Millet Mefhumu

Millet MefhumuMillet mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye. Darü'l-iman hidayete eren, vahdaniyyete inanan, İslamiyet'i kabul etmiş insanların ülkesidir. Bu insanların arasında hiçbir fark yoktur. Misaka dahil olduğu andan itibaren her insan bütün teali imkanlarına aynı derecede sahiptir. Burada kan, renk, kafatası gibi mefhumlar hiçbir şey ifade etmezler. Gerçi zaman zaman Araplar, Kureyş kabilesi vb. gibi birtakım gruplar üstünlükler peşinde koşmuşlar, hattı zatında unsuriyet hissini kolay kolay kaybetmemişler. Fakat belli bir süreden sonra bütün insanlık Osmanlı idaresi altında tek kalp, tek vicdan halinde birleşmiştir. Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş.

Barbar istilalarından sonra Avrupa'da dilleri ayrı, menfaatleri ayrı birtakım kavimler peydahlanmıştır. Gerçi Hıristiyandır bunlar. Bu Hıristiyanlık ciddi bir vahdet unsuru olamamış, kaynaşmamışlar, her an birbirleriyle kavga etmişler. Yalnız birbirleriyle değil, aynı memleketin insanları, aynı kavmin insanları da birbirleriyle kavga etmiş. Avrupa'nın farikası daha önce de söylediğim gibi kavgadır, muharebedir, mücadeledir. Bu kavmiyet, yani lisan birliğine dayanan, aşağı yukarı menşe birliğine dayanan kavmiyet belli zamanlarda hafiflemiş, müşterek düşman olan Osmanlıya karşı, İslam'a karşı Haçlı seferlerinde hep beraber çarpışmışlar. Fakat kendi başlarına kalınca yine birbirlerini tahrip etmekten vazgeçememişler.

Yani hiçbir zaman bir İslam vahdeti gibi bir Hıristiyan vahdeti teşekkül etmemiş. Avrupa kuvvetlenmiş, iktisadi fetihler yapmış, sınıf hakimiyetini kurmuş ve bizi yok etmek için teşebbüslere girişmiş. Bu teşebbüslerinde muvaffakiyete erişmemesi elbette Cenab-ı Hakk'ın bir lütfudur. Fakat burada, aralarındaki tefrika, kendi aralarındaki rekabet de büyük rol oynamıştır. Yani tefrika olmasaydı Avrupa ile daha güç mücadele edebilirdik.

Şimdi Osmanlı'nın yani İslamiyet'in zaferlerinin bütün sırrı tek vücut, tek kalp oluştadır. Biz Misaka dahil olan bütün kavimlere kardeş muamelesi yapmışız, kucağımızı açmışız, kitap sahibi milletleri korumuşuz ve üç kıtada hükümran olmuşuz. Bu hükümranlığı parçalamak için Avrupa zaman zaman teşebbüslere girişmiş. Evvela himayemiz altındaki kavimleri kışkırtmış. Rusları, Bulgarları, Ortodoks kilisesine bağlı Rumları, Sırpları kışkırtmış ve parçalamaya başlamış Osmanlı'yı. Bu parçalama hareketi epeyce muvaffak olmuş. Avrupa'ya teveccüh ettikten sonra Avrupa yeni bir Truva atı daha sokmuş içimize; Milliyet.

Milliyetin hiçbir kökü yoktur. Osmanlı'da hiçbir şeye dayanmaz. Evet Oğuzlardan geliyoruz. Büyük tarihimiz var. Fakat bu tarih Osmanlı'nın çocukluk devridir. Hiçbirimiz gençken çocukluk devrinden bahsetmeyiz, bunayınca anlatmaya başlarız. Ama aklı başında iken insan anlatmaya hiç lüzum görmez. Osmanlı da lüzum görmemiş bunlara. İmanına sadık kalmış, İslamiyet’in mitolojisini benimsemiş. Kendi mitolojik tarihine itibar etmemiş. Silinmiş imanın içinde. Çünkü şerefi, haysiyeti, büyüklüğü, zaferleri İslam'ın eseridir.



Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal
Devamını Oku »

Millet Özü

Millet Özü


Bir halkın gücünü ve özelliklerini tanımak kolay bir iş değildir. Kendini bir ideale adamış insanlarla, gelecek zamanı avlamakta ve yumuşamış bir maden gibi elinin altında istediği gibi yoğurmakta usta devlet adamları, işte halkın bu değişmeyen karakterini anlar ve sezerler de, bu sezgi, onları başarıya götüren ilhamın ta kendisi olur. Kalbleri haktan, halktan gelen gerçek ilhamlarla dolmayan bir insanın sürekli bir başarıya ulaşmasına imkân yoktur, tarihe ve gelecek zamana yeni bir biçim vermeği bir meslek gibi benimsemiş olanlar için. Keli­meleri birer küçük ve olağanüstü hayat parçalan gibi yaşamayan, kelimelerde kaplan avına çıkmayan şair nasıl şair olmazsa, yüreği adalet duygusuyla taşmayan, kabarmayan bir yargıç nasıl iyi bir yargıç olamazsa, önüne düşmek istediği halkın sabrım ve atılganlığını, korku ve umutlarım, sertliğini ve elastikiliğini, cezbe ve ihtiyat şartlarım, coşkunluk, taşkınlık ve kabuğuna çekilme anlarım zamanında ve tam hesap edemeyen bir ülkü adamı, bir devlet ve politika adamı da kısa zamanda başarı çizgisinin dışına atılır, olayların kıyısında bir deniz sisi gibi erir ve kaybolur.


Bir halkın sürekli refleksleri ancak kendisi için tarihî kritik anlarda çıplak olarak ortaya çıkar ve adeta gözle görülür bir hal alır. Savaş, ihtilâl, büyük ekono­mik krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetme­yen milletler, büyük milletlerdir. Yoksa öbür zaman­larda, normal vakitlerdeki görünüş insanı aldatabilir. Bir halk görürsünüz ki, normal günlerde nerdeyse yı­kılacak, kendi kendine devrilecektir. Bu halkın en ufak bir savaşa bile dayanamayacağını sanırsınız. Fakat bir de, hatta en çetin tarafından bir savaş gelip çatmaya görsün, o halkın, yıllar yılı o savaşa mermer gibi karşı koyduğunu, daha dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görürsünüz. Bunun tersi de doğru. Normal vakitlerde en verimli yağmurlara gebe bir bulut gibi ve en uzak ufuk hayallerine iştihalı yelkenlerini hemen açacakmış gibi duran bir halkın da, en ufak bir sar­sıntıda, yerin dibine battığını görmemiz mümkündür. Çünkü, halklar, kuvvetlerini derinliklerinde ve göste­rişlerini yüzeylerinde saklarlar. Halkın varlığı tehlike­ye düşünce, derinliğinde binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler, cam kesen elmas gibi tarih urunu keserler. Kültürleri yüksek, din duygulan derin ve yüce, tarihle­ri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu «millet özü» birikir.


Genel olarak İslâm dünyasına ve özel olarak halkı­mıza baktığımızda, millet oluş vakıasında beliren ka­rakterinin çok yüksek olduğu tarihin en acı tecrübele­riyle kesin olarak ortaya çıkmıştır. İki yüz yıldan beri Batı’mn üzerimize boşalttığı kültür lavı, ekonomik yı­kıntı tohumlan ve bizzat savaş ateşleri, hangi toplum ve halk olsaydı, onu çoktan kül etmeye yeter de artardı. Milletimiz ve halklanmız buna dayanmıştır. Kaybımız büyüktür, ama yok olmamışızdır. Şimdi rövanş günleri gelmekte ve yaklaşmakta, kin ve öç bize yakışmaz ama, bize zehir gibi koşanlara bizim şifa gibi koşacağımız va­kitlerin horozlan ötmekte, evrensel bir dirilişin sesleri yükselmekte.


İki yüz yıllık karartıcı propagandaya, savaşların her türlüsüne, Birinci Cihan Savaşı’na, en aşırı reform ve devrimlere, ansızın bastıran bir ihtilâle dayanmışızdır. Ve bugün ayaktayız. Yarın daha çok ayakta olacağız.


Bir de, Batı’nın Doğu’ya sürdüğü, Doğu’nun üzerine saman alevi Yunanistan’a bakınız, kendini gittiği yeri yakan bir şimşek sanır ve göstermeğe kalkar da, sonun­da en ufak bir ateşle çevrilince intihara kalkışan akrep gibi kendi iğnesini kendi kalbine nişan alır.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »