp, açıkladığımız bu izahlardan sonra, Müşebbihe fırkasının Allah hakkındaki görüşlerinin hepsinin bâtıl olduğu anlaşılmış oldu. Onlar Allah’a cihet, sûret, mekân, intikâl gibi şey­ler isnad ederler. Halbuki Allah-u Tealâ zıtları kabul eden bir cev­her olmadığı için tagayyûr etmez. Araz da olmadığı için cevherin ondan önce olması düşünülemez. Keyfiyeti olmadığı için bir şey e benzemez. Kemmiyeti olmadığı için miktarlara ve cüzlere ayrıla­maz. Muzaf olmadığı için kendisine muvazi olamaz. Bir yerde ol­madığı için O’nu birşey ihata edemez. Zamanda olmadığı için bir zamandan diğerine intikal edemez. Bir mevzide olmadığı için çeşit­li heyetleri bulunamaz, sonu ve sınırı olamaz.

Vacibü’l-vücudun zâtında, herhangi bir şekilde kesret olmadı­ğı; ve O’nun birtakım vasıflarla vasıflanması gerektiği sabit olunca, bu vasıfların kesrete sebep olmayacak şekilde sabit olması gerekir. Ayrıca O cinsi veya faslı bulunmaktan münezzehtir. Çünkü gayri ile herhangi bir iştiraki olmayanın, onu başkalarından ayıracak faslı olmaz. Böylece Allah’ın isimlerinin hepsinin —hatta Vücud’un bile tevâtu’ yoluyla değil de iştirak yoluyla olduğu anlaşılır. Allah’ın sı­fatlan, bir mahalde kaim olan renk ve zâtımız üzerine arız olan il­mimiz gibi ârazî olacak şekilde sabit olmaz. Çünkü Allah’ın sıfatla­rının ârazî olacak şekilde sabit olması tekaddüme, teahhüre ve kes­rete sebep olur.

Bu açıklamalarımız neticesinde O’nun Hayy olduğu vuzuha kavuştu. Çünkü O bizâtihi âlimdir. O Âlimdir. Çünkü O madde­den mücerredtir, vucuduzâtı içindir, Vahid olanın ve maddeden beri olanın ise zâtı kendisi için hasıl olur, dolayısıyla zâtını bilir. Zâtızâtından ayrılmaz. O’nun zâtı, zâtı üzerine zait olmadığı için, O’nun zâtını bilmesi, zâtında kesreti gerektirmez. Bu meseleyi şu şe­kilde açıklayabiliriz: Meselâ insan kendi nefsini bilince bilinen bu şey kendisinin gayri mi, yoksa kendisinin aynı mıdır? Eğer bu şey kendisinin gayri ise o nefsini değil, nefsinin gayrini bilmiş demek-

Yani kendi nefsini bilmemiş demektir. Eğer bildiği bu şey ken­disinin aynı ise, bu durumda bilen de, bilinen de onun nefsidir. Ya­ni bilen ile bilinen birdir. Dolayısıyla nefs hem bilen hem bilinen şey olmuş olur. İşte şanı yüce olan Allah’ı da buradan hareket ede­rek, bu şekilde anlamak gerekir. Nasıl âlim aynı zamanda malûm ise, aynı şekilde ilim de aynı zamanda malûmdur. Bu, hissin aynı zamanda mahsus olmasına benzer. Çünkü mahsus, hisseden şeyde tab’olmuşbirşeydir. Aynı şekilde burada ilim, malûmun kendisidir. İlim, âlim ve malûm —bu noktada— sadece kelime bakımından farklılık arzeder.

Yine, bu açıklamalarımız doğrultusunda Allah—u Tealâ’nın, mevcudatın nev’ ve cinslerinin tümünü bildiği sabit olur.Semavat- ta ve arzda zerre kadar birşcy bile O’nun ilminin dışında olamaz. Çünkü O zâtını bilir. Zâtını da olduğu gibi bilmesi gerekir. Zira O’nun zâtızâtı için mücerrettir. Ayrıca O’nun zâtı tüm mevcudatın yaratıcısıdır. O, feyyazdır ve tüm mevcudata varlık verir. O yarat­tıklarını bilir, onlar da O’na tâbi olurlar. Müteaddit ilimlerin çok­luğu, O’nun zâtında kesrete ve teaddüte sebep olmaz. Çünkü O’nun ilmi, bizim gibi mukaddimatın takdimine, fikir ve görüş te­atilerine bağlı değildir. O’nu zâtı yarattıklarına ilim fezeyan ettirir. Bu, O, mahlukâttan ilim iktisab eder anlamına gelmez. Çünkü O’nun ilmi, varlığın sebebidir; varlık ise O’nun ilminin sebebi de­ğildir. Nitekim: “Gaybın anahtarları, O’nun indindedir, onları O’ndan başkası bilmez” buyurulmuştur. O, cinsleri ve nevileri bildiği gibi hadis olan mümkinatı da bilir. Oysa ki biz bilemeyiz. Çünkü mümkin, mümkin olarak bilindiği sürece, onun vaki olup olmamasının bilinmesi muhaldir. Zira onun ancak imkân vasfı bi­linebilir. Bunun mânâsı ise, onun olması da olmaması da müm­kündür, demektir. Fakat binefsihimümkin olan herşey, sebebiyle vaciptir. Eğer onun vücudunun sebebi bilinirse, vucudu vacip olur. Eğer biz birşeyin bütün sebeplerine muttali olabilirsek, bu şeyin var olmasının gerektiğini kestirebiliriz.

Allah-u Tealâ hadiseleri ve onların sebeplerini bilir. Çünkü silsilesinde O’na yükselir. Allah-u Tealâ madem ki sebeplerin tertibini bilir, o hâlde onların hepsini sebep ve sonucuy­la birlikte bilir. Onun ilmi his, hayal, tekessür ve tagayyürden mü­nezzehtir. Allah’ın ilmini bu şekilde bilmek gerekir. Ayrıca Allah-u Teaiâ’nınmürid olduğunu; irade ve inayetinin bulunduğunu da bilmek lâzımdır. Fakat şunu belirtelim ki O’nun irade ve inayeti, zâtı üzerine zait değildir. Bunu biraz açıklayalım: Allah mürîdtir. Bilindiği gibi bir fail bir işi ya tabiatı icabı yapar —ki Allah-u Tealâ bundan münezzehtir— ya da irade ile yapar. Fail birşeyi tabiatı ica­bı yaparsa, bu durumda, yapılan şey, yapanın bilgisinden uzak bir fiildir. İşi, iradeyle yapan ise yaptığını bilir, öyleyse Allah-u Tealâ yaptıklarını ve yarattıklarını bilir. 

O, yaptığını dileyerek yapmakta­dır, yaptıklarında zorlama yoktur. İşte buna irade demek caizdir. Kısacası fiillerin bazısının bazısıyla tahassüsü ve bazısının bazısın­dan temeyyüzü iradenin varlığına bir delildir. Allahın inayeti ise, tüm mevcudatın nizamının tasavvuru ve nizamdaki en iyi ve en açık malûmatın keyfiyetidir. O’nu, irade ettiğini işlemeye zorlaya­cak bir garaz ve meyil yoktur. O’nun irade edip, meydana getirdiği birşeyden daha evlâsı olamaz. O bir fiili zemmedilmekten kurtul­mak veya medhedilmek için işlemez.

Allah-u Tealâ mürid, âlim olmasının yanısıra aynı zamanda da Kâdir’dir. Çünkü Kâdir dilediği zaman işleyen, dilemediği zaman işlemeyendir. Kâdir, mutlaka bir fiil işlemesinin gerekmesi bakı­mından değil de, dilediği fiili işlemesi bakımından Kâdir’dir. O’nun irade ettiği herşey olur, vuku bulur. İrade etmediği birşey ise olmaz, vuku bulmaz.

Allah-u Tealâ Hakim’dir. Çünkü, hikmet ya eşyanın hakikatini bilmek demektir ki, eşyanın hakikatini Allah’tan daha iyi bilen yok­tur; veya bir fiili tertipli, sağlam, kâmil ve güzel bir şekilde yapmak ekmektir ki, O’nun fillerinin bu vasıflara haiz olduğu kesindir. Ni­tekim: ",..Herşeye hilkatini verip, sonra onu hidayete erdirendir”buyurulması buna işaret eder.

O Cevad’tır. Çünkü cûd, herhangi bir garaz olmaksızın hayır ve nimet saçmaktır. Allah-u Tealâ hiçbir cimrilik etmeksizin, bir zaruret veya bir ihtiyaç olmaksızın tüm mevcudata cûd saçar. Bu bir garaz veya bir fayda için değildir. O, Cevad-ı Hak’tır ve de Veh-hab-ı Mutlaktır. Cevad ismi O’nun haricindekiler için mecazî ola­rak kullanılır.

Allah’ın ilmi, malumu, cûdu ve mevcudat üzerine olan fazlı kâmildir. Çünkü o kâmil olandır. Ayrıca madde ve maddî özellikle­rinden de münezzehtir.

Bizim marifet-i nefsten hareketle, Allah’ın zâtını ve sıfatlarını açık­lamamız, sadece meseleye delil getirmek içindir. Yoksa, şüphesiz Allah-u Tealâmahlûkâtın sıfatlarının tümünden münezzehtir, on­ların vasıflarıyla vasıflandırılmaz. Ayrıca O “celle” demekten de celîl; “azze” demekten de aziz; “ekber” demekten de kebîrdir. Söz Allah’a gelince susunuz. “Zira kimse O’nu, kendisinin övdüğü ve yücelttiği gibi övüp yüceltemez.” O kendisini vasfedenlerin vasıf­larının üstündedir. O yücelerin yücesinde, yücelerin fevkindedir — O’nun celâli her celâlin üstündedir. O’nun büyüklüğü karşısında vehimler durur. Herşey O’nda yok olur. Bunlar O’na iyi kul olan kimselerin sözleridir.

Allah-u Tealâ beşerî vasıflarla vasıflanmaktan münezzeh oldu­ğu için, O’nun fillerinin bir menfaatin temini veya bir mazarratın defi için olduğunu söylemek caiz değildir. O’nun fiili bir sürurun celbedilmesi için olamayacağı gibi, bir zevkin, neşenin, ferahlığın, aşk ve muhabbetin husulu için de olamaz. Allah-u Teala tüm fiillerinde böyle şeylerden münezzehtir. Dolayısıyla Kur’ân veya hadislerdeki bu türden lafızlar mebde ve ârızlarıyla değil de, semere ve sonuçları itibarıyla tefsir edilmelidirler.




İmam Gazali,Mearicu-l Kuds(Hakikat Bilgisine Yükseliş)İnsan Yay.
Devamını Oku »

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Şimdi kısaca Ehl-i sünnet'in inanç esaslarını açıklayalım. Da­ha sonra inançlarımızı buna göre düzeltip bizi bu çizgi üzerine sa­bit kılması için Allah Subhânehû'ya yalvaralım.

Allah'ın Varlığı ve Sıfatları

Allah (c.c) zâtıyla mevcuttur ve varlığının başlangıcı yoktur (kadîmdir). O'nun dışındaki her şey onun yaratmasıyla mevcut olmuş ve bu sayede yokluktan varlık sahnesine çıkmıştır. Allah Sübhânehû’nun varlığının sonu yoktur, ezelîdir. O'nun dışındaki her şey hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olan her şey ayın zamanda ebedîdir. Sonradan meydana gelen her şey aynı zamanda fânidir; yok olmaya mahkûmdur.

Allah Sübhânehû tektir; ne varlığının zorunluluğu konusun­da ne de ibadet edilmeyi hak etme konusunda eşi ve ortağı yoktur. Varlığı zorunlu olmak ondan başka hiçbir şeye yaraşmaz. Ondan başka hiçbir şey kendisine kulluk yapılmayı hak edemez.

Allah Sübhânehû'nun kâmil sıfatları vardır. Hayat, ilim, se­mi' (işitmek), basar (görmek), kudret, irade, kelam ve tekvin (meydana getirmek) bu sıfatlardandır. Bu sıfatların her biri ezelî olup Allah'ın zâtıyla kaimdir. Bu sıfatların sonradan ortaya çıkan (yaratma, görme, diriltme, öldürme, rızık verme...) gibi özellikleri o sıfatların ezelî olmalarına zarar vermez. Sıfatların ilgili olduğu şeylerin yaratılmış olması, sıfatların ezelî olmasına mâni değildir. Felsefeciler akıllarının kıtlığı, Mu'tezile mensupları da sapkınlığı sebebiyle yaratanın yaratılmış olanla ilişkisinin, ilişkide olan sıfa­tın hâdis olduğuna delil saymış ve Allah'ın kâmil sıfatlarını inkâr etmiştir.

Felsefeciler bundan başka, sonradan yaratılmışlık (hudûs) alameti gördükleri, değişime yol açtığı için Allah'ın cüz'iyyâtı (ti­kelleri) bilemeyeceğini savunmuştur. İki grup da gerçekte İlâhî sı­fatların ezelî olduğunu fakat bu sıfatların sonradan olan yaratıl­mışlarla ilgili ilişkisinin hâdis olduğunu bilememiş, sıfatların ken­dileriyle bu sıfatların ilişkilerini birbirinden ayırt edememişlerdir.

Allah Sübhânehû noksanlık ifade eden her türlü vasıftan uzaktır. O cevher ve cisimlere ait özelliklerden ve bunların gerek­tirdiği şeylerden münezzehtir. Allah'ın yüce zâtı hakkında zaman, mekân ve yön gibi şeyler söz konusu olamaz. Bütün bunlar Allah­'ın yaratmasıyla var olmuş şeylerdir.

İşin özünü anlayamamış bir cemaat, Allah'ın arşın üstünde olduğunu ifade etmiş ve Allah'ın yukarıda olduğunu ileri sürerek yön isnadında bulunmuştur. Arş ve arşın içine aldığı her şey son­radan meydana gelmiş olup Allah'ın yarattığı şeylerdir. Sonradan yaratılmış bir şeyin ezelî yaratıcının mekânı ve karargâhı olması nasıl düşünülebilir?

Şu var ki, arş Allah'ın yaratıkları arasında en şerefli olan ve en fazla nuraniyet ve berraklık ihtiva eden şeydir. Bu nedenle arş, yaratıcının yüceliğini en açık biçimde yansıtması için aynalık hükmüne layık görülmüştür. Nitekim bu yansıtma özelliği saye­sinde ona Allah'ın arşı deyimi kullanılmıştır. Yoksa arş ve diğer şeyler Allah'a nisbetle birbirine eşit olup hepsi Allah'ın yaratıkla­rıdır. Şu kadar var ki, arşın başka şeylerde bulunmayan yansıtma kabiliyeti vardır (Bu da Allah'ın arşın üstünde olduğu fikrini doğ­rulamaz).

Nitekim insan aynaya bakıp kendisini aynada gördüğü za­man, o insanın aynaya girdiği söylenemez. Bilakis bu insanın ay­nayla olan ilişkisi karşısına geçtiği diğer şeylerle olan ilişkisiyle eşittir. Bir farkla ki, ayna insanın görüntüsünü yansıttığı halde di­ğer şeyler onun görüntüsünü yansıtamaz.

Allah Sübhânehû ne cisimdir ne de cisimden oluşmuştur. O araz veya cevher de değildir. O'nun varlığının ne bir sının ne de bir sonu vardır. O uzun, kısa, enli ve dar olmaktan münezzehtir. Evet, Allah geniştir (vâsi'dir) fakat bu bizim akıllarımızın idrak et­tiği anlamda bir genişlik değildir. O her şeyi kuşatıcıdır ancak bu akıllarımızın aldığı bir kuşatma anlamına gelmez. O yakındır fa­kat bu yakınlık bizim anladığımız türden bir yakınlık değildir. Al­lah Teâlâ bizimle beraberdir ancak O alışageldiğimiz anlamıyla beraberlikten uzaktır.

Bizler Allah'ın geniş, kuşatıcı ve yakın olduğuna ve bizimle beraber bulunduğuna inanırız. Ama bunların şekil ve keyfiyetini bilemeyiz. Bunlarla alakalı olarak aklımıza gelen bütün keyfiyetler Mücessime mezhebine ait düşüncelerdir.

Allah Sübhânehû hiçbir şeyle özdeşleşmediği gibi (ittihat) hiçbir şey de Allah Sübhânehû ile özdeşleşmez. Bunun gibi hiçbir şey Allah'a hulûl edemez (içine giremez), Allah Teâlâ da hiçbir şe­ye hulûl etmez. Bölünmek ve parçalara ayrılmak, bir araya gelmek veya çözülmek gibi durumlar Allah için düşünülmesi imkânsızdır.

Allah'ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. O'nun eşi veya çocuğu yoktur. Allah Sübhânehû gerek zâtı gerekse sıfatları itiba­riyle nitelik, benzeri ve dengi olmak gibi özelliklerden yücedir. Bizim O’nun hakkında en son bilebileceğimiz şey şudur: Allah Sûhhânehû vardır, O kendisini vasfettiği ve övdüğü bütün kâmil isim ve sıfatların sahibidir.Fakat yukarıda da geçtiği gibi Allah, bu sıfatlarla ilgili olarak zihnimizde oluşabilecek her türlü tasav­vurun ötesindedir.

"Gözler O’nu idrak edemez.Fakat O gözleri idrak eder.O en gizli şeyleri bilir ve her şeyden hakkıyla haberdardır'' (En'âm,103)

Akıl ve kavrayış sahipleri, Onun var olduğu ve kendinden başka ilâh olmadığı dışında bir şey söylememiştir.

Allahın isimleri ayet ve hadislerle bilinebilir. Yani Allaha isnat edeceğimiz ismi şeriat sahibinden duymuş olmamız gerekir. Şeriatta kullanıldığı bilinen her ismin Allah için kullanılması caiz­dir. Aksi takdirde Allah'a isim isnadında bulunmamız doğru de­ğildir. Mesela "cevad" (cömert) ismi eğer bir yetkinlik ifade ediyor­sa bu ismi Allah için kullanabiliriz, Zira şeriatta bu isim Allah için kullanılmıştır. Fakat aynı anlama gelen "sulu" (cömert) ismini Al­lah için kullanamayız. Çünkü şeriatta bu ismin Allah için kullanıl­dığı bilinmemektedir.

Allah'ın Kelamı: Kur'ân-ı Kerim

Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamı olup harf ve ses elbisesi içeri­sinde Resûlullaha (s.a.v) indirilmiştir. Allah Subhânehû Kur'an aracılığıyla kullarına bazı hususları emretmiş, bazı şeyleri de ya­saklamıştır. Biz insanlar, içimizde tasarladığımız manaları dilimiz aracılığıyla harf ve ses elbisesi içerisinde dışa vurur ve bu yolla duygu ve düşüncelerimizi insanlarla paylaşırız. Allah Sübhânehû da ağız ve dil gibi araçları kullanmadan yetkin kudretiyle dilediği manaları harf ve ses düzeni içerisinde açığa çıkarır, bu düzen içe­risinde emir ve yasaklarını insanlara ulaştırır. Bu bakımdan gerek nefsi (iç) gerekse lafzı (sözlü) kelamın her biri Allah'ın kela­mıdır.

Allah'ın kelamı dendiği zaman bu iki kelamın kastedilmeği mecazen değil, hakikat yönüyledir. Tıpkı bizim nefsî kelamımız ile lafzı kelamımızın hakiki anlamda olduğu gibi. Yoksa birincisi me­cazi, İkincisi hakiki manada söylenmiş değildir. Çünkü mecazi mananın reddedilmesi mümkündür. Oysa lafzî kelamı reddedip bunun Allah Teâlâ'ya ait olduğunu inkâr etmek küfürdür.

Peygamberimizden önce gelen diğer peygamberlere indiri­len ilâhı kitap ve sahifeler de böyledir. Bunların hepsi de Allah'ın kelamıdır. Kur’an’da ve geçmiş İlâhî kitaplarda yer alan sözler, Al­lah'ın, zamanın şartlarına göre kullarına uymasını emrettiği hü­kümleri ifade ederler.

Rü'yet

Müminlerin cennette yön, karşı karşıya bulunma, nitelik ve kuşatma olmaksızın Allah'ı görmesi (rü'yet) haktır. Ahirette ola­cak bu görme işinin gerçekleşeceğine iman ederiz; fakat nasıl ola­cağı konusunda kafa yormayız.

Allah'ın görülmesi hadisesi keyfiyet dışı bir şeydir. Bu dün­yada keyfiyet ve misal erbabı olan bizler bu sırrın iç yüzünü keş­fedemeyiz. Bu gerçeğe inanmaktan başka nasibimiz yoktur. Felse­feciler, Mu'tezile ve bazı bid'atçı fırkaların vay haline! Onlar ilâhı lütuftan mahrum kalmaları ve basiretlerinin kapalı olması sebe­biyle Allah'ın ahirette görülebileceği gerçeğini inkâra kalkışmış ve gayb âlemine ait olan durumları mevcut âleme kıyas ederek bu dinî esasa iman şerefine erememişlerdir.

Kulların Fiilleri; Hayır ve Şer

Allah Sübhânehû kulları yarattığı gibi onların işlerini de ya­ratmaktadır. Kulların işlerinin hayır ya da şer olması bu gerçeği değiştirmez. Bütün işler Allah'ın takdiriyle olmaktadır. Şu kadarı var ki, hayır ve şer Allah'ın dilemesiyle olduğu halde, Allah hayır­lı işlerden razı olmakta, şerli işlerden razı olmamaktadır. Şu da unutulmamalıdır ki, Allah'a karşı takınacağımız edep gereği tek başına şerri Allah'a isnat etmekten sakınmalı; Allah Sübhânehû hakkında "şerri yaratan" yerine "hayrı ve şerri yaratan" ifadesini kullanmalıyız. Nitekim âlimler edebi gözeterek Allah Sübhânehû hakkında "hınzırları ve pislikleri yaratan" ifadesi yerine "her şeyi yaratan" ifadesini kullanmışlardır.

Mu'tezile tercih ettiği ikicilik (düalist) eğilimi gereği kulların, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüş ve hayır ya da şer bütün işleri kullara nisbet etmiştir.

Oysa Mu'tezile'nin bu yaklaşımı hem akıl hem de din yö­nünden tutarsızdır. Gerçi Ehl-i sünnet âlimleri de kulların kudre­tinin yaptığı işlerde bir katkısının olduğunu kabul etmiş ve buna kesp ismini vermiştir. Zira titreme ile iradeli hareket arasında, biri kudret ve kesp dışı, diğeri kudret ve kesple meydana gelmiş ol­ması bakımından apaçık bir fark vardır. Nitekim iki hareket ara­sındaki bu kadar bir fark kulların yükümlülüğüne ve iyi işlerden dolayı mükâfat alırken kötü işlerden sorumlu tutulmasına yol aç­mıştır.

Fakat birçok insan kulda kudret, kesp ve iradenin varlığı ko­nusunda tereddütten kurtulamamış ve kulun âciz ve mecbur ol­duğunu düşünmüştür. Görünen o ki, bunlar âlimlerin maksadım yeterince anlamamışlardır. Zira kulun kudret ve irade sahibi ol­duğunu söylemek, onun dilediği her şeyi yapabileceği veya dile­mediği hiçbir şeyi yapmayacağı anlamına gelmez. Konuya böyle yaklaşmak kulluk gerçeğiyle bağdaşmaz.

Halbuki kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylerken âlimlerin maksadı, kulun sorumlu tutulduğu her şeyi yerine ge­tirme kudretine sahip olduğudur. Yani kul günde beş vakit namaz kılmaya, malının kırkta birini zekât olarak vermeye, on iki ay içe­risinden bir ayı oruçla geçirmeye gücü yeter. Bunun gibi binek ve azık imkânı olduktan sonra ömründe bir defa hac yapabilecek güçtedir. Diğer bütün şer'î hükümler de bunlar gibi olup bunların hepsinde Cenâb-ı Allah kulun zayıflığını bildiği için engin rahmeti gereği kendilerine kolaylık göstermiştir.

Bu hususa işaretle Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara 2/185).

"Allah sizin (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır" (Nisâ4/28).

Yani Allah Teâlâ, size zor gelen emirleri ve yükümlülükleri hafifletecektir. İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması da, arzuları­na karşı koyamaması ve zorlu görevlere tahammül gösterememesi anlamına gelir.

Peygamberler ve Vazifeleri

Peygamberler insanları Allah'a davet etmek ve onlara hida­yet yolunu göstermek için gönderilmiş ilâhı elçilerdir. Davetlerini kabul edenleri cennetle müjdeler, reddedenleri de cehennemle korkuturlar. Peygamberlerin Allah katından insanlara ilettikleri her şey haktır, doğrudur. Bunların hiçbirinin gerçekleşmeme şüp­hesi yoktur.

Peygamberlerin sonuncusu bizim sevgili Efendimiz Muhammed'dir (s.a.v). Onun getirdiği din bütün dinlerin geçerlilikle­rini ve hükmünü ortadan kaldırmıştır. Onun kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm bütün kitapların en üstünüdür. Onun şeriatını neshederek yürürlükten kaldıran hiçbir şeriat yoktur ve onun şeriatı kıyamete kadar yürürlükte kalacaktır. İsa (a.s) yeryüzüne inip sevgili Pevgamberimiz'in şeriatına göre hükmedecek ve onun ümmetinden olacaktır.

Ölüm, Kabir Hayatı, Kıyamet ve Şefaat

Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, Münker ve Nekir adlı iki meleğin kabirde kullan sorgulaması haktır. Kâinatın yok olması, göklerin yarılması, yıldızların dağılması, yerlerin ve dağların kök­lerinden koparak parçalanması mutlaka gerçekleşecektir. Haşir, neşir, ruhların tekrar bedenlere dönmesi, kıyametin şiddetli sar­sıntısı, kıyamet sırasındaki dehşetli olaylar yaşanacaktır.

Amellerin sorgulanması, insanın uzuvlarının yapıp ettikleri­ne dair tanıklık etmesi de haktır. Herkesin ne işlediğinin bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu amel defterlerinin da­ğıtılması ve buna göre iyilikleri fazla gelenlerin kurtuluşa ermesi, kötülükleri fazla gelen kimselerin hüsrana uğraması gerçektir.

Mahşerde amelleri tartan terazinin ağırlık ve hafifliğinin -mahşerdeki terazilerde yukarı kalkan kefe, bu dünyada ise aşağı inen kefe ağır geldiği için- dünyadaki terazilerin ağırlık ve hafifli­ğine benzememesi de haktır. Sevgili Peygamberimiz'in bu gibi ahiret halleriyle ilgili olarak getirdiği haberlerin hepsi doğrudur.

Peygamberlerin ve salih kulların, din gününün sahibi olan yüce Allah'ın izniyle, birinci ve ikinci derecede asi müminlere şe­faatte bulunması haktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için olacaktır”(Tirmizi,nr.2435)

Cehennem üzerine sırat köprüsünün kurulması da haktır. Müminler bu köprüden geçerek cennete girecek, kâfirler ise ayak­ları kayarak cehenneme düşeceklerdir.

Müminlere mükâfat olarak hazırlanan cennet ve kâfirlere ce­za olarak hazırlanan cehennem şu anda yaratılmış vaziyette olup sonsuza kadar bâki kalacaklardır. Müminler sorgulamadan geçip cennete girdikleri zaman orada devamlı kalacak ve asla cennetten çıkartılmayacaklardır.

Aynı şekilde kâfirler de hesaba çekilip cehenneme girdikleri andan itibaren orada devamlı kalacak ve cehennemde sonsuza kadar azap göreceklerdir. Onlara azabın hafifletilmesi mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakı­lır" (Bakara 2/162).

O gün kalbinde zerre kadar iman bulunup da işlediği günahlar sebebiyle cehenneme girenler, günahları kadar azap gördükten sonra cehennemden çıkartılacaklardır. Onlar imanları hürmetine, kâfirler gibi cehennemde yüzleri kararmayacak ve kendilerine zin­cir ve bukağı vurulmayacaktır.

"Allah'ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, emre­dileni yerine getiren..." (Tahrîm 66/6).

Melekler Allah'ın kulları olup üstün varlıklardır.

Meleklerin dişilik ve erkeklik gibi özellikleri yoktur. Evlen­mek ve çoğalmak gibi durumlar onlar için söz konusu değildir. Allah Sübhanehü meleklerin bir kısmını kendisine elçi olarak seç­miş ve bunları vahyi tebliğ vazifesiyle şereflendirmiştir.

işte peygamberlere kitap ve sahifeleri ulaştıran melekler bunlardır. Meleklerin işlerinde hata ve aksaklık baş göstermez. Onlar düşmanlarının hile ve tuzaklarından emindirler. Onların Al­lah katından ilettiği her şey doğrudur ve bunlarda asla hata ve ka­rıştırma ihtimali söz konusu değildir. Bu yüce varlıklar Allah Sübhanehunun azameti karşısında titrer ve sürekli O'nun emirle­rini yerine getirmek için çırpınırlar.

İmanın Artıp Eksilmesi

İman, bizlere tevatür yoluyla ulaşan dinî esasları, gerek top­luca gerek tafsilat düzeyinde kalp ile tasdik ve dil ile söylemekten ibarettir. Azalarla yapılacak olan ameller imanın bir parçası değil­dir, Fakat ameller imanın kemalini artırır ve ona güzellik katar.

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh.a) imanda artma ve eksilme bulunmayacağını savunur. Zira kalp ile tasdik, kalbin kesin inancı demektir. Bu hususta amellerin imanın artması veya azalmasına etkisi yoktur. Eğer fazlalık veya noksanlıktan söz edilebilirse bu zan ve vehim dairesinde söz konusu olur.

İmanın kemalinin artması ve eksilmesi itaat ve iyiliklere gö­redir, İtaat arttıkça imanın kemali de artar. Bu bakımdan sıradan bir müminin imam peygamberlerin imanına eşit değildir. Çünkü peygamberlerin imanı, üzerine eklenen itaatle birlikte kemalin zirvesine varmıştır. Sıradan müminlerin imanı kemalin zirvesi şöyle dursun, kemalin kendisine dahi varabilmiş değildir. Ama şurası bir gerçektir ki, peygamberin imanıyla sıradan bir müminin imanı yalın tasdik konusunda eşittir. Ne var ki peygamberlerin imanı üzerine eklenen itaatler sayesinde bir başka hakikat daha kazanmıştır ki bu bakımdan sıradan bir müminin imanı sanki bu imanın bir ferdi olamamaktadır.

Bu bakımdan sıradan bir müminin imanıyla peygamberlerin imanı arasında ne bir eşitlik ne de ortaklık bulunur. Nitekim,sıradan insanlar peygamberlerle insan olma konusunda eşit olmakla beraber peygamberlerin sahip olduğu kemalat onları yüksek mertebelere ulaştırmış ve onlara bambaşka bir mahiyet kazandırmıştır. O kadar ki, neredeyse peygamberler diğer insanlarla ortak ol­dukları hususiyetlerinden sıyrılmış ve gerçekle asıl kendileri insan olurken, diğerleri hayvan hükmüne düşmüştür.

İmamı Azam Ebu Hanife (r.ha), "Ben gerçekten müminim" derken, İmam Şâfiî (rh.a), "Ben inşallah müminim" demeyi tercih etmiştir. Her birinin elinde kendisini haklı kılarak gerekçesi var­dır. Nitekim şimdiki zamanı düşünerek ele aldığımızda, "Ben ger­çekten müminim" demek doğrudur. Konuya son nefesimizi düşü­nerek yaklaştığımızda, "Ben inşallah müminim" demek de doğru­dur. Şu halde, "Ben inşallah müminim" demek caizdir; fakat her ne açıdan söylenirse söylensin yine de bu konuda "inşallah" keli­mesini kullanmamak daha yerindedir.

Büyük Günah Meselesi

Mümin, büyük de olsa günah işlemekle imandan çıkmaz ve kâfir olmaz. Rivayete göre bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (rh.a) bir grup âlimle birlikte oturmaktaymış. O sırada bir şahıs gelerek, "Babasını haksız yere öldürüp başını keserek kafatasından şarap içen, daha sonra annesiyle zina eden günahkâr bir mümin hakkın­da ne dersiniz, bu kimse hâlâ mümin midir yoksa kâfir midir?" diye sormuş. Mecliste bulunanların her biri bir şey söylemişse de hiçbiri isabet edememiş.

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, "O kimse mümindir" demiş ve işlediği günahların onu imandan çıkarmayacağını savunmuş.

İmâm-ı Azamın bu tesbiti bir arı için yanında bulunan âlimlere ağır gelmiş ve bir müddet kendisini eleştirmişler; fakat daha sonra hepsi ımâm-ı Azam'a hak vererek görüşünün isabetli olduğunu itiraf etmişler.

Günahkâr bir mümin, can boğaza gelmeden önce tövbe et­meye muvaffak olursa, tövbesinin kabul edileceği vaadine daya­narak onun kurtuluşa ereceğini umarız. Eğer tövbe şerefine ere­mezse onun işi Allah'a kalmıştır; dilerse onu affederek cennete koyar, dilerse de cehennem ya da başka bir şeyle kendisini günahı kadar cezalandırır. Ama eninde sonunda o kurtuluşa erer ve cen­nete girer. Zira ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum kalmak sa­dece kâfirlere aittir. Fakat zerre kadar imanı bulunan kimse, işle­diği günahlar sebebiyle başta olmasa bile eninde sonunda rahmet ve mağfirete nail olacaktır.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

İmamet ve Hilafet Konusu

İmamet ve hilafet konusu Ehl-i sünnet'e göre akaid konulan arasında değildir. Ancak Şia'nın bu konuda bazen ifrata bazen tef­rite varan görüşlerine karşılık Ehl-i sünnet âlimleri tarafından bu konu kelam kitaplarına alınmış ve meselenin gerçek yüzü ortaya konulmuştur.

Ehl-i sünnet'in belirttiği gibi Peygamberimiz'den (s.a.v) son­ra hakiki anlamdaki halife Hz. Ebû Bekir hazretleridir. Ondan sonra Hz. Ömer el-Fârûk, daha sonra Hz. Osman-ı Zinnûreyn daha sonra da Hz. Ali b. Ebû Tâlib'dir. Allah Teâlâ hepsinden razı ol­sun. Bu sahabilerin üstünlük derecesi de hilafet sırasına göredir.

Başta İmam Şafiî olmak üzere büyük imamların naklettiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in üstünlüğü konusunda sahabe ve tabiînin icması vardır. Nitekim Ehl-i sünnet'in öncüsü olan Ebü'l-Hasan Eş'arî, ilk iki halifenin ümmetin diğer fertlerine olan üstünlüğünün kesin olduğunu ve buna ancak cahil veya mutaas­sıp kimselerin karşı çıkacağını ifade etmiştir.

"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım." (Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım."Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)Hz. Ali de şöyle demiştir:

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin, el-Gunye adlı eserinde naklet­tiğine göre Peygamberimiz şöyle anlatır:

"Miraç gecesi Allah Teâladan, benden sonra Ali b. Ebû Tâlib'in halife olmasını istedim. Bunun üzerine melekler bana şöyle dedi:

- Ey Muhammedi Daima Allah 'ın dilediği olur. Ama senden sonra halife Ebû Bekir olacaktır. ”

Şeyh hazretleri Hz. Ali'den şu sözleri nakleder: "Resûlullah (s.a.v) dünyadan ayrılırken benden söz aldı ve kendisinden sonra Ebû Bekir'in, sonra Ömer'in, daha sonra da Osman'ın halife olaca­ğını ve en sonunda da benim halife olacağımı bildirdi."

İmam Haşan, İmam Hüseyin'den daha faziletlidir (r.anhü- ma). Ehl-i sünnet âlimleri ilim ve içtihat konulannda Hz. Aişe'yi Hz. Fâtıma'dan (r.anhüma) daha üstün görmüşlerdir. Abdülkadir-i Geylânî (k.s) el-Gunye adlı eserinde Hz. Âişe'yi Hz. Fâtıma'- dan (r.anhüma) üstün tutmuştur.

Bu fakire göre Hz. Âişe (r.anha) ilim ve içtihat konularında Hz. Fâtıma'dan (r.anha) üstün olduğu gibi, Hz. Fâtıma da (r.anha) zühd ve inziva konusunda ondan daha üstündür. Bu sebepledir ki Hz. Fâtıma (r.anha) Betûl diye anılmıştır. Bu kelime "kendini ta­mamen dünyadan çekip Allah’a veren" anlamındadır. Hz. Âişe (r.anha) sahabenin fetva mercii idi. Hz. Âişe'de (r.anha) sahabenin İlmî konularda karşılaştığı bütün problemlerin çözümleri bulun­maktaydı.

Sahabe Arasındaki Olaylar ve Görüş Ayrılıkları

Cemel ve Sıffın Vakası gibi sahabe arasında cereyan eden bazı hadiseleri değerlendirirken hüsnüzan sahibi olmalı ve bu olayları iyi niyetle açıklamalıdır. Sahâbe-i kirâmı nefsanî arzu­lardan ve kör taassuptan uzak görmelidir. Zira bu yüce şahsiyetli kimseler, Peygamber Efendimiz'in sohbeti sayesinde nefsanî ar­zuların girdabından kurtulmuş, taassuptan arınmış şahsiyet­lerdir.

Onlar herhangi bir konuda barış ya da sulh yaparlarsa bunu hak uğruna yaparlar. Eğer tartışırlarsa bunu da hak uğruna yaparlar. Birbiriyle savaşan her iki taraftaki sahâbe-i kirâm da kendi iç­tihadına uymuş ve muhaliflerine karşı cephe alırken hevâ ve taas­subun etkisiyle hareket etmemiştir. İsabetli içtihatta bulunanlar iki -bir görüşte on- sevap alırken, hata edenler bir sevap almışlardır. Onların hata edenleri de isabet edenleri gibi kınanamazlar. Onla­rın hata edenlerinin de mükâfat alacağını umarız.

Fakat âlimler bu vakalarda Hz. Ali'yi (r.a) haklı görmüş, muhaliflerinin içtihadını hatalı bulmuştur. Buna rağmen onların kâfir veya fâsık olduğunu söylemek şöyle dursun, kendilerini ya­dırgamamız bile söz doğru olmaz. Nitekim Hz. Ali (r.a) kendisine muhalif olanlar hakkında bizzat şöyle demiştir:

"Onlar bizim kardeşlerimizdir ama bize isyan etmişlerdir. Kendileri açısından gerekçeleri olduğu için kâfir veya fâsık değil­lerdir." (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 8/173)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Ashabım arasında cereyan eden hadiseleri dilinize dolamaktan uzak durun!" . (İbn Esîr, en-Nihâye, 2/445..)

Şu halde sahabenin hepsine hürmet göstermeli ve kendilerini hayırla yâd etmeliyiz. Onlar hakkında asla suizanda bulunmamalı ve onların kavgalarının başkalarının barışından daha hayırlı oldu­ğunu düşünmeliyiz.

İşte gerçek kurtuluş yolu budur. Zira sahabeye duyulan mu­habbet Peygamber Efendimize (s.a.v) duyulan muhabbetten; yine onlara duyulan nefret de Peygamberimize duyulan nefretleri kaynaklanmaktadır.

Nitekim büyüklerden biri der ki: "Sahabeye hürmet etmeyen kimse Peygamberimiz'e iman etmemiş demektir."

Kıyamet Alametleri

Peygamberimiz'in haber verdiği kıyamet alametlerinin hepsi hak olup gerçekleşecekleri konusunda en ufak bir şüphe yoktur.

Güneşin olağanüstü biçimde batıdan doğması, Mehdi nin zuhuru, Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi, deccâlin zuhuru, Ye'cûc ve Me'cûc’un zuhuru, dâbbetü'l-arzın çıkması, gökyüzünden çıkıp bütün her yeri saran bir dumanın zuhur etmesi ve insanlara zor anlar yaşatması gibi olayların hepsi haktır. Öyle ki, insanlar yaşa­dıkları ıstırap ve sıkıntıdan dolayı, "Rabbimiz Bizden artık azabı kaldır çünkü biz artık inanıyoruz!" (duhân 44/12) diyecekler.

Kıyamet alametlerinin sonuncusu da Yemen'in Aden şehrin­den zuhur edecek ateştir.

Bir cemaat cehaletleri nedeniyle Hint halkından mehdi oldu­ğunu iddia eden bir kimseyi gerçek mehdi sanmışlardır. Onların iddiasına göre mehdi ölmüş ve bu âlemden göçmüştür. Bu cemaat mehdinin kabrinin Fereh'te olduğunu iddia ediyor. Halbuki ko­nuyla ilgili meşhur ve hatta mütevâtir derecesine varan sahih ha­disler bu kimseleri yalanlamaktadır. Bu hadislerde sevgili Pey­gamberimiz mehdinin alametlerini açıklamıştır. Söz konusu ala­metler iddia edilen kimsede bulunmamaktadır.

Mesela mehdiyle ilgili hadislerde mehdinin haşinin üstünde bir bulut parçasının dolaşacağı ve buluttan bir meleğin, "Bu kimse mehdidir, kendisine tâbi olun!" (Taberânî, Müsnedü'ş-Şâmiyyîn, 2/71.)diye sesleneceği bildirilmektedir;

Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur;

"Tarihte dört kişi yeryüzünün bütününde hükümran olmuştur, Bunlardan ikisi mümin diğer ikisi kâfirdir. Zülkarneyn ve Süleyman mümin olanları, Nemrud ve Buhtunnasr da kâfir olanlarıdır, Benim Ali beyt'imden beşinci biri daha (Mehdi) yeryüzünün tamamında hüküm­ran olacaktır. "( İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 6/285)

Bir başka hadiste şu ifadeler yer alır:

"Dünyanın sonu gelmeden önce Allah Teâlâ benim Ehl-i beyt'im­den birini gönderecektir. İsmi benim ismime, babasının ismi babanım is­mine uyacaktır. Bu şahıs, zulüm ve kötülükle dolu olan yeryüzünü adalet ve güzellikle dolduracaktır. " (Ebû Davud, nr. 4282)

Bir diğer hadis-i şerifte ise şöyle bildirilmiştir:

"Ashâb-ı Kehf Mehdi'nin yardımcıları olacaktır."(İbn Hacer,Fethul Bari,6/503)

Mehdi'nin ortaya çıktığı dönemde Hz. İsa (a.s.) yeryüzüne inecektir. Mehdi, deccâle karşı savaşmak ve onu öldürmek için Hz. İsa (a.s) ile birlikte hareket edecektir. Onun hüküm sürdüğü dönemde astronomik hesapların tersine olağanüstü biçimde Ra­mazan ayının on dördüncü günü güneş tutulması ve yine bu ayın ilk günü ay tutulması olacaktır.

Şu halde insaf etmeli! Hiç Mehdi olduğu iddia edilen ve şu an ölmüş olan bu şahısta söz konusu alametler görülmüş müdür? Mehdi'nin Peygamberimiz’in haber verdiği üzere bunlardan başka daha birçok alameti bulunmaktadır.

Şeyh İbn Hacer el-Heytemî bu konuda bir risale kaleme almış ve beklenen Mehdi'nin 200 kadar alametini açıklamıştır. Mehdi konusu bu kadar açık olmasına rağmen bir cemaatin böyle sapkınlıkta ısrar etmesi cehaletin son kertesinden başka bir şey değildir. Allah kendilerini doğru yola iletsin!

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya bölündüler. Bunlardan biri dışın­da diğerlerinin hepsi cehenneme girecektir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların da biri dışında hepsi cehenneme girecektir.

Bunun üzerine sahâbe-i kirâm,

Yâ Resûlallah! Kurtuluşa eren bu fırka hangisidir, diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v) onlara şöyle cevap vermişti:

Onlar benim ve ashabımın yolunu takip edenlerdir. " (Tirmizî, nr. 2641)

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından kurtuluşa erece­ği bildirilen fırka Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v) ve sahâbe-i kirâmın yolunu onlar takip etmektedir.

Ey Allahım! Bizleri Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yolunda sabit kıl, onların zümresine mensup olduğumuz halde canımızı al ve bizi onlarla birlikte haşret.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

Bir müslüman öncelikle inanç esaslarını düzgün biçimde öğ­renmeli. Bunu yerine getirdikten sonra mutlaka gündelik hayatla alakalı olan dinin emirlere uygun hareket etmeli ve Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmalıdır.

Müslüman gevşekliğe meydan vermeden günde beş vakit namazı cemaatle ve tadil-i erkânı gözeterek kılmalıdır. İslâm ile küfür arasını ayıran sınır namazdır. Sünnete uygun şekliyle na­maza devam eden kul Allah'ın sağlam ipinden tutunmuş olur. Zi­ra namaz İslâm'ın beş temel direğinden İkincisidir. Birinci direği Allah'a ve Resûlü'ne iman etmek, İkincisi namaz kılmak, üçüncüsü zekât vermek, dördüncüsü ramazan ayında oruç tutmak ve be­şincisi Allah'ın evi olan Kâbe'yi haccetmektir.

İslâm'ın bu beş temel esasından birincisi inançla alakalı, di­ğer dört tanesi de amelle yani uygulamayla ilgilidir. Bütün ibadetler içerisinden en kapsamlı ve en faziletli olanı namazdır. Kıyamet günü kulun sorgusu namaz ile başlayacaktır. Namazın hesabını veren kimse için diğer dinî hüküm ve esasların sorgusu Allah'ın yardımıyla kolay geçecektir.

Allah'ın haram kıldığı şeylerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri kendimiz için öldü­rücü zehir gibi görmeliyiz. İşlediğimiz kusurları devamlı hatırla­yıp bundan dolayı mahcup olmalı ve pişmanlık duymalıyız.

İşte kulluk yolu budur. Allah Sübhânehû yegâne tevfik bah­şedendir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri işleyen ve bu halinden do­layı mahcubiyet duyup pişman olmayan kimse inatçı ve azgın bi­ridir. Bu hali neredeyse kendisini dinden çıkartacak ve düşmanlar sınıfına sokacak kadar tehlikelidir.

Kaynak:

İmam-ı Rabbani - Mektubat-ı Rabbani,cild:2 - 67.Mektub

(Semerkand Yayınları)

 
Devamını Oku »