Ruhun Bedenden Ayrıldıktan Sonrası



Ruh bedenden ayrıldıktan son­ra:


Eğer dünyada bir hak veya bir bâtıl kesbetmemiş ise kurtu­lanlardandır. O, ne azap görür, ne de nimetlere garkolur. Sâbîler ve deliler bu gruptandır.

Eğer vehmi, fasit ve hakka zıt olan inançlara saplanmış, ay­rıca şeriate muhalif ameller işlemiş ise o, elem verici bir azabın içindedir.

Eğer yakinî delillere istinad etmemekle birlikte hak bir inanca sahip olmuş ise cennet ehlindendir.

Eğer hak bir inanca sahip olmakla beraber dünyanın müzahrafatı, zevkleri ve heva ve hevesiyle iştigal etmişse azaptadır. An­cak bu azap bâkî değildir. Uzun bir müddet sonra yok olur. Çünkü bu ruh esas olan şeye yani hak itikada sahiptir.

Eğer yakini delillere dayanan hak inançlara sahipse ve ke­mâl derecelerini bilecek kadar ilmi varsa; fakat şeriat yolundan çık­mış, hayır yoluna girmemiş ve ilmi ile âmel etmemiş ise bir müddet azapta kalır, daha sonra bu azap yok olur. Bâkî kalmaz. Bu insan il­mi sebebiyle ahirette saâdet derecesine ulaşır. Çünkü bu arızî hal­ler, şehevî hislerin iktizasıdır. Bunlar ise sonunda yok olurlar.

Eğer ruha sezgi veya tefekkür yoluyla yakınî ilimler hasıl ol­muş, ahlâkını güzelleştirmiş ve o şeriatin gerektirdiği şekilde amel etmiş ise onun için saâdette yüce dereceler ve kendisinde ayrılık bulunmayan bir vuslat vardır. Bu vuslat Allah-u Tealâ’nın cemâli­ne nazar etmektir. Nitekim Allah-u TeâlaKur’ân-ı Kerim’de ; “O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır”buyurmuştur.

Aklı olan bir kimseye bu saâdeti elde etmek için çalışmak, bu saâdete engel olan şeylerden kaçınmak yaraşır.



İmam Gazali,Mearicul Kuds
Devamını Oku »

Ruh Hakkında



Ruh öyle bir varlıktır ki, insan onu tezkiye ettiğinde felaha erer, onu kirlettiğinde hüsrana uğrar. O mevcudatın hülasasıdır, ahiret âleminde zübde-i kainâttır. Bedenin ölmesiyle ölmez. Eğer ruh marifetlerle bezenirse Allah-u Tealâ’ya kavuşmanın müjdesini alarak ferahlar ve saadet-i ebediyeye kavuşur. Nitekim Allah-u Tealâ: “Onlar diri(hayy)dırlar ve Rableri indinde rızıklanmaktadırlar. Allah’ın fazl-ı keremiyle kendilerini verdikleriyle ferihtirler.’’ buyurmuştur.

İmam Gazali,Mearicü-l Kuds(Hakikat Bilgisine Yükseliş) İnsan yay.
Devamını Oku »

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya Tasavvuru

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya TasavvuruMaddecilik – Mekanisism

I. Esâs: Akılcılık-Deneycilik

Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen ‘mekanik nedensellik’ esâsına dayanarak çalışan ‘fiziğ’in yöntemi, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünyatasavvuru’ olmağa yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz ‘klasik fizik’ uyarınca, evrendeki süreçler ile 85 etkileşimler,‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin, ‘uzman’ kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen ‘madde’dir.

İşte,’ Klasik’, yânî Galileo– Newtoncu ‘mekanik’ten yahut ‘fizik’ten türetilmiş dünyatasavvuru, ‘Maddecilik– Mekanisism’ lakabıyla tanınmıştır. Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriyçin karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, ‘inanc’a taallûk eder. İnanca taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez.

Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu olanlardır. Şu durumda duyularötesi yahut duyudışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf, böylelikle de abestirler. Maddecilik–Mekanisism, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların ortaya koyduğu Akılcı–Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır.Burada inanca, iytikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye, hesaba kitaba sığmaz; kısaca, ‘maneviyât’ diye deyimlendirdiğimiz ‘iç’e ilişkin ‘değerler ağı’n aslâ ve kat’a yer yoktur. ‘İçsiz insan’ ise, ‘nedensel zorunluluk’la Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle ‘maneviyât’ boyutundan ârî olan insan,fizyolojik süreçler ile etkileşimlerin verisi ‘nefsî’ (İng psychic)132 bir varolan olarak her çeşit fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik– fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da, ‘nefsî beşer’in ‘insanî cihet’inin bulunmadığını gösterir.

İşte, insanı beşerden ibâret sayan anlayışa ‘İnsancılık’ diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır. Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna ‘zanaat’ denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve nihâyet, Yunanlıların Arkhē dedikleri, esâsların da esâsı olan ‘inanç’lar ki, bunlar, İslâm terim dağarında ‘imân’ diye geçer. Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini, ‘Kur’ânî Tebliğ’ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz.

Tarih boyunca ‘din’ ile ‘kültür’, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), ‘din’le aynı söz kökünden gelir.Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki ‘medîne’ ile ondan türetilmiş ‘medeniyet’ dahî bir köktendirler.Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline gelmiştir. Nitekim, Karl Marx’ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir. Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr séculaire) yahut uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır.

Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları ve oluşturulmalarıdır. İlahî Tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ‘ruh’ denir. Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların, öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk ‘ruh’un tezâhürünü, bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir.

Ruhumun kendisini bende duyuruşuna, hissettirmesine, ‘basîret’ diyoruz. Başka bir ifâdeyle, ‘basîret’, ‘iç görüş’tür, ‘gönül gözüyle görmedir’. ‘Gönül gözüyle görme’yse, kişiyi ‘içten’136 kılar. ‘Gönül gözüyle görerek’ benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir. ‘Bilinc’i kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar suretiyle ‘imân’dan neşet ettirilmiş ‘inanç’lardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp ona mâlolmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir. ‘Yorumlama’nın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye ulaştığı toplum çeşidiyse, ‘felsefîleşmiş medeniyet’tir. Orada artık, yorumlama, ‘eleştirel’ veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin– kültür işleyişi, yozlaşmanın da başgöstermesine yol açan ana etkendir.

Felsefîleşmiş medeniyetleri, böylelikle infilâk edip ‘varını yoğunu’ fezâya ışıl ışıl saçarak en azından onun bir kesimini ışığa kesen yıldızalara benzetebiliriz. İmân ortaklığı, ‘benler’i biz kılar. O, sonuçta ‘biz’i ‘bizler’e, yânî ‘din kardeşliği’ne, önünde sonunda da ‘İnsanlığ’a götürür. Bunun yanındaysa, imânın anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden ‘inanç farklılıkları’ndan da ‘özgün kişilik’ler doğar. ‘İmân’, ‘Mutlak İyi’nin, ‘Meşrûunun Kelâmı’na sorgusuz sorusuz bağlanmadır.

Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun ‘yüzü suyu hürmeti’ne inançlardaki farklılıklar, hoş görürlürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına dahî saygı gösterip güvenendir. ‘İçten bilen’e bilinçli demiştik. Birbirlerini ‘içten bilerek’ ve ‘sayarak’ ‘imân ipi’ne sarılmış bireylerden oluşmuş topluma Dayanışmacı– Toplumcu diyoruz. Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen ‘bilme’ türüne ‘bilgi’ denilir. ‘Bilinç’, şu hâlde, ‘benin içerisi’ni ―ruhu―; ‘bilgi’yse, ‘bendışı’ndaki ‘satıh’ları ‘bilme’dir.

Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu José Ortega y Gasset’in (1883 –1955) de bildirdiği üzre, “gerek tek tek bilimler gerekse bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir... 1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi...”Peki, insan, neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset’in “yaşayıp yaşatan akıl” (Isp “razon vital”) dediği, bizim ise ‘aklıselîm’ şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını vermiş insanlar, ‘Yeniçağ’a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir.

Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin138 insan olmuştur. ‘Aklıselîm’ sâhibi ‘mütedeyyin’ insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, ‘salt akl’ın dahî nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına açık bulunmadığını kabul eder. ‘Salt akıl’la kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir. Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu ‘bölmeler’ arasında karışıklık yahut saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar.

İşte 1550lerden itibâren tam da böyle bir durum belirmeğe başlamıştır.139 Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni,Galileo Galilei (1564 – 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei’yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde, uhrevî ile dünyevî yahut din ile dindışı kesimler arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;87-90
Devamını Oku »

Ölüm Dikkati

Ölüm Dikkati

Ölüme dikkatini yitirmiş bir uygarlık içindeyiz. Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık. Gerçek uygarlık ateşse, kül olan bir uygarlığı yaşıyoruz. Külü eşeleyip ardındaki ve altındaki ateşe erişmedikçe, kaybettiğimiz, alt üst etmek suretiyle kaybettiğimiz dikkat hiyerarşisi­ni, etkisi yeniden iliklerimize ulaşacak denli oluş­turabileceğimiz şüphelidir.

 
Evet, çağın dikkati bulanık ve kirlidir. Ölü­me bakışımızı yitirdiğimiz için deri uygarlığını yaşıyoruz. Deri, tırnak, tüy ve benzeri vücut uzan­tıları nasıl asıl vücudun yerini tutmazsa, insanla zamanın karşılaşmasından doğan, çakan şimşek ve tutuşan meşaleyi değil de kullanılan kavların külünü protoplazması yapmak istediğimiz hayat tarzı gerçek medeniyet olamaz. İşte bu kül ve ka­buğu yaşamaktır temel yanlışımız. Çağımızın onulmaz yanlışı.
Ruh, şimşeğe, aleve alışıktır, aşıktır ve has­rettir. Doğu edebiyatlarının temel motiflerinden olan -pervane- örneğinde olduğu gibi, o, sürekli olarak, külde, kabukla, deri ve tırnakta yaşaya­maz. İç hararetimizle yaşar o; yoksa, eşyanın so­ğukluğunda tiril tiril titrer.

 

Evet, ruh, ebediyetten ırak, günübirlikte ya­şayamaz hep. Batı uygarlığının günübirlikleri yanyana getirerek sanısını verdiği yapma ebedi­likte bile. Çünkü : ebedîlikle ebedilik sanısı aynı şey değildir ve aynı şey olamaz.

 
Ruh, ölüm dikkatinde yaşar, ölüm dikkati­nin aleviyle yıkanmış bir ebedîlik hücresinde çi­lesini doldurur ve onu yaşatan balözünü orada emer.

 
Ölüm dikkati, ölümü define, hazine gibi ya­kalamak. Bir ağaçtaki tazelik, dirilik gibidir uy­garlık için ölüm dikkati. O, uygarlığın sağlığının güvencesidir; ölümle uygarlık arasına her zaman için belirli bir mesafe kor. Uygarlık böylece ölüme bulaşmaktan korunmuş olur, onu unutma sığlı­ğına da saplanmadan. Çünkü: bu dikkatin var­lığı sebebiyle ölüm her zaman uygarlığın karşı­sında bir ayna gibi duracaktır. Uygarlık her za­man kendini ölümün aynasında seyrederek ben­lik bilincini yitirmemenin sırrıyla yoğrulma şan­sına erer. Gerçek otokritik, yaşatıcı otokritik ruhu bu şekilde doğar. Bu dikkattir ki, ölümsüzlükle ruh arasına yerleşen eşya düzenini şeffaflaştırır. Onun bir perde olmasına engel olur. Eşya düze­ni, sonsuzluğu ortadan kaldırarak yerine geçmek istediği her sefer bu dikkatin ağına çarpmalı ve radara çarpan yabancı bir ışık gibi kendi yerine yansımalı. Batı uygarlığının yaptığı gibi, inceltil-
miş, soyutlanmış eşyayı sonsuzluk yerine, sonsuz­luğu da Tanrı yerine koymak mümkün değildir. Bunu yapmak, uygarlığı çarpıtmak demektir. Bu­nu yapmak, çarpılmak demektir. İşte, Batının, dolayısıyla bütün dünyanın çağımızda içine düş­tüğü uygarlık bunalımının temelinde bir açıdan da bu gerçek yatmaktadır.

 
Kavramların birbirinin yerini alışı, genel bir kaymayı gösterir. Bu, bir uygarlığın temel felse­fesinin gelişmesi sonucu beliren dinamizm demek değil. Tam tersine, o felsefenin aydınlığını yitir­meye başlaması, bulanıklaşması, dağılmaya yüz tutması olayı başgöstermiş demek.

 
Sonsuzluk, Tanrı’dan gücünü alır. Adetâ, ruh­la Tanrı arasındaki mesafenin adıdır. Sonsuzluk, Tanrı değil, ruhun Tanrı’ya ulaşmak için aşmak zorunda olduğu yoldur. Ruh, bu mesafeyi katetse Tanrı mı olur? Hayır, işte insanın putlaştırılmâ- sı yanlışı buradan doğuyor. Tanrı, sonsuzluktan da ötede, sonsuzluğu aşmış ruhtan da ötededir. Öte kavramından, öteden de ötede. Sonsuzluğu aşmış ruh, Tanrının varlığında yok olduğunu du­yar. Bu da insanın ulaşacağı en son noktadır. İs­lâm uygarlığı, bu temel kavramlara böylesine ay­dınlık bir tanım getirdi. Sınırlar koydu. Böylece ruhun, toplumun ve uygarlığın sağlam bir varo­luş görüşünde devamı esas alındı. İslâm uygarlı­ğının serabından yola çıkan Batı uygarlığı ise bu sanrı sanatında ustalaştı, uzmanlaştı. Eşyanın zengin kombinezonlarından bir sonsuzluk çiçeklendirmeğe, o sonsuzluk sanısının eşyadaki salkımlanışım da tanrılık göreviyle donatmağa doğ­ru gitti.

 

Tek Tanrı inancının bulanık mirası ola­rak daha önceki uygarlık döneminden yadigâr kalmış hıristiyanlıkla da yavaş yavaş ilgisini za­yıflatan bir şimdiki zaman krizini yaşamaya baş­ladı böylece.

 
Evet, Batı uygarlığı, kendisine yadigâr kal­mış son inanç sistemiyle de ilgisini tüketince, ölüm dikkatini yitirmiş ve böylece de aynayı kır­mış oldu. Kendi yüzünü seyrettiği aynayı kırmış oldu. Ölüm aynası kırılınca, yavaş yavaş ışığın ye­rini karanlık, hakkın ve adaletin yerini terör, merhametin yerini jenosid, aşkın yerini egosentri- sizm aldı.
Tannevinde saf bağlayarak, mihrab yönün­de, kıble doğrultusunda, Allah önünde, daha doğ­rusu huzurunda secdeye kapanmaktan kaçan in­san yığınları, tanrılaştırdıkları kişilerin tabutları­nın önünden geçerek onu ölüme teslim ederken anısı önünde eğiliyorlar. Ölüm dikkati, mücerret ölüme ve ölümden ötesine dikkat ve bu dikkatin uygarlığın enine boyuna verimlenişi ve genel an­lama renk katışı biçiminde olmayıp sadece ölene dikkat, hem de ölüler arasında seçme yaparak, ayrıcalık gözeterek , hayattaki değerlendirişler­den kopmayarak ve koparmayarak sadece ve sa­dece ölmüş olana dikkat tarzında biçimleniyor ça­ğımızda. Çağımızın uygarlığı, her güçlü uygarlık gibi, ölüme inişler, ölümden çıkışlar yapma zorun­da olduğunu unutmuş görünüyor. Kendini ölüm­le denemekten kaçıyor.

 

Ölümle fanilik tozlarına ve terlerine batmış insanı, insanlığı, bir aydınlı­ğa, ışığa, -umuda ve sevince döndürmüyor.
tnsan ruhunu ölümle yıkamak. Ölümü, ebedilik abdesti gibi bilmek. Ebediyetin kapılarını güm güm vururken ölümle teyemmüm etmiş ol­mak. Ölmeden önce ölmenin yolunu araştırmak ve bunu bin bir dallı bir ağaç gibi ruhta ve top­lumda sistemleştirmek. Öldükten sonra dirilme­nin (basubadelmevtin) abstre ve konkre anlam­larına ermek ve bunu pratik yaşantının her sa­niyesinde bile gözcü ve bekçi kılmak. Ölüm dik­katini, ruhumuzun en iç niyetlerinden, en dış dav­ranışlarımıza, toplumun yığın olaylarına, uygar­lığın en geçici ve en kalıcı kuruluşlarına bir göz­cü kılmak. Sansür edici olarak değil, eğitici ola­rak.

 
Ölüm dikkati derken, ölümün eski Mısır Me­deniyetinde olduğu gibi hayatın üzerine kâbus’ gibi çökmesini, ölümü de ticarileştiren veyâ en­düstrileştiren İsrailoğlu yorumlamasını, fantezileştiren, yersiz bir estetik telâşına batıran hıris- tiyanlık tutarsızlığım değil, hayatla altın oranda denge kuran İslâm uygarlığının tutumunu öneri­yoruz.
Ölüm dikkati, «Mizan», ilkesine uyar İslâm Uygarlığında. Mizan İlkesi dediğimiz, bir kefesin­de dünya, öbür kefesinde ahiret olduğu farzedilen sembolik bir terazide dengeyi gösteren dilin ölüm olmasıdır. Yoksa zamanla Doryan Gray’in portresine dönüşen yüzüyle dünyanın şer yönüne kayan Batı kalbinin ilkesi değil.
Ölüm ve hayat karşısında ölüm dikkati de­neyinden kaçan ve sınavını veremeyen tarih dö­nemleri, yeni, derin ve güçlü yağmurlarla yüklü bir uygarlık itişiyle yerini çarçabuk terk eder.

İslamın Dirilişi-Sezai Karakoç
Devamını Oku »

Din

Toplum içinde dinin yaptığı iş, ruhlar için kuvvet kaynağı olmaktır. İnsanlara birtakım bilgiler sağlamak değildir. Dinî bilgi­ler, ruh kuvvetini kazanmanın yollarını öğretir. Bunlar, evrene ait açıklamalar olmayıp insanın iç hayatına düzen ve değer sunucu bilgilerdir. Din, insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır. Buna örnek olarak intihar olayını alalım. Geçen asrın son- I larında Fransa'nın iki şehrinde yapılan istatistikler, dinî inançları zayıflatan öğretimin ilerlemesiyle intiharların da arttığını göster­mektedir. Eskimolar arasında yapılan araştırmalarda, toplu ola­rak dinî merasimlerle geçirilen kış mevsiminde intihar sayısının azaldığı, av yapmakla dağınık geçirilen yazın intiharların çoğal­dığı görülür. Bu gözlemler, dinî inançların, ruhu kuvvetlendirme yoluyla intihan önlediğini ortaya koymaktadır. Yalnız intihar değil, bütün ahlâk dışı haller, ruhun zayıflamasından doğarlar. Hırsızlık yapan, çok defa yoksulluğa dayanamayan zayıf ruhlu insandır. Kazanç yolunda dostluklara kıyan, başkalarının üstün varlığına tahammül edemeyen haset sahibidir. Zalimin zulmü, ruh kuvveti olmayan kişinin korkusundandır: Ya kendini koruya­mamak veyahut da etrafında kendinden başka ve kendine üstün Ikuvvetlerin bulunması korkusundan.

Yılan kendini korumak için saldırır. Toplum düzenini bozma  yoluyla anarşi çıkaranlar veya zalim hükümdarlar, etraflarında kendilerinden başka ve kendilerinden üstün kuvvetleri yaşatma­mak için saldırırlar ve zulüm yaparlar. Ruhu kuvvetli olmayanlar, kendilerine bir kötülük, bir hakaret yapılırsa bunu ellerinden gelen bir kötülükle karşılarlar. Ruhu kuvvetli olanlarsa, kendile­rine yapılan fenalığı affeder ve bunu yapan insanı kötülüğünden kurtarmaya çalışırlar. İntikam almazlar, yapılan fenalığı iyilikle karşılarlar.

Buna millî tarihimizden pek çok örnekler verebiliriz: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra bu şehrin Rum halkına çok iyi davrandı. Onlara imtiyazlar verdi. Dileklerini benimsedi ve onları bazı vergilerden affetti. Bu büyüklüğün karşısında! Rumlar onu çok sevdiler. Daha fethin ikinci yıllarında Türkleri İstanbul’dan çıkarmak ve Bizans’ı kurtarmak için, Avrupa'da Paris şehri etrafında Hıristiyan milletlerin katıldığı bir Haçlı ordusu hazırlanıyordu. Bundan Türk sultanı telâşlanmadı. Çünkü o  af yolu ile Bizanslıların kalbini kazanmıştı. İstanbul’dan Paris'e koşup giden bir piskoposlar (papazlar) heyeti, Haçlıları, şu sözlerle şaşırttılar ve emellerinden vaz geçirdiler:

- Sakın bizi kurtarmak için Türklerle harbe gelmeyin. Bizi karşınızda bulursunuz. Biz Türk padişahı ile çok iyi anlaştık. Onunla yaşamak istiyoruz.

Bu olay ruh kuvvetinin kılıç kuvvetine, hiçbir ölçüye vurulamayacak kadar üstünlüğünü göstermektedir.

Başka bir örneği de Haçlı Seferi’nden verelim: XI. asrın sonun­da Haçlılar, Kudüs şehrini Müslümanlardan alınca bu şehrin Müs­lüman halkından yetmiş bin insanı öldürdüler. Bu olaydan 88 yıl sonra Kudüs’ü Haçlılardan geri alan Türk hükümdarı Salâhaddin-i Eyyubî, şehre girdikten sonra hiçbir insana dokunmadı, intikam almadı, vaktiyle yapılan fenalığı, fenalıkla karşılamadı.

Bu olayların ortaya koyduğu gibi, zulüm yapmayarak kalp kazananların bu hali, ruhlarının kuvvetli oluşundan ileri gelmektedir. Böylelikle hem bu yolda hareket edenler, hem de etrafla­rındaki insanlar, fertler ve cemiyetler mutlu olurlar. Dünyamız güzel, insanlar sevimli olur. Hayat yaşanmaya değer ve yeryüzüne de sonsuz yaşamanın aşkı canlanır. Ruhu kuvvetli insan, ahlâklı insandır. Kin, zulüm, kıskançlık ve düşmanlık duyguları, ruhun kuvvetsizliğinden doğmaktadır.
Ahlâklı insan, ruhundaki kuvveti artırdıkça, kötülüklerden kurtulur, yalancılık, riyakârlık ve dalkavukluk gibi kirlerden temizlenir. Olgunlaşır ve yükselir,söyledik. Dinlerde birtakım düzenli hareketler halinde yapılan ibadetlere gelince, bunların gayesi de yine ruh kuvvetini artır­maktır. Bu gayeden ayrılınca mânâsız hareketler halinde kalırlar ve kendilerini yapan insanı otomatlaştırırlar. Hem de şuursuz ve gayesiz kalan bu hareketleriyle değerlendiğini ve Allah’a yarandı­ğını sanan insanı riya halkasıyle çevrilmiş bir benlik gururunun karanlığına gömerler. Birtakım beden hareketleri halinde yapılan ibadetlerin ruhu kuvvetlendirmesi, bedenin ruh üzerine etkisinin eseri olmaktadır. Ruha yapılan bu etki, telkin yoluyla duyguları­mızı kuvvetlendirmen, oradan da irademize yükselmelidir.

Dinî yaşayışı, yalnız ibadetlerin yapıldığı zamana sığdıranlar yanılıyor­lar. İbadetler, irademizin yapısına sindikten sonra bizi hayatın her safhasında, evde, okulda, işte, oyunda ve savaş yerinde bile idare edebilmelidirler. Böyle olmayan ibadet, boş bir yorgunluk, belki de gösteriş veya korku vehminin harekete geçirdiği bir otomatlıktan başka bir şey değildir. Halbuki gerçek dindarlık, ahlakın dayandığı ve yaşattığı ruh kuvvetinin asıl kaynağıdır. Pascal ın, “Gerçek ahlâk, ahlâkla alay eder” sözünün manası bu yolda anla­şılmalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Ahlak
Devamını Oku »

Nefsin İdrak Kuvvetleri

Nefsin İdrak Kuvvetleri

'Şimdi' de nefsin idrâk kuvvetini görelim: İdrak kuvvetleri, bir tertibdahilinde kademe kademe en yüksek idrak kuvveti olan ve (kuvve-i) nâtıka denilen müfekkire kuvvetine kadar yükselir. Buna göre zahirdeki his kuvvetleri ve idrak halleri görme, işitme ve benzeri duyu organları vasıtasiyle bâtına çıkar. Bâtınî his ve idrâk organ­larının ilki “müşterek his”tir(commun sense). Bu, görülmüş, işitilmiş, dokunulmuş v.s. gibi hissi şeyleri bir tek halde idrâk eden bir kuvvettir. Müşterek his bu suretle, zahirî histen ayrılmıştır. Çünkü hissî idrâkler zâhirdeki his organları üzerine, belli bir vakitte ustüste yığılmaz. Sonra hiss-i müşterek, kendisindeki idrâkleri hayale ile­tir. Hayal, hissî bir şeyin idrakim, hariçteki maddelerden tecrid ederek, onu zihinde misal haline getiren bir kuvvettir.

Faaliyetleri itibariyle bu iki kuvvetin yani müşterek hissin ve muhayyilenin faaliyet (kullandıkları) organı, beynin ön tarafındaki çukurdur. Bu çukurun ön tarafı müşterek hisse arka tarafı muhayyileye aittir.

Sonra hayal kuvveti, (bu idrakleri) vâhime ve hâfıza kuvvetine çıkanr. Vâhime kuvveti, müşahhas ve ferdî şeylerle alâkalı mânalarıidrâk içindir. Ahmed’in düşman­lığı, Ali’nin dostluğu, babanın şefkati, kurdun yırtıcılığı gibi şahsi şeyler bununla idrâk olunur.

ister hayal edilmiş olsun, ister olmasın, idrâk edilen her şey hafıza kuvvetine tevdi edilir. İdrakler için hafıza bir depo gibidir. İhtiyaç vaktine kadar bunları hafıza muha­faza eder. Vâhime ile hafıza kuvvetlerinin, faaliyet yapmak için kullandıkları organ beynin gerisindeki çukurdur. Bu çukurun ön tarafı vâhimeye, arka tarafı hafızaya aittir.

Sonra bütün bunlar (idrâkler) fikir kuvvetine yükselir. Bunun organı dimağın orta yerindeki çukurdur. Düşünme hareketi ve aklı kullanmaya yönelme bu kuvvetle meydana gelir.

İmdi nefs, fikir kuvveti ile daimi olarak hareket eder, çünkü, aşağı kuvvetlerden ve beşere mahsus olan istidaddan kurtulup yani bilkuvve ruhanî olma mertebesini geçerek bilfiil ruhanî olma mertebesine çıkma temayülü, fıtraten nefste mevcut­tur. Beşerî halden kurtulan ve yükselen nefs, ruhanî olan mele-i a‘lâya (ve orada­ki meleklere) benzeyerek bilfiil düşünme haline çıkar. Cismanî organlara muhtaç olmadan idrâk sahibi olması bakımından ruhanîlere mahsus mertebelerin ilkinde olma durumuna gelir. Bu yüzden nefs daimi olarak hareket etmekte ve bahsedilen istikamete yönelmektedir. (Sürekli olarak yukarıya ve melekler âlemine doğru hare­ket eden ve yükselen nefs) bazan beşeriyetten ve beşeriyete mahsus ruhaniyetten külliyen sıyrılarak, ufuk-i a’lâ’daki melekiyet mertebesine geçer. Bu hale, çalışma ve çabalamadan ulaşır. Daha doğrusu ilk defa yaratıldığı vakit, cibiliyetine ve fıtratına vermiş olduğu bir özellik sebebiyle bu hususu gerçekleştirir.

İbn Haldun,Mukaddime,cild:1

 
Devamını Oku »

Rahmet


Yollar tıkandı, ışıklar söndü, dünyalar karardı. Bana yük olan gövdemin çevrileceği mekân kalmadı artık.

Yakınlarımın, milletimin ve bütün insanların ben daraldıkça bana uzanan elleri yok oluverdi bir anda. Okuyordum, düşünüyordum ve doğru bir yolda yürüyor­dum. Şimdi ne oldu bunlar? Okumak boş bir külfet, düşünmek bir işkence, söylemek sade bir hezeyan. Yürüyüp de nereye gideceğim, madem ki, boyutsuz bir noktanın üzerinde dönüp duruyorum? Dost­lar da kimmiş? Dostluk ne kelime? İnsanların herbiri bir başka hayvan. Sansar olmayanı yılan veya çakal. Sürü riya ile donanır da yüzünü boyarsa ona toplum diyorlar. Benim kendi hayatım bile bana yabancı bir mânâsız varlık, bir kâbus, bir heyûlâ, hafızamın masallarıyla oyalanan hasta bir gölge. Ben dediğim şey, korkularının gölgesine sığınmış ve sade alışkanlıklarının esiri bir otomattan başka bir şey değil. İçinde süründüğü dünya ise ya Schopenhauer’in dediği gibi “mümkün dünyaların en fenasıdır”, ya da Berkeley’in görüşüyle “şuura var gibi görünen bir vehimdir”. Böyle bir dünyada irademden ateşten oklar halinde fışkırıp da etrafa yayılan dilekler, idealler mesa­fe ve mekân bulamıyarak tekrar bana dönüyor, benliğime saplanıyor ve onu uçurumlara yuvarlıyorlar. Bendeki bunca ümitleri boğan ümitsizliğin kucağında var olmak belâlı bir vehim, yaşamak boş şey­dir. O, en açık deyişle yorulmak için koşmak, ölmek için yaşamaktır. Yaşamak, burda ölüm nöbetini beklemektir.

İçerisine bir damla rahmetin sızmadığı bir dünyada insan ruhu­nun üstüne çöken kâbus işte budur. Bu kâbus, kiminde hikmet ve felsefe olur, kimini de kör gözleriyle güden kılavuz. Ancak dua ile göklere açılan ellerin ve Allah’a doğru yükselmek isteyen coşkun emellerin kapanmış kapıları dürtüp de gök kapılarını açtığı zaman ne görürsünüz? Karanlık yer yer yırtılır. Azab ile şüpheyi orta­dan kaldırıp varlıkların gerçeğini gösteren hakikat güneşi âlemleri aydınlatır. Ümitler kalbin can daman olur. Sevinç, sevinç, karşılığı ve sonu olmadığı için ağlatan sevinç benlikten taşar. înanmayıştaki hüsran, son bir defa çirkin yüzünü gösterip çekilir. Herşey sevilir, herşey gerçeğine kavuşur, herşey ebedileşir. İşte bu, duanın sonsuzdan getirdiği rahmettir.

Allah’ın âlemden ibaret eseri olan rahmet, ruhlara müjdesini sunduktan sonra her taraftan gelir, herşeyde görünür. O, sonsuzun sonu olan varlıklarda barınmasıdır. Bunca hatıralar, hicran, hevesler ve sevdalar... Beni benden alan bu hayat kadehine bunların hepsi nasıl sığıyor? Sonsuz olarak yaşa­sam yine de sığacaklardır. Ben dediğim şey, hayat tarlasını kazıyan, düven demiri gibi bir şey midir? Ben kendi kendime miyim? İnsan kendinindir de niye gözyaşlarını kendi dışına akıtıyor? Ümitlerle dolu gözyaşları bize dolan rahmetin yine bizden taşmasıdır; son­suzluktan gelip yine sonsuzluğu aramasıdır. Bencillik, hakikatte benliğin kendi kendini inkârıdır. Kendi dokunduğun tellere kendi gözyaşların boşanır. Bendeki amansız bencilliğin eriyip yok oldu­ğu yer, üstüne bu yaşların döküldüğü tellerdir. Beni dar kalıbımdan çıkarıp sonsuzluğa teslim eden, İlâhî rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan olan varlığın tabiî hali, dua halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.

İnsan ruhu, sürekli bekleyiş halindedir. Bilmeyerek bu bek­leyişini o, fani olan eşyaya bağlar. “Mal istedim, devlet diledim, başarılar bekledim” der. Hakikatte bütün bunlar birer gözbağıdır, aldatıcı hayallerdir; gafil insanı oyalamaktan başka şeye yaramaz­lar. Gören gözler için varlığın kendisi rahmettir. Hem o her yerden gelir. Seste duyulur, bakışta barınır, kışta ve baharda canlanır, esen yelde ve akan suda rahmet mırıldanır. Kısacık ömür içinde ufak büyük birçok şeyler beklediğimizi zannederiz. Hakikatte hepimi­zin beklediği İlâhî rahmettir; bizde dua olan ümitlere sonsuzun cevabıdır. Biz kendi gücümüzle başardığımız eseri bir yere kadar götürüp, bir kapının arkasında bırakırız. Rahmet kapısını açmak bizim işimi/ değildir. Eşyaya bağlı ümitlerle hesapların iflâs ettiği yerde, her zerresi kararmış bir dünyada bile bu kapının bir anda açılışına hiç şaşmıyalım. Onu açan bizim ellerimiz değildir. Bir insan işte ölüyor mu diyorsunuz? Belki çok uzun yaşayacaktır. Bir millet yok olmada mıdır sanıyorsunuz? Belki ebedî olmak için tek­rar canlanacaktır. Bütün insanlık kapkara bir batağa gömüldü ve işte boğuluyor mu diyorsunuz? Belki beklenmedik bir anda doğan güneşle yeniden ayaklanacaktır, ölen şeyleri dirilten bunca ışık, tekrar tekrar âleme dolup taşan bunca hayat bizi uyarmadıysa bu, rahmetten kaçtığımız içindir. Görüşümüzün rahmet, konuşmamızın rahmet, düşünmenin de rahmet olduğunu anlamak için tekrar tekrar kabirden çıkıp gelmemiz mi lâzım?

Merhametle aşkın da rahmet olduğunu, hem de Rabb’in elinden çıktığı gibi rahmet olduğunu anlamadıktan sonra kabirden dünyaya dönüp gelişler de faydasız olacaktır. Rahmet, Allah’ın bize çevrilmiş yüzüdür; biz O’nu rah­metinde görürüz. Allah’ın bir de eşya halinde bölünmemiş, bütün halindeki varlıkta görünüşü vardır. O’nun herşeye serpilen rahmet­te görünüşü bir lûtuftur, varlıkta görünüşü ise ağır bir denemedir. O herkesin kârı değildir. O’nun eşyada görülen rahmetinin tasdikidir. Dua ise, daha fazlasının ümitle yine O’ndan dilenmesidir.

Rahmet, tabiatın kanunlarını aşar, çünkü kanunu koyan da O’nun elidir. Aklın sınırlarının ötesine geçer, çünkü akıl da rahmet eseridir. Onun bizde eşyaya çevrilmiş, kibirle karışık ve bedenle kuşatılmış bir damlasının çırpınışıdır. Gören gözlere o her yerde vardır, güneşin ışığı gibi, bütün âlemi kaplamıştır. Görmeyen ve almayandan, görülmediği ve kendini gizlediği zaman her yerden çekilir. Tablosunu başta çizdiğimiz karanlık bir dünya bırakır. Onu görmek, onu almak için bedenin ve akim kanunlarını çiğneyip ötesine geçmek lâzım geliyor. Bunları bir tarafa iterek değil, tam üstünden aşarak sıçramak şarttır. Bedenin hizmetini, aklın ışığı­nı kullanmak, sonuna kadar kullanmak ve bunların götürebildiği şuurların da Öbür tarafına sıçramak icap ediyor. Bu iş dinin kılavuzluğuyla olur.

Bedenin hareketleriyle övüne övüne cennet arayan ve aklın kendi sınırlan içinde ortaya koyduğu kaidelerin çemberi içinde dolaşan dindarlık, gerçek dini yıkıyor. Ruhun Allah'a götü­ren hamlesini durdurup inşam cansızlarla birleştiriyor. Taassup dedikleri bu felâkettir. Hocanın dini budur. Mabedin imarıyla din adamının refahım hesaplayan din davası, Allah’ın dinini devirmiş­tir. İmanı daraltıcı şekiller, kalbi çepeçevre duvarla kuşatan kaide­ler, bedenin istekleri ve haz cennetleri, hesap ölçüleri, ruhumuzun dünyaya çevrik iştihaları, teşbih sayılan, güzel seslerle donatılmış merasimler, hukukun kaideleriyle korunan ve dünya siyasetine destek arayan din adamlarının sözde dindarlığı... Bunların hep­si gerçek dinin düşmanlarıdır; çünkü bunlar, Allah’ın rahmetine kapatılmış kat kat kapılardır. Herbiri bizi rahmet deryasından bir adım daha uzaklaştırır, Allah’ın elini bizden çekerler. Her tarafına Allah’ın adı yazıldığı, içerisinde türlü kıyafetlerle kuklaların Allah adını haykırdığı mabette Allah bulunmadığı gibi, hep bunlarla yaşanan bir dünyada Allah kullarını terkeder. Akif in dediği gibi:

“Nedir mânâsı mabud olmadıktan sonra, mihrabın,

Rükûun, haşyetin, vecdin, bütün bîçare esbabın?”

Rahmeti alanlara, ona hazır bulunanlara İlâhî rahmet dünya varlıklarının hepsinin eliyle gelir. Onu en güzel getiren insandır, dağdan, denizden geldiği gibi, o bir kuş kanadıyle de gelir, bir yapraktan da alınır. Ama hiçbir tabiat unsuru Şems-i Tebrizinin Mevlâna’ya getirdiği rahmeti getiremez. Mürşid, en ileri rahmet kapısıdır. Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan kemâle ermiştir, İlâhî rahmetin aynası olmuştur.

Rahmet, bu kendi kendisini izah edemeyen varlığın gerçek adıdır. Başlangıçta cansız varlıkta gizlenen kuvvetin, bitkilerle hayvanları ortaya koyduktan sonra insanı, kendi mutlak hakikatinin kapısının eşiğine kadar ulaştıran eli, insanın kalp gözüne kendi var­lığını gösteren yüzüdür. Âlemdeki İlâhî temaşadır. Felsefenin O’nu tanıtmak için binlerce yıldanberi ortaya koyduğu bunca taslaklar,aklın gösterişli lâkin beyhude marangozluktan hep O’nun etrafında ve dışında dolaşmış, lâkin kendisini tanıtamamıştır. İlmin yaptı­ğı ise, O’nu görmeden ve tanımadan sadece didik didik etmektir. O’nun dünyalarında ancak aşkın kanadıyla uçulur. Âlemde rahmet­ten başka bir şey yoktur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »