Avrupa'nın Yeni Bir İhraç Meta

Batılılaşma miti  eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye… Daha doğrusu, aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti.

Filhakika , intelijansiyamızın  şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bâkire, Tanzimat'tan beri tanıdığımız "Batılılaşma'nın" ta kendisi.

"Çağdaşlaşmak", Avrupa'nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD  gibi… Şuuru felçe uğratan bir zehir. "Çağ-dışılık" ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden hıristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?

Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi?... Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asîl, çok daha insanca bir medeniyetin.

Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmektir; asrîleşmek, yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak. Kırk yıllık Kâni'nin Yâni olamıyacağı, Türk'ün akl-ı selimi için bedâhetlerin bedâheti; bir medeniyetin başka bir medeniyete istihale  edemeyeceği Danilevsky'den  beri bir kaziyye-ı muhkeme.


Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996. s.97-98.
Devamını Oku »

Milliyetçilik ve Batı

Milliyetçilik ve Batı

Milliyetçilik mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye.Daru'l İman,vahdet mefhumu etrafında toplanan insanlardan müteşekkil.Irk,kafatası..ayrımı yok.Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş.Barbar istilalarından sonra birlik kuraramamışlardır.Hırıstiyanlık birleştirci unsur olamamıştır.Kavim kendi müşterek hareket etmiş ama,kendi arasında zaman zaman kavga da etmiş.

Halil Açıkgöz - Cemil Meriç İle Sohbetler
Devamını Oku »

Avrupa'nın Asya'daki Amacı Avrupalılaştırmak

Avrupa'nın Asya'daki Amacı Avrupalılaştırmak

...Demek ki, Avrupanın Asyayı hâkimiyeti altına almak temayülü tek kelimede billurlaşır: Avrupalılaştırmak. Bu emeli gerçekleştirmek için önce silaha başvurulur. Asyanın, daha doğrusu İslâm-Türkün mukabil taarruzu Haçlı emellerini akamete uğratınca, açık savaşın yerini soğuk savaş alır. Emperyalistler Asya ya dostça hulule çalışırlar. Bunun için her vasıta meşru görülür. Yalan, desise, riya... Kapitalizm Osmanlıyı hiçbir zaman emellerine râm edemez. Hıristiyan Batı nın terbiyesi çağdan çağa değişir. Sosyalizm Avrupalılaştırmanın son silahıdır. Manevi planda muzaffer olmaya başlayan bir silah. Batı nın teslim alamadığı tek kale: İslâmiyet. Yani ikbal devirlerinde Şarkın zaferini ve üstünlüğünü sağlayan, idbar devirlerinde büsbütün yok olmasını önleyen manevi güç.

Biz kıtalar arasında ezeli bir savaş olduğuna inanmıyoruz. Savaş Avrupalının ruhundadır. Sınıflar arası savaş, milletler arası savaş, tabiata karşı savaş, dünyaya karşı savaş... Nizamını bir türlü kuramayan bir tedirgin ruh... Arzı geniş bir salhaneye çevirmiştir ve çevirmektedir. Asya Avrupalılaşamaz, İslâm Hıristiyanlaşamaz. Tarih ırmağı yatağını değiştiremez. İnsanlığın fetihlerini belli bir kıtanın inhisarında görmek gafletlerin en büyüğüdür. Biz iki kıtanın, daha doğrusu kıtaların cihanşümul bir teavün içinde el ele vereceklerine inanmak istiyoruz.

Cemil Meriç İle Sohbetler - Halil Açıkgöz
Devamını Oku »

Türk-İslam Dünyasında Fikir Üretimi Neden Durdu?

Türk-İslam Dünyasında Fikir Üretimi Neden Durdu?

Efendim, son olarak şunu soracağım: Türk-İslam dünyasında fikri üretim asırlardan beri durmuş. Büyüyen, devleşen ve her gün bizi biraz daha tüketen, yutan problemlere ileri, yapıcı çözümler gelmemiş. Çözülmesi gereken temel problem bu sanıyorum. Bu konuda hareket noktamız ne olmalı, nasıl bir yol takip edilmeli sizce?

Yıllardan beri bu konular etrafında düşünenn bir insan olarak vardığım neticeleri şöyle hülasa edebilirim:

1- Batılılaşmak, Avrupalılaşmak, çağdaşlaşmak gibi maskaralıklarla alakamızı kesmeliyiz. Önce kelimelerden başlamalıyız işe. Biz ne geri kalmış, ne geri bırakılmış toplumuz. Dünya milletlerini ileri-geri diye zümreye bölmek hâmakatlerin en büyüğüdür. Bir kere bunu kabul edince Avrupa’nın mutlak vesayetine talip olmak mecburidir. Bugünkü toplumlar ikiye ayrılmıştır: sanayileşmiş, sanayileşememiş. Sanayileşmek insan saadetine ne getirmiştir ve getirebilir? Bu ayrı bir münakaşa konusu. Fakat yegâne ilmi tasnif sanayileşmiş-sanayileşmemiş tasnifi. Çağdaşlaşmak ise kaypak, karanlık, murdar bir mefhum: ölçüsü yok, hudutları belli değil. Sanayileşmenin iyi tarafı hiçbir değer hükmü belirtmemesidir. Sanayileşmenin şimdiye kadar malum olan iki modeli vardır. Kapitalizmin, başka bir tabirle liberal dünyanın takip ettiği yol ve sosyalizmlerin temsil ettiği yol.

2- Sanayileşmek istiyorsak bu iki yoldan birini seçmek zorundayız. Yalnız, sanayileşmeyi yapacak olan insandır. Yani istihsalin en büyük gücü ve yegâne mimarı insan kal’asıdır. Önce bu kafayı yaratmak zorundayız. Tarihten kopan, mazisi olmayan, kendi kendine ihanet eden, mukaddesleri olmayan bir kalabalık insan vasfına layık değildir. Önce homo sapiens, yani düşünen insan… Düşünen insanın il vasfı homo moralis, ahlaki değerleri olan insan olmaktır. Homo faber(alet yapan insan), insanın en az insan olan türü. Bir insan cemiyeti değil, bir toz yığını haline geldik. Birbirini tahripten başka kaygısı olmayan bu şuursuz yığının belli değerler etrafında toplanması, hayatiyetinin biricik şartıdır. Bu değerler sun’i olarak imal edilemez. Tarihten alınır. Dilimizi kaybettik. Hürmet edilecek tek makam, tek kişi, tek mukaddes bırakmadık. Sanayileşmeden önce insanlaşmak zorundayız; insanlaşmak, yani birbirimizi sevmek. Düşünce hiçbir milletin inhisarında değildir.

Kıta isimleri sadece coğrafyayı ilgilendirir. İnsanlığın maddi ve manevi fetihleri falan veya feşmekan ülkenin değil, insanoğlunun mâmelikidir. Avrupalılaşmak veya çağdaşlaşmak ilmin ve aklın fetihlerini benimsemekse hayhay. Ama Avrupa tarihi de cinayetlerle örülüdür. Bu cinayetlerin varisi olmak arzuya şayanmıdır? Israr ediyorum. Bu murdar kelimeleri üçten dokuza kadar boşalamayız artık. Türk’üz, İslam’ız, Asyalıyız. Bu vasıflarımızla sanayileşeceğiz. İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar. Ama belli bir mirasa uyarak. Bu inşânın malzemelerini tarih verir. Tarih reddedilmez.

3- Demek ki yapılacak ilk iş, kendimizi tanımak, zafer ve hezimetlerimizin muhasebesini yapmak, Türk insanının nasıl ve niçin yabancılaştığını tesbit etmektir. Bu tesbitin bize yüklediği ilk vazife, bu paramparça olmuş topluluğu tek millet halinde kaynaştırmaktır. Millet dilsiz, imansız ve tarihsiz olmaz. Bu itibarla bizi bekleyen büyük cihad, önce dilimizi, edebiyatımızı, mukaddeslerimizi içtimaileştirmektir. Biz istesek de, istemesek de sanayileşmeye mahkûmuz. Ama bu sanayileşecek ülke, üzerinde şuursuz bir kalabalığın, yani robotlaşmış esirlerin ülkesi mi olacak? Sanayileşmiş toplumların kamçısı altında çalışan bir ecinniler sürüsü mü olacağız? Yoksa tarihin en büyük medeniyetini yaratmış bir kavmin şuurlu, kaynaşmış fertleri mi? İşte bütün mesele bu.

Bulutları Delen Kartal – Cemil Meriç ile Konuşmalar(sayfa 27,29)
Devamını Oku »

Kültür Emperyalizmi

Günümüzün en büyük davalarından biri kültür emperyalizmi. Mesela yanlış konmuş. Kültür beşeri bir değerdir. İstismar hedefi güden telkin ve propagandaların adı ideolojidir, kültür değil. Kültür deyince, azıcık batılılaşmış bir münevverin aklına -meselâ Şerif Mardin'in- Beethoven, Bach, Leonardo da Vinci, Shakespeare gelir. Ne kadar lüks, ne kadar ince bir silahtır bu. Beethoven'i tanıyacaksınız ve emperyalizme kurban olacaksınız! Kim kurban olacak adam? Beethoven'i 40 milyonda kaç kişi tanıyabilir, kaç kişi zevk alır Bach'tan?

Emperyalizmin bu kadar transandantal silahlara ihtiyacı yoktur. Atom bombasıyla serçe avı! Bu manevi taarruzun önüne geçilemez, ancak tesadüfi hisarlar kurulabilir. Bunlardan birinci dildir. Dil, yani tefekkür. Dil, yani iman. Dil, yani bizi biz yapan bütün değerler. Sonra mensubu olduğumuz medeniyetin tefekkür abideleri. Tefekkürde gümrük olamaz. Bir tesiri başka bir tesirle önleyebiliriz. Pencerelerimizi bir düşünceye açalım, ama vakur, dimdik. Bütün milli ve insani değerlerimizin idrakiyle mağrur. Bu yabancı misafirlere layık oldukları şekilde ve misafir olduklarını bilerek istikbal etmek şartıyla.

Bulutları Delen Kartal - Cemil Meriç syf;47
Devamını Oku »

Millet Mefhumu

Millet MefhumuMillet mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye. Darü'l-iman hidayete eren, vahdaniyyete inanan, İslamiyet'i kabul etmiş insanların ülkesidir. Bu insanların arasında hiçbir fark yoktur. Misaka dahil olduğu andan itibaren her insan bütün teali imkanlarına aynı derecede sahiptir. Burada kan, renk, kafatası gibi mefhumlar hiçbir şey ifade etmezler. Gerçi zaman zaman Araplar, Kureyş kabilesi vb. gibi birtakım gruplar üstünlükler peşinde koşmuşlar, hattı zatında unsuriyet hissini kolay kolay kaybetmemişler. Fakat belli bir süreden sonra bütün insanlık Osmanlı idaresi altında tek kalp, tek vicdan halinde birleşmiştir. Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş.

Barbar istilalarından sonra Avrupa'da dilleri ayrı, menfaatleri ayrı birtakım kavimler peydahlanmıştır. Gerçi Hıristiyandır bunlar. Bu Hıristiyanlık ciddi bir vahdet unsuru olamamış, kaynaşmamışlar, her an birbirleriyle kavga etmişler. Yalnız birbirleriyle değil, aynı memleketin insanları, aynı kavmin insanları da birbirleriyle kavga etmiş. Avrupa'nın farikası daha önce de söylediğim gibi kavgadır, muharebedir, mücadeledir. Bu kavmiyet, yani lisan birliğine dayanan, aşağı yukarı menşe birliğine dayanan kavmiyet belli zamanlarda hafiflemiş, müşterek düşman olan Osmanlıya karşı, İslam'a karşı Haçlı seferlerinde hep beraber çarpışmışlar. Fakat kendi başlarına kalınca yine birbirlerini tahrip etmekten vazgeçememişler.

Yani hiçbir zaman bir İslam vahdeti gibi bir Hıristiyan vahdeti teşekkül etmemiş. Avrupa kuvvetlenmiş, iktisadi fetihler yapmış, sınıf hakimiyetini kurmuş ve bizi yok etmek için teşebbüslere girişmiş. Bu teşebbüslerinde muvaffakiyete erişmemesi elbette Cenab-ı Hakk'ın bir lütfudur. Fakat burada, aralarındaki tefrika, kendi aralarındaki rekabet de büyük rol oynamıştır. Yani tefrika olmasaydı Avrupa ile daha güç mücadele edebilirdik.

Şimdi Osmanlı'nın yani İslamiyet'in zaferlerinin bütün sırrı tek vücut, tek kalp oluştadır. Biz Misaka dahil olan bütün kavimlere kardeş muamelesi yapmışız, kucağımızı açmışız, kitap sahibi milletleri korumuşuz ve üç kıtada hükümran olmuşuz. Bu hükümranlığı parçalamak için Avrupa zaman zaman teşebbüslere girişmiş. Evvela himayemiz altındaki kavimleri kışkırtmış. Rusları, Bulgarları, Ortodoks kilisesine bağlı Rumları, Sırpları kışkırtmış ve parçalamaya başlamış Osmanlı'yı. Bu parçalama hareketi epeyce muvaffak olmuş. Avrupa'ya teveccüh ettikten sonra Avrupa yeni bir Truva atı daha sokmuş içimize; Milliyet.

Milliyetin hiçbir kökü yoktur. Osmanlı'da hiçbir şeye dayanmaz. Evet Oğuzlardan geliyoruz. Büyük tarihimiz var. Fakat bu tarih Osmanlı'nın çocukluk devridir. Hiçbirimiz gençken çocukluk devrinden bahsetmeyiz, bunayınca anlatmaya başlarız. Ama aklı başında iken insan anlatmaya hiç lüzum görmez. Osmanlı da lüzum görmemiş bunlara. İmanına sadık kalmış, İslamiyet’in mitolojisini benimsemiş. Kendi mitolojik tarihine itibar etmemiş. Silinmiş imanın içinde. Çünkü şerefi, haysiyeti, büyüklüğü, zaferleri İslam'ın eseridir.



Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal
Devamını Oku »

Osmanlı'nın Çöküşü

Osmanlı'nın Çöküşü

Devlet-i Aliyye'nin çöküş tarihi, yok oluş tarihi 1826'dır. Yeniçeri topa tutulduktan sonra yeni bir ordu kurmak lazım. Bu ordu nasıl kurulacak? Bu orduyu kurmak için Batı' dan hocalar getiriyoruz. Tasavvur edin, insan deli olur. Asırlarca mücadele ettiğimiz, tarihte gazalarımız olan ve onu hidayete getirtmek için sel gibi kanlar akıttığımız bir düşmana el açıyoruz, "gel bizi yetiştir" diyoruz. Yani bu adamın hikmet-i vücudu bizi yemektir, mahvetmektir. Hayatının yegane gayesi bizi yemek olan bir medeniyetten, ordumuzu yetiştirmek için hoca istemek ne demektir? Yani bundan büyük felaket tasavvur edebilir misiniz? Ordunun techizatı vardır, malzemesi vardır, vesairesi vardır. Bunlan da getirtmeye başlıyorlar Avrupa' dan. Orduyu ıslah etmek için, Batı mektepleri açılıyor. Müşavirler getirtiliyor Batı'dan ve Mühendishane-i Bahri, Mühendishane-i Bem açılıyor. Mekteb-i harbiye açılıyor.

Tabii adam gelince bize hizmet etmek için gelmiyor. Orduyla beraber müteahhitler de geliyor, iş adamları da geliyor. Politika esnafı da geliyor, misyonerler de geliyor. Yabancı mektepler açılıyor. Kesif bir taarruz başlıyor. Avrupa'yla kaynaşıyoruz. Burada tabii biz mağlup olacağız. Çünkü karşıdaki tilkidir. Hiçbir zaman anlayamayız, hiçbir zaman anlayamadık Avrupa'yı. Avrupa da bizi anlamadı. Anlamasına ihtiyaç yoktu çünkü. Avrupa bizi yemek istiyordu. Yiyeceğimiz hayvanı anlamaya mecbur değiliz. Balıkların, koyunların hissiyatını merak etmeyiz. Değil mi ya? Keseriz, yeriz. Onlar da bizi öyle, nasıl kesilir bu, ona bakacak. Avcının hayvanı tetkik ettiği gibi, bizi tetkik ediyor Avrupa. Bizi anlamak niyetinde değil, anlamak mecburiyetinde de değil.

Halbuki biz düşmanı dost telakki ediyoruz. Kucağımızı açıyoruz, mahrem dünyamıza sokuyoruz. Medeniyet bir bütündür, temelleri ortadan kalkınca, bina çökecektir, çöküyor: Fakat çöküş orduda başlamıştır. İlk batılılaşan müessese ordudur. İlk çürüyen ve ilk yok edilen bu ordu, Viyana'ya giden ordu değildir elbette. Avrupa bizi nereden yıkacağını, nasıl yıkacağını biliyor. Tek düşmanı hilafet müessesidir. Hilafeti yıktıktan sonra dava kazanılmıştır. Çok iyi biliyor ki, hilafeti dışardan yıkmak mümkün değildir. İçeriden kendi adamlarına yıktırıyor. Osmanlı'ya ihanet etmek için dışarıdan kuvvet kullanmak mümkün değildir. Kendi içinden adamlar bulmak, emellerimizi onlara tahakkuk ettirmek, yol bu.



Bulutları Delen Kartal,Mustafa Armağan
Devamını Oku »

Cemil Meriç ve İmam-ı Gazali








İnsan okudukça neler öğreniyor. Yıllarca merhum Cemil Meriç’in yanında bulundum. Kendisine koca koca kitaplar okudum. Mesela Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin o meşhur eserini –ki yedi yüz sayfadan fazladır – kıraat ettim. Özel sohbetlerini büyük bir zevkle dinledim. Sert bir üslupla yaptığı eleştirilere kulak verirken yeni yeni bilgilere ulaştım. Merhum, hem batı kültürüne, hem doğu irfanına aşina idi. Bu arada belirteyim ki, “kültür” kelimesinden pek hoşlanmadığı için ciddi ciddi tenkit ederdi. Ona göre “irfan” daha geniş kapsamlı, daha sıcak ve yerli bir kavramdı. Nitekim eserlerinden birinin adı da “Kültürden İrfana”dır.

Cemil Meriç’in kitaplarını okuyanlar veya sohbetlerini dinlemiş olanlar onun İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Ahmet Mithat Efendi gibi kalem erbabına büyük bir hayranlık duyduğunu bilirler. Mesela, İbn-i Haldun için “kendi semasında tek yıldız” derdi. Nesirdeki üstadlarının Sinan Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa olduğunu söylerdi. Hace-i Evvel Ahmet Mithat Efendi’nin ne büyük bir tecessüse sahip olduğunu her fırsatta söylerdi. Son yıllarında bu zevat-ı kirama Said Nursi merhum da katılmıştı. İtiraf edeyim ki İmam-ı Gazali hazretlerine duyduğu ilgiyi ben de bilmiyordum. O kadar zaman yanında bulunduğum halde, bu konu hakkında tek bir cümlesine rastlamadım. Otuz yıl sonra okuduğum bir röportajdan, Cemil Meriç’in aynı zamanda Gazali’yi de keşfetmiş olduğunu öğrendim. Merakınızı şöyle gidereyim:

Kadim dostum Ekrem Kızıltaş’ın 1984 yılında Cemil Meriç’le yaptığı mülakat “Dil ve Edebiyat” dergisinin Şubat sayısında bu kadar uzun bir aradan sonra bir kere daha yayımlandı. “Cemil Meriç ile Lisan Meselesi ve Aydınlar Üzerine” başlığıyla neşredilen bu mülakatı büyük bir zevkle okudum. Arkadaşımızın üstada yönelttiği bir soru da şöyle: “Yeni yetişen nesle, okumada ne gibi bir yol takip etmelerini ve öncelikle hangi kitapları okumalarını tavsiye edersiniz?”

Cemil Meriç, ne tavsiye edebilirim ki, tavsiye edebileceğim kitapların yüzde doksanı tercüme, tercümelerin de yüzde doksan dokuzu berbat deyip acı bir gerçeği dile getirdikten sonra irfan açısından belli bir yere gelmek isteyen gençlerin lisan öğrenmelerini ve kendilerini iyi yetiştirmelerini istiyor. Yani, suyu kaynağından içiniz diyor. Doğru söylüyor. Maalesef tercüme edilen kitaplar, kötü tercüme edildikleri, dil keşmekeşine maruz kaldıkları için okunmuyorlar. Böylece o kıymetli eserler bir nev’i katledilmiş oluyor. “Mütercim katildir!” sözü, işte bu faciaya, dil faciasına işaret ediyor. Yıllar önceydi. Kayıhan Yayınevi’nin sahibi merhum Burhaneddin Kayıhan, bir gün bana basılmadan önce redaksiyonunu yapmam için bir dosya verdi. Bu, Hazreti Ömer hakkında tercüme bir kitaptı. Doğrusu, ilk başta, İslamın ikinci büyük halifesi hakkında – redaksiyon maksadıyla da olsa – böyle koca bir kitap okuyacağım diye sevindim. Eyvah, daha birkaç sayfa okur okumaz sevincim kursağımda kaldı. Çünkü, mütercim son derece bozuk bir tercüme ile hazırlamış. Burhaneddin Bey’e, bütün sayfaları kırmızıya boyasam bile yine düzeltemeyeceğim, eseri yeniden yazmak gerekir dedim. Mütercimi razı olursa ben bunu yapabilirim, diye ilave ettim. “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”nden bihaber mütercim bu teklifi: “Benim cümlelerime kimse dokunamaz!” efelenmesiyle kabul etmedi. Böylece ben de büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldum.

İşte Cemil Meriç, bu bozuk ve kötü tercüme furyasına ne yazık ki, Gazali’nin de kurban edildiğini belirtiyor, dolayısıyla irfan dünyamıza beklenen faydayı verememiştir, diyor. Ona göre böyle yetersiz çeviriler, müellifin hakkıyla anlaşılmasına ve istifade edilmesine engeldir. Sadece Gazali mi, İbn-i Haldun da aynı akıbete uğramıştır. Gazali’nin eserlerinin başına gelenler, “Mukaddime” nin de başına gelmiştir. Cemil Meriç, sözün burasında “Tercüme edilen, sadeleştirilen kitaplar ne dereceye kadar aslını aksettirebilir?” diye sorduktan sonra, acı bir gerçeği dile getiriyor, işte bu yüzden gençlerimize tavsiye edebileceğim on kitap bulabileceğimi zannetmiyorum, diyor.

Tercüme hastalığına böyle bir teşhis koyan Meriç, yeri gelmişken ilginç bir noktaya daha değineyim deyip, sözü halkımızın Gazali hayranlığına getiriyor. Tercümedeki bütün bu olumsuzluklara rağmen Büyük İmam’a, büyük bir muhabbet duyulmaktadır. Acaba bu sevginin kaynağı nedir? Mesela her türlü reklam vasıtasıyla desteklenmesine rağmen Charles Darwin’in tercüme edilen kitabı 250 adet bile satılmıyor ama Gazali 250.000 satabiliyor. Burada araya girip ben de bir ilavede bulunayım. Bugün Hazretin eserleri çok daha fazla satılıyor. Neredeyse “İhya”nın ve “Kimya”nın girmediği ev kalmadı. Aynı oranda okunup okunmadığı başka bir yazının konusu olduğu için onu geçiyorum. Eğer okunmuyorsa sebeplerinden biri de – yukarıda da belirttiğim gibi – kötü tercümelerdir.

Yine Cemil Meriç’e dönecek olursak, sözü tekrar ilgi ve alaka meselesine getiriyor, Darwin ve benzeri yazarların kitaplarının tutması için bütün yollar denendi. Akla gelen her şey yapıldı. Okullara sokuldu, klasikler arasında basıldı. Ama bir Gazali’nin binde biri kadar bile ilgi görmedi. Bu nedendir acaba, sorusunu bir kez daha kendi kendine soruyor. Merak etmeyin, cevabını da yine kendi veriyor: “Gazali Huccetü’l-İslam’dır. Bir çok meselede son mercidir. Müphem de olsa bu özelliği toplumun şuur altına sinmiştir.”diyor.

Evet, Gazali, hem “Huccetü’l İslam”dır, hem “Zeynü’d-Din”dir. Yani dinin hem delili hem zinetidir, süsüdür. Delilden, zinetten kim hoşlanmaz. Bu millet, bu sırrı keşfettiği için onu baş tacı ediyor.

Sevmeyenleri mi sordunuz? İsterseniz bu sevimsiz konuya hiç girmeyelim.

Dursun Gürlek



Devamını Oku »

İslam Harflerinin Terakkimize Mani Olduğunu Sürenler

İslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenlerİslâm harflerinin terakkimize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. Bir Volney, bir Baron de Tott vs. İslâmiyet'e düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımız­dan, bir kelimeyle İslâmiyetten koparmaktı. Bu bedbaht telkinler önce bir­çok dürüst Türk münevverini de büyüler gibi oldu. Sonra meselenin vehametini kavramakta gecikmediler.

Yakın çağlarda Abdullah Cevdet gibi Avrupa irfanıyla sermest mü­nevverler, elbise değiştirir gibi harf değiştirmemizi teklife yeltendiler. Batı­lılaşmış entelijansiyamız bu teklifi can kulağı ile dinledi.

Harf devriminin fayda ve zararları ortadadır. Ziya Paşa gibi:

Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık

Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!

demek budalaca bir şikâyet olur. Lâtin harfleri kabul edilmiş, bu harflerle aşağı yukarı elli yıldan beri kitaplar basılmış, dergiler çıkarılmış, gazete­ler yayınlanmıştır. Dava bir karşı devrimle yeniden eski harflerimize dön­mek değilir. Nesillerin hafızası ile oynamanın ne vahim neticeler doğurdu­ğunu biliyoruz: Dava, irfanımızı yeniden fethetmek... Dava, ecdadın tefekkür hazinelerini bugünkü nesillerin tecessüsüne açmak, bir kelimey­le bugünü düne bağlamaktır. Dâva; Lâtin harflerinin yanında İslâm harf­lerine de hayat hakkı tanınması, Osmanlıcanın mekteplerimize girmesi, ilmin ve ihtisasın sesine kulak verilmesi; inkırazın eşiğine sürüklenen za­vallı ülkemizin kaderi üzerinde hiç bir peşin hükme saplanmadan düşü­nülmesidir.

Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »

İslamiyet Bir Nomokrasi İdi

İslamiyet Bir Nomokrasi İdiİslamiyet bir nomokrasi idi. Nomokrasi şu veya bu ferdin, şu veya bu zümrenin değil, Hakkın, yani şeriatın, mutlak ve ilahi hakikatlerin -çağdaş bir tabirle- kanunun hakimiyeti demekti.

Mutlak ve çılgın bir hükümdar olan II. Mahmut yeniçeriyi ilga etmişti. Yeniçeri, ulemanın tabii müttefiki idi. Ulema, şeriatı ihmal eden hükümdarı bu kuvvet sayesinde doğru yola sevk edebiliyordu. Yeniçeri bir nevi efkâr-ı umûmiye idi. Ulemayı dermansız ve dekoratif bir zümre haline getiren, tabii müttefikini kaybetmiş olmasıdır. Napolyon’un çizmelerini giyerek Batılılaşma oyunu oynayan II. Mahmut istediği gibi hareket edebilirdi artık. Devlet-i Aliyye tarihinde Batılı manada ilk müstebit hükümdar bu zattır. Şimdi ulemanın yerini alan intelijansiya kime dayanarak sözünü dinletecekti! Yeniçeri yoktu. Çok geniş, çok dağınık yerli-yabancı binbir menfaatin çarpıştığı bir ülkede kalabalığa seslenmek kabil miydi? Hangi kalabalığa, nasıl bir haberleşme vasıtasıyla?

 

Mustafa Armağan - Bulutları Delen Kartal(Cemil Meriç)
Devamını Oku »

Cemil Meriç ve Osmanlı



"Maziye dönmek veya kaybolan bir çağı diriltmek abesle iştigal olur. Bence, Devlet-i Aliyye’nin kuruluşundan Tanzimat’a kadar geçen her asır muhteşem ve göğüs kabartıcıdır. Bir kitap ve kelime medeniyeti değil, bir iman ve aksiyon medeniyeti yaratmışız. İnsan haysiyetini yücelten, adalet ülküsünü gerçekleştiren büyük bir medeniyetHiçbir ‘izm’in erişmediği ve erişemeyeceği bir rüya. İnsanın ve insanlığın altın çağı."
(7 Temmuz 1974 tarihli yazısından)

"Osmanlı akından akına koşan bir mücahitler ordusuDağınıklığı içinde yekpare, alacalığı içinde mütecanis. Medeniyetin yalnız yaratıcısı değil, taşıyıcısı da. Kahramanların sözle kaybedecek zamanları yok. Fatihler için tek mukaddes kelam vardır: Kelam-ı Kadim. Ötesi eğlence… Satranç gibi, cirit gibi… Ötesi, yani edebiyat. Milletler de ihtiyarladıkça gevezeleşir. Hamlenin yerini belagat alır, hayatın yerini söz. Genç bir toplulukta, yaşayan bir toplulukta, tezatlarını kâh kılı, kâh imanla halleden bir toplulukta laf ebeliğine ne lüzum var?"
(16 Haziran 1974 tarihli yazısından)

"Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya’dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle bir çok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye İslamiyet’le kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimat’a kadar gerek İslam’dan önceki, gerek İslam’dan sonraki Türk insanının farikaları:
1-Fedakârlık
2-Devletle birleşme


Âdeta uzvî bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi."
(15 Aralık 1974 tarihli yazısından)"Avrupa’nın telkinleriyle hudutsuz hakaretlere ve iftiralara hedef olan o muhteşem medeniyeti tanımak, tanıtmak ve benimsemek her dürüst insanın –her dürüst Türk’ün demek istiyorum- vazifesi değil mi?"
(Mart 1975'de bir derginin kendisiyle yaptığı röportajdan)

*Vaha Dergisi'nin Bahar 2008 sayısından derlenmiştir.

Devamını Oku »

DİVAN EDEBİYATINDA ROMAN

Divan Edebiyatı’nda roman yok. Niçin olsun?

Batı’nın ilk romanlarından biri "Topal şeytan". Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teshir etmek hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya "hisse alınacak bir kıssa”dır.

Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum.

Başka bir tabirle, bu edebi nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimâî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alâmeti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzleri yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?

Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadi ve içtimai müesseseleriyle değişecekti.

Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Aşk da -Tanrı gibi- öldüğüne göre, cinsiyet tek değer. Bezirgan hayasızlığın üstüne bir sal attı: cinsi bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.

Bu Ülke -Cemil Meriç - s. 120..
Devamını Oku »

Müstağrip

Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat: Müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebî nevi itibarda: Taklit, intihal ve tercüme. Ama zirvelerin hiçbirini tanımıyorduk. Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız yasaktı. Haşet Kitabevi’nden ibaretti Avrupamız, girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek boyutlu; bir kartpostal Avrupa’sı. Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafamızda tek yarımküre. Türkçe konuşan birer Fransızdık.”

 

MÜSTAĞRİP

Cetlerimiz Avrupa’yı ehlileştireceklerini ummuşlardı. Namık Kemâl  bir fetih hülyasıdır.... Asya’nın akl-ı pîrânesi’yle  Avrupa’nın bikr-i fikrini evlendirmek. Bir cihangirâne ihtiras, yerini rezil bir zevkperestliğe  bıraktı. Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık olduk.

Avam anlayamaz bizi diyorduk; avam, yani kendi insanımız, tarihin ve edebiyatın dışındadır, kendini kader’e hapsetmiş. Yükselen bir medeniyet için kurşun işlemez bir zırh olan kader inancı, çöken bir toplum için yüklerin en ağırıdır. Yığını kavganın, yani hayatın dışına iten bu teslimiyetin kaynağı tevekkül  değil, tereddidir Ve... kaçıyorduk.




Bu Ülke, İletişim  Yayınları İstanbul 1996.s.137
Devamını Oku »

Hepimiz Suç Ortağıyız

Hepimiz Suç Ortağıyız

Proküst’ün yatağı. Bu habis  harfler şuurun gırtlağına dişlerini geçiren birer sülükAtını senatör yapan Caligula  insan haysiyetine bu hebbenneka eşkıya çetesinden çok daha hürmetkârBir demokrasi düşünün ki, kendisine aydın payesi verilen şamar oğlanları alfabenin harfleri hakkında konuşmak hakkından mahrum.Sözde laik bir cumhuriyette en kenef , en âdi mefhum ve nesneler mukaddesLatin alfabesi kuduz bir köpek gibi dile musallat  edildiÜniversite o zamanki ve bu zamanki üniversite şuur ve haysiyetinden iğdiş edildiğinin farkında değil. Bir alay çizmeli sarhoş, memleketin gönlü ve göğsü üzerinde tepindiler.C

Hepimiz suç ortağıyız. Yıllarca uyutulduk.Kitaplar deccalı  tanrı gösterdilerBütün şereflerimizden utanır olduk.  Ne hürriyet, ne kalkınma, ne maddede zafer, ne manada fetih. Rezil bir tahrip. Her güzeli, her şerefi, her mukaddesi.Hiçbir müstemleke, kıymetlerinin âdet bezinden daha hakir görüldüğünü bu zavallı memleket kadar ürpermeden, isyan etmeden müşahade etmek bedbahtlığına uğramamıştır. Radyomuz kasaba kerhanelerine utanç verecek hırıltı ve zırıltılarla dolu. Türkçe her gün katlediliyor. Ya zavallı musikimiz?

Jurnal C. I. İletişim Yayınları. s.399

 
Devamını Oku »

Doğu Despotizmi

Doğu Despotizmi

Montesquieu, Doğu despotizminden söz eder. Düşünmez ki despotizmin alası, perestişkarı olduğu İngiltere’de ve tebaasi bulunduğu Fransa’dadır. Ne beyzadelerin dillere destan zulümlerini, ne isim hanesi açık tevkif emirnamelerini hatırlat Bu şaşkın toprak ağasının hakkımızdaki türrehatı sadece gülünçtür: “Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Karıları da kendileri gibi kaknemdi. Rum dilberlerini görünce akılları başlarından gitti. Başladılar kız kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular” v.s. “Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahu dileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili… Türkiye’de tebaanın servetine, hayatına, haysiyetine kimse aldırış etmez. Anlaşmazlıklar çabucak karara bağlanır. Şöyle ki: Paşa davacıları dinler, sonra falakaya yatırır herifleri, bir ala döver ve böylece davayı neticelendirir.” v.s.

Bizi bu kadar tanır Montesquieu. Batı yazarlarında ciddiyet ve dürüstlük aramayacak kadar Batı irfanının aşinası olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir.

Kanunların Ruhu” müellifi, ülkesinin 1. François’dan beri çok sıkı münasebet halinde bulunduğu Osmanlı İmpaorluğu’nu bu kadar tanırsa, Hinti, Çin’i, İran’ı ne kadar tanır? Ne garipdir ki bu hayalperest ve hayasız yazarın Doğu’ya izafe ettiği despotizm birçok Batılı yazar tarafından münakaşasız benimsenir. Wittfogel* Sovyetler’e çatmak için Doğu despotizmi bayrağını omuzlar; bizim köksüz ve ufuksuz aydınlarımız da tarihimizi karalamak için Montesquieu’nün coğrafi kaderciliğine sığınırlar.

Bu Ülke. İletişim Yayınları 1996. s.192.
Devamını Oku »

KELÂM, BÜTÜNÜYLE HAYSİYETTİR ''Cemil Meriç''

İlk kitap: hafıza. Şaman veya rahip , yazının icadından sonra da imtiyazlarını titizce korur, fetihlerini uzun zaman yazıya dökmez, nesilden nesile sözle aktarır; sözle, yani nazımla. Sırlar, harflere tevdi edildiği zaman bile sokağın dili kullanılmaz. İlâhiler manzum, büyüler manzum, destanlar manzum. Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi şairler uysallaştırmış. Beşiğinde Tanrıların dilini konuşmuş insan. Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir  doğmuş. Hantal, ürkek, acemi bir nesir.

Nazım, imkânlarını araştıran düşünce: hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaç; musikinin, yani  veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu: sevimli ve serkeş  Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestra: girift ve kâmil. Kur’an mensurdur: Yedi Askı şairlerini secdeye kapandıran bir nesir.

Büyük nâzımların çoğu, nesirde de büyüktürler: Namık Kemâl  ve Hâşim gibi. Ama istisnası bol kâide bu: hecenin en usta şairi Rıza Tevfik , nesirlerinde ne kadar derbeder, ne kadar yavan. Genç nâsirler , nazımın tezhibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tannan , daha ölçülü olurdu. Heyhat ki, nazımperdazlığın  tiryakilik gibi  tehlikeleri de var. Bazen, bütün dikkatini, bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı; mısra “haysiyet”i oluyor, cümle “haysiyet”sizliği.Oysa kelam bütünüyle haysiyettir.

Bugünkü “düz yazı”nın ne edebiyatla münasebeti var, ne haysiyetle: bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler, ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba , bakışlarında aynı manasızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?

Bu Ülke. İletişim Yayınları İstanbul 1996 s.82.
Devamını Oku »

Bir İmparatorluğun Anatomisi

Bir İmparatorluğun Anatomisi


Kaçanlar: "Boğuluyoruz", diyorlar... "Memleket bir zelzele arefesinde. Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. Cangıldan şehire, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış."
Yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir: zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile. Ne imtiyazı var­dır, ne imtiyaz peşindedir.Tanzimat, Babıâli'nin* Avrupalılaşması. Bürokrasi, halk­ları da, saraydan da kopar. Aydın da bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok herçâî bir bürokrat.



"Hâkim ideoloji, hâkim sınıfın ideolojisi" diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burju­vazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm, taarruzunu yoğunlaştırır: keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locala­rı... Osmanlı Bankası,* nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu'nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşe­mi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisi­ni bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık ola­rak biraz "ihanet" istiyorlardı sadece.

Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu.



Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avru­pa'nın inâyetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi, medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halkı? Ne savaşı? Kime karşı savaş?Bu ülke - Cemil MERİÇ

Devamını Oku »

Bizde Hiciv Yok

BİZDE HİCİV YOK

Hiciv, lirizm ırmağının coşkun bir kolu: önceleri bulanık akar, sonra durulur. Zamanla bir mekteb-i edeb olur, tarih gibi. Vatanı, Roma. İlk büyük temsilcileri: Horatius ile Juvenalis. Birincisi Sadi’yi ve Hayam’ı hatırlatır: rint, bilge, zarif; ikincisi Sahyun Nebilerini : haşin, yavuz, öfkeli. Horatius bahtiyarların şairi, Juvenalis mustariplerin… Zekâ ile vicdan. Horatius, sevdiklerini yaralamamak için oklarını uzaklara atan bir heccav , çağının zevk ve zerâfet hocası. Juvenalis’in peri-i ilham’ı: öfke.Cinayet istihza  ile cezalandırılamaz. Şâir, alevden kamçısına sarılır hicvin; saraylardan meyhanelere koşar, meyhanelerden genelevlere. Juvenalis’in cehennemini bir Fransız ressamı şöyle tablolaştırmış: Korent nizamında sütunlara dayalı muhteşem bir salon. Roma’nın çöküş devrinde sık rastlanan bir sefahat âlemi. Zengin kumaşlarla örtülü yataklarda bedmest deli-kanlılar. Şölen, sonuna yaklaşmaktadır. Fonda, fecrin ilk pırıltıları. Ve yatakların arkasında, torunlarının kepazeliğini seyreden heykeller; utançtan taş kesilmişe benzeyen ecdatGenç bir soytarı ayak parmaklarında yükselerek, elindeki dolu kadehi heykellerden birine uzatmaktadır.

Sonra, hiciv yatağına çekilir. Klasik Fransız şiirinde boğuk bir yankıdır Horatius’un yankısı. İtalya’da destandır, İspanya’da roman. Bir kelime ile istiklalini kaybeder; hikâye olur, deneme olur, tiyatro olur.

Tahir-ül Mevlevî, hiciv “teşrih-i rezail ve teşhir-i erazil için yazılır” diyor. Şiir, ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı. “Nezih olmak şartıyla, hak ve hakikatin müdafii, gadr ve fezahatın  maniidir”. Ne zavallı bir müdafi! Hiciv, maşeri vicdanın kararlarını infaz eden bir intikam meleği olsa, “gadr ve fezâhat” hükümran olabilir miydi hala?

İslamiyet, “sebb ü şetm”i hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşarı tecessüsü zaman zaman bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez.Osmanlı’nın vakur ve selim zevki için, uzun sürmemesi gereken bir oyundur hicivHeccavın çevresinde teklif edeceği yeni bir değerler manzumesi yok ki hicve ihtiyaç duyulsunNef’i’nin ”Siham-ı Kaza”sıyla  Sürüri’nin “Hezaliyyat”ı arasındaki fark, birincinin daha usta bir şair elinden çıkmış olması.

Sonra Tanzimat, yani edebiyatımızı istilâ eden Batı. Büyük bir kabiliyetin küçük kinlerini dikenleştiren: “Zafername.” Eşref de minnacık bir Ziya Paşa“bir güzel mazmun bulunca…” kendini bile hicvedeceğini söyleyen şair ne kadar ciddiye alına bilir? Mısraları bir arının zehrili iğnesi; ve şair arı kadar sorumsuz. Neyzen Tevfik, yıldırımı olmayan şimşek“Han-ı Yağma” başarılı bir tercüme, daha doğrusu pastiş. “Sis” imparatorluğun mezar taşı kitâbesi. Fecirle sona eren bir karanlık.

Nihayet gazete sütunlarına pusan “taşlama”, kanatsız ve bayağı.Günümüzün ”taşlamacısı”, akbabalara yaranmak için güvercinlere saldıran bir maskara. Oysa, şairin kanıyla imzalanmayan hicviyeler, asırların mahkemesinde imzasız bir mektup kadar itibarsızdır.

Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996,s.123.
Devamını Oku »

Hayale ve Hakikate Dair

Hakikat o kadar çirkin mi? Neden süprüntü kutularından tedarik ettiğiniz paçavralarla sarıp sarmalıyorsunuz? Yalan daima asil değil ki? Donmuş ruhunuz. Ne ümidin sıcaklığı ne sevginin alevi Sibirya'da vahalar yaratabilir. Derinlere inmeyen bir tecessüs; kumları avuçları ile iten toprağın bağrındaki coşkun sulara inmeyen çölde artezyen fışkırtamayan fışkırtmak istemeyen ürkek mecalsiz hasta bir tecessüs. Kurumuş bir deve dikenine benziyor ruhunuz rüzgarların sürüklediği bir deve dikeni... Yapraklarınız dağılmış çiçekleriniz dökülmüş meyveniz yok. Bir ağaç ikeleti ruhunuz. bulmaktan korkarak arıyorsunuz. Neyi? Akmayan bir çeşmeye benziyor ruhunuz. Hoyrat eller musluğunu bile sökmüşler. Kitabesi? Kitabesi silinmiş. Kanatları yok ruhumuzun. Galiba kanatsız doğmuş. Yeis kadar şifasız kutuplar gibi.. hayır kutuplara benzer tarafınız yok. Sadece hastasınız. bir çok insanlar gibi insanlık gibi hastasınız. Hayat atılış demek ileriye yeniye maceraya. Çamura saplanmış araba. Metrukxamalı kırık ve rengi solmuş. Zindanınızın kapıları açık ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz. Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı. Yalnız sesiniz yalnız kelime. Uzakalrdan gelen ve kime ait bilinmeyen bir ses. Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler. Hep aynı. Ve gömülmesi unutulmuş bir cenaze kadar sıkıcısınız bazen. Sususzluğu arttıran ve ağızda buruk.. hayır sadece acı sadece kekremsi bir tat bırakan deniz suyu gibi bir şey.

Hayale ve Hakikate Dair

Başlamadan biten bir oyun bu güldürmeyen ağlatmayan bir oyun. Kader bazen çok ahmak bir rejisör. biz de rollerimizi beceremiyoruz galiba. Güller ıtır olur dağılmadan. Acılar hatıralaşınca güzelleşir. Şair kendi rüyamı çaldı kalbinin boşluğunda diyor. Rüyalarımızı çalacak gitar? Işığa borcumuz yok o bizim için doğmuyor ki güneş bizi ısıttığının farkında bile değil ırmağa teşekkür borçlu değiliz. Şükrün bir şuruun bir niyetin bir fedakarlığın aksi sedasıdır. Şair ben kadehimi diktiğim zaman ziyafet sona erdi şarap kalmışsa uşaklar içsin diyor. Boş bir kadehi dudaklarına götürmek. Hazin olan bu. Kadehte bir cür'a bile yok. Hatta kadeh de yok ortada. Hem kadeh hem bade hem bir şuh sakidir gönül. İçtiğin hayal kadehindeki rüyalarındır. Neden bu rüyaları sen de görmedin? Yaşamak yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel.

Cemil Meriç - Jurnal 1 syf;181-182
Devamını Oku »

Türkiye'deki Hayalet

Türkiye'deki Hayalet

89 a kadar kana, çamura bulamış Avrupa'yı. İspanya'da engizisyon olmuş, Rusya'da çar.Avrupa'dan kovulunca bize sığınmış.

Baş tâcı etmişiz " bîvei bâkir" i. Elli yıl düşünce yasaklanmış; îman, suç sayılmış. Bu izm uğruna bütün izmlere düşman kesilmişiz. Onu her tehlikeden korumak için hapishâneler yükseltmiş, matbaalar kurmuş, mektepler açmışız. Gediklerden sızan her fikir süngü ile tepelenmiş. Kamuoyu o mâbûdenin şüpheli rakiplerini haklamak için iktidarla elele vermiş. Kanun hiç bir itizâle göz açtırmamış.

Kâh batıcılık olmuş, kâh batı düşmanlığı. Her izm onun himayesinde sahneye çıkmış. Bu yedi ceddi yabancı âlüftenin dilimizde adı yok. Batı obskürantizm demiş. Obskürantizm kocayıp dermansızlaşınca, surların ardında bekliyen her tefekkür bulanık bir sel gibi boşalmış ülkeye. Beyni iğdiş edilen nesiller büyük bir susuzlukla bu kirli sulara eğilmiş. Ve düşünce, mâhiyeti meçhûl bir içki gibi çıldırtmış herkesi. Kırk beş milyon kırk beş milyona düşman kesilmiş.

Obskürantizm heyûlası yok edilmedikçe, herhangi bir diriliş hayâline kapılamk çılgınlık.

SLOGAN, İLKELİN İDEOLOJİSİ

Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izme teslimiyettir : Obskürantizme. İdeolojiler siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula : şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarptı, ya batağa saplandı. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabanî bağırır, medenî insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile surarımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en nâmussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmek hürriyeti.

Toprak sarsılıyor!..Hep birden esfel-i safîline yuvarlanmak istemiyorsak, gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye'nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğru yol.

Cemil MERİÇ

HİSAR OCAK-ŞUBAT 1979

SAYI:256 SAYFA:5
Devamını Oku »