'Tarihi Teknoloji' Sergisi,Islam Dünyasının Ortaçağını Aydınlatıyor



Prof.Dr.Orhan Okay

1 Ağustos 2004

TOPKAPI Sarayı’ndaki “Minyatür Salonu” çok dikkate değer bir sergiye sahne oluyor. Bundan beş yüz ilâ binikiyüz yıl Önce, şaşılacak bir zekâ ve meharetle tasarlanmış, uygulanmış birtakım mekanik âletler, konuya ilgi duyan seyircilerin hayret dolu merak ve tecessüs bakışlarını bu objeler üzerine çekiyor. Beşyüz veya altıyüz ilâ binikiyüz yıl öncesi, Avrupa kıtasının karanlık Ortaçağ’ını içine alan bir dönemdir. Doğu’da ise İslâm dünyasında yükselmekte olan tefekkür ve ilim güneşinin aydınlattığı büyük bir coğrafya oluşmaktadır.

Sergi, bu coğrafyada ilim adamlarının, birtakım ince hesaplarla tasavvur ettiği, eserlerinde çizimlerini yaptığı, belki büyük bir kısmını da pratik uygulamaya koyduğu yüzlerce mekanizmadan bir bölümünü sergiliyor. Bu âletler, döneminde kaleme alınmış veya daha sonraki yüzyıllarda istinsah edilmiş yazma eserlerdeki tariflerden ve çizimlerden faydalanılarak günümüzde yeniden imâl edilmiş. Bunlardan sadece bir kısmının sergilendiğini söyledim. Aslında imâl edilenler de bilinen, bilinmeyen yazma eserlerdeki örneklerin bir kısmı.

Bunların da dışında kaybolmuş, nice yangınlara maruz kalarak zayi olmuş pek çok elyazmasında daha başka alet çizimlerinin bulunabileceği, şüphesiz birçoklarının da kitaplara girmemiş olabileceği düşünülürse İslâm Ortaçağı’nın zengin bir teknoloji devri yaşamış olduğunu tahmin etmek güç olmaz.

Teşhir edilenler arasında basit görünüşlü olanlardan dönemine göre oldukça teferruatlı ve karmaşıklarına kadar zannederim elli kadar âlet var. Pusulalar, çıkrıklar, suyun nakli, özellikle yükseğe çıkarılması için su dolabı dediğimiz basit çarklar ve daha karışık mekanizmalar, sıvıları damıtma ve yoğunluklarını ölçme teknikleri, uzun deniz yolculuklarında astronomi bilgisi yardımıyla yol bulma âletleri, gökyüzünde güneşin, gezegenlerin hareketleri ve birbirleriyle ilişkileri, çeşitli operasyonlarda kullanılan birtakım tıbbî âletler... Bütün bunlar bahsettiğim yazmalardaki tarifler ve çizimler dikkate alınarak ahşaptan ve metalden imal edilmiş. Birçoklarının üzerlerinde çizgi ve rakamlarla gösterilmiş ölçümler, belli ki ince ve hassas birtakım hesaplara göre yapılmıştır. Bazılarında bir düğmeye, bir manivelaya dokununca bütün mekanizma harekete geçiyor.



Çizimlerinden ve tariflerinden faydalanılan bu ilmî eserlerin orijinal yazmalarının birçogu Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde ve diğer kütüphanelerde ve Osmanlı hakimiyetinde kalmış memleketlerin kütüphanelerinde bulunuyor. Salonda onlardan bazıları da ilgili sayfaları açılmış olarak teşhir ediliyor. Böylece seyirci yazmadaki şekil ile yeniden imâl edilmiş âletleri mukayese edebiliyor.

Avrupa’nın bazı şehirlerinde teşhir edilen, ümit ederim ki bundan sonra da dünyanın başlıca şehirlerinde teşhir edilecek olan sergi, Almanya’da Frankfurt Üniversitesi’nde bulunan “Arap ve İslâm İlimleri Tarihi Enstitüsü”nün uzun yıllar boyunca araştırma ve çalışmalarının bir ürünü.

Bu Enstitü’nün başında bir Türk profesörünün bulunduğunu Türkiye’de kaç kişi, hatta kaç aydın biliyor? Hayattaki insanları mübalağalı sıfatlarla anlatmaktan hoşlanmam. Bunun, benim kadar, gerçekten büyük olan o insanlara da sıkıntı vereceğini bilirim. Ama bu sergi vesilesiyle bahsettiğim enstitünün müdürünü, maalesef birçok Türk aydının bilemediği, hatırlamadığı Fuat Sezgin’i birkaç cümle ile tanıtmak isterim. Zira Türkiye’deki biyografi kitaplarında, ansiklopedilerde bu dünya çapındaki ilim adamımızın adını arayacaklar hayal kırıklığına uğrarlar.

Deha seviyesinde olağanüstü bir zekâsı ve ondan daha şaşılacak derecede bir çalışma gücü olan Fuat Sezgin, 1960 sonrasında 147’ler olayı diye bilinen tasfiyede üniversite dışında bırakılan ilim adamlarımızdan biridir.

Bu olayla beraber, o tarihten daha önce ve sonra Türk üniversitelerinden çeşitli sebeplerle uzaklaştırılmış, ayrılmak zorunda bırakılmış kızgın, kırgın, küskün ilim adamlarımızı yurtdışına kaçırmamış olsaydık Türkiye’de bugünkü pek çok üniversiteden daha seviyeli kaç üniversite kurulabileceğinin hesabını acaba yapan olmuş mudur? Fakat meseleye bir başka açıdan bakıldığında Fuat Sezgin ve benzerlerinin yurtdışındaki üniversitelerde, enstitülerdeki faaliyetleri dikkate alınınca da bunları Türkiye’de, Türk üniversitelerinde uygulayabilmenin ne gibi bürokratik ve belki daha önemlisi etik ve politik engellere takılacağını da düşünmek gerekir. O zaman onu ve onun gibilerini üniversite dışında bırakanların belki de sonuçta memlekete değilse bile insanlığa iyilik ettiklerini itiraf etmek gerekir. Acı bir paradoks.

Benim ilk tanıdığım zaman, 1950’lerde genç bir asistan olarak İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü müdür muavini olan Fuat Sezgin’in o yıllardaki hedefi, Alman şarkıyatçısı Brockelmann’ın yakın yıllara kadar çok önemli bir kaynak olan Arapça eserler kataloğunu aşacak bir eser ortaya çıkarmaktı. Fuat Sezgin bu maksatla Türkiye’deki bütün yazma eserleri eksiksiz bir taramadan geçirdiği gibi her fırsattan yararlanarak hemen bütün dünya ülkelerine de seyahat ediyor, ilim dağarcığını zenginleştiriyordu. 147’ler olayından sonra mecburen yurtdışına gittiği ve yerleştiği Frankfurt Üniversitesi’nde de aynı yönde çalışmalarına devam etti.

Nihayet 1967'da Hollanda’da Brill Yayınevi tarafından çıkarılan ilk cildiyle, Arapça Yazma Eserler Tarihi gün ışığına çıkmış oldu. Yirmi cilt olarak tasarlanan eser şu anda 12. cilde kadar gelmiş bulunuyor. Ekleriyle beraber beş ciltlik Brockelmann beşbin sayfa civarında iken, Sezgin’in sadece bugüne kadar çıkmış olan 12 cildi yedibin sayfayı buluyor.(Brockelmann’ın başlangıçtan 19. yüzyıla kadar yaptığı taramaya mukabil Sezgin’in çalışmasının sadece 11. yüzyıla kadar olan yazmalar üzerinde oluşu ayrıca dikkate alınmalıdır.)

Her cildin mukaddimesinde ilim tarihiyle ilgili olarak verilen bilgiler, bazıları büyük çapta bir monografi seviyesinde olan biyografiler çalışmanın değerini artırmaktadır. (Fuat Sezgin’in bu eserini daha yakından tanımak isteyenler DİA İslâm Ansiklopedisi’nin 14. Cildinin 37-38. sayfalarına bakabilirler.) Bu eserinden dolayı Fuat Sezgin, Türkiye dışında önemli ödüllere de lâyık görülmüştür. Türkiye’de ise pek çok ilmî esere, makaleye, ansiklopedi maddesine referans olmakla beraber resmî, akademik, üniversiter bir ilgi gösterildiğini bilmiyorum. Umarım gözümden kaçmıştır.

Bu arada öğrencilik yıllarımda Fuad Bey’le yakınlığımız dolayısıyla benim meslek hayatımdaki önemli bir kırılma noktasını da yazmalıyım. Öğrenciliğimin ilk yıllarından beri tanıştığımız, son sınıflara doğru daha da candan dost olduğumuz Fuat Sezgin’den mezuniyetime yakın bir teklif geldi. O sıralarda İslâm Araştırmaları Enstitüsü kurulmuş, müdürlüğüne Zeki Velidi Togan getirilmişti ama Enstitü’yü asıl idare eden, problemlerine hâkim olan müdür muavini Fuat Sezgin’di. Bir yıl önce de doçent olmuştu.

Bana Enstitü kadrosunda asistan olmamı teklif etti. Kendimi birdenbire beklemediğim farklı bir alanda tasavvur ettimse de fazla düşünmeden kabul ettim. O sırada Arapça ve Farsçam de epeyce iyiydi. 1955 yılı Şubat’ında mezun oldum. Herhâlde o yılın Mart ayı içinde açılan imtihanı kazanarak asistanlığımın ilk basamağına adım atmış oldum. Hatta hemen arkasından doktora için kaydımı da yaptırdım.



Enstitüde henüz resmen doktora programı bulunmadığından geçici olarak Müdür Zeki Velidi Tagan’ın kürsüsüne, yani Umumî Türk Tarihi’ne kaydolmuştum. Fuat Bey benim için bazı projeler üzerinde düşünmeye başladı. Kendisi Buharî’nin kaynakları üzerinde çalışmıştı. Bana aynı metodla “Müslim’in Kaynakları” konusunda bir doktora konusu verecekti. Gelgelelim, mezun olunca açıkta kalmayıp öğretınenligim garanti olsun diye girdiğim Yüksek Öğretmen Okulu dolayısıyla 6 yıl mecburi hizmet beni bekliyordu.

Bu gibi durumlarda üniversitenin isteği üzerine mecburî hizmetin o üniversiteye devri için Milli Eğitim Bakanlığı’nın muvafakati gerekiyordu ve çok defa da devrediliyordu. Nedense benim için bu istek gerçekleşemedi. Her zaman olduğu gibi güçlü bir aracı arandı. O sırada iktidardaki Demokrat Parti’nin Ağrı milletvekili, çevresinde sözü geçen, üstelik bir akademisyen (eski Türk edebiyatı doçenti] olan Kasım Küfrevi araya girdiyse de işe yaramadı ve ben Öğretmenliğe başladım.

Yaz tatillerinde İstanbul’a geldiğimde Fuat Bey"le buluşup görüşüyorduk. O uzun zaman asistanlıgum ümit etti ve teşebbüslerde bulundu. Hatta Erzurum’daki asistanlığımın ilk yılında konu bir daha canlanmıştı. Fakat bu defa hocam Mehmet Kaplan istekli görünmedi. Erzurum’da kendisinin kurduğu bölümde, kendi alanı için aldığı asistanının böyle kısa bir zaman sonra ayrılmasını belki de haklı olarak istemiyordu.

Derken 1960 askerî darbesi oldu, ihtilâlin tozu dumanı içinde bir süre sonra üniversiteden atılan 147 öğretim üyesi arasında Fuat Sezgin de vardı. Benim asistanlığım konusu da bir daha aşılmamak üzere kapandı. Fuat Bey de Frankfurt Üniversitesi’nden aldığı bir davetle Almanya’ya gitti, gidiş o gidiş...

Bu hadisenin benim meslek hayatımda önemli bir kırılma olduğunu söyledim. Eğer asistanlığım gerçekleşseydi, Fuat Bey’in düşündüğü gibi bir hadis külliyatının kaynakları üzerinde çalışsaydım, o enstitü bugün ha var ha yok hükmünde olduğuna göre hadis hocası olarak bir ilâhiyat fakültesinde mi olurdum? Yoksa 27 Mayıs dolayısıyla 147’lerden birinin yanında çalışmış olmaktan dolayı benim de başıma bir iş mi gelirdi? Kaderin etrafımızda nasıl bir ağ ördüğünü bilemiyoruz ki.

Fuat Sezgin’in, şimdi teşhir edilmekte olan âletlerle ilgili çalışmalarından, doğrusu son birkaç yıl öncesine kadar benim de haberim olmamıştı. Şüphesiz yukarıda bahsettiğim katalog çalışmaları sırasında doğmuş bir fikir olmalıdır. Bu serginin ruhu, bilim tarihine olduğu kadar, Avrupa Rönesansı hakkındaki yanlış bilgilere de yeni bir yön vermektedir. Bu ruh, Ortaçağ’da İslâm teknolojisinin, Rönesans’a büyük kapılar araladığını, tahminlere veya birtakım hamâsî ve spekülatif bilgilere değil, somut delillere dayanarak göstermektedir. Serginin Batı ülkelerinde de gösterilmesi sonucunda, Avrupalıların İslâm medeniyeti hakkındaki görüşlerine de daha açıklık gelmiş olmalıdır.

Ancak bu gerçeğin ortaya çıkmasında yine 19. yüzyıl başlarından itibaren bazı Avrupalı şarkıyatçıların emeklerinin de gözardı edilmemesi gerekir. Nitekim bu hususun ihmal edilmediği, onlara da kadirşinaslık borcunun açıkça ödenme gayretinde olunduğu, serginin çıkışında okuduğumuz şu satırlar göstermektedir:

“Eğer Müslümanlar son yüz, özellikle son elli yıl zarfında kendi kültür dünyalarının bilimler tarihinde büyük daha doğrusu çok büyük bir yeri olduğu bilincini edinmeye başladılarsa bunu, hayatlarını doğal bilimlerin araştırmasına adayan birçok büyük oryantaliste borçludurlar. İslâm dünyasının 800 yıl kadar süren yaratıcı katkısını tanımayan veya tanımazlıktan gelen yapmacık “Rönesans" tasarımının tarihsel gerçeğe tamamen aykın olduğu düşüncesini Herder, Goethe, Humboldt gibi büyük hümanistlerin savundukları sırada, Müslümanların daima minnetle anacakları bir grup oryantalist Arapça doğal bilimlerin etütleriyle ortaya çıktılar.”

Bu cümlelerin altında kendilerine minnet duyulan Avrupalı 14 şarkıyatçının adı sıralanmaktadır.Tarihe, bilim tarihine, teknik âletlere meraklı olanlara, özellikle de fen ve teknik alanlarda araştırma yapan bilim adamlarımıza, matematikçilerimize, fizikçilerimize, mühendislerimize, tıb tarihine ilgi duyan tabiplerimize ağustos sonuna kadar açık kalacak olan sergiyi muhakkak görmelerini tavsiye ederim.(6)

Prof.Dr.Orhan Okay - Silik.Fotoğraflar,syf.172-178

Dipnot:

6-Sergide gösterilen objeler bugün daha geliştirilerek programlı bir şekilde Gülhane Parkı içindeki Islam Teknolojisi Müzesi'nde teşhir edilmektedir.

Devamını Oku »

Millet Özü

Millet Özü


Bir halkın gücünü ve özelliklerini tanımak kolay bir iş değildir. Kendini bir ideale adamış insanlarla, gelecek zamanı avlamakta ve yumuşamış bir maden gibi elinin altında istediği gibi yoğurmakta usta devlet adamları, işte halkın bu değişmeyen karakterini anlar ve sezerler de, bu sezgi, onları başarıya götüren ilhamın ta kendisi olur. Kalbleri haktan, halktan gelen gerçek ilhamlarla dolmayan bir insanın sürekli bir başarıya ulaşmasına imkân yoktur, tarihe ve gelecek zamana yeni bir biçim vermeği bir meslek gibi benimsemiş olanlar için. Keli­meleri birer küçük ve olağanüstü hayat parçalan gibi yaşamayan, kelimelerde kaplan avına çıkmayan şair nasıl şair olmazsa, yüreği adalet duygusuyla taşmayan, kabarmayan bir yargıç nasıl iyi bir yargıç olamazsa, önüne düşmek istediği halkın sabrım ve atılganlığını, korku ve umutlarım, sertliğini ve elastikiliğini, cezbe ve ihtiyat şartlarım, coşkunluk, taşkınlık ve kabuğuna çekilme anlarım zamanında ve tam hesap edemeyen bir ülkü adamı, bir devlet ve politika adamı da kısa zamanda başarı çizgisinin dışına atılır, olayların kıyısında bir deniz sisi gibi erir ve kaybolur.


Bir halkın sürekli refleksleri ancak kendisi için tarihî kritik anlarda çıplak olarak ortaya çıkar ve adeta gözle görülür bir hal alır. Savaş, ihtilâl, büyük ekono­mik krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetme­yen milletler, büyük milletlerdir. Yoksa öbür zaman­larda, normal vakitlerdeki görünüş insanı aldatabilir. Bir halk görürsünüz ki, normal günlerde nerdeyse yı­kılacak, kendi kendine devrilecektir. Bu halkın en ufak bir savaşa bile dayanamayacağını sanırsınız. Fakat bir de, hatta en çetin tarafından bir savaş gelip çatmaya görsün, o halkın, yıllar yılı o savaşa mermer gibi karşı koyduğunu, daha dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görürsünüz. Bunun tersi de doğru. Normal vakitlerde en verimli yağmurlara gebe bir bulut gibi ve en uzak ufuk hayallerine iştihalı yelkenlerini hemen açacakmış gibi duran bir halkın da, en ufak bir sar­sıntıda, yerin dibine battığını görmemiz mümkündür. Çünkü, halklar, kuvvetlerini derinliklerinde ve göste­rişlerini yüzeylerinde saklarlar. Halkın varlığı tehlike­ye düşünce, derinliğinde binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler, cam kesen elmas gibi tarih urunu keserler. Kültürleri yüksek, din duygulan derin ve yüce, tarihle­ri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu «millet özü» birikir.


Genel olarak İslâm dünyasına ve özel olarak halkı­mıza baktığımızda, millet oluş vakıasında beliren ka­rakterinin çok yüksek olduğu tarihin en acı tecrübele­riyle kesin olarak ortaya çıkmıştır. İki yüz yıldan beri Batı’mn üzerimize boşalttığı kültür lavı, ekonomik yı­kıntı tohumlan ve bizzat savaş ateşleri, hangi toplum ve halk olsaydı, onu çoktan kül etmeye yeter de artardı. Milletimiz ve halklanmız buna dayanmıştır. Kaybımız büyüktür, ama yok olmamışızdır. Şimdi rövanş günleri gelmekte ve yaklaşmakta, kin ve öç bize yakışmaz ama, bize zehir gibi koşanlara bizim şifa gibi koşacağımız va­kitlerin horozlan ötmekte, evrensel bir dirilişin sesleri yükselmekte.


İki yüz yıllık karartıcı propagandaya, savaşların her türlüsüne, Birinci Cihan Savaşı’na, en aşırı reform ve devrimlere, ansızın bastıran bir ihtilâle dayanmışızdır. Ve bugün ayaktayız. Yarın daha çok ayakta olacağız.


Bir de, Batı’nın Doğu’ya sürdüğü, Doğu’nun üzerine saman alevi Yunanistan’a bakınız, kendini gittiği yeri yakan bir şimşek sanır ve göstermeğe kalkar da, sonun­da en ufak bir ateşle çevrilince intihara kalkışan akrep gibi kendi iğnesini kendi kalbine nişan alır.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »