Halife İnsan

İnsanın dışında çünkü, hiçbir canlı kendisini bilmemekte; daha doğrusu düşünememektedir. İnsana bahşedilen bu yeti, bir bakıma onu halife kılmaktadır. Çünkü o, tüm varlık mertebelerinin ardında-üstünde durmaktadır. Bilme yetisini, olağan dünyasal koşullar içerisinde açıklamak mümkün değildir. İlahî niyet ve takdirin dışında, insanın varlığını anlamlandırmak mümkün değildir; çünkü tabiatın bilen bir varlığa ihtiyacı olmadığı gibi, bilen bir varlığı husule getirme gücü de onda yoktur. Çünkü bu tabiatı aşkın bir niteliktir. Dolayısıyla bilmenin bizatihi kendisi, insanı mümtaz kılmakta ve doğrudan varolanlar karşısında öne çıkarmakta; ve onu, varolanlara karşı yetkili ve sorumlu kılmaktadır. Halifeliğin hükümranlık anlamı kuradan çıkarılabilir belki; ama bu sorumsuz bir egemenlik hakkı olmayıp, sorumlu bir özgürlüğün bahşıdır.

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Kainat ve İnsan Bilinci

İnsanoğlunun en önemli problemlerinden biri de bir değerler sis­temi olarak değişmez bir bütünlük arzetmeyişidir. İnsanın dışındaki tüm yaratılmışlar kendilerine gömülmüşlerdir. Bütünlük içerisinde ve dışa kapalıdırlar. Ama insan bilinci ve ruhuyla (sezgisel bilinç) kâi­nata ve ötesine açılmıştır; doğal bir bütünlüğe gömülmüş ve stabil bir dengeye haiz değildir. O nedenle insan, dışa açık hassalarının den­ge bozucu işlevlerini de hesaba katarak dinamik-ozgürlükçü bir denge sağlamak zorundadır. Bilinci ve ruhunun oluşturduğu dış algı ve zorlamaları içsel karşı oluşumlarla sürekli olarak dengeleyebilmelidir. Aksi halde insan olma potansiyelini edimselleştirememek gibi bir özdeşlik, tekrarlılık ya da tereddiye düşebilir.

Bilincimiz, duyu organlarından sağladığı algıları değerlendirerek insan hakkında sürekli bir bilgi sunmaktadır bize. Ama bu bilginin kâinatın bizzat kendisi değil, bilince dönüştürülmüş, İnsanî de­ğerler sistemi içerisinde oluşturulmuş bir ifadesi olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Yani biz hiçbir zaman gerçek kâinatı taşımamaktayız zihnimize. Onun ışık, ısı, renk, koku, duyu gibi arazlarla bilincimizde remizlendirilen bir tür temsilidir (simülasyon) zihnimizde oluşan. Bu ise bilindiği gibi soyut bir bilgidir. Kâinatla insan arasında olu­şan bir ara-çevirici değerler sistemidir. Kâinatı bilince dönüştürme işlemi de İnsanî değerler sistemi açısından denge bozucu bir özellik arzetmektedir.

Burada insanın kendi bireysel bilincini inşa çabası ile toplumsallığın onun üzerinde inşaya çalıştığı öznellikler arasında­ki çatışmalar, kişilik sorunları kadar, kişilik bölünmelerine de yol aça­bilir. Ama bilinç, her hâlükârda, ne kadar parçalanmış ve dağılmış olsa da, insanın kendi bilincidir. Bilinç kendi karşı değerlerini, yani kendisinin de dahil olduğu dünya bilgisini-bilincini dengeleme iş­lemini yine kendi içindeki bilinçsel faaliyederle sağlar. Dünyaya kar­şı savunur kendisini ve cevaplar üretir. Bu cevaplar etik, estetik, bi­limsel ve politik niteliklerde olabilir. Önemli olan insanın bu üret­kenliğe ulaşabilmesidir. İnsan açısından asıl sorun, kişilik gelişimi­nin bu üretkenliğe geçemediği bir kertede bastırılması, tıkanması ya da kendi içerisine kapanmasıdır. Ama hakikati hiçbir zaman gerçek mahiyetiyle kavrayamayacağımız için, bilincin problemi de hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek, denge kurma çabası hiç dur­maksızın sürdürülecektir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsanın Özgürleşmesi

Özgürlük, kapitalizm ya da maddecilik tarafından anlaşıldığı hâliyle doyum, tüketim ve hedonist serbestleşme olarak anlaşılmamalıdır. Hatta tam aksine özgürlük, her şeyden önce bir vazgeçme, müs­tağnilik, feragat, özveri, dayanışma ve paylaşma becerileridir. İnsan ise, kendisine sunulmuş olan refahtan yararlanma kapasitesince, yani batılı normlar tarafından ölçüt alındığı gibi birtakım maddî tüke­tim kıstasları ölçüşünce değil, tam aksine, bu tür konformist bir asi­milasyona direnebildiği, yapabileceği halde yapmama iradesini gösterebildiği ölçüşünce nitel anlamda özgürleşebilir. Aksi bir tutum ise sadece serbestleşmek ya da nicel özgürlüktür; ki bu, insanı sadece doygun bir hayvan kılar, bir insan değil.

İnsanların kişiliği, sadece yaptıklarıyla değil, yapamadıkları, yapmadıkları, vazgeçtikleri ve feragat ettikleri şeylerle de oluşur. Kal­dı ki insanlar önlerine sahici sorunları koyabildikleri gibi, sahte so­runlar ya da içi boş uğraşlarla da zamanlarını israf edebilirler. Bu on­ların kişiliklerine olumlu bir katkıda bulunmadığı gibi, bu kişilik­lere 'mış' gibi yapmak” gibi bir karakter görüntüsü vererek, kendi­lerini aldatmalarına ve yoldan çıkarmalarına da neden olabilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Ölümün Olmadığı Bir Hayat?

Ölümün olmadığı bir hayatta çatışma, imtihan, tekâmül, kahramanlık, esaret, kurtuluş, özgürlük, aşk, tra­jedi; iman-küfür ve hak-batıl çatışması... kısacası insanı insan kılan tüm değerler anlamını yitirecektir. Ölümsüzlüğü talep, aslında ha­yatı trajik kılan o bıçak sırtında yaşamaktan, ya da bir başka deyiş­le “havf ile reca” arasındaki bir hayattan kurtulmak; bir anlamda kon-formist bir muhafazakârlıktır. Ucunda ölüm olmayan bir hayat çün­kü, hiçbir zaman riske edilemez; ve dolayısıyla da trajikleşemez. Ken­disini bir “bilge kral” değil, bir “bilge öncü” olarak tanımlamanın daha doğru olduğu Aliya Izzetbegoviçe göre de trajedi, aslında dinî bir meseledir. (Özgürlüğe Kaçışım, s.64)

Hayatı trajik kıldığı kadar onu sahicileştiren de, aslında ölüm­süzlüğü değil, ölümlülüğüdür. Ölümü dikkate almadan hayattan, ha­yatı dikkate almadan da hakikatten bahsedemeyiz. Ölümsüzlük, var­lığı hakikatin gölgesi kılarak, hayatı trajedi, zaman, sahicilik ve ya­ratıcılıktan yoksunlaştırır. Ölümlü olmak, hakikate hep belli bir ulaşılamazlık minvali içerisinde; zamanın ve yaratıcılığın asliyetini ken­disine bir kader kılarak, hakikatin karşısında hep belli bir özlem, huşu,haşyet, ürküntü ve huzursuzluk hâli içerisinde olmaktır. Bu, bir an­lamda kendi varlığının iliklerine dek işleyen bir emin olmama hâ­linin pekinleştirilmesidir. Hakikat eminliktir çünkü. Eminlik ise ölüm­süz olmak anlamında beka ve mukavimliktir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Tevhidi Mücaadele Ekseni

Tevhidi açıdan Allah, sürekli bir faildir. Ama İslam tümtanrıcı değildir. Yanı Allah ile kâinat ilişkisi bir özdeşlik ilişkisi olmayıp, ya­ratıcı ile esen arasındaki illiyete dayanan bir ilişkidir. Ama bu bir neden-sonuç ilişkisi gibi anlaşılmamalı; çünkü nedensellik ilişkisi dünyava ait bir kavramdır, yani yaratılmışlar arası bir ilişkidir. Doğal ola­rak eser, yaratıcısına işaret eder. Ancak dünya bir imtihan ve insa­nın kendisini ortaya koyma ve gerçekleştirme dünyası da olduğu ve dolayısıyla da bir mizansen olmadığı için, insan özgürdür; ve bu öz­gürlüğün sıhhati ve imtihanın şartları gereği, olumlu ve olumsuz içerimlere de haizdir. Bu dünyanın olası en mükemmel dünya olduğunu söylemek ise doğru değildir. İlahî yaratıcılık sürmektedir çünkü; ve, Allah da özgür olduğu için farklı dünyaları yaratması (yaratmış ol­ması) da mümkündür. Beri yandan yaratıcılık, insanın özgürlüğü ıcabınca da sürdürülmektedir; yani dünya sırf bu açıdan da olsa nakıs bırakılmıştır. Ama bu öyle bir nakışlıktır ki, mükemmelliği de insana sezdirmekte, insanı kendisine müştak kılmaktadır.

Beri yandan tevhid, bir toplumsal şiarı da ortaya koyar. Bu ise, adaletsizliğe ve zulme dayanan batıl sistemler karşısında harekete ge­çen güçlerin birliği anlamındadır. Sınıflara, ırklara, cinsiyete, toprağa ya da kana dayalı ayrıştırıcı ve somut nesnel koşulların icbarı­na dayalı bir toplumsal mücadele ekseninden ise, tevhidi mücaadele ekseni, tüm toplumsallığı kesebilen (kapsayabilen), özgür seçimlere ve imana dayanan, beri yandan ise toplumsal mecburiyetlere mebni olmadığı için özgürleştirici bir niteliğe de haiz olan, zulme ve toplumsal-siyasî-iktisadî güçlerin tanrısallaştırılmasına (bu güçlerin zor­balığına) karşı olan tüm kesimleri kendi safları içerisine alan bir an­layıştadır. Bu kesimler içerisinde mağdurlar, mazlumlar, mustazaflar, sömürülenler, toplumsal-siyasal-dinsel sistemler tarafından kul ya da köle kılınanlar olduğu gibi, bu mağduriyederin hiçbirisini ya­şamadığı halde, kendi rızasıyla baskı, sömürü, şirk ve inkâr sistemi­ne karşı olan, hatta Müslüman olmasa bile haksızlıklar karşısında ada­leti savunan kesimler de yer alabilir. O halde bu mücadele, doğal bir toplumsal antagonizmaya değil, bu antagonizmalan dikkate alsa da, temelde kendi inşa ettiği bir kavramsallığa, yani tevhidi mücadele eksenine (hak-batıl mücadelesi) dayanmaktadır. Bu mücadeledeki temel somuduk, iman’ın tekilliğine ve kararlılığına dayanan, ama kap­sama alanının geniş tutulması nedeniyle de aslında oldukça çeşidenmiş olan bir toplumsal somuduktur. Bu anlamda ise iman ve tevhid, so­yut bir düşünsel ya da kalbî değişim olmayıp, her şeyden önce somut bir İnsanî ve toplumsal durumun, perspektifin ve mücadele ekseni­nin seçimi ve bu eksen dahilinde inşa edilen bir toplumsal somut­luk içerisinde yer almak anlamına gelmektedir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Kişi Ancak Kendi Emeğinin Karşılığını Mülk Edinebi­lir

Kişi ancak kendi emeğinin karşılığını mülk (temlik) edinebi­lir. Buradaki temlik kavramı, maddî olmaktan çok manevî kaza­nanlara işaret eder. Bu anlamda salih amel, Marxizmin praksis, ya da kapitalizmin üretim kavramlarını da aşan bir şümûle sahiptir. Çün­kü her iki kavram da, temelde maddî kazanımları ifade etmektedir; en fazla bu kavramlar insanın üretimsel eylemliliği içerisinde man­evî yönlerinin de geliştirilmesi gibi bir anlam kazanabilir. Varoluş- salt-ontolojik bir temel kadar, uhrevî bir bilinç, sorumluluk ve şu­urdan da yoksundur bu kavramlar. Uhrevî derken bu salt kıyamet günüyle alâkalı bir ukba değil, davranışlarımızın tümlüğünün ni­haî hedefi ve amacının da gözetilmesi gibi bir anlama da sahiptir. Dolayısıyla bir mümin için eylemlerinin mutlaka somut bir karşı­lığı bulunmaktadır. Bu karşılık, kendisi için olabileceği gibi, dün­ya içindir de. Çünkü onun davranışları artık, ilahî yaratıcılığın da bir parçasıdır. Oysa bir süreç ya da sınıf içerisindeki insanın, bu sü­reç ve sınıfa angaje davranışları bu tür bir iman ve ukba endişesine sahip değildir. Ve hatta bu tür bir endişe, çoğu kez kaçındırılması gereken aşkınlıklar olarak bile telakki edilebilir.

Ümit Aktaş, İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Suç ve Ceza, İslam ve Beşeri Sistemlerin Farkı

Kapitalist sistemin babaları, suçu toplumsal bir vakıa olarak, ön­sel bir kabulle benimsediklerinden, bunların yaptıkları tek şey suç­luyu evcilleştirmek ve toplumsal dengelerin karmaşıklığıyla suç ol­gusunu toplumsal dengelerle karşılamak yoluyla toplumsal bir ger­çekliğe dönüştürmektir. Çünkü kapitalizmin ve beşerî sistemlerin temel hayat felsefeleri, suçu yadsımayı mümkün kılmaz. Bu siste­min egemenleri, maddî değerleri, sömürüyü, beşeri egemenleşme ve doyum isteklerini her şeyin üstünde gördüklerinden, kazanma ve sömürmeye yönelik her tür tutumu mübah görecek ve hatta teş­vik edeceklerdir.

Sosyalizm ise suçun nedenini tümüyle ekonomik şartlara in­dirgediğinden, sosyalist bir sistemin kurulması ve ekonomik saiklerin ortadan kaldırılmasıyla suçun ortadan kalkacağını ileri sürmektedir.Bütünüyle gerçek dışı ve ütopik olan bu düşünce, bir dizi uygulamalarına rağmen, doğal olarak hayata geçirilememiştir.İşte bu noktada suç ya toplumsal bir vakıa olarak benimsenecek ve bu tarz bir  toplumsal sistem geliştirilecek, ya da İslamın yaptığı gibi suçun saikleri ortadan kaldırılarak, suça yönelmeyi engelleyecek alt yapılar oluşturulacak ve suçun toplumsallaşması önlenmeye çalışılacaktır.

Maddeci sistemler suçun metafizik yönlerini ihmal ettiklerinden, onu tam olarak da değerlendirememektedirler. Dostoyevskı’nin Suç ve Cezası kadar, Tolstoy’un Diriliş’i de suçu bu açıdan irdelemek­tedir. İslam hukuku suçun metafizik yönlerini dikkate aldığı için, suç'a, adalet'e uygun bir karşılık (ceza) vermekten de kaçınmaz. Çün­kü önemli olan toplumun sadece maddî sağlığı ve işlerliği değil, ma­nevi olarak da sağaltılması ve adalet duygusunun örselenmişliğinin onarılması; daha doğrusu bunlara göz yuman bir işleyişe cevaz ve­rilmemesidir.

O nedenle İslam, “kısasta hayat vardır” ilkesini, temel hukuksal ilke olarak ortaya kovar. İslam hırsızların ellerini keser.Ama elleri kesilenler, adi-basit hırsızlık vakalarının müsebbipleri değil, toplumsal kaynakları soyanlar ve insanların emeklerini sömürenlerdir. Zaniler cezalandırılır; ama bunlar fuhşu bir iştigal alanı ve alışkanlığı, kadın bedenini bir ticarî meta ve sömürü nesnesi hâline geti­renlerdir. Oysa batılı sistemler, kadın bedeni ve cinselliği, özellikle sinema, reklam, turizm, kozmetik gibi alanlarda kullanarak ve istismar ederek devasa ticarî sektörler oluşturmuşlardır. Dolayısıyla İslam’ın üzerinde hassasiyede durduğu ve önlemeye çalıştığı alanlar, kapi­talizmin temel iştigal alanlarıdır.

Kapitalist özgürlükçülük, temel­de insan gövdesine ait iştihaları serbestleştirmeye, kışkırtmaya ve tat­min etmeye çalışan, bunlar üzerinde devasa ticarî sektörler oluştu­rası bu anlayıştadır. İslam ise temel hassasiyetlerini bunların (alko­lizm, fuhuş, sömürü, eşcinsellik, ensest gibi) önlenmesi, özellikle ka­dın bedeninin istismarını engellemeye çalışan bir özgürleşme anlayışı ortaya koymakta, dolayısıyla suç ve ceza tanımları da bu temel anlamışlar üzerine bina edilmektedir.

Ümit Aktaş - İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan ve Kainat

İnsan ve Kainatİnsan boş bir uzayda değil, remizlendirilmış, donatılmış, hazır ve anlaşılır kılınmış bir uzayda yaşamaktadır. Bu uzay birçok değerler sistemi içer­mektedir. Her bin ortak ve farklı dilleri (temel dönüşüm ve çevrim elemanlarına) sahip olan bu değerler sistemleri, insan zihni ile de dö­nüşümsel bir anlaşılırlık çevrimbirimlerine haizdir. Yani insan zih­ni, kâinatı birtakım işaretler ve simgeler yoluyla tanımakta ve anlamaktadır. Ayrıca doğal sistematikleri dışında kâinatta bulunan herşey insan için ve insana göre, yani İnsanî değerler sistemi açısında da apayrı anlam ve ibaretlere haizdir. Kimi şeyler iyi,kimileri kötüdür,kimileri yararlı,kimileri ise zararlıdır.

Sözgelimi yıldızlar insanlar açısından salt basit birer gök cismi olmanın ötesinde gecelerini süsleyen,ışıtan,yön ve zaman belirten,bir derinlik ve estetik duygusu veren işaret ve simgeleride içermektedirler. Çiçekler salt basit birer bitki değil, gü­zellik, koku, renk, uyum gibi nice değerlerin de çağrışım kaynağıdırlar. Kuşlar hem bir uçma özlemi, hem estetik birer simge, özgürlük ve ka­yıtsızlığın işarederidir. Altın özde sıradan bir madendir. Onun az bulunurluğu yanında fizikî olarak da soy nitelikleri, onu benzerleri içe­risinde seçili kılmakta ve farklı bir kategoriye yerleştirilmesine neden olmaktadır. Oysa insanoğlu için anlam ve değeri çok farklıdır. Bu ör­nekler hemen her nesne ve varlığa teşmil edilebilir.

Kâinatı oluşturan değerler sistemi, onu anlaşılır ve güvenilir kı­lan değişmez bir sürekliliğe dayanmaktadır. Aksi halde bu sistemin insan açısından anlaşılması mümkün olmayacağı gibi, insanoğluna geçmiş ve gelecek hakkında da bir yön ve hedef arzusu verilemeye­cek; toplumsal ve tarihsel bir süreklilik sağlanamayacaktı. Yani Ga­zali ve Hume’un farklı ve birbirine zıt amaçlarla da olsa vurguladıkları gibi olmayıp, pamuk ateş tarafından yakılmakta ve güneş her gün do­ğudan doğmaktadır. Bu ise ne Allah’ın iradesine bir halel getirmekte, ne de bizi bilimsel arayışlarımıza temel olan merak ve kuşkudan yoksunlaştırmaktadır. Tam aksine bunlar, Descartes ve Leibniz’in de vur­guladıkları üzere bize bir güvenlik ve değişmezlik duygusu kazan­dırarak, kâinatı bize karşı emin kılmaktadır. İnsan temel hayatî ihtıyaçlarını, dışındaki bu kendi bilinci ve emeğinin mahsulü olmayan sistemden sağlamakta olduğu gibi, bu sistemi yorumlayarak yeniden üretimlere dönüştürülebilecek yeteneklere dc sahiptir. İnsanî değerler sistemi kâinatla bir tür mutabakat sağlasa bile, yine de onu aşkın bir hedefe yöneliktir; belli bir seviyeden sonra kâinat insanın ayaklarının dibinde kalacak ve insan, kâinatı aşkın bir karşılık arayacaktır kendisine. Bilindiği gibi bir çok nebi, resul, peygamber, rehber, öncü, dev­rimci ve yeterince ifade edemedikleri yüce bir yaratıcıya doğru yola koyulan her mertebedeki kişinin yüreğini tutuşturan ışık, zihinlerini dolduran sesleniş, temeldeki beşeri niteliklerini sürdürmelerine rağmen, toplumu ve kâinatı hiçe sayan ve ilahi gerçekliğe doğrudan ulaşmak isteyen doyumsuz azimlerinden başka bir şey değildir.

 

Ümit Aktaş,İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan'ın Özgürlüğü İlahi Hakikatleri Yaşamasındadır

İnsan'ın Özgürlüğü İlahi Hakikatleri YaşamasındadırNe gariptir ki,insan ya kendi yaptığı nesnelere tapıyor, kendi üret­tiği değerlere veya kendi bilincinin ürünlerine, geçmişine ya da ge­lecekteki beklentilerine ya da kendisinden daha aşağı düzeyde bu­lunan yaratıklara, veya bir kadına ya da bir erkeğe. Kendi yarattığı değerlerle oyalanmak, bununla yetinmek istiyor. Oysa değerler aş­kın olduğu, ilahî hakikatin bir ışığı olduğu sürece yol gösterir ve yü­celtir insanları. Kendi yarattığımız değerler, ancak kendi zihinsel uf­kumuza aittirler. Oysa biz bu ufku aşmayı göze aldığımız sürece öz­gürleşebiliriz, kendimizi aşabiliriz.

Bir beşer olarak kalmak isteyenler ise kendilerine tevdi edilen o ağır emaneti, bilincin ve düşünmenin, kendi yazgısını tercihlerle inşa etmenin sorumluluğunu yüklenemeyerek sığınmak istiyor aslında bu kendisinden daha alt konum­da olan sorumsuz canlıların ve nesnelerin asudeliğine. Oralarda ken­disine bir sığınak, bir maske, bir put arıyor. Yukarıya tırmanmak ye­rine aşağıya düşmeyi, konformizmi tercih ediyor. Kendi amaç ve şah­siyetini, kendi değerini kavrayamıyor bir türlü, kendi hedefine yü­rümekten alıkonuyor ya da gözden yitiriyor hedefini. Soluğu kesi­liyor ve artık sürdüremediğı yürüyüşüne bir hiç için, sıradan ve de­ğersiz şeyler için ara veriyor ya da tümüyle vazgeçiyor bu yolculuk­tan, Maddî nesnelerin, zenginliklerin, eşyanın ve zevklerinin ışıltısı gözlerini kamaştırıyor,ama kendi özündeki ve ruhundaki gerçek merhamet, güzellik, çiçeklerin renkleri, günün batıcı, sabahın ilk ışıkları, ormanın uğultusu, dalgaların sesleri, ilk gençlik duyguları, aşk... Marxizm’in burjuva, kapitalizmin ise arkaik (çocuksu) duyarlılıklar olarak nitelendirdiği bu insani duygular, gerçekten de maddeci bir dünya görüşünün izah edemeyeceği bir duyarlılığın belirtileri değil mi? Tüm bunlarda Cennet ışığından bir yansıma yokmu? Ve cehennem ilahi bir yürüyüşün,insani bir duyarlılığın,yaradılışın hedef ve mahiyetinin bir inkarının sonucu değil mi ?

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden Sıyrılacak

İnsan Yürüdükçe Yücelecek ve Beşeriliğinden SıyrılacakHz.Ademe, bir anlamda kendisini anlamaya, tanımlamaya, kendisini ortaya koymaya çalışmaktadır.Çünkü sınırlarını ortaya koymadan, bir tanımlama yapamayız; dolayısıyla düşünsel-kavramsal bir faaliyet kadar, bir yurtlanma çabasına da girişemeyiz. Bir anlamda Adem’i yurtsuzlaştıran,yani cennet yurdunu yitirerek, dünya yurduna düşünen de,onun bu ‘’sınırı geçme çabası’’ değil midir?Oysa Allah ona öğretmekte,yol göstermekte ve vahyetmektedir.Göklerin ve yerin ışığı,nuru,zaten o değilmidir? Oysa antik Yunana yol gösteren Promethc, bu ışığı tanrı(lar)dan çalmıştır. Yunan uygarlı , daha temelinde, tanrılarla çatışan, bilgisini onlardan çalan ve onlara rağmen bu insan haline gelen Promedhe mitiyle başlatmıştır tarih anlayışını. Oysa Allah, insanın dostu, onun velisidir.

O nedenle Adem (a.s.) isyankâr değil, hatalıdır. Acele etmiştir çünkü.Ama imanî yürüyüşün yolları,hataların kazandırdığı deneyimlerle donatılmıştır. Yani insanoğlu eğer çatışmacı, çelişkili, hatalar ve engellerle dolu bir yola koyulmazsa, hep çocuk kalacak, büyüye memektir bir türlü. Cennet denge, uyum, sorunsuzluk, sorumsuzluk ve mutluluktur belki. Ama insanoğlu kendi çabasıyla, bilinciyle ulaşamamıştır bu dengeye. Hedeflenmiş bir denge, kazanılmış bir uyum degildir bu. Geride bırakılmış bir ülküdür belki. Fakat zaman işlemeye başlamıştır artık. Bu ülküye geri dönmek değil, onu yeniden elde etmek, haketmek gerekmektedir. Kazandan Cennet hiçbir zaman kaybedilen cennet olmayacaktır. Atılan her adım bir önceki adımın sağladığı dengeyi sarsacak ama daha bir bilinçli, daha engin ve daha insanca bir uyuma ulaştıracaktır Adem’in oğullarını.

Ne var ki bu yürüyüş tabiattaki diğer canlıların yürüyüşü gibi değildır. Çünkü insanoğlu bilinci nedeniyle yalnız kalmıştır artık bu kâinatta. Kendi geleceğinin sorumluluğunu, kâinatı ve ötesini bilmenin yükünü omuzlamıştır. Diğer yaratıklar hep kendilerine empoze edilmiş, benimsetilmiş, mecbur kılınmış bir yolu izlemekte; belirli işlevleri bilinçsizce sürdürmektedirler. Bu işlevler karmaşık ve yürüyüşlerini; buna bir yürüyüş denebilirse şayet.Çünkü  yatay bir harekettir bu, mekânsal bir hareket.Tarih izlemez bu yürüyüşü,tarihin yapıcıları değildir bu yaratıklar .Zaman kendi boyutunun derinliğini, dikeyliğini katmaz bu ufki yürüyüşe. Bitkiler, hayvanlar, cansız nesneler, hücreler, atomlar, sıvılar ve gazlar hep birbirlerini bütünler, birbirlerinin varlıklarını omuzlarlar. Yekdiğerlerine bağımlıdır hep hayatları. Bu bağımlılığın ise bilincinde değillerdir elbet; örümcek ağının, an balının, çiçekler rüzgarların. yavru anasının memesinin, dişi erkeğinin, sivrisinek kanın, tohumlar dölyatağının ya da toprağın, hava ve su hayatiyet sağladıktan o bir yığın canlının bilincinde değillerdir. Bunların tümü mekânsal ve organızma olarak birbirlerinin ötesinde, dışında, ama bir açıdan da birbirlerinin içindedirler.

Bu içindelik ya da bu  ‘birbiri için'lik’ tesadüfi doğal, zorunlu, evrimsel gibi kelimelerle izah edilmeye çalışılsa bile, dikkatli gözlemciler tüm bu izah edici kavramların kapsamlı bir derinliğe ve açıklama gücüne sahip olmadıklarını bilmektedirler. İşte insan tüm bu sorumsuzluk ve sorunsuzluğun dışına atılır, bilincinin-özgürlüğünün ağırlığını yüklenir ve yalnız kaldığı bu kâinatta yürüyüşünü sürdürmeye çalışır. Durmak onun için ölmek, bilincini yadsımak demektir. Gerçek isyan işte bu tereddi, geri dönüş isteğidir. Bu yürüyüş ise, artık mekânsallıktan sıyrılmış, derinlik kazanmış bir yücelme, Rabbine doğru sürdürülen sonsuz bir çabadır.

Şeytan işte bu yürüyüşün önüne dikilen, yanlış hedefler gösteren, oyalamaya çalışan ve yürüyüşü geriye çevirmek, en azından durdurmak isteyen(ler)dır. Tüm olumsuzlukların bir remzidir. Kâinatın ya da bilincin içine sinmiş bir geriye dönüş çağrısıdır; bilinçsizleğe ya da beşeriliğe. İnsan yürüdükçe yücelecek ve beşeriliğinden sıyrılacaktır. Ancak bu kazanç kalıtsal olarak bir sonrakine ulaştırılamayan, herkesin kendi elde etmesi gereken, kendi çabasının bir ürünüdür.

 Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İslamın Tarihe Bakışı,

İslamın tarihe bakışıİslamın tarihe bakışı, insanın özgürlüğü temeline dayanır. Ademin cennetten düşüşü ya da çıkışı, prototip bir öykü olarak, bu özgürce davranışın en açık ifadesidir. Oysa Marx ve Hegel karşıt kamplarda yer alıyor gibi gözükseler de, gerçekte antik Yunana dek dayanan bir düşünsel süreklilik içinde ve bunun süreğinde, tarihi maddi ya da tinsel değişmeler sürecinde, sonuçta insanı da bu sürece koşarak yorumlarlar. Hegelin ‘Ussallık ya da Dünya Tini “ kavramı, Marxın ise ‘üretim araçlarının değişim sürecinin maddî diyalektiği iyinde, insana özgür bir dönüşüm için bir pay kalmaz. Marx’m doğum ebeliği yada Hegel’in büyük insanlar (kahramanlar) istisnaları, bu genel bakışı etkileyecek düzeyde değildir. Peygamberler vasıtasıyla (vahiy yoluyla) tarihle ilahiliği bağıntılayan İslam, elbette tarihi büsbütün yönsüz ve yöntemsiz olarak açıklamaz. ilahi aş kinliğin tasarruf ve otoritesinin kabulü ne ussallığa ne bilincin özgürleşimine rağmendır, aksine bunları güvenceler.

Kaldı ki İslam, hiçbir kurum veya kişiyi, Hegelin devlete yüklediği: ‘Devlet, Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür" anlamında yüceltmez. Ümmet her şeyden önce bir bilinç toplumudur. Yani Allah ile olan bağlarını bir velavet şuuruyla oluşturan bir toplumun (ümmetin) bilinçli birliği: Bilinç birliği. Marx’ın proletaryası ya da Hegelin ‘köle efendi” diyalektiği, toplumsallığın olduğu kadar tarihin de sınıfsal bir açıklama veya kurgulama tarzıdır. Antik Yunan demokrasisi ve Roma cumhuriyetinin kuruluşları da yerliler (soylular, şehirliler) ile yabancılar (demos, pleb, halk) arasındaki sınıfsal bir çatışma ve karşılığına dayalıdır.

Oysa İbrahim,Musa, İsa veya Muhammed (Allah’ın üzerlerine olsun) tebliğ ve iknaya dayanan toplumsalın tevhidi bir anlayış ve bilinç üzerine kurulmasına dayalı bir mücadele anlayışı ortaya koymuşlar ve ümmetlerini de bu anlayış üzerinde şekillendirmişlerdir, Bu ise Hegelist yada Marxın kuramın öngördüğü organik toplumu aşan bu ıdealdir, ideal olduğu ölçüsünde ise sürekli ve tarihseldir. Çünku Hegelist (ve Marxist) diyalektiğin öngörüsünde olduğu gibi kendi sorunu kendi içinde taşımamaktadır. İslâmî ideal, tarihin sonunu toplumsal bu ütopyada, toplumun bir nihai aşamasında görmemekte, bunu kozmik bir dönüşümle aşkınlıkla bağıntılamaktadır. O halde İslâmî idealin kendini feshedeceği, kendi iç çelişkisine boyun eğeceği, kendi üzerine kapanarak tarihi durduracağı bir kıyamet öncesi nihailik hedefi bulunmamaktadır. Bu hedef kâinatın ötesindedir. Yanı tarih kadar toplumların geleceği de açık uçludur. Belli bir ütopyaya mündemiç olmadığı gibi; bu ütopya tarafından da temellük edilmiş ya da uyruklaştırılmış değildir. Dolayısıyla İslam kan ‘a, üretime, cinsiyete, toprağa bağlı bir “ırk’' değil, bir “insan" anlayışı koyar ortaya ve tarihi “insan” tarafından verilen bir mücadelenin sürekliliği ve sorumluluğu olarak görür. İslam açısından tarih ne sürekli bir evrim, ne de tekdüze süreği- den bir olaylar yığınıdır. Teknik ve bilimsel düzeydeki gelişmelere de paralel kılınamaz insanoğlunun tarihi serüveni. Çünkü bu insanın kendisinde ortaya çıkan bir değişim değildir.

Eşyada ortaya çıkan bir değişine ise ancak kapitalizme veya Marxizme göre insan için değiştirici bir etken oluşturmaktadır. İslam ise değişmenin kaynağında insani seçimleri ve bu seçimlerin bilinci ve davranışları etkilemesini gorur. Ne ki bu değişme kurumsal yada kalıtsal bir değişmezliğin kazanımı anlamına gelmez. Bu, gen dönüşsüz bir süreç değildir. Yani değişme bir kez kazanılınca artık bu doğrultuda oluşturulacak bir evrimleşme surecini başlatmayacaktır. Değişmenin eğimi her an olumsuz bir surece yönelebilecektir. Ancak insanoğlunun bu yönde göstereceği sürekli bir çabayla, değişme sureci olumlu bir çizgide tutulabılır. Kısacası İslam'ın tarih anlayışı doğrusal bir değişme ya da evrimleşme eğrisinde özetlenemez.İslama göre kâinat, bir amaca matuf olarak yaratılmıştır ve bir anlama sahiptir.. O nedenle yeryüzü ve tabiat, insanoğlunun amaçsız ve başıboş bırakıldığı bir sürgün yeri değildir. İnsanın mekânsal olduğu gibi tarihsel koordinatları da bilincini belirler; ancak insan bilinci, tabiatın sahip olmadığı bir yeteneğe sahiptir. O, kendine dayatılan koşulları aşarak özgürleşebilir. O nedenle İslam iyimser bir tarih-toplum anlayışına sahiptir. Bu tarih, belli ve nihaî bir toplumsallığa bağımlı ve bu nihailik tarafından koşullandırılmış değildir. Toplumsallık ise belli sınıfsal/ırksal dizgelere tâbi tutulmamıştı.

 

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme Dönüştürmüştür

Çağdaş İnsan,Kendi Varlıklarını Üretimsel-Tüketimsel Sisteme DönüştürmüştürÇağdaş toplumlar kendi varlıklarını neredeyse büsbütün bir iktisadi işletmelere,üretimsel-tüketimsel bir sisteme dönüştürmüşlerdir.Daha fazla tüketmeye koşullanan toplumlar dolayısıyla daha fazla üretmeye icbar edilmekte;bu döngü ise doğal ve insani kaynaklara israfına ve kitletilmesine neden olmaktadır. Tabiata karşı kazanıları her zafer insanın daha bir aşağılandığı çağdaş sınıflı toplumların varlığını yoksullarla zenginler arasındaki uçurumu derinleştirerek pekiştirmektedir. Kâinatın muhkem bir barınak olarak inşa edilmesi psıkolojisine dayalı teknolojik girişimlerin sonuçta küçük bir azınlığın mutluluğu için çoğunluğun sömürü ve yıldırılmasıına dayandığı ortadadır.

Oysa İslam, insanın olumlu oluşu ve kâinatın geçici bir uğ­rak oluşunun bilincini sağlar. Bu ise ne büsbütün bir dünyayı terki, ne de en yüksek bir hazzın sağlanması adına doğanın ve insanların ıstismarının mantığını değil, vasat bir yol izlenmesini gerektirmektedir. Kaynakların insafsızca somurüldüğü ve israf edildiği bir anlayış olarak kapitalizm, yalnızca tabiatın dengelerini bozmak ve kay­naklarını heba etmekle kalmamakta, sınıfsal ve kültürel bir ayrışma oluşturarak imanları kendi amaçları doğrultusunda araçsallaştırarak, kışkırtarak, baskı altına alarak, toplumları da ifsada sürüklemektedir. Kapitalizm üretime dayanan bir hız döngüsüdür ve bu döngüye tâ-biiyet ınsanları belli bir maddi refaha ulaştırsa da, bizzat bu döngüye kutsallaştırmaktadır. Özgürlüğün salt bir tatmin olarak anlaşıldığı kapitalizmin sınırsız tüketıcilık rüyası, gerçekte belirgin bir özgürlük kaybıyla sonuçlanmakta, insanlar bu kez üretimsel dizge tarafından araçsallaştırılarak kendisine yabancılaştırılmaktadır.

Müslümanlar tarihin anlamını kavramaya çalışırken,toplumsal sorunlar ve pratikler üzerinde de kafa yormalıdır.’’Aslolan iyiliği yaygınlaştıran,kötülüğü  ise önlemeye çalışan” bir ümmetin (bir devlet ya da bir uygarlığın değil), bu bilinci özümsemiş bir insanlığın oluş­turulmasıdır. Açlık, eşitsizlik, haksızlıklar, ırk ve cinsiyet ayrımcılı­ğı, işkence ve yıldırılar gibi sorunlar, elbette önlenmesi gereken so­runlardır. Ancak aslolan kötülüklerin yok edilmesi değil, bunun için savaşacak bir inanç toplumunun teşkil edilmesidir. Toplumsal bir da­yanak olmadığı sürece kötülüklerin üzerine yürünemez çünkü. Ta­rih, kozmosun kendi tarihi değil, insanoğlunun tarihidir ve insanın bilinçli katkılarıyla oluşur. Kurumlar ya da anıtlar onları yücelten bi­linçlerin desteği ve yaşamsal katkıları olmadığı sürece çöp yığınından farksızdırlar: Tarihsel dalgaların kıyıya attığı anlamsız cüruflar ve tor­tular. Pratik sorunlar ve devasa kurumlar bir savaşçının çoğu kez uf­kunu karartır. Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşları tarihin üstüne yü­rürken ne binekleri, ne barınakları, ne de görkemli savaş makineleri vardı. Onlar, müşriklerin baskısı altında bunaldıktan o en umutsuz anlarında bile, Allah’a olan imanlarına dayanarak, gözlerini tarihe ve kendilerini kuşatan uygarlıkların ötesine dikmişlerdi. Dayanakları güç değil, hakikatti. Tiim tarihsel dönüşüm ve devrimler sadece inanç ve ahlâk sahibi, tarihe ve dünyaya yüksek bir zirveden bakabilen geniş ufuklu şahsiyetlerin kalpleri ve zihinleri üzerinde oluşmuştur. Hiç­bir teknolojik ve bilimsel uygarlık düzeyinin bu temel gerçekliği de­ğiştirmesi mümkün değildir. Nitekim çağımızda da, bir Gandhi veya Aliya Izzetbegoviç in mücadeleleri buna örneklik teşkil etmektedir.

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Hegel ya da Marx’in Tarih Yorumları

Hegel ya da Marx’in tarih yorumlarıHegel ya da Marx’in tarih yorumları, İslam’ın tarih anlayışının idealist ve maddeci birer uyarlamasıdır. Sağ ve sol yorumlarıdır. Belki her ikisinde de doğruluk payları ve yönleri bulunmaktadır. Ancak her ikisi de kendi açılarından ilahî aşkınlığı kâinata içselleştirerek tarihin ve insanın aşkın yönlerini tırpanlamalardır. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı; yani idealizm ve materyalizm, tarihi mevcut kâinat şartlarına adapte ederek okumaktadır. Bu anlayışlar kâinatın varlığını olduğu gibi insanoğlunun dünyadaki oluşumunu da ne izah etmekte ne de sorgulamaktadırlar. Sadece verili durum üzerinden ve bu durumun sınırlılıkları içerisinde bir anlatma çabası içerisindedirler; ve, aslında doğru ve bilimsel tutumun da bu olduğuna inanmaktadırlar. Ama bu sınırlılık insanı tatmin etmemekte, kalbini yatıştırmamakta ve ona bu kâinatta niçin yaşadığının ve hayatının anlamının cevabını vermemektedir. Zira insanın bilinç sahibi bir varlık oluşu doğal etmenlerle izah edilebilecek bir inkişaf değildir. Her iki tarih anlayışı da tarihin amaçlı oluşunu benimsemektedir. Kıyamet, kâinatın evrensel bir dönüşüm ânıdır. Ancak Marxist ütopya kâinatın değil toplumun nihaî dönüşümünü, Hegel ise bilincin dolaysız mutlaklığa ulaşımını bir amaç olarak ortaya koymaktadır.Bu ise İslam'ın cennet tanımının dünyevileştirildiği bir nihai aşamadır.


Her iki anlayış da tüm nihaîliği tarihsel bir evrimin sonuçlarına bağlamaktadır. Hegel’in evrimciliği tinsel, Marx’ınki ise toplumsal (iktisadı) koşulların, diyalektik bir süreç içerisinde bu nihaî aşamaya evrilmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı da ön- görülü, ereksel ve evrimseldir.


Ümit Aktaş-İnsan ve İslam

Devamını Oku »

Adalet

Adaletİnsan etik, politik, estetik, psikolojik ve sosyolojik yanlarıyla bir­likte, her şeyden öte kâinata ve Allaha açık bir varlık olarak, kendisini ifade etmek ve gerçekleştirmekle yükümlü bir varlıktır, işte adalet, insanın tüm bu veçhelerinin birlikte ve bir bütün olarak değerlen­dirilmesi anlamına gelmektedir. Yoksa amaç, salt biçimsel anlamda bir matematiksel eşitliğin sağlanması değildir. İslam, elbette liyakate önem verir ve onu gözetir. Ama adaletsizlik, insanların temel an­lamdaki eşitliklerini dikkate almayan bir toplumsal perspektifin be­nimsenmesidir. Hatta bu, sadece Müslümanlan kapsayan bir ilke de değildir. Nitekim Ali (r.a.), konuyla ilgili olarak insanların “ya din­de kardeşimiz, ya da yaratılışta eşimiz,” olduğunu söyleyerek; “Müs­lümanların tüm Müslümanların kendilerinden emin olduğu, mü­minlerin ise tüm insanların kendilerinden emin olan kişiler olduğunu” belirtir. Ancak Müslümanlar zamanla bu hassasiyetlerini yitirerek, kavmiyetçi veya sınıfsal bir tereddinin akabinde, kendi içlerine ve belli bir tarihselliğe, tabir caizse bir “İslam ırkçılığı” anlayışına ka­panmak, tevhid ve adalet ilkesinden sapmışlar ve bu anlamda insanlığın örnekliği ve öncülüğü vasıflarından uzağa düşmüşlerdir.

İnsanların sınıf, ırk, kast, soyluluk, varsıllık gibi doğal yada reel eşitsizlikleriyle; onları baskıcı ve biçimci bir eşitçiliğin düzleştirici zorbalığı altında hizalayan bir mantık arasında adalet, insanları ken­di özgüllükleri içerisinde değerlendirmeyi; ve hatta daha da geniş bakış açısı ile, tüm canlıların yer aldığı bir yaşama dünyasının, bu dün­yaya ait türlerin ve bireylerin birbirini ezmeden, sömürmeden, istismar etmeden yaşama tarzlarını birbirinin rağmına kurmadan, herkesin asgarî ölçekte de olsa bu hayata dair imkanlardan yararlanabilece­ği; ama kendisini geliştirmesi açısından da açık uçlu olan bir top­lumsallığın/dünyanın koşullarının güvence altına alınmasıdır. Eme­ğin karşılıksız kalmadığı, yeteneklerin değerlendirildiği, ama sonuçta dünya üzerinde yaşayan herkesin temel ortak haklara sahip olduğu bir toplumsal-iktisadî-siyasî denkleştirme olarak adalet; herkesin diz­gesel bir tutarlılıkta eşitlenmesini öngörmediği gibi; bu anlamda top­lumsal farklılaşmlara da açıklığı öngörür.

Dolayısıyla adalet, ırk, üretim, tüketim, ideoloji ve hatta din gibi eksenler etrafında homojenleştirilmiş ve farklılıkları bastırılmış olan bir toplumsallığın inşasını değil; tam aksine farklılıkların be­lirginleştirilerek, toplumsallığın özgüllükleri içerisinde heterojenleştirildiği bir özgülleşme-özgürleşme perspektifidir.

İnsan ve İslam,Ümit Aktaş

 
Devamını Oku »