Maddi Bir Medeniyet


Modern Batı medeniyetini salt maddî bir medeniyet olmakla suçlayan Doğuluların bütünüyle haklı olduğu şimdiye kadar söylenenlerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Batı medeniyetinin gelişimi sadece bu yönde [maddî bakımdan] gerçekleşmiştir ve ona hangi açıdan bakarsak bakalım, bu maddîleşmenin az-çok doğrudan sonuçlarıyla kar­şılaşıyoruz. Bununla birlikte konu hakkında söylediklerimize hâlâ ilave edecek bir şeyler vardır ve ilk olarak “maddecilik/materyalizm” gibi bir kelimenin kullanıldığı farklı biçimleri açıklamak gerekmektedir. Biz bu kelimeyi çağdaş dünyayı nitelemek için kullanacak olursak, kesinlikle maddeci olduklarına inanmayan, ama aynı zamanda hayata bakışlarının modern olduğunu iddia eden farklı kimseler, bunun sırf iftira olduğu inancıyla itirazda bulunacaklardır. Bu yüzden konu hakkında herhangi bir kapalılık oluşmaması için biraz daha açıklamaya ihtiyaç vardır.

“Maddecilik/materyalizm” kelimesinin esas itibarı ile ancak XVI- II. yüzyıla kadar geriye gittiği önemlidir. Terim onu maddenin gerçek varlığını kabul eden teorilere işaret etmek için kullanan filozof Berke­ley tarafından vaz’edilmiştir. Bizi burada ilgilendirenin kelimenin bu kullanımı olmadığım söyleyemeye gerek yoktur ve maddenin varlı­ğı meselesi bizim tartışma konıimuz değildir. Aynı kelime kısa zaman sonra daha sınırlı bir anlam kazanmış ve o zamandan itibaren bu an­lamı muhafaza etmiştir. Böylece kelime var olan her şeyin maddeden ve türevlerinden ibaret olduğunu, bunlardan başka bir şeyin varlığın­dan söz edilemeyeceğini öne süren anlayışa işaret eder olmuştur. Böy­le bir anlayışın yeni olduğu ve öz itibarıyla modern bakış açısının ürü­nü olduğu, bu yüzden en azından modern bakış açısının aslî eğilimle­rine karşılık geldiğini vurgulamak önem arz eder.(**)Ancak biz bu bö­lümde “maddecilik”ten, aynı zamanda oldukça kesin bir anlamda ol­sa da, farklı ve daha geniş bir anlamda bahsedeceğiz. Bu bağlamda ke­limeyi bütün bir zihinsel bakış açısına işaret etmek için kullanıyoruz. Bu bakış açısına ilişkin yukarıda bahsettiğimiz algı da diğer tezâhürler arasında bir tezâhürden ibarettir ve özü itibarı ile herhangi bir felsefî teoriden bağımsızdır. Bu bakış açısının özü, maddî düzleme ait şeyle­re ve bu şeylerle ilgili meşgalelere az-çok bilinçli bir öncelik vermek­te yatar; ister bu meşgaleler hâlâ belli bir spekülatif görünüş taşısın is­ter salt pratik meşgaleler olarak kalsın değişmez. Bunun gerçekte çağ­daşlarımızın büyük çoğunluğunun zihinsel tutumu olduğu ciddi biçim­de inkâr edilemez.

Son yüzyıllar boyunca geliştirilen “kutsal-dışı” bilimin bütünü hissî âlemi araştırmakla sınırlıdır. Bu bilimin ufku hissî âlemle mahduttur ve yöntemi ancak bu âlem içinde geçerlidir. Ancak bu yöntemler başka yöntemleri dışarıda bırakacak şekilde “bilimsel” ilân edilmiştir. Bu da bir tutum olarak, maddî şeylerle ilgilenmeyen her ilmin varlığını red­detmek demektir. Bununla birlikte, böyle düşünen ve batta hayatları­nı özellikle söz konusu bilimlere adayan kimseler arasında dahi kendi­lerini “maddeci” olarak adlandırmayı veya bu adı taşıyan felsefî teoriyi kabul etmeyi reddeden pek çok kimse vardır. Hatta bu kişiler ara­sında bir dinî inancı arzulu biçimde benimseyip ikrar eden ve bu ikrar­larındaki samimiyetlerinde kuşku olmayan kimseler dahi vardır. An­cak bu kişilerin bilimsel tutumlarının, maddeci olduklarını açıkça be­yan eden kimselerin bilimsel tavrından hissedilir bir farkı yoktur.Modern bilimin tanrıtanımaz ve maddeci denilerek reddedilip reddedilme­yeceği meselesi dinî açıdan oldukça tartışılmıştır. Ancak bu mesele ço­ğu zaman yanlış bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Böyle bir bilimin bilinçli bir şekilde ne tanrıtanımazlığı ne de maddeciliği ikrar edece­ği ve kendisinin önyargıları nedeniyle bazı şeyleri görmezden gelmek­le yetineceği, bununla birlikte şu veya bu filozofun yaptığı gibi o şey­leri resmen inkâr etmeyeceği oldukça açıktır. Bu yüzdendir ki modern bilimle ilgili olarak ancak fiilî bir maddecilikten veya uygulamalı mad­decilik olarak isimlendirmeyi sevdiğimiz şeyden bahsedilebilir. Ancak bu durumda kötülük daha ciddileşecektir, çünkü bu takdirde kötülük daha derine nüfûz etmekte ve daha geniş yayılmaktadır.

Bir felsefî tutum “profesyonel” filozoflar arasında dahi oldukça yü­zeysel bir şey olabilir. Dahası bilfiil olumsuzlama ve redden kaçınan, ama kendilerini tam bir kayıtsızlık haline uydurabilen pek çok zihni­yet vardır. Bu da bütün tutumlar arasındaki en tehlikeli olanıdır, çün­kü bir şeyi reddetmek için her halükârda o şeyi az da olsa bir derece düşünmek gerekmektedir. Oysa ilgisizlik tutumu o şey hakkında hiç düşünmemeyi mümkün kılmaktadır. Bütünüyle maddî olan bir bilim kendisini mümkün olan tek bilim olarak ortaya koyduğunda ve insan­lar ondan başka hiçbir geçerli bilginin olmadığı fikrini tartışılmaz bir hakîkat olarak kabul etme alışkanlığını kazandıklarında ve yine insan­lara verilen bütün eğitim böylesi bir bilim “hurâfe”sini -ki bu durum­da onu “bilimcilik” olarak isimlendirmeliyiz- telkin erine eğiliminde olduğunda, şimdi bu insanlar pratikte maddeci olmaması mümkün mü­dür? Bir başka deyişle bu insanlar bütün meşgalelerini madde yönüne nasıl çevirmesinler?

Görünen o ki modern insan için görülebilir ve dokunulabilir olan­dan başkası yoktur. Ya da en azından, onlar başka bir şeylerin de ola­bileceğini teorik olarak kabul etseler dahi o şeylerin ancak bilinmeyen yahut bilinemez şeyler olduğunu alelacele ilân edecek ve böylece o şeylere dair daha fazla düşünme zahmetinden kurtulacaklardır. Bununla birlikte bazı insanlar hâlâ bulunacak ve bu insanlar bir tür bir “başka âlem” fikri oluşturmaya çalışacak, bunu yaparken sadece hayâl güçlerine dayanacak ve o başka âlemi maddî âleme benzer şekilde resmedecek ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” de dâhil olmak üzere maddî âleme ait bütün şartları ve özellikleri o âleme taşıyacaktır. Bir başka bağlamda maneviyâtçı algılardan bahsederken böylesi kaba/çirkin maddileştirilmiş temsile dair çok çarpıcı örnekler vermiştik. Ancak orada işaret edilen inançlar kendisinde bu hususî özelliğin [yani kaba maddîciliğin] karikatür derecesinde abartıldığı aşırı bir durumu tem­sil ediyorsa, ruhçuluğun ve ruhçulukla az çok yakınlığı olan fırkaların böylesi bir şeye sahip olmayı tekelinde tuttuğunu düşünmek yanlış ola­caktır.

Gerçekten de, daha genel bir biçimde, hayâlin faydalı sonuçlar vermeyeceği ve normalde kendisine kapalı kalması gereken alanlara sokulması modern Batıkların kendilerini duyular âleminin yukarısına yükseltmekte ne kadar aciz ve yetersiz olduklarını açıkça gösteren bir olgudur. “Tasavvur” ve “tahayyül”ü birbirinden ayırt edemeyen pek çok insan vardır ve Kant gibi kimi filozoflar temsil edilemeyen her şe­yi “tasavvur edilemez” ve “düşünülemez” ilân edecek kadar ileri git­miştir. Aynı şekilde “ruhçuluk” veya “idealizm” ismiyle giden her şey genelde [“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” deyiminde olduğu gibi] bir tür yer değiştirmiş maddecilikten ibarettir. Bu sadece bizim “yeni-ruhçuluk” olarak nitelendirdiğimiz şey için değil, felsefî ruhçuluk için de geçerlidir. Şu var ki felsefî ruhçuluk kendisini maddeciliğin tam tersi ola­rak görür. Gerçek şu ki ruhçuluğun ve maddeciliğin, felsefî anlamda ele alındığında, birbirlerinden ayrı olarak bir anlamlan yoktur. Bu iki­si Descartesçı ikiciliğin/düalizmin iki yarısından ibarettir ve bu iki ya­rı radikal bir şekilde birbirinden ayrılmak neticesinde bir tür düşman­lığa dönüştürülmüştür. Ve o zamandan itibaren bütün felsefe bu iki te­rimin arasında gidip gelmiş ve bu ikisinin ötesine geçememiştir. Ruh­çuluk adına rağmen rûhânîlikle/maneviyâtla bir ilgisi yoktur. Ruhçulu­ğun maddecilikle anlaşmazlığı, kendilerini daha yüksek bir bakış açısına konumlandıran ve bu iki zıttın temelde denk olmaya yakın olduğu­nu ve farzedilen zıtlıklarının pek çok hususta sırf lâfzî bir anlaşmazlık­tan ibaret olduğunu gören kimselerin ilgisini çekemez.

Genel manada konuşacak olursak, modern insanlar ölçülebilen, sa­yılabilen veya tartılabilen, yani maddî olan şeylerle ilgilenen bilimden başka bir bilimi tasavvur edemez, çünkü nicel bakış açısı ancak bunla­ra uygulanabilir. Yine niteliği/keyfiyeti niceliğe/kemmiyete indirgeme iddiası modern bilimin en ayırt edici özelliğidir. Bu yönde şöyle bir faraziyede bulunma noktasına kadar ileri gidilmiştir: Kelimenin gerçek anlamında bilim ancak ölçmenin söz konusu olduğu yerde mümkündür ve nicel ilişkiler dışında bilimsel yasalar olamaz. Descartes’ın fizik an­layışı herhangi bir teori ile değil, genel bilimsel bilgi tasavvuru ile iliş­kili bir eğilim olduğundan dolayı reddedilmesine rağmen Descartes’ın “mekanizm”i, her zamankinden daha çok büyüyen ve telâffuz edilen bu eğilimin [yani nitelikleri niceliklere indirgeme eğiliminin] doğuşuna işa­ret eder.

Bugünlerde insanlar ölçmeyi psikoloji sahasında dahi kullan­maya çalışıyorlar, oysa psikolojinin alanı mahiyeti gereği ölçmenin eri­şiminin ötesindedir; böylece onların vardığı yer ölçmenin imkânının sa­dece maddede bulunan bir hususiyete, yani sınırsız bölünebilmesi özel­liğine dayandığını anlamamak olmaktadır. Ya da aynı özelliğin var olan her şeyde bulunduğu farzedilmelidir ki bu da her şeyi maddileştirmek anlamına gelmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun ilkesi maddedir. Bu yüzdendir ki nicel bakış açısına atfedilen ve —yukarıda gösterdiğimiz gibi— toplumsal alana kadar uzatılan önce­lik, gerçekten de, yukarıda zikredilen anlamda maddeciliği oluşturur. Bununla birlikte bu bakışın felsefî maddecilikle ilişkili olması şart de­ğildir; çünkü bu nicel bakış, modern bakışın özünde var olan eğilim­lerin gelişimi sürecinde gerçekten de tarihsel anlamda felsefi madde­cilikten öncedir. Niteliği niceliğe indirgemeye çalışma hatasının ya da mekanist tipe az-çok uyan bir açıklama yapma girişimlerinin yetersizli­ği üzerinde durmayacağız. Şu anki amacımız bu değildir ve biz bu bağ­lamda sadece hissî düzen içinde dahi bu tip bir bilimin gerçeklikle çok az ilişkisi olduğunu ve gerçekliğin büyük kısmının onun dairesinin dı­şında kaldığını söyleyeceğiz.

“Gerçeklikken bahsederken bir başka gerçek durum zikredilmeli­dir. Bu durum çoğu kimse tarafından kolaylıkla görmezden gelinebilmekle birlikte, tasvir ettiğimiz zihniyetin bir işareti olmak bakımından çok önemlidir. Söz konusu durumdan kastımız “gerçeklik” kelimesi­ni sadece duyulur düzleme/âleme ait gerçekliğe işaret etmek için kul- anma ışkan iğidir. Dil bir halkın veya bir dönemin zihniyetinin ifa­desi olduğundan, bundan bu şekilde konuşanlara göre duyularla kav­ranamayan her şeyin vehimsel ve hatta bütünüyle yok olduğu sonucn çıkarılmalıdır. Onların tam olarak bu durumun bilincinde olmamaları mümkündür; ancak yine de bu olumsuz kanaat esastır ve onlar bunun aksini iddia ederlerse bu iddianın, onların zihniyetindeki daha yüzeysel bir unsurun ifadesi olduğundan -ki onlar bu durumun farkında olmayabilirler- ve onların itirazının sırf lâfzî olduğundan emin olabi. liriz. Eğer bu bir abartıymış gibi görünüyorsa, o halde yapılması gere­ken; örneğin, pek çok insanın varsayılan dinî kanaatlerinin neye var­dığı ve hangi anlama geldiği belirlenmelidir.

Onların din kelimesinden anlayabildikleri mahza kuru bilgi olarak ve mekanik biçimde ezberle­yerek öğrendikleri ve gerçek manada içselleştirip sindirmedikleri, ama belli bir şeklî ve uzlaşısal tutumun parçasını oluşturduğundan hafızala­rında tuttukları ve çeşitli vesilelerle tekrarladıkları birkaç düşünceden ibarettir. Biz bu “dinin küçültülmesine yukarıda işaret etmiştik ve zik­rettiğimiz “lâfzîlik” bu küçültmenin en son aşamasını temsil etmekte­dir. İşte bu yüzdendir ki pek çok sözde “inanan/mü’min” pratik mad­decilik konusunda “inanmayanlar”dan hiç de geri kalmamaktadır. Bu meseleye daha sonra döneceğiz; ama ilk olarak modern bilimin mad­deci tabiatına ilişkin araştırmamızı sonuca ulaştırmalıyız, çünkü bu ko­nu farklı açılardan ele alınmayı gerektirmektedir.

Daha önce zikredilen şu hususa bir kez daha dikkat çekilmelidir: Modern bilimler ne tarafsız bilgi özelliğine sahiptir, ne de onlara ina­nan kimseler için dahi gerisinde sırf pratik mülâhazaların gizlendiği bir maskeden fazlasıdır. Şu var ki bu maske sahte bir aklilik vehmini mu­hafaza etmeyi mümkün kılmaktadır. Bizzat Descartes kendi fiziğini iş­leyip geliştirirken asıl itibarıyla fizikten bir mekanik sistemi, bir tıp ve ahlâk sistemi çıkarmakla ilgileniyordu ve İngiliz deneyciliğinin yayılmasıyla daha da büyük bir değişim yaşandı. Ayrıca, bilimin genel halk kitlesi gözündeki itibarı neredeyse sadece, bilimin ulaşılır kıldığı pra­tik sonuçlara dayanmaktadır; burada da mesele yine görülebilen ve dokunulabilen şeyler meselesidir. Faydacılığın/pragmatizmin bütün mo­dern felsefenin nihaî sonucunu temsil ettiğini ve gerilemesindeki en aşağı aşamaya işaret ettiğini söylemiştik. Ancak felsefî alan dışında & dağınık ve sistemsiz bir faydacılık vardır ve uzun zamandır hep var ol­muştur.

Pratik maddecilik felsefî maddeciliğe nisbetle neyse, bu dağınık ve sistemsiz faydacılık da felsefî faydacılığa nisbetle odur ve insanların genelde “ortak duyu/hiss-i müşterek” dedikleri şeye karışır Ay­rıca, neredeyse içgüdüsel olan bu faydacılık maddeci eğilimden ayrıla­maz: Ortak duyu maddî âlem ufkundan ötesine geçme tehlikesine atıl­mamak ve doğrudan pratik faydadan yoksun hiçbir şeye dikkat affet­memekte bulunur. Hepsinden önemlisi, sadece duyular âlemini gerçek olarak gören ve duyulardan kaynaklananın ötesinde bir bilgi kabul et­meyen de “ortak duyu”dur. Hatta bu sınırlı bilgi derecesi dahi “ortak duyu”nun gözünde ancak maddî ihtiyaçları tatmin ettiği ve bazen de belli bir tür duyguculuğu beslediği için değerlidir, çünkü duygu, çağdaş “ahlâkçılık”ı şok etme pahasına samimi biçimde itiraf edilecekse, ger­çekten de maddeyle çok yakından ilişkilidir. Akla kalan tek yer, pratik amaçların hizmetine koşulmak ve insan bireyinin en aşağı veya cismânî kısmının taleplerine tâbi bir araç olarak, “alet yapan bir alet olarak hareket etmektir. Nitekim Bergson şöyle demiştir: Bütün biçimleri ile “faydacılık” hakikate tam bir kayıtsızlık demektir.

Bu şartlar altında sanayi artık bilimin uygulamasından ve bilimin kendisinden tamamen bağımsız kalması gereken bir uygulamadan ibaret olarak görülemez. Sanayi bilimin bizatihi amacı ve gerekçesi olmakta, böylece bu alanda da normal ilişkilerin tersine çevrildiğini görmekteyiz. Modern dünyanın, kendi bildiği yoldan bilim aradığını iddia ederken dahi meydana getirmek için bütün enerjisini adadığı şey aslında sana­yiyi ve makinaları geliştirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan­lar maddeye hâkim olmaya ve onu kendi amaçlarına göre şekillendir­meye çabalarken, başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi,, sadece kendileri­ni köleye dönüştürmekte başarılı olmuşlardır. Çünkü insanlar aklî ar­zularını makinalar icat etmeye ve geliştirmeye hasretmekle kalmamış, kendileri de makinalara dönüşmüşlerdir. Bazı sosyologların “iş bölü­mü” adı altında öylesine hevesle savunduğu “ihtisaslaşma/uzmanlaşma” kendisini sadece bilim adamlarına değil, aynı zamanda teknisyen­lere ve şuradan işçilere de dayatmış, böylece bu ikisi için bütün akıllı iş­ler imkânsız hale gelmiştir.

Önceki zamanlardaki zanâatkârlardan/ustalardan çok farklı olan teknisyenler ve sıradan işçiler makinaların kö- leleri haline gelmişler ve onlarla sanki tek bir parça oluşturur duruma gelmişlerdir. Bunlar tam bir mekaniklik içinde, önceden belirlenmiş ve en küçük bir zaman kaybına uğramamak için hiç değişmeyip hep aynı *şekilde yapılan hareketleri sürekli tekrarlamaya mecburdurlar tekrarlamaya.En azından, en gelişmiş “ilerleyiş” aşamasını temsil ettiği düşünülen Amerikan yöntemlerinin gerekleri böyledir. Gerçek şu ki bütün mesele mümkün t olan en büyük miktarı üretmektir. Niteliğe çok az önem verilmektedir ve önemli olan sadece niceliktir. Daha önceden başka alanlarda ulaş­tığımız aynı sonuçla burada bir kez daha karşı karşıya geliyoruz: Modern medeniyet haklı biçimde bir nicelik medeniyeti olarak tasvir edi­lebilir ki bu da onun maddî bir medeniyet olduğunun bir başka söyle­niş biçimidir.

Bu ifadenin doğru olduğuna kendini inandırmak ve ikna etmek için insamn tek yapması gereken, bugünlerde ekonomik faktörlerin hem halkların hem de bireylerin hayatları üzerinde icra ettiği devasa etki­yi fark etmektir. Sanayi, ticaret, maliye; bunlar önemi olan tek şeyler­miş gibi görünmektedir. Bu da bizim bir başka yerde varlığını sürdüren tek toplumsal ayrımların maddî servete dayandığına dair söyledikleri­mizle uyuşmaktadır. Siyaset tamamen ekonominin hâkimiyeti altında görünmekte ve ticarî rekabet halklar arasındaki ilişkiler üzerinde bas­kın bir etki icra etmektedir. Bu sadece bir görünüşten ibaret olabilir ve bu faktörler eylemin sebebi olmaktan ziyade vesileleri/araçları olabilir. Ancak böylesi araçların seçilmesi onları fırsat olarak gören çağın tabi­atım göstermektedir.

Ayrıca, çağdaşlarımız tarihteki olayları belirleyenin sadece ekono­mik şartlar olduğuna inanmışlar ve hatta bunun her zaman böyle ol­duğunu vehmetmektedirler. Hatta her şeyin sadece ekonomik faktör­lerle açıklanabileceğini öne süren bir teori dahi uydurulmuştur ve bu teori “tarihsel maddecilik” namını taşımaktadır. Burada da bizim da­ha önceden işaret ettiğimiz telkin süreçlerinden birisinin etkisi görüle­bilmektedir ve bu etkinin gücü genel zihniyetin eğilimleriyle uyuştuğu için çok daha büyüktür. Ve bu bağlamda sonuç, ekonomik faktörlerin toplumsal alanda meydana gelen neredeyse her şeyi gerçekten de belir­lediğidir. Şurası kesin bir gerçektir ki kitleler her zaman şu veya bu yö­ne yönlendirilmiştir ve denilebilir ki kitlelerin tarihteki rolü asıl itiba­rı ile yönetilmeye izin vermelerinde yatar; çünkü kitleler baskın biçimde edilgen olan unsuru, kelimenin Aristocu anlamında maddeyi temsil eder. Ancak onları bugün yönetmek için sadece maddî araçlara sahip olmak yeterlidir ve bu kez madde kelimesini sıradan anlamında kulla­nıyoruz. Bu da bu çağın ne kadar derinlere battığını açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu aynı kitleler kendilerinin yönetilmediklerine, bilakis kendiliklerinden davrandıklarına ve kendi kendilerini yönettik­lerine inandırılmıştır. Onların bunun doğru olduğuna inanmaları da onların ne kadar akılsız olduğuna dair bir fikir vermektedir.

Ekonomik faktörler zikredildiğine göre, bunu mesele hakkında çok yaygın bir yanılgıya dikkat çekmek için bir fırsat sayalım. Bu yanılgı ti­caret alanında kurulan ilişkilerin insanları birbirine yakınlaştıracağını ve birbirlerini anlamalarını sağlayacağını sanmaktır. Oysa sonuç tam tersidir. Madde, sıkça belirttiğimiz gibi, çokluk ve bölünme tabiatına sahiptir ve bu yüzden bir mücadele ve çatışma kaynağıdır. Benzer şe­kilde, ister halklarla ister bireylerle ilgili olsun, ekonomik alan bir çı­karlar alanı olarak kalır ve böyle de kalmak zorundadır. Özellikle Ba­tı, Doğu ile anlaşmaya bir temel sağlamak için sanayiye, modern bili­me —ki sanayiden ayrı olamaz- bel bağladığından daha fazla bel bağ­layamaz. Eğer Doğulular bu sanayiyi, geçici de olsa sıkıntah bir zorun­luluk olarak kabul etme noktasına gelirlerse -ki bu sanayi onlar için daha fazlası olamaz- işte ancak bu onları Batı’nın işgaline direnmeye ve kendi varlıklarını korumaya imkân veren bir silâh olacaktır. İşlerin başka türlü iyi olmayacağım anlamak önem arz etmektedir. Kendile­rini Batı ile ekonomik rekabet beklentisine veren -her ne kadar böyle bir faaliyetten nefret etseler de- Doğulular bunu ancak tek bir amaç­la yapabilirler: Kendilerini kaba güce, yani sanayinin kendi tasarrufu­na aldığı maddî güce dayalı yabancı hâkimiyetinden kurtarmak. Şid­det şiddeti doğurur; ama bu alanda çatışmayı arayanın Doğulular ol­madığı kabul edilmelidir.

Ayrıca, Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler meselesi yanında, endüst­riyel gelişmenin en bariz sonuçlarından birisi savaş makinalarının sü­rekli mükemmelleştirilmesi ve yıkıcılıklarındaki müthiş artıştır. Sade­ce bu dahî bazı modern “ilerleme” hayranlarının barışsever rüyaları­nı yıkmaya yeter. Ancak bu rüyacılar ve “idealistler” uslanmaz ve saf­dillikleri sınır tanımaz görünmektedir. Bugünlerde o kadar moda olan “insanseverlik” kesinlikle ciddiye alınmayı bak etmemektedir. Fakat tuhaf olan şu ki insanlar savaşın sebep olduğu yıkımların her zaman- kinden büyük olduğu bir zamanda savaşa son verilmesinden bahsederken bunu sadece yıkın araçlarının çoğalması sebebiyle değil aynı za­manda savaşların artık, tamamen profesyonel askerlerden oluşan nisbeten küçük ordular arasında yapılmayıp iki taraftan da -savaştan hiç anlamayanlar da dâhil olmak üzere- bireylerin ayrım yapmadan bir-i birlerine saldırması sebebiyle yapmaktadır. Burada da günümüz kafa karışıklığına dair tipik bir örnek bulunmaktadır ve gerçekten de onu düşünmeye zahmet eden herkes için şu husus hayret vericidir: “Kitlesel askere çağrı” veya “genel seferberlik” oldukça doğal bir şey olarak görülmekte ve çok az istisna hariç, herkesin zihni “ordu millet” fikrini kabul etmektedir. Bunda da sadece sayıların gücüne olan inancın sonu­cu görülmektedir: Devasa savaşan kitleleri harekete geçirmek modern medeniyetin nicel karakteri ile uyumludur. Aynı zamanda, bu şekilde, “zorunlu eğitim” gibi kurumlar aracılığıyla “eşitlikçilik”in talepleri de karşılanmış olmaktadır. Şu da eklenmelidir ki bu genelleştirilmiş savaş­lar bir başka özellikle modern olgunun ortaya çıkması ile mümkün ol­muştur.

Bu olgu “milletler”in oluşumudur ki bu da bir taraftan feodal düzenin yıkılmasının diğer taraftan da eşzamanlı biçimde Ortaçağ Hı­ristiyan âleminin yüksek birliğinin parçalanmasının bir sonucudur. Bi­zi çok uzak noktalara götürecek bir konuyu değerlendirmek için dur­maksızın şunu ifade edelim: İşler daha da kötüleşmiştir ve bunun se­bebi, normal şartlarda etkili bir hakem olması ve tabiatı gereği, siyasî düzene ait bütün çatışmaların üzerinde bir konum işgal etmesi gereken manevî otoriteyi tanımayı reddetmektir. Manevî otoriteyi reddetmek de pratik maddeciliğin bir örneğidir. Teoride böyle bir otoriteyi tanı­dığını iddia eden kimseler dahi pratikte ona, tıpkı dini günlük haya­tın ilgilerinden uzakta tuttukları gibi, toplumsal alanda gerçek bir etki veya müdahale gücü vermezler. İster kamusal ister özel hayatta olsun, hâkim olan aynı zihinsel tavır budur.

Çok nisbî bir bakış açısından olsa da maddî gelişmenin belli avan­tajlar sunduğu kabul edilse dahi, yukarıda açıklaya geldiğimiz sonuçları göz önünde bulundurmak süreriyle, bu avantajların karşısındaki deza­vantajların daha ağır basıp basmadığını pekâlâ sorabiliriz. Biz karşılaş­tırılamaz şekilde daha değerli olup da bu tip bir gelişmenin hatırına fe­da edilen pek çok şeyi, unutulmuş yüksek bilgi şekillerini, yok edilmiş aklîliği ve kaybolmuş maneviyâtı düşünmüyoruz. Modern medeniyeti özünde olduğu şey olarak alıp kabul ettiğimizde, meydana gelen şey­lerin avantajlarım ve dezavantajlarını karşılaştıracak olursak, sonucun, kâr zarar hesabı yapıldığında, olumsuz çıkacağı iddia edilebilir. Şu an gittikçe artan bir hızla çoğalan icatlar çok daha tehlikelidir, çünkü icatlar gerçek doğası onları kullanan insanlar tarafından bilinmeyen güçleri devreye sokmaktadır.

Bu da modern bilimin bilgi olarak, yani fiziksel âlemle sınırlı olduğunda dahi, açıklayıcı bakış açısından değersizliğini kesin biçimde ispatlamaktadır. Aynı zamanda, bu mülâhazaların hiç- bir şekilde pratik uygulamaları kısıtlamadığı gerçeği bu bilimin tarafsız olmaktan uzak olduğunu ve araştırmalarının gerçek objesinin sanayi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu icatların -hatta insanlar için ölümcül bir rol oynamak maksadıyla tasarlanmamış, ama yine de pek çok felâkete ve yeryüzünün ekolojisinde beklenmedik rahatsızlıklara sebep olan icatların— böylesi tehlikesi tahmin edilemeyecek ölçüde büyümeye devam edeceğinden, modern dünyanın, henüz daha zaman varken mevcut çok tehlikeli gidişini durdurmazsa, belki de bu araçlar sayesinde kendi yıkımını getirmekte başarılı olacağını çok da uzak olmayan bir tahmin olarak söyleyebiliriz.

Fakat modern icatları tehlikeli olmaları temelinde eleştirmek yeterli değildir ve bundan daha fazlasını yapmalıyız. İnsanlar ilerleme adını vermeye alıştıkları şeylerin “yararlanandan bahsediyorlar ve insan ancak ilerlemenin sırf maddî türden olduğuna işaret etmeye özen gösterdiğinde böyle bir yaran kabul eder. Ama oldukça yüksek ve değerli görülen bu faydalar genelde aldatıcı değil midir? Bugün insanlar “refahlarını bu araçlarla artırdıklarını iddia ediyorlar. Bizim inancımıza göre onların hedefledikleri bu amaç, gerçekten ulaşılacak olsa dahi, bu kadar çok çaba harcamaya değmez. Fakat aynı zamanda, bu hedefe ulaşıldığı son derece tartışmalı görünüyor. Birinci olarak, bü-
tün insanların aynı zevklere ve aynı ihtiyaçlara sahip olmadığı ve herşeye rağmen modern koşuşturmacadan/dur durak bilmezlikten ve hız çılgınlığından kaçınmak isteyip de artık bunu yapacak durumda olmayan pek çok insanın olduğu dikkate alınmalıdır.

Bu insanlara tabiatlarının tamamen tersine olan bir şeyi empoze etmenin bir “yarar” olduğu savunulabilir mi? Bu soruya şöyle bir cevap verilecektir: Bugünlerde böylesi insanların sayısı azdır ve bu yüzden onları ihmal edilebilir bir azınlık olarak görmek savunulabilir. Nitekim siyaset sahasında çoğunluk azınlıkları ezme hakkını kendinde görmektedir ve çoğunluğun gözünde azınlığın açıkça var olma hakkı yoktur, zira onların bizatihi varlığı 'eşitlikçi' tek-biçim arzusuna muhalefet etmektedir. Ancak insanlık bir bütün olarak alınır ve bakışlar sadece Batı dünyasının sakinler ile sınırlandıramazsa, mesele farklı bir cihet kazanmaktadır. Bir an ön. cenin çoğunluğu şimdi azınlık olmamış mıdır? Ama bu durumda artık aynı argüman kullanılmaz ve özel bir çelişki ile, “eşitler” kendi meçle, niyetlerini kendi “üstünlükleri” adına dünyanın geri kalanına empoze etmeye ve kendilerinden hiçbir şey istemeyen insanlar arasında sıkıntı çıkarmaya çalışır.

Bu “üstünlük” sadece maddî anlamda var olduğun­dan, onun en kaba araçlarla empoze edilmesi doğaldır. Onun hakkın­da bir yanlış anlaşılma olmasın: Genel kamuoyu “medeniyet” bahane­sini tam bir iyi niyetle kabul ederse, onu sırf bir ahlâkçı ikiyüzlülüğü ve kendilerinin işgal planlarına ve ekonomik kaygılarına bir kılıf ola­rak görecek kimseler de vardır. Bu kadar çok insanın, bir halkı köleleş­tirmek ve onları bir başka ırk için tasarlanmış âdet ve kurumlan zorla benimsetmek ve kendilerine hiç faydası dokunmayacak şeyleri elde et­meleri için onları en sevimsiz meslekleri edinmeye mecbur etmek yo­luyla en çok değer verdikleri şeyi, yani medeniyetlerini, ellerinden çe­kip almak süreriyle mutlu ettiklerine inandığı zamanlar gerçekten de ne garip zamanlardır! Ne var ki günümüzde durum tam da budur: Mo­dern Batı insanın daha az çalışmayı ve daha azıyla yaşamaya razı olma­yı tercih etmesi fikrine tahammül edemez. Sadece nicelik önemli oldu­ğundan ve duyuların kavrayışından kaçan her şeyiırVar olmadığı iddia edildiğinden maddî şeyler üretmeyen herkesin “aylak” olması gerekti­ği varsayılmaktadır.

Bu meselede genelde Doğululara yöneltilen eleş­tiriyi hiç dikkate almayalım ve Avrupalıların sözümona dinî çevreler­de dahi kendi dinî tefekkür tarikatlarına yönelik takındıkları tavrı göz­lemleyelim. Böylesi bir dünyada aklîliğe yahut sırf derûnî tabiata sa­hip bir şeye artık yer yoktur; çünkü bunlar ne görülebilir ne dokunulabilir, ne tartılabilir ne de sayılabilirdir. Tamamen anlamsız olanları da dâhil olmak üzere bütün biçimleri ile sadece dış eyleme yer vardır. Ayrıca, İngilizlerin “spor”a ilgisinin her geçen gün artması da şaşırtıcı değildir. Modern dünyanın ideali kas gücünü son sınırına kadar geliş­tirmiş “insan hayvam”dır. Modern dünyanın kahramanları, kaba-saba olsalar dahi sporculardır. Halkın coşkusunu kabartan sporculardır ve kalabalığın ateşli ilgisine hâkim olan onların üstün başarılarıdır. Böyle şeylerin mümkün olduğu bir dünya gerçekten derine batmıştır ve so­nuna yaklaşmış görünmektedir.

Fakat bir an için kendimizi ümitlerini maddî refah idealine bağla­mış ve bu yüzden modern “ilerlemecin hayata sunduğu iyileştirmelerle sevmen kimselerin yerine koyalım. Bu kimseler aptal yerine koya­madıklarından emin midirler? Bugün insanların sırf daha hızlı-ulaşım araçları ve benzeri şeyler kullandıklarından ya da daha çalkantılı ye kar­maşık bir hayatları olduğundan dolayı bugün önceden olduklarından daha müftu olduğu doğru mudur? Hakîkat tam tersidir. Huzursuzluk hiçbir gerçek mutluluğun şartı olamaz. Ayrıca insanın ihtiyacı çoğal­dıkça bazı şeylerden yoksun olma ve dolayısıyla mutsuz olma ihtima­li artmaktadır. Modern medeniyet daha büyük yapay ihtiyaçlar yarat­mayı hedeflemekte ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her zaman, karşı­layabileceğinden fazla ihtiyaçlar yaratacaktır; zira böyle bir gidişat bir kez başlatıldıktan sonra durdurulması çok zorlaşır ve gerçekten de bir aşamada değil de diğer bir aşamada durdurmanın bir sebebi yoktur, in­sanlar için önceden var olmayan ve asla hayâl dahi etmedikleri şeyler olmadan yaşamak sıkıntı değildi.

Buna karşılık şimdi o şeylerden mah­rum kaldıklarında sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar; zira onları zorun­lu ihtiyaçlar olarak görmeye alıştılar ve bunun sonucunda o şeyler ger­çekten de onlar için zorunlu ihtiyaç halini aldı. Sonuç olarak var güç­leriyle, kendilerine anladıkları tek tür olan maddî tatmin sunacak şey­leri elde etmeye çalışıyorlar. “Para kazanmaya” yoğunlaşıyorlar; çün­kü bu şeyleri almalarına imkân verecek olan paradır. Ne kadar çok sa­hip olurlarsa o kadar çok arzu ediyorlar; çünkü sürekli yem ihtiyaçlar keşfediyorlar, ta ki bu arayış onların hayatta tek amaçları haline geli­yor. Dolayısıyla bazı “evrimciler”in “var olma mücadelesi” adı altında bilimsel bir yasa değerine yükselttikleri vahşî rekabet, ki mantıkî sonu­cu sadece en güçlü olanın, yani mümkün olan en dar maddî anlamıy­la en güçlü olanın var olma hakkına sahip olmasıdır. Yine, kendileri­ne servet ihsân edilmemiş kimselerin servet sahibi kimselere karşı his­settiği kıskançlık ve hatta nefret...'

Kendilerine eşitlikçi teoriler vaze­dilen insanlar nasıl olur da çevrelerinde en maddî eşya düzeninde, ya­ni kendisine karşı en hassas olmak zorunda oldukları düzende eşitsiz­lik gördüklerinde tepki göstermezler?

Eğer modern medeniyetin kitle­lerde uyandırdığı uygunsuz iştahların baskısı altında bir gün yıkılması mukadder ise, modern medeniyetin temel kötülüğünün adil cezası­nı görmemek için veya ahlâkî değerlendirmede bulunmaksızın modern bilimin fiilinin o fiilin icra edildiği aynı alandaki sonuçlarım ifade etmek için kişinin kör olması gerekir. Incil’de şöyle yazılıdır: “Kılıca sarılan herkes kılıçla helâk olacaktır.” Maddenin vahşî güçlerini serbest bırakanlar aynı güçler tarafından ezilerek helâk olacaklardır; onlar o güçleri aceleyle harekete geçirdiklerinde artık onların efendileri değildirler ve ölümcül seyirlerine başlatıldıktan sonra onları bir daha geri tutamazlar. Tabiatın gücü veya kitleler halindeki insanların gücü veya ikisinin birlikte gücü pek fark etmez; çünkü her üç halde de devre­ye giren ve maddeye üstün gelmeden bu üçünü yönlendirebileceğine inanan kimseleri acımasızca yok eden maddenin yasalarıdır. Incil yine Şöyle der: “Bir ev kendi içinde bölünmüşse, ayakta duramaz.” Bu de­yim, tabiatı gereği kavgaya ve her yönden bölünmeye sebep olmama­sı imkânsız olan modern dünya ve onun maddî medeniyeti hakkından doğrudan geçerlidir. Bundan sonucu çıkarmak çok kolaydır ve kısa za­man içinde işleri tam tersi istikamete çevirmek şeklinde köklü bir deği­şiklik olmazsa mevcut dünyamızı acı bir sonun beklediğini öngörebil­mek için daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktur.

Bazı kimselerin bize karşı, modern medeniyeti ve onun maddeci­liğini anlatırken onu [modern medeniyeti] bir derece de olsa hafifle­tecek belli unsurları zikretmediğimiz şeklinde bir serzenişte buluna­cağını çok iyi biliyoruz. Gerçekten de böylesi unsurlar bulunmasaydı, bu medeniyetin acınacak biçimde çoktan yok olması kuvvetle muhte­meldir. Bu yüzden böylesi unsurların varlığını hiçbir şekilde tartışmı­yoruz. Ama aynı zamanda yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu başlık altına farklı felsefî hareketleri, örneğin “ruhçuluk”u, “idealizm”i veya çağ­daş akımlar arasında “ahlâkçılık” veya “duyguculuk” biçimini alan her­hangi bir şeyi dâhil etmemiz yanlış olacaktır. Bu meseleleri yukarıda yeterince tartıştık ve sadece bu zihin tutumlarının bize göre teorik ve­ya pratik maddecilikten daha az kutsal-dışı/dünyevî olmadığını ve ger­çekte maddecilikten ilk bakışta göründüğünden çok daha az uzak ol­duğunu zikredelim. Diğer taraftan, eğer gerçek maneviyâtın bazı ka­lıntıları korunmuşsa da-ancak modern bakışa rağmen ve modern ba­kışın hilâfına olabilir. Dar anlamda Batılı unsurlar dikkate alınırsa, bu maneviyât kalıntılarının hâlâ bulunabileceği yer sadece dinî alandır- Ancak içinde yaşadığımız zamanda din algısının  ne kadar çekilip da­raldığına, mü’minlerin dahi dinle ilgili olarak ne kadar yüzeysel ve vasat bir fikir oluşturduklarına ve dinin gerçek maneviyât ile bir ve aynı şey olan akklîliğmden ne oranda soyutlandığına yukarıda işaret etmiş­tik.

Bu şartlar altında bazı ihtimaller hâlâ var ise, bu ihtimaller ancak bilkuvve olarak vardır ve hâlihazırda gerçek etkileri çok azdır. Bunun­la birlikte, bir tür sanallığa çekilse dahi, kendisini boğmak ve yok et­mek için birkaç yüzyıldır yapılan girişimlere rağmen varlığını korudu­ğu görülünce bir dinî geleneğin gücüne hayran kalınır. Ve insan bunun hakkında durup düşündüğünde, bu tür bir direnişle ilgili olarak, insan gücünden fazlasının varlığına işaret eden bir şeyler olduğu açıktır. An­cak bir kez daha tekrar edelim ki söz konusu gelenek modern dünya­ya ait değildir ve modern dünyanın kurucu unsurlarından birisini oluş­turmaz; bilakis modern dünyanın bütün eğilimlerinin ve özlemlerinin tam tersidir. Bunu açıkça söylemek ve aldatıcı uzlaştırmalar aramamak gerekir. Kelimenin gerçek anlamında dinî bakış açısı ile modern zihin tavrı arasında ancak düşmanlık olabilir. Bir taviz ancak dinî bakışı za­yıflatır ve modern zihin tavrını güçlendirir ve bu tavizle modern zih­niyetin düşmanlığı azalmayacaktır, çünkü modern zihniyet insanlıkta­ki insandan üstün bir gerçekliği yansıtan her şeyi tamamen yok etme­yi arzulamaktan kendini alamaz.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söylenir, ama bu bir yanılgıdır; modern bakış Hıristiyanlık karşıtıdır, çünkü modern bakış öz itibarı ile din karşıtıdır. Yine modern bakış daha da geniş anlamda din karşıtıdır, çünkü gelenek karşıtıdır. Bu da ona özel karakterini veren ve olduğu şey olmasını sağlayan hususiyetidir. Şurası kesindir ki Hıristiyanlık’tan bir şeyler zamanımızın Hıristiyanlık karşıtı medeniyetine girmiştir ve bu­nun sonucunda bu medeniyetin en “ilerlemiş” temsilcileri -ki onlar ken­dilerini kendilerine has dilde böyle isimlendirirler- dahi gayr-i ihtiyarî ve belki de farkında olmadan dolaylı biçimde de olsa belli bir Hıristi­yan tesire maruz kalmaktan ve maruz kalmaya devam etmekten kendi­lerini alamamışlardır. Durum bu minval üzeredir, çünkü geçmişten ko­puş ne kadar köklü de olsa hiçbir zaman tam bir kopuş halini almaz ve devamlılığı engelleyecek noktaya varamaz. Daha ileri giderek diyeceğiz ki modern dünyada değerli olan ve hâlâ var olan her şey modern dün­yaya her hâlükârda Hıristiyanlık’tan ve Hıristiyanlık kanalıyla gelmiş­tir. Hıristiyanlık kendisiyle birlikte önceki geleneklerin bütün mirasını erm e getirmiş ve o mirası Batı’nın şartlarının izin verdiği ölçüde canlı tutmuş ve kendi içinde hâlâ potansiyel imkânlarını taşımak tadır. Ama kendilerini Hıristiyan olarak isimlendiren kimseler arasın da dahi bu zamanda, bu imkânların tam olarak bilincine sahip birisi var mıdır?

Katoliklik içinde dahi /âhireti ikrar ettikleri inancın derin anla­mını kavrayan ve az,-çok yüzeysel bir biçimde ve akılla değil duygusal olarak inanmakla yetinmeyen ve kendilerinin olduğunu iddia ettikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” kimseler nerededir? Böylesi en azından birkaç insanın var olduğuna dair kanıt sevinçle karşılan* malıdır, zira bu Batı için en büyük belki de biricik kurtuluş ümididir. Ancak şimdiye kadar böyle hiç kimsenin varlığından insanları haberdar etmediği kabul edilmelidir. Acaba böylesi kimselerin tıpkı bazı Doğulu bilgeler gibi kendilerine ulaşılmaz bir yalnızlık halinde yaşadıkları dü­şünülebilir mi yoksa bu son ümit de sonunda terk mi edilmelidir? Batı Ortaçağlarda Hıristiyan’dı, ama artık değil. Batı’nın tekrar Hıristiyan olabileceği söylenecekse, bunu bizden daha ateşli biçimde isteyebile­cek kimse yoktur ve umarız Batı’nın yeniden Hıristiyanlaşması etrafta görülen her şeyin bizi farzetmeye götürecek olandan daha kısa bir za­manda gerçekleşir. Ama bu konuda kimse kendi kendini kandırmamalıdır. Bu olacak olursa, modern dünya felâha erecektir.



(*)Editörün notu: The Crisis of the Modern WorlcTun 7. Bölümü. îlk olarak Fran­sızca aslından 1927 yılında basılmıştır.

(**)XVIII. yüzyıldan önce Grek atomculuğundan Dekartçı fiziğe kadar “mekanist” teoriler vardı. Her ne kadar ikisi arasında daha sonraları bir tür ilişki doğura­cak birtakım yakınlıklar olsa da mekanizm materyalizm ile karıştırılmamalı­dır. [Editörün notu: Bu dipnot, Arthur Osbome çevirisinde yer alırken Mar- co Pallis çevirisinde yoktur.]



Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »

Maddi Bir Medeniyet





Maddi Bir Medeniyet

René Guénon(*)

Modern Batı medeniyetini salt maddî bir medeniyet olmakla suçlayan Doğuluların bütünüyle haklı olduğu şimdiye kadar söylenenlerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Batı medeniyetinin gelişimi sadece bu yönde [maddî bakımdan] gerçekleşmiştir ve ona hangi açıdan bakarsak bakalım, bu maddîleşmenin az-çok doğrudan sonuçlarıyla kar­şılaşıyoruz. Bununla birlikte konu hakkında söylediklerimize hâlâ ilave edecek bir şeyler vardır ve ilk olarak “maddecilik/materyalizm” gibi bir kelimenin kullanıldığı farklı biçimleri açıklamak gerekmektedir. Biz bu kelimeyi çağdaş dünyayı nitelemek için kullanacak olursak, kesinlikle maddeci olduklarına inanmayan, ama aynı zamanda hayata bakışlarının modern olduğunu iddia eden farklı kimseler, bunun sırf iftira olduğu inancıyla itirazda bulunacaklardır. Bu yüzden konu hakkında herhangi bir kapalılık oluşmaması için biraz daha açıklamaya ihtiyaç vardır.

“Maddecilik/materyalizm” kelimesinin esas itibarı ile ancak XVI- II. yüzyıla kadar geriye gittiği önemlidir. Terim onu maddenin gerçek varlığını kabul eden teorilere işaret etmek için kullanan filozof Berke­ley tarafından vaz’edilmiştir. Bizi burada ilgilendirenin kelimenin bu kullanımı olmadığım söyleyemeye gerek yoktur ve maddenin varlı­ğı meselesi bizim tartışma konıimuz değildir. Aynı kelime kısa zaman sonra daha sınırlı bir anlam kazanmış ve o zamandan itibaren bu an­lamı muhafaza etmiştir. Böylece kelime var olan her şeyin maddeden ve türevlerinden ibaret olduğunu, bunlardan başka bir şeyin varlığın­dan söz edilemeyeceğini öne süren anlayışa işaret eder olmuştur. Böy­le bir anlayışın yeni olduğu ve öz itibarıyla modern bakış açısının ürü­nü olduğu, bu yüzden en azından modern bakış açısının aslî eğilimle­rine karşılık geldiğini vurgulamak önem arz eder.(**)Ancak biz bu bö­lümde “maddecilik”ten, aynı zamanda oldukça kesin bir anlamda ol­sa da, farklı ve daha geniş bir anlamda bahsedeceğiz. Bu bağlamda ke­limeyi bütün bir zihinsel bakış açısına işaret etmek için kullanıyoruz. Bu bakış açısına ilişkin yukarıda bahsettiğimiz algı da diğer tezâhürler arasında bir tezâhürden ibarettir ve özü itibarı ile herhangi bir felsefî teoriden bağımsızdır. Bu bakış açısının özü, maddî düzleme ait şeyle­re ve bu şeylerle ilgili meşgalelere az-çok bilinçli bir öncelik vermek­te yatar; ister bu meşgaleler hâlâ belli bir spekülatif görünüş taşısın is­ter salt pratik meşgaleler olarak kalsın değişmez. Bunun gerçekte çağ­daşlarımızın büyük çoğunluğunun zihinsel tutumu olduğu ciddi biçim­de inkâr edilemez.

Son yüzyıllar boyunca geliştirilen “kutsal-dışı” bilimin bütünü hissî âlemi araştırmakla sınırlıdır. Bu bilimin ufku hissî âlemle mahduttur ve yöntemi ancak bu âlem içinde geçerlidir. Ancak bu yöntemler başka yöntemleri dışarıda bırakacak şekilde “bilimsel” ilân edilmiştir. Bu da bir tutum olarak, maddî şeylerle ilgilenmeyen her ilmin varlığını red­detmek demektir. Bununla birlikte, böyle düşünen ve batta hayatları­nı özellikle söz konusu bilimlere adayan kimseler arasında dahi kendi­lerini “maddeci” olarak adlandırmayı veya bu adı taşıyan felsefî teoriyi kabul etmeyi reddeden pek çok kimse vardır. Hatta bu kişiler ara­sında bir dinî inancı arzulu biçimde benimseyip ikrar eden ve bu ikrar­larındaki samimiyetlerinde kuşku olmayan kimseler dahi vardır. An­cak bu kişilerin bilimsel tutumlarının, maddeci olduklarını açıkça be­yan eden kimselerin bilimsel tavrından hissedilir bir farkı yoktur.Modern bilimin tanrıtanımaz ve maddeci denilerek reddedilip reddedilme­yeceği meselesi dinî açıdan oldukça tartışılmıştır. Ancak bu mesele ço­ğu zaman yanlış bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Böyle bir bilimin bilinçli bir şekilde ne tanrıtanımazlığı ne de maddeciliği ikrar edece­ği ve kendisinin önyargıları nedeniyle bazı şeyleri görmezden gelmek­le yetineceği, bununla birlikte şu veya bu filozofun yaptığı gibi o şey­leri resmen inkâr etmeyeceği oldukça açıktır. Bu yüzdendir ki modern bilimle ilgili olarak ancak fiilî bir maddecilikten veya uygulamalı mad­decilik olarak isimlendirmeyi sevdiğimiz şeyden bahsedilebilir. Ancak bu durumda kötülük daha ciddileşecektir, çünkü bu takdirde kötülük daha derine nüfûz etmekte ve daha geniş yayılmaktadır.

Bir felsefî tutum “profesyonel” filozoflar arasında dahi oldukça yü­zeysel bir şey olabilir. Dahası bilfiil olumsuzlama ve redden kaçınan, ama kendilerini tam bir kayıtsızlık haline uydurabilen pek çok zihni­yet vardır. Bu da bütün tutumlar arasındaki en tehlikeli olanıdır, çün­kü bir şeyi reddetmek için her halükârda o şeyi az da olsa bir derece düşünmek gerekmektedir. Oysa ilgisizlik tutumu o şey hakkında hiç düşünmemeyi mümkün kılmaktadır. Bütünüyle maddî olan bir bilim kendisini mümkün olan tek bilim olarak ortaya koyduğunda ve insan­lar ondan başka hiçbir geçerli bilginin olmadığı fikrini tartışılmaz bir hakîkat olarak kabul etme alışkanlığını kazandıklarında ve yine insan­lara verilen bütün eğitim böylesi bir bilim “hurâfe”sini -ki bu durum­da onu “bilimcilik” olarak isimlendirmeliyiz- telkin erine eğiliminde olduğunda, şimdi bu insanlar pratikte maddeci olmaması mümkün mü­dür? Bir başka deyişle bu insanlar bütün meşgalelerini madde yönüne nasıl çevirmesinler?

Görünen o ki modern insan için görülebilir ve dokunulabilir olan­dan başkası yoktur. Ya da en azından, onlar başka bir şeylerin de ola­bileceğini teorik olarak kabul etseler dahi o şeylerin ancak bilinmeyen yahut bilinemez şeyler olduğunu alelacele ilân edecek ve böylece o şeylere dair daha fazla düşünme zahmetinden kurtulacaklardır. Bununla birlikte bazı insanlar hâlâ bulunacak ve bu insanlar bir tür bir “başka âlem” fikri oluşturmaya çalışacak, bunu yaparken sadece hayâl güçlerine dayanacak ve o başka âlemi maddî âleme benzer şekilde resmedecek ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” de dâhil olmak üzere maddî âleme ait bütün şartları ve özellikleri o âleme taşıyacaktır. Bir başka bağlamda maneviyâtçı algılardan bahsederken böylesi kaba/çirkin maddileştirilmiş temsile dair çok çarpıcı örnekler vermiştik. Ancak orada işaret edilen inançlar kendisinde bu hususî özelliğin [yani kaba maddîciliğin] karikatür derecesinde abartıldığı aşırı bir durumu tem­sil ediyorsa, ruhçuluğun ve ruhçulukla az çok yakınlığı olan fırkaların böylesi bir şeye sahip olmayı tekelinde tuttuğunu düşünmek yanlış ola­caktır.

Gerçekten de, daha genel bir biçimde, hayâlin faydalı sonuçlar vermeyeceği ve normalde kendisine kapalı kalması gereken alanlara sokulması modern Batıkların kendilerini duyular âleminin yukarısına yükseltmekte ne kadar aciz ve yetersiz olduklarını açıkça gösteren bir olgudur. “Tasavvur” ve “tahayyül”ü birbirinden ayırt edemeyen pek çok insan vardır ve Kant gibi kimi filozoflar temsil edilemeyen her şe­yi “tasavvur edilemez” ve “düşünülemez” ilân edecek kadar ileri git­miştir. Aynı şekilde “ruhçuluk” veya “idealizm” ismiyle giden her şey genelde [“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” deyiminde olduğu gibi] bir tür yer değiştirmiş maddecilikten ibarettir. Bu sadece bizim “yeni-ruhçuluk” olarak nitelendirdiğimiz şey için değil, felsefî ruhçuluk için de geçerlidir. Şu var ki felsefî ruhçuluk kendisini maddeciliğin tam tersi ola­rak görür. Gerçek şu ki ruhçuluğun ve maddeciliğin, felsefî anlamda ele alındığında, birbirlerinden ayrı olarak bir anlamlan yoktur. Bu iki­si Descartesçı ikiciliğin/düalizmin iki yarısından ibarettir ve bu iki ya­rı radikal bir şekilde birbirinden ayrılmak neticesinde bir tür düşman­lığa dönüştürülmüştür. Ve o zamandan itibaren bütün felsefe bu iki te­rimin arasında gidip gelmiş ve bu ikisinin ötesine geçememiştir. Ruh­çuluk adına rağmen rûhânîlikle/maneviyâtla bir ilgisi yoktur. Ruhçulu­ğun maddecilikle anlaşmazlığı, kendilerini daha yüksek bir bakış açısına konumlandıran ve bu iki zıttın temelde denk olmaya yakın olduğu­nu ve farzedilen zıtlıklarının pek çok hususta sırf lâfzî bir anlaşmazlık­tan ibaret olduğunu gören kimselerin ilgisini çekemez.

Genel manada konuşacak olursak, modern insanlar ölçülebilen, sa­yılabilen veya tartılabilen, yani maddî olan şeylerle ilgilenen bilimden başka bir bilimi tasavvur edemez, çünkü nicel bakış açısı ancak bunla­ra uygulanabilir. Yine niteliği/keyfiyeti niceliğe/kemmiyete indirgeme iddiası modern bilimin en ayırt edici özelliğidir. Bu yönde şöyle bir faraziyede bulunma noktasına kadar ileri gidilmiştir: Kelimenin gerçek anlamında bilim ancak ölçmenin söz konusu olduğu yerde mümkündür ve nicel ilişkiler dışında bilimsel yasalar olamaz. Descartes’ın fizik an­layışı herhangi bir teori ile değil, genel bilimsel bilgi tasavvuru ile iliş­kili bir eğilim olduğundan dolayı reddedilmesine rağmen Descartes’ın “mekanizm”i, her zamankinden daha çok büyüyen ve telâffuz edilen bu eğilimin [yani nitelikleri niceliklere indirgeme eğiliminin] doğuşuna işa­ret eder.

Bugünlerde insanlar ölçmeyi psikoloji sahasında dahi kullan­maya çalışıyorlar, oysa psikolojinin alanı mahiyeti gereği ölçmenin eri­şiminin ötesindedir; böylece onların vardığı yer ölçmenin imkânının sa­dece maddede bulunan bir hususiyete, yani sınırsız bölünebilmesi özel­liğine dayandığını anlamamak olmaktadır. Ya da aynı özelliğin var olan her şeyde bulunduğu farzedilmelidir ki bu da her şeyi maddileştirmek anlamına gelmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun ilkesi maddedir. Bu yüzdendir ki nicel bakış açısına atfedilen ve —yukarıda gösterdiğimiz gibi— toplumsal alana kadar uzatılan önce­lik, gerçekten de, yukarıda zikredilen anlamda maddeciliği oluşturur. Bununla birlikte bu bakışın felsefî maddecilikle ilişkili olması şart de­ğildir; çünkü bu nicel bakış, modern bakışın özünde var olan eğilim­lerin gelişimi sürecinde gerçekten de tarihsel anlamda felsefi madde­cilikten öncedir. Niteliği niceliğe indirgemeye çalışma hatasının ya da mekanist tipe az-çok uyan bir açıklama yapma girişimlerinin yetersizli­ği üzerinde durmayacağız. Şu anki amacımız bu değildir ve biz bu bağ­lamda sadece hissî düzen içinde dahi bu tip bir bilimin gerçeklikle çok az ilişkisi olduğunu ve gerçekliğin büyük kısmının onun dairesinin dı­şında kaldığını söyleyeceğiz.

“Gerçeklikken bahsederken bir başka gerçek durum zikredilmeli­dir. Bu durum çoğu kimse tarafından kolaylıkla görmezden gelinebilmekle birlikte, tasvir ettiğimiz zihniyetin bir işareti olmak bakımından çok önemlidir. Söz konusu durumdan kastımız “gerçeklik” kelimesi­ni sadece duyulur düzleme/âleme ait gerçekliğe işaret etmek için kul- anma ışkan iğidir. Dil bir halkın veya bir dönemin zihniyetinin ifa­desi olduğundan, bundan bu şekilde konuşanlara göre duyularla kav­ranamayan her şeyin vehimsel ve hatta bütünüyle yok olduğu sonucn çıkarılmalıdır. Onların tam olarak bu durumun bilincinde olmamaları mümkündür; ancak yine de bu olumsuz kanaat esastır ve onlar bunun aksini iddia ederlerse bu iddianın, onların zihniyetindeki daha yüzeysel bir unsurun ifadesi olduğundan -ki onlar bu durumun farkında olmayabilirler- ve onların itirazının sırf lâfzî olduğundan emin olabi. liriz. Eğer bu bir abartıymış gibi görünüyorsa, o halde yapılması gere­ken; örneğin, pek çok insanın varsayılan dinî kanaatlerinin neye var­dığı ve hangi anlama geldiği belirlenmelidir.

Onların din kelimesinden anlayabildikleri mahza kuru bilgi olarak ve mekanik biçimde ezberle­yerek öğrendikleri ve gerçek manada içselleştirip sindirmedikleri, ama belli bir şeklî ve uzlaşısal tutumun parçasını oluşturduğundan hafızala­rında tuttukları ve çeşitli vesilelerle tekrarladıkları birkaç düşünceden ibarettir. Biz bu “dinin küçültülmesine yukarıda işaret etmiştik ve zik­rettiğimiz “lâfzîlik” bu küçültmenin en son aşamasını temsil etmekte­dir. İşte bu yüzdendir ki pek çok sözde “inanan/mü’min” pratik mad­decilik konusunda “inanmayanlar”dan hiç de geri kalmamaktadır. Bu meseleye daha sonra döneceğiz; ama ilk olarak modern bilimin mad­deci tabiatına ilişkin araştırmamızı sonuca ulaştırmalıyız, çünkü bu ko­nu farklı açılardan ele alınmayı gerektirmektedir.

Daha önce zikredilen şu hususa bir kez daha dikkat çekilmelidir: Modern bilimler ne tarafsız bilgi özelliğine sahiptir, ne de onlara ina­nan kimseler için dahi gerisinde sırf pratik mülâhazaların gizlendiği bir maskeden fazlasıdır. Şu var ki bu maske sahte bir aklilik vehmini mu­hafaza etmeyi mümkün kılmaktadır. Bizzat Descartes kendi fiziğini iş­leyip geliştirirken asıl itibarıyla fizikten bir mekanik sistemi, bir tıp ve ahlâk sistemi çıkarmakla ilgileniyordu ve İngiliz deneyciliğinin yayılmasıyla daha da büyük bir değişim yaşandı. Ayrıca, bilimin genel halk kitlesi gözündeki itibarı neredeyse sadece, bilimin ulaşılır kıldığı pra­tik sonuçlara dayanmaktadır; burada da mesele yine görülebilen ve dokunulabilen şeyler meselesidir. Faydacılığın/pragmatizmin bütün mo­dern felsefenin nihaî sonucunu temsil ettiğini ve gerilemesindeki en aşağı aşamaya işaret ettiğini söylemiştik. Ancak felsefî alan dışında & dağınık ve sistemsiz bir faydacılık vardır ve uzun zamandır hep var ol­muştur.

Pratik maddecilik felsefî maddeciliğe nisbetle neyse, bu dağınık ve sistemsiz faydacılık da felsefî faydacılığa nisbetle odur ve insanların genelde “ortak duyu/hiss-i müşterek” dedikleri şeye karışır Ay­rıca, neredeyse içgüdüsel olan bu faydacılık maddeci eğilimden ayrıla­maz: Ortak duyu maddî âlem ufkundan ötesine geçme tehlikesine atıl­mamak ve doğrudan pratik faydadan yoksun hiçbir şeye dikkat affet­memekte bulunur. Hepsinden önemlisi, sadece duyular âlemini gerçek olarak gören ve duyulardan kaynaklananın ötesinde bir bilgi kabul et­meyen de “ortak duyu”dur. Hatta bu sınırlı bilgi derecesi dahi “ortak duyu”nun gözünde ancak maddî ihtiyaçları tatmin ettiği ve bazen de belli bir tür duyguculuğu beslediği için değerlidir, çünkü duygu, çağdaş “ahlâkçılık”ı şok etme pahasına samimi biçimde itiraf edilecekse, ger­çekten de maddeyle çok yakından ilişkilidir. Akla kalan tek yer, pratik amaçların hizmetine koşulmak ve insan bireyinin en aşağı veya cismânî kısmının taleplerine tâbi bir araç olarak, “alet yapan bir alet olarak hareket etmektir. Nitekim Bergson şöyle demiştir: Bütün biçimleri ile “faydacılık” hakikate tam bir kayıtsızlık demektir.

Bu şartlar altında sanayi artık bilimin uygulamasından ve bilimin kendisinden tamamen bağımsız kalması gereken bir uygulamadan ibaret olarak görülemez. Sanayi bilimin bizatihi amacı ve gerekçesi olmakta, böylece bu alanda da normal ilişkilerin tersine çevrildiğini görmekteyiz. Modern dünyanın, kendi bildiği yoldan bilim aradığını iddia ederken dahi meydana getirmek için bütün enerjisini adadığı şey aslında sana­yiyi ve makinaları geliştirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan­lar maddeye hâkim olmaya ve onu kendi amaçlarına göre şekillendir­meye çabalarken, başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi,, sadece kendileri­ni köleye dönüştürmekte başarılı olmuşlardır. Çünkü insanlar aklî ar­zularını makinalar icat etmeye ve geliştirmeye hasretmekle kalmamış, kendileri de makinalara dönüşmüşlerdir. Bazı sosyologların “iş bölü­mü” adı altında öylesine hevesle savunduğu “ihtisaslaşma/uzmanlaşma” kendisini sadece bilim adamlarına değil, aynı zamanda teknisyen­lere ve şuradan işçilere de dayatmış, böylece bu ikisi için bütün akıllı iş­ler imkânsız hale gelmiştir.

Önceki zamanlardaki zanâatkârlardan/ustalardan çok farklı olan teknisyenler ve sıradan işçiler makinaların kö- leleri haline gelmişler ve onlarla sanki tek bir parça oluşturur duruma gelmişlerdir. Bunlar tam bir mekaniklik içinde, önceden belirlenmiş ve en küçük bir zaman kaybına uğramamak için hiç değişmeyip hep aynı *şekilde yapılan hareketleri sürekli tekrarlamaya mecburdurlar tekrarlamaya.En azından, en gelişmiş “ilerleyiş” aşamasını temsil ettiği düşünülen Amerikan yöntemlerinin gerekleri böyledir. Gerçek şu ki bütün mesele mümkün t olan en büyük miktarı üretmektir. Niteliğe çok az önem verilmektedir ve önemli olan sadece niceliktir. Daha önceden başka alanlarda ulaş­tığımız aynı sonuçla burada bir kez daha karşı karşıya geliyoruz: Modern medeniyet haklı biçimde bir nicelik medeniyeti olarak tasvir edi­lebilir ki bu da onun maddî bir medeniyet olduğunun bir başka söyle­niş biçimidir.

Bu ifadenin doğru olduğuna kendini inandırmak ve ikna etmek için insamn tek yapması gereken, bugünlerde ekonomik faktörlerin hem halkların hem de bireylerin hayatları üzerinde icra ettiği devasa etki­yi fark etmektir. Sanayi, ticaret, maliye; bunlar önemi olan tek şeyler­miş gibi görünmektedir. Bu da bizim bir başka yerde varlığını sürdüren tek toplumsal ayrımların maddî servete dayandığına dair söyledikleri­mizle uyuşmaktadır. Siyaset tamamen ekonominin hâkimiyeti altında görünmekte ve ticarî rekabet halklar arasındaki ilişkiler üzerinde bas­kın bir etki icra etmektedir. Bu sadece bir görünüşten ibaret olabilir ve bu faktörler eylemin sebebi olmaktan ziyade vesileleri/araçları olabilir. Ancak böylesi araçların seçilmesi onları fırsat olarak gören çağın tabi­atım göstermektedir.

Ayrıca, çağdaşlarımız tarihteki olayları belirleyenin sadece ekono­mik şartlar olduğuna inanmışlar ve hatta bunun her zaman böyle ol­duğunu vehmetmektedirler. Hatta her şeyin sadece ekonomik faktör­lerle açıklanabileceğini öne süren bir teori dahi uydurulmuştur ve bu teori “tarihsel maddecilik” namını taşımaktadır. Burada da bizim da­ha önceden işaret ettiğimiz telkin süreçlerinden birisinin etkisi görüle­bilmektedir ve bu etkinin gücü genel zihniyetin eğilimleriyle uyuştuğu için çok daha büyüktür. Ve bu bağlamda sonuç, ekonomik faktörlerin toplumsal alanda meydana gelen neredeyse her şeyi gerçekten de belir­lediğidir. Şurası kesin bir gerçektir ki kitleler her zaman şu veya bu yö­ne yönlendirilmiştir ve denilebilir ki kitlelerin tarihteki rolü asıl itiba­rı ile yönetilmeye izin vermelerinde yatar; çünkü kitleler baskın biçimde edilgen olan unsuru, kelimenin Aristocu anlamında maddeyi temsil eder. Ancak onları bugün yönetmek için sadece maddî araçlara sahip olmak yeterlidir ve bu kez madde kelimesini sıradan anlamında kulla­nıyoruz. Bu da bu çağın ne kadar derinlere battığını açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu aynı kitleler kendilerinin yönetilmediklerine, bilakis kendiliklerinden davrandıklarına ve kendi kendilerini yönettik­lerine inandırılmıştır. Onların bunun doğru olduğuna inanmaları da onların ne kadar akılsız olduğuna dair bir fikir vermektedir.

Ekonomik faktörler zikredildiğine göre, bunu mesele hakkında çok yaygın bir yanılgıya dikkat çekmek için bir fırsat sayalım. Bu yanılgı ti­caret alanında kurulan ilişkilerin insanları birbirine yakınlaştıracağını ve birbirlerini anlamalarını sağlayacağını sanmaktır. Oysa sonuç tam tersidir. Madde, sıkça belirttiğimiz gibi, çokluk ve bölünme tabiatına sahiptir ve bu yüzden bir mücadele ve çatışma kaynağıdır. Benzer şe­kilde, ister halklarla ister bireylerle ilgili olsun, ekonomik alan bir çı­karlar alanı olarak kalır ve böyle de kalmak zorundadır. Özellikle Ba­tı, Doğu ile anlaşmaya bir temel sağlamak için sanayiye, modern bili­me —ki sanayiden ayrı olamaz- bel bağladığından daha fazla bel bağ­layamaz. Eğer Doğulular bu sanayiyi, geçici de olsa sıkıntah bir zorun­luluk olarak kabul etme noktasına gelirlerse -ki bu sanayi onlar için daha fazlası olamaz- işte ancak bu onları Batı’nın işgaline direnmeye ve kendi varlıklarını korumaya imkân veren bir silâh olacaktır. İşlerin başka türlü iyi olmayacağım anlamak önem arz etmektedir. Kendile­rini Batı ile ekonomik rekabet beklentisine veren -her ne kadar böyle bir faaliyetten nefret etseler de- Doğulular bunu ancak tek bir amaç­la yapabilirler: Kendilerini kaba güce, yani sanayinin kendi tasarrufu­na aldığı maddî güce dayalı yabancı hâkimiyetinden kurtarmak. Şid­det şiddeti doğurur; ama bu alanda çatışmayı arayanın Doğulular ol­madığı kabul edilmelidir.

Ayrıca, Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler meselesi yanında, endüst­riyel gelişmenin en bariz sonuçlarından birisi savaş makinalarının sü­rekli mükemmelleştirilmesi ve yıkıcılıklarındaki müthiş artıştır. Sade­ce bu dahî bazı modern “ilerleme” hayranlarının barışsever rüyaları­nı yıkmaya yeter. Ancak bu rüyacılar ve “idealistler” uslanmaz ve saf­dillikleri sınır tanımaz görünmektedir. Bugünlerde o kadar moda olan “insanseverlik” kesinlikle ciddiye alınmayı bak etmemektedir. Fakat tuhaf olan şu ki insanlar savaşın sebep olduğu yıkımların her zaman- kinden büyük olduğu bir zamanda savaşa son verilmesinden bahsederken bunu sadece yıkın araçlarının çoğalması sebebiyle değil aynı za­manda savaşların artık, tamamen profesyonel askerlerden oluşan nisbeten küçük ordular arasında yapılmayıp iki taraftan da -savaştan hiç anlamayanlar da dâhil olmak üzere- bireylerin ayrım yapmadan bir-i birlerine saldırması sebebiyle yapmaktadır. Burada da günümüz kafa karışıklığına dair tipik bir örnek bulunmaktadır ve gerçekten de onu düşünmeye zahmet eden herkes için şu husus hayret vericidir: “Kitlesel askere çağrı” veya “genel seferberlik” oldukça doğal bir şey olarak görülmekte ve çok az istisna hariç, herkesin zihni “ordu millet” fikrini kabul etmektedir. Bunda da sadece sayıların gücüne olan inancın sonu­cu görülmektedir: Devasa savaşan kitleleri harekete geçirmek modern medeniyetin nicel karakteri ile uyumludur. Aynı zamanda, bu şekilde, “zorunlu eğitim” gibi kurumlar aracılığıyla “eşitlikçilik”in talepleri de karşılanmış olmaktadır. Şu da eklenmelidir ki bu genelleştirilmiş savaş­lar bir başka özellikle modern olgunun ortaya çıkması ile mümkün ol­muştur.

Bu olgu “milletler”in oluşumudur ki bu da bir taraftan feodal düzenin yıkılmasının diğer taraftan da eşzamanlı biçimde Ortaçağ Hı­ristiyan âleminin yüksek birliğinin parçalanmasının bir sonucudur. Bi­zi çok uzak noktalara götürecek bir konuyu değerlendirmek için dur­maksızın şunu ifade edelim: İşler daha da kötüleşmiştir ve bunun se­bebi, normal şartlarda etkili bir hakem olması ve tabiatı gereği, siyasî düzene ait bütün çatışmaların üzerinde bir konum işgal etmesi gereken manevî otoriteyi tanımayı reddetmektir. Manevî otoriteyi reddetmek de pratik maddeciliğin bir örneğidir. Teoride böyle bir otoriteyi tanı­dığını iddia eden kimseler dahi pratikte ona, tıpkı dini günlük haya­tın ilgilerinden uzakta tuttukları gibi, toplumsal alanda gerçek bir etki veya müdahale gücü vermezler. İster kamusal ister özel hayatta olsun, hâkim olan aynı zihinsel tavır budur.

Çok nisbî bir bakış açısından olsa da maddî gelişmenin belli avan­tajlar sunduğu kabul edilse dahi, yukarıda açıklaya geldiğimiz sonuçları göz önünde bulundurmak süreriyle, bu avantajların karşısındaki deza­vantajların daha ağır basıp basmadığını pekâlâ sorabiliriz. Biz karşılaş­tırılamaz şekilde daha değerli olup da bu tip bir gelişmenin hatırına fe­da edilen pek çok şeyi, unutulmuş yüksek bilgi şekillerini, yok edilmiş aklîliği ve kaybolmuş maneviyâtı düşünmüyoruz. Modern medeniyeti özünde olduğu şey olarak alıp kabul ettiğimizde, meydana gelen şey­lerin avantajlarım ve dezavantajlarını karşılaştıracak olursak, sonucun, kâr zarar hesabı yapıldığında, olumsuz çıkacağı iddia edilebilir. Şu an gittikçe artan bir hızla çoğalan icatlar çok daha tehlikelidir, çünkü icatlar gerçek doğası onları kullanan insanlar tarafından bilinmeyen güçleri devreye sokmaktadır.

Bu da modern bilimin bilgi olarak, yani fiziksel âlemle sınırlı olduğunda dahi, açıklayıcı bakış açısından değersizliğini kesin biçimde ispatlamaktadır. Aynı zamanda, bu mülâhazaların hiç- bir şekilde pratik uygulamaları kısıtlamadığı gerçeği bu bilimin tarafsız olmaktan uzak olduğunu ve araştırmalarının gerçek objesinin sanayi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu icatların -hatta insanlar için ölümcül bir rol oynamak maksadıyla tasarlanmamış, ama yine de pek çok felâkete ve yeryüzünün ekolojisinde beklenmedik rahatsızlıklara sebep olan icatların— böylesi tehlikesi tahmin edilemeyecek ölçüde büyümeye devam edeceğinden, modern dünyanın, henüz daha zaman varken mevcut çok tehlikeli gidişini durdurmazsa, belki de bu araçlar sayesinde kendi yıkımını getirmekte başarılı olacağını çok da uzak olmayan bir tahmin olarak söyleyebiliriz.

Fakat modern icatları tehlikeli olmaları temelinde eleştirmek yeterli değildir ve bundan daha fazlasını yapmalıyız. İnsanlar ilerleme adını vermeye alıştıkları şeylerin “yararlanandan bahsediyorlar ve insan ancak ilerlemenin sırf maddî türden olduğuna işaret etmeye özen gösterdiğinde böyle bir yaran kabul eder. Ama oldukça yüksek ve değerli görülen bu faydalar genelde aldatıcı değil midir? Bugün insanlar “refahlarını bu araçlarla artırdıklarını iddia ediyorlar. Bizim inancımıza göre onların hedefledikleri bu amaç, gerçekten ulaşılacak olsa dahi, bu kadar çok çaba harcamaya değmez. Fakat aynı zamanda, bu hedefe ulaşıldığı son derece tartışmalı görünüyor. Birinci olarak, bü-
tün insanların aynı zevklere ve aynı ihtiyaçlara sahip olmadığı ve herşeye rağmen modern koşuşturmacadan/dur durak bilmezlikten ve hız çılgınlığından kaçınmak isteyip de artık bunu yapacak durumda olmayan pek çok insanın olduğu dikkate alınmalıdır.

Bu insanlara tabiatlarının tamamen tersine olan bir şeyi empoze etmenin bir “yarar” olduğu savunulabilir mi? Bu soruya şöyle bir cevap verilecektir: Bugünlerde böylesi insanların sayısı azdır ve bu yüzden onları ihmal edilebilir bir azınlık olarak görmek savunulabilir. Nitekim siyaset sahasında çoğunluk azınlıkları ezme hakkını kendinde görmektedir ve çoğunluğun gözünde azınlığın açıkça var olma hakkı yoktur, zira onların bizatihi varlığı 'eşitlikçi' tek-biçim arzusuna muhalefet etmektedir. Ancak insanlık bir bütün olarak alınır ve bakışlar sadece Batı dünyasının sakinler ile sınırlandıramazsa, mesele farklı bir cihet kazanmaktadır. Bir an ön. cenin çoğunluğu şimdi azınlık olmamış mıdır? Ama bu durumda artık aynı argüman kullanılmaz ve özel bir çelişki ile, “eşitler” kendi meçle, niyetlerini kendi “üstünlükleri” adına dünyanın geri kalanına empoze etmeye ve kendilerinden hiçbir şey istemeyen insanlar arasında sıkıntı çıkarmaya çalışır.

Bu “üstünlük” sadece maddî anlamda var olduğun­dan, onun en kaba araçlarla empoze edilmesi doğaldır. Onun hakkın­da bir yanlış anlaşılma olmasın: Genel kamuoyu “medeniyet” bahane­sini tam bir iyi niyetle kabul ederse, onu sırf bir ahlâkçı ikiyüzlülüğü ve kendilerinin işgal planlarına ve ekonomik kaygılarına bir kılıf ola­rak görecek kimseler de vardır. Bu kadar çok insanın, bir halkı köleleş­tirmek ve onları bir başka ırk için tasarlanmış âdet ve kurumlan zorla benimsetmek ve kendilerine hiç faydası dokunmayacak şeyleri elde et­meleri için onları en sevimsiz meslekleri edinmeye mecbur etmek yo­luyla en çok değer verdikleri şeyi, yani medeniyetlerini, ellerinden çe­kip almak süreriyle mutlu ettiklerine inandığı zamanlar gerçekten de ne garip zamanlardır! Ne var ki günümüzde durum tam da budur: Mo­dern Batı insanın daha az çalışmayı ve daha azıyla yaşamaya razı olma­yı tercih etmesi fikrine tahammül edemez. Sadece nicelik önemli oldu­ğundan ve duyuların kavrayışından kaçan her şeyiırVar olmadığı iddia edildiğinden maddî şeyler üretmeyen herkesin “aylak” olması gerekti­ği varsayılmaktadır.

Bu meselede genelde Doğululara yöneltilen eleş­tiriyi hiç dikkate almayalım ve Avrupalıların sözümona dinî çevreler­de dahi kendi dinî tefekkür tarikatlarına yönelik takındıkları tavrı göz­lemleyelim. Böylesi bir dünyada aklîliğe yahut sırf derûnî tabiata sa­hip bir şeye artık yer yoktur; çünkü bunlar ne görülebilir ne dokunulabilir, ne tartılabilir ne de sayılabilirdir. Tamamen anlamsız olanları da dâhil olmak üzere bütün biçimleri ile sadece dış eyleme yer vardır. Ayrıca, İngilizlerin “spor”a ilgisinin her geçen gün artması da şaşırtıcı değildir. Modern dünyanın ideali kas gücünü son sınırına kadar geliş­tirmiş “insan hayvam”dır. Modern dünyanın kahramanları, kaba-saba olsalar dahi sporculardır. Halkın coşkusunu kabartan sporculardır ve kalabalığın ateşli ilgisine hâkim olan onların üstün başarılarıdır. Böyle şeylerin mümkün olduğu bir dünya gerçekten derine batmıştır ve so­nuna yaklaşmış görünmektedir.

Fakat bir an için kendimizi ümitlerini maddî refah idealine bağla­mış ve bu yüzden modern “ilerlemecin hayata sunduğu iyileştirmelerle sevmen kimselerin yerine koyalım. Bu kimseler aptal yerine koya­madıklarından emin midirler? Bugün insanların sırf daha hızlı-ulaşım araçları ve benzeri şeyler kullandıklarından ya da daha çalkantılı ye kar­maşık bir hayatları olduğundan dolayı bugün önceden olduklarından daha müftu olduğu doğru mudur? Hakîkat tam tersidir. Huzursuzluk hiçbir gerçek mutluluğun şartı olamaz. Ayrıca insanın ihtiyacı çoğal­dıkça bazı şeylerden yoksun olma ve dolayısıyla mutsuz olma ihtima­li artmaktadır. Modern medeniyet daha büyük yapay ihtiyaçlar yarat­mayı hedeflemekte ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her zaman, karşı­layabileceğinden fazla ihtiyaçlar yaratacaktır; zira böyle bir gidişat bir kez başlatıldıktan sonra durdurulması çok zorlaşır ve gerçekten de bir aşamada değil de diğer bir aşamada durdurmanın bir sebebi yoktur, in­sanlar için önceden var olmayan ve asla hayâl dahi etmedikleri şeyler olmadan yaşamak sıkıntı değildi.

Buna karşılık şimdi o şeylerden mah­rum kaldıklarında sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar; zira onları zorun­lu ihtiyaçlar olarak görmeye alıştılar ve bunun sonucunda o şeyler ger­çekten de onlar için zorunlu ihtiyaç halini aldı. Sonuç olarak var güç­leriyle, kendilerine anladıkları tek tür olan maddî tatmin sunacak şey­leri elde etmeye çalışıyorlar. “Para kazanmaya” yoğunlaşıyorlar; çün­kü bu şeyleri almalarına imkân verecek olan paradır. Ne kadar çok sa­hip olurlarsa o kadar çok arzu ediyorlar; çünkü sürekli yem ihtiyaçlar keşfediyorlar, ta ki bu arayış onların hayatta tek amaçları haline geli­yor. Dolayısıyla bazı “evrimciler”in “var olma mücadelesi” adı altında bilimsel bir yasa değerine yükselttikleri vahşî rekabet, ki mantıkî sonu­cu sadece en güçlü olanın, yani mümkün olan en dar maddî anlamıy­la en güçlü olanın var olma hakkına sahip olmasıdır. Yine, kendileri­ne servet ihsân edilmemiş kimselerin servet sahibi kimselere karşı his­settiği kıskançlık ve hatta nefret...'

Kendilerine eşitlikçi teoriler vaze­dilen insanlar nasıl olur da çevrelerinde en maddî eşya düzeninde, ya­ni kendisine karşı en hassas olmak zorunda oldukları düzende eşitsiz­lik gördüklerinde tepki göstermezler?

Eğer modern medeniyetin kitle­lerde uyandırdığı uygunsuz iştahların baskısı altında bir gün yıkılması mukadder ise, modern medeniyetin temel kötülüğünün adil cezası­nı görmemek için veya ahlâkî değerlendirmede bulunmaksızın modern bilimin fiilinin o fiilin icra edildiği aynı alandaki sonuçlarım ifade etmek için kişinin kör olması gerekir. Incil’de şöyle yazılıdır: “Kılıca sarılan herkes kılıçla helâk olacaktır.” Maddenin vahşî güçlerini serbest bırakanlar aynı güçler tarafından ezilerek helâk olacaklardır; onlar o güçleri aceleyle harekete geçirdiklerinde artık onların efendileri değildirler ve ölümcül seyirlerine başlatıldıktan sonra onları bir daha geri tutamazlar. Tabiatın gücü veya kitleler halindeki insanların gücü veya ikisinin birlikte gücü pek fark etmez; çünkü her üç halde de devre­ye giren ve maddeye üstün gelmeden bu üçünü yönlendirebileceğine inanan kimseleri acımasızca yok eden maddenin yasalarıdır. Incil yine Şöyle der: “Bir ev kendi içinde bölünmüşse, ayakta duramaz.” Bu de­yim, tabiatı gereği kavgaya ve her yönden bölünmeye sebep olmama­sı imkânsız olan modern dünya ve onun maddî medeniyeti hakkından doğrudan geçerlidir. Bundan sonucu çıkarmak çok kolaydır ve kısa za­man içinde işleri tam tersi istikamete çevirmek şeklinde köklü bir deği­şiklik olmazsa mevcut dünyamızı acı bir sonun beklediğini öngörebil­mek için daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktur.

Bazı kimselerin bize karşı, modern medeniyeti ve onun maddeci­liğini anlatırken onu [modern medeniyeti] bir derece de olsa hafifle­tecek belli unsurları zikretmediğimiz şeklinde bir serzenişte buluna­cağını çok iyi biliyoruz. Gerçekten de böylesi unsurlar bulunmasaydı, bu medeniyetin acınacak biçimde çoktan yok olması kuvvetle muhte­meldir. Bu yüzden böylesi unsurların varlığını hiçbir şekilde tartışmı­yoruz. Ama aynı zamanda yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu başlık altına farklı felsefî hareketleri, örneğin “ruhçuluk”u, “idealizm”i veya çağ­daş akımlar arasında “ahlâkçılık” veya “duyguculuk” biçimini alan her­hangi bir şeyi dâhil etmemiz yanlış olacaktır. Bu meseleleri yukarıda yeterince tartıştık ve sadece bu zihin tutumlarının bize göre teorik ve­ya pratik maddecilikten daha az kutsal-dışı/dünyevî olmadığını ve ger­çekte maddecilikten ilk bakışta göründüğünden çok daha az uzak ol­duğunu zikredelim. Diğer taraftan, eğer gerçek maneviyâtın bazı ka­lıntıları korunmuşsa da-ancak modern bakışa rağmen ve modern ba­kışın hilâfına olabilir. Dar anlamda Batılı unsurlar dikkate alınırsa, bu maneviyât kalıntılarının hâlâ bulunabileceği yer sadece dinî alandır- Ancak içinde yaşadığımız zamanda din algısının  ne kadar çekilip da­raldığına, mü’minlerin dahi dinle ilgili olarak ne kadar yüzeysel ve vasat bir fikir oluşturduklarına ve dinin gerçek maneviyât ile bir ve aynı şey olan akklîliğmden ne oranda soyutlandığına yukarıda işaret etmiş­tik.

Bu şartlar altında bazı ihtimaller hâlâ var ise, bu ihtimaller ancak bilkuvve olarak vardır ve hâlihazırda gerçek etkileri çok azdır. Bunun­la birlikte, bir tür sanallığa çekilse dahi, kendisini boğmak ve yok et­mek için birkaç yüzyıldır yapılan girişimlere rağmen varlığını korudu­ğu görülünce bir dinî geleneğin gücüne hayran kalınır. Ve insan bunun hakkında durup düşündüğünde, bu tür bir direnişle ilgili olarak, insan gücünden fazlasının varlığına işaret eden bir şeyler olduğu açıktır. An­cak bir kez daha tekrar edelim ki söz konusu gelenek modern dünya­ya ait değildir ve modern dünyanın kurucu unsurlarından birisini oluş­turmaz; bilakis modern dünyanın bütün eğilimlerinin ve özlemlerinin tam tersidir. Bunu açıkça söylemek ve aldatıcı uzlaştırmalar aramamak gerekir. Kelimenin gerçek anlamında dinî bakış açısı ile modern zihin tavrı arasında ancak düşmanlık olabilir. Bir taviz ancak dinî bakışı za­yıflatır ve modern zihin tavrını güçlendirir ve bu tavizle modern zih­niyetin düşmanlığı azalmayacaktır, çünkü modern zihniyet insanlıkta­ki insandan üstün bir gerçekliği yansıtan her şeyi tamamen yok etme­yi arzulamaktan kendini alamaz.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söylenir, ama bu bir yanılgıdır; modern bakış Hıristiyanlık karşıtıdır, çünkü modern bakış öz itibarı ile din karşıtıdır. Yine modern bakış daha da geniş anlamda din karşıtıdır, çünkü gelenek karşıtıdır. Bu da ona özel karakterini veren ve olduğu şey olmasını sağlayan hususiyetidir. Şurası kesindir ki Hıristiyanlık’tan bir şeyler zamanımızın Hıristiyanlık karşıtı medeniyetine girmiştir ve bu­nun sonucunda bu medeniyetin en “ilerlemiş” temsilcileri -ki onlar ken­dilerini kendilerine has dilde böyle isimlendirirler- dahi gayr-i ihtiyarî ve belki de farkında olmadan dolaylı biçimde de olsa belli bir Hıristi­yan tesire maruz kalmaktan ve maruz kalmaya devam etmekten kendi­lerini alamamışlardır. Durum bu minval üzeredir, çünkü geçmişten ko­puş ne kadar köklü de olsa hiçbir zaman tam bir kopuş halini almaz ve devamlılığı engelleyecek noktaya varamaz. Daha ileri giderek diyeceğiz ki modern dünyada değerli olan ve hâlâ var olan her şey modern dün­yaya her hâlükârda Hıristiyanlık’tan ve Hıristiyanlık kanalıyla gelmiş­tir. Hıristiyanlık kendisiyle birlikte önceki geleneklerin bütün mirasını erm e getirmiş ve o mirası Batı’nın şartlarının izin verdiği ölçüde canlı tutmuş ve kendi içinde hâlâ potansiyel imkânlarını taşımak tadır. Ama kendilerini Hıristiyan olarak isimlendiren kimseler arasın da dahi bu zamanda, bu imkânların tam olarak bilincine sahip birisi var mıdır?

Katoliklik içinde dahi /âhireti ikrar ettikleri inancın derin anla­mını kavrayan ve az,-çok yüzeysel bir biçimde ve akılla değil duygusal olarak inanmakla yetinmeyen ve kendilerinin olduğunu iddia ettikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” kimseler nerededir? Böylesi en azından birkaç insanın var olduğuna dair kanıt sevinçle karşılan* malıdır, zira bu Batı için en büyük belki de biricik kurtuluş ümididir. Ancak şimdiye kadar böyle hiç kimsenin varlığından insanları haberdar etmediği kabul edilmelidir. Acaba böylesi kimselerin tıpkı bazı Doğulu bilgeler gibi kendilerine ulaşılmaz bir yalnızlık halinde yaşadıkları dü­şünülebilir mi yoksa bu son ümit de sonunda terk mi edilmelidir? Batı Ortaçağlarda Hıristiyan’dı, ama artık değil. Batı’nın tekrar Hıristiyan olabileceği söylenecekse, bunu bizden daha ateşli biçimde isteyebile­cek kimse yoktur ve umarız Batı’nın yeniden Hıristiyanlaşması etrafta görülen her şeyin bizi farzetmeye götürecek olandan daha kısa bir za­manda gerçekleşir. Ama bu konuda kimse kendi kendini kandırmamalıdır. Bu olacak olursa, modern dünya felâha erecektir.



(*)Editörün notu: The Crisis of the Modern WorlcTun 7. Bölümü. îlk olarak Fran­sızca aslından 1927 yılında basılmıştır.

(**)XVIII. yüzyıldan önce Grek atomculuğundan Dekartçı fiziğe kadar “mekanist” teoriler vardı. Her ne kadar ikisi arasında daha sonraları bir tür ilişki doğura­cak birtakım yakınlıklar olsa da mekanizm materyalizm ile karıştırılmamalı­dır. [Editörün notu: Bu dipnot, Arthur Osbome çevirisinde yer alırken Mar- co Pallis çevirisinde yoktur.]



Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya Tasavvuru

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Temel Dünya TasavvuruMaddecilik – Mekanisism

I. Esâs: Akılcılık-Deneycilik

Yeniçağ Avrupasında örnek bilim orununa yükselip oraya yerleşen ‘mekanik nedensellik’ esâsına dayanarak çalışan ‘fiziğ’in yöntemi, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte hayatın bütün vechelerini sarıp sarmalayan ‘dünyatasavvuru’ olmağa yüz tutmuştur. Sözünü ettiğimiz ‘klasik fizik’ uyarınca, evrendeki süreçler ile 85 etkileşimler,‘makine’yi andırır, ‘makinevârî’ yürürler. Makinevârî yürüyen bir işleyişin, ‘uzman’ kişiçin gizli kapalı yönü, esrârengîz ve muammâlı tarafı yoktur. Makinevârî tarzda işleyen ezelî ve ebedî evren düzeninin temel birimiyse, zaman ile mekân koordinatlarında yer alan ölçülüp biçilebilen ‘madde’dir.

İşte,’ Klasik’, yânî Galileo– Newtoncu ‘mekanik’ten yahut ‘fizik’ten türetilmiş dünyatasavvuru, ‘Maddecilik– Mekanisism’ lakabıyla tanınmıştır. Maddecilik–Mekanisism dünyatasavvuru çerçevesinde yaşayıp eyleyen biriyçin karşılaşılan tekmil olaylar, ilkece, bilinmeğe açıktırlar. Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunamayan, ölçülüp biçilemeyen ne varsa, ilkece, ‘inanc’a taallûk eder. İnanca taallûk eden ne varsa, yine ilkece, saçmadır, dolayısıyla da kaale alınmağa değmez.

Zaman ile mekân bağlamında tesbît olunabilen, ölçülüp biçilebilen, giderek kişinin yararına açık görünenler, doğrudan doğruya yahut dolaylı olarak duyulara konu olanlardır. Şu durumda duyularötesi yahut duyudışı olduğu iddia olunanlar, lâfıgüzâf, böylelikle de abestirler. Maddecilik–Mekanisism, böylece, duyu verisi algılardan oluşmuş tasavvurların ortaya koyduğu Akılcı–Deneyci dünyayla sınırlı bir anlayıştır.Burada inanca, iytikâta, hele imâna; başka türlü söylersek, zaman ile mekân çerçevesini aşan, ölçüye, hesaba kitaba sığmaz; kısaca, ‘maneviyât’ diye deyimlendirdiğimiz ‘iç’e ilişkin ‘değerler ağı’n aslâ ve kat’a yer yoktur. ‘İçsiz insan’ ise, ‘nedensel zorunluluk’la Tanrıya bağlı değildir. Bu hâliyle ‘maneviyât’ boyutundan ârî olan insan,fizyolojik süreçler ile etkileşimlerin verisi ‘nefsî’ (İng psychic)132 bir varolan olarak her çeşit fizik-kimya araştırmaya, teşrîh ile açımlamaya uygundur. İnsanın embriyolojik– fizyolojik etkileşimleriyse, evrim sürecinden rastlantı sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bu da, ‘nefsî beşer’in ‘insanî cihet’inin bulunmadığını gösterir.

İşte, insanı beşerden ibâret sayan anlayışa ‘İnsancılık’ diyoruz. Öyleyse İnsancı insan anlayışı, yaratık yahut yaratılmış olmayan rastgele mekanik beşer görüşüyle çakışır. Kültürün üç esâsı vardır: Yaşamakçin zorunlu ihtiyâçların karşılanması hüneri ki, buna ‘zanaat’ denir; ve beşerin, hemcinsleri, canlı ile cansız doğal çevresiyle kaçınılmazcasına kurduğu ilişkiler ağı ki, bu da bize gelenekler ile görenekleri verir; ve nihâyet, Yunanlıların Arkhē dedikleri, esâsların da esâsı olan ‘inanç’lar ki, bunlar, İslâm terim dağarında ‘imân’ diye geçer. Canlıların yaradılıştan belirlenmiş gen düzenlerine karşılık, insanda süreklice inşâa olunan inançlar ile bunların teşkîl ettikleri nizâmlar bulunur. Kerterizlerini, ‘Kur’ânî Tebliğ’ misâli, doğrudan yahut Kamlıkta (Şamanlık) gördüğümüz gibi, dolaylı şekilde Tanrıdan alan inanç düzenlerine, geniş anlamda, din diyoruz.

Tarih boyunca ‘din’ ile ‘kültür’, anlamca örtüşmüşlerdir. Nitekim Arapcada kültür yahut medeniyet anlamına gelen tamaddun (OsmT temeddün), ‘din’le aynı söz kökünden gelir.Giderek, şehir devleti, kent anlamındaki ‘medîne’ ile ondan türetilmiş ‘medeniyet’ dahî bir köktendirler.Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin, önceki yahut çağdaşı medeniyetler ile kültürlerden bambaşkalığı, burada ilk defa insanlık âleminde din ile kültürün tümüyle ayrışmalarıdır. Daha doğrusu, din, kültürü oluşturan tabakalardan biri hâline gelmiştir. Nitekim, Karl Marx’ın iddiasına göre, din, üstyapı kurumlarından biridir. Kültürün, dine taallûk etmeyen öteki tabakaları dindışı (Fr séculaire) yahut uhrevînin (Fr divin) zıttı anlamında dünyevî (Fr profane) şeklinde tavsîf olunmuşlardır.

Dindışı kültürün en önemli özelliği, dinî olanın tersine, kendisine vucut veren inançların, çağdan çağa, ortamdan ortama ve bakış açısına göre değişime açık olmaları ve oluşturulmalarıdır. İlahî Tebliğle bildirilmiş mürâcaat noktalarına dayanılarak oluşturulmuş inançlar kutsaldır. Şu durumda kutsal kabul olunan inançların vucut verdikleri kültürün tamamı da kutsaldır. Duyumlanan olup bitenleri belirleyen görünmez bir güce kudrete inanılır ki, buna da ‘ruh’ denir. Ehlikitab olsun olmasın, hattâ Kamlık, Hinduluk, Burkancılık gibi, âşîkâr Tanrı fikrini taşımayanlar dahî dâhil olmak üzre, tüm dinlerin ortak paydası, alelıtrâk ruh kavrayışıdır. Herkes, zihin seviyesince, kendi beninde olduğu kadar, özge insanların, öyleki canlı ile cansız varolanlarda varsayılan benlerde de alelıtrâk ‘ruh’un tezâhürünü, bir biçimde, görmeğe gayret etmiştir.

Ruhumun kendisini bende duyuruşuna, hissettirmesine, ‘basîret’ diyoruz. Başka bir ifâdeyle, ‘basîret’, ‘iç görüş’tür, ‘gönül gözüyle görmedir’. ‘Gönül gözüyle görme’yse, kişiyi ‘içten’136 kılar. ‘Gönül gözüyle görerek’ benini ‘içten bilen’, ‘bilinçli’dir. ‘Bilinc’i kuran unsurlar, kişisel yorumlamalar suretiyle ‘imân’dan neşet ettirilmiş ‘inanç’lardır. İmân/lar, zamanla toplumsallaşarak inananların ortak paydası hâline gelir. İmânın yahut imânların, toplumda yaygınlaşıp ona mâlolmalarıyla birlikte, yorumlanmaları benler arasında farklılık gösterir. ‘Yorumlama’nın derecesi, toplumun zihin seviyesiyle doğrudan bağlantılıdır. Zirveye ulaştığı toplum çeşidiyse, ‘felsefîleşmiş medeniyet’tir. Orada artık, yorumlama, ‘eleştirel’ veche kazanmıştır. Felsefîleşmiş medeniyette en üst kertesine erişen zihin– kültür işleyişi, yozlaşmanın da başgöstermesine yol açan ana etkendir.

Felsefîleşmiş medeniyetleri, böylelikle infilâk edip ‘varını yoğunu’ fezâya ışıl ışıl saçarak en azından onun bir kesimini ışığa kesen yıldızalara benzetebiliriz. İmân ortaklığı, ‘benler’i biz kılar. O, sonuçta ‘biz’i ‘bizler’e, yânî ‘din kardeşliği’ne, önünde sonunda da ‘İnsanlığ’a götürür. Bunun yanındaysa, imânın anlaşılıp değerlendirilmesi ile yorumlanmasından zuhur eden ‘inanç farklılıkları’ndan da ‘özgün kişilik’ler doğar. ‘İmân’, ‘Mutlak İyi’nin, ‘Meşrûunun Kelâmı’na sorgusuz sorusuz bağlanmadır.

Bağlanılan İmâna halel getirmemek şartıyla, yine onun ‘yüzü suyu hürmeti’ne inançlardaki farklılıklar, hoş görürlürler. Mümîn, esâsların esâsı Allahın Vahdetine inanmanın yanısıra, imân yoldaşlarının farklı yaradılışları ile anlayışlarına dahî saygı gösterip güvenendir. ‘İçten bilen’e bilinçli demiştik. Birbirlerini ‘içten bilerek’ ve ‘sayarak’ ‘imân ipi’ne sarılmış bireylerden oluşmuş topluma Dayanışmacı– Toplumcu diyoruz. Benin dışında olup bitenlerin duyumlanarak algılanmalarıyla yetinen ‘bilme’ türüne ‘bilgi’ denilir. ‘Bilinç’, şu hâlde, ‘benin içerisi’ni ―ruhu―; ‘bilgi’yse, ‘bendışı’ndaki ‘satıh’ları ‘bilme’dir.

Yeniçağdan önceki kültürlerde, özellikle de medeniyetleşmiş olanlarda, bilgi de, öyleki kimisinde, onun felsefî anlamda sistemleştirilmiş durumunu ifâde eden bilim de vardı. Ancak, Ispanyol filosofu José Ortega y Gasset’in (1883 –1955) de bildirdiği üzre, “gerek tek tek bilimler gerekse bilimin kendisi Ortaçağda ikinci dereceden bir bilgi türü olarak kabul ediliyordu... Bir olayın, meselâ, optik tarafından tesbît olunup açıklanması, onun, henüz kabule şâyân gerçek olduğunu göstermezdi. Esâs olan, evvelemirde, ilahiyât ve bilâhare felsefedir... 1550lere değin bilimlerden beklenen dünyayı inşâa etmeleri değildi...”Peki, insan, neye yaslanarak yaşayabilmiştir. Ortega y Gasset’in “yaşayıp yaşatan akıl” (Isp “razon vital”) dediği, bizim ise ‘aklıselîm’ şeklinde deyimlendirdiğimiz bir mercie sırtını vermiş insanlar, ‘Yeniçağ’a değin yaklaşık iki yüz bin yıldır yaşayagelmişlerlerdir.

Aklıselîm, hissiselîm, zevkiselîm kişi, mütedeyyin138 insan olmuştur. ‘Aklıselîm’ sâhibi ‘mütedeyyin’ insan, haddini hududunu tanıyan kişidir. Böyle bir kimse, ‘salt akl’ın dahî nerelerden nerelere uzanabileceğini kestirir; tüm gerçekliğin onun kendi kavrayışına açık bulunmadığını kabul eder. ‘Salt akıl’la kavrayamayıp açıklayamadığı gerçeklik kesimlerine saygıyla, hattâ huşûula eğilir. Salt akıl, aklıselîm, hissiselîm ile zevkiselîm, aklın bölmeleridir. Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insan yaşamasında bu ‘bölmeler’ arasında karışıklık yahut saha ihlâlleri ortaya çıkarsa, buradan bunalım doğar.

İşte 1550lerden itibâren tam da böyle bir durum belirmeğe başlamıştır.139 Bu çarpıcı geçiş devrinin başta gelen etkeni,Galileo Galilei (1564 – 1642) ile onun abidevî eseridir. Gerçekten de Galilei’yi Orta ile Yeniçağların arasında sınır taşı gibi görebiliriz. Onunla, en azından, teorik düzlemde, uhrevî ile dünyevî yahut din ile dindışı kesimler arasında bir daha birleştirilememecesine keskin bir ayırım çizgisinin çekildiğine tanık oluyoruz. Onda başlayan bu ayırım çizgisi, René Descartes’ın elinde felsefî işlenmişliğin doruğuna erişecektir....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;87-90
Devamını Oku »

4-Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti ile Sermayeciliğin Tarihteki Konumu

İngiliz Yûhudîlık ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

İngiliz Yûhudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

''Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vücut vermesine rağmen, Hür Sermayeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî mahfil, milletler-üstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsile-i meratıp düzeni ile tavizsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belit bir kişinin, aile yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır. Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle serbestçe yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet nevinden hiçbir ayırım gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında ustun olanlar, yine de İngilizler olup onları Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur.

İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılan ingiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır.

Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi, meslek yahut hayır demekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî - gayrıresmî alt kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Dost kisvesi altında cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kabiliyetli akıllı, zekî ve tercihân soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi, ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler— çevreleri. Farmasonluk, gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar.

Tactique ve stratégiesiyle Farmasonluk, İngiliz-Yahudiliğin ana örnekliğini teşkil eder. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere ‘ihrâc ettiği’ değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere, muhafazakâr, maneviyâtcı ile silsile-i merâtipci olmasına ve kendisi için gizlilik ile câmia-içi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği, ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudiliğin, kendi dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetçi olmasına karşılık, başkalarının milliyetçiliği ile yurtseverliğini ırkçılık,giderek, Yahudî-aleyhdarlığı şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip kendisini temsîl eylediği öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği,eşitlikçilik ile cumhuriyetçilik fikirlerini ihrâc etmesine karşılık, kendisinin muhafazakârlık, silsile-i merâtib ile hükümdarlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içerisinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik ve gittikçe gerileyen derecede

Ingilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, kerih bildiklerini hedefteki özge toplumlara ‘yedirerek’onların mücâdele irâdelerini, dolayısıyla, dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.
Ingiliz-Yahudiliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle, öncelikle, İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da, millileştirilmiş Kilise durumundaki Anglikancılıktır.

Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre, İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupanın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştı.

ii- Din ile Dindışının Birbirlerine karşı Mevzilenişleri

Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse, ‘küllî irâde’ denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları Tebliğlerden birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş anlamda ‘dindar’ diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir iytikât düzenine uymağı reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz.

Nihâyet, tek tek olup bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun ‘mimar’ını tanımanın, nesnel, positiv şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır. Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr Athéisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar ile Tanrıtanımazların (Fr athée) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri cevaptadır.

İşte dar ile geniş anlamdaki ‘dindarlar’a hep birlikte Gerekirciler (Fr Déterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç Ulyanov, nâmıdiger Lenin’le (1870 – 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod’nun (1910 – 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan reddetmiştir.

Monod’ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir. Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın düşünürüdür. Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz.

Akıl–deney yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi görürüz. Ne var ki, Vahiy ve ‘iç sesimiz’, yânî vicdânımız ise, bize Mükemmelliği, başka türlü söylenirse, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellik ise, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesâdüf eseridir”, “kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim.

İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır. Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin aşılıp İlahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen bir husustur. Burada artık toptan görme ―basîret― bahis konusudur. Tarihe bilimsel tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu görmemize engel değildir.

Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden hakîm olunamaz. ‘Bilim’in üstü ve kaynağı ‘felsefe’dir. Onun fışkırdığı pınarsa, ‘hikmet’tir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan ‘hadsisâdık’tır. Tarihi incelerken sezgilerimiz bize önemli ölçüde yardım ederler. Sezgilerimiz, akılyürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde herkes biçimsel mantığın ana yolu olan akılyürütmeyi olağan bir orta ile yüksek öğrenim sonunda öğrenebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. ‘Biçimsel öğrenim’ bize ilkece şüpheye açık değişken ‘bilimsel’ yahut ‘fennî’ bilgilerin edinilmesini sağlarken, ‘tasavvufî eğitim’ insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân demek olan Hakkelyakîne ulaştırabilir.

Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum–siyâset şartları çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün ‘izdivâc’ından neşet etmiş günümüz medeniyet durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla dahî yer yer karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez. Tarafsızlık, ahlâksızlıktır.

Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür. Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden dünyamızdır. Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler, sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden – etki bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir.

İnşâa etmekten uydurmağa kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler yoluyla neden – etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır. Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde ilerilediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla becelleşip buna cevab aramışlardır. Onlar, tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı Avrupada biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün özge yörlerinde şekillenmedi?

Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique) sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı 176; nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha bir şaşırtıcı olmuyormu? Herbert W.Armstrong, bu hâli, “Vahiye göre Anglo-Saksonlar” başlıklı dikkate değer eserinde İlahî İnâyete bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831) ise, “Tarih Felsefesi Dersleri” başlıklı dev eserinde tarihin, ‘Maneviyât’ (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. ‘Dünya Maneviyâtı’nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin güneş misâli, doğudan doğup Batı Asyada en üst noktasına erişerek batıda kemâle erdiği görüşünü savunmuştur. Hegel’e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız inssanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) maneviyâtları (Alm Volksgeist) aracılığıyla Kendisini izhâr eder.

Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler, Hegel’in gözünde, Büyük İskender (356 – 322), Gaius Iulius Caesar (102 – 44) ile Napoléon Bonaparte (1769 – 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabîî ki bilmeden, “aklın bir hîlesi”ne âlet olurlar. Yine Hegel’e bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile hürriyet ilkelerinin gerçekleşmeleri (“Freiheitsverwirklichung”) yoluyla olur. Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerileme (“Fortschritt”) aşamalarını temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı durumlarda, gerileme (“Rückkehr”) başgösterir. İlerilemeyi durduran en önde gelen etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin (“dunkle Macht der Natur”) baskısına insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyyet ilkelerinin bayrakdârlığını yapan millet, tarihtedeki ilerilemenin de öncüsü sayılır.

Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdârlık tâkatını gösteremeyen milletler, hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler. Devlet geleneğinin Asyadan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin ―İslâmî terimlerle söylersek, ‘cüzî irâde’sinin― bilincine erişme mücâdelesini vermek suretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa185 nasîb olmuştur, diyor. Çağdan çağa ve toplumdan topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki insandan Tektanrılı Vahiy dini ―Hegel’in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır― sâyesinde ahlâk insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır.

Hür insan, konumunu Lutherci Islâhatcı (“Reformation”) hareket ve daha sonra Hürriyetcilikle (“Liberalismus”) pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün, doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından (“entgötterte Natur”), Lutherci Islâhat ve sonraki Hürriyetci hareketlerin sonucunda, Hegel’e kalırsa, insanın kendisi, kendisine karşı serbestce tavır alır hâle gelmiştir. Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu, doğanın, Hegel’in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer kılan sanayi devrimi olmuştur.

iii- Manevî İnsana karşı Maddî Beşerin Mevzilenişi

İşte, insanın, doğaya cephe alışı ve Sanayi devrimi doğrultusunda kendisini kendisine karşı âzât kılmasıyla, Hürriyetci–Sermâyeci anlayış, büyük bir ivme kazanmıştır. Bu eşi menendi görülmemiş gelişmelerin anahtarıysa, Yahudîlik ile İngilizliğin tarihî ittifâkında aranmalıdır. İnsanın, kendisine karşı kendisini âzât kılmasının ne anlama geldiğini gözden geçirdik. Bu yüzden aynı konuya burada dönmeyeceğiz. Yalnız, bu yolda onun, dur durak bilmez korkunç ilerileme marazına dûçâr olduğunu belirtelim.

Bireyler, tüzel topluluklar, şirketler ile milletler arasında kıyasıya, sonu belirsiz yarış başgöstermiştir. Yarış için yarış! İlk ve biricik hedef, kuvvete, kudrete, şana, şöhrete, servete kavuşmak. Hep daha çok; daha, daha fazla; çok daha fazla! ‘Önüme ne çıkarsa, devirir, basar, geçerim; ihtirâslarımın sonu sınırı yok!’ ‘Dünya benimdir ve sonunda her yanıyla, her şeyiyle bana kalacak!’ İmdi, Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir, bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır; çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’―; kısacası, daha önce belirttiğimiz üzre, tragique varlıktır.

Çıkarlarını yürütmek maksadıyla oldum olası kimsenin aklına esmemiş yollara başvurur. Fennî üstünlüğüne dayanarak kendisine karşı çıkanları, toptekneleri (İng gunboat), tank, top, uçak, yangın bombası neviinden gelişkin ateş gücü yüksek; kimyevî, biyolojik yahut çekirdeksel (Fr nucléer) bombalar gibi, maşerî yıkıcılığı olan silâhlarla sindirmiştir.

Bunların etkisi de, beklenin altında kalınca, başka müdhiş yöntemler denenmiştir: 1900lerin başında Çinlilere revâ görüldüğü gibi, kalabalık kitlelere zorla afyon yutturulmuştur. Ama bundan daha sinsisi dahî var: Felsefî sistemlerin çarpıtılmasından elde edilmiş ideoloji verisi, içi boş, dışıysa rengârenk kâğıtlarla allanıp pullanmış, sarıp sarmalanmış deyimler ve deyişlerle yığınla zihinlerin bulandırılması, uyuşturulup yozlaştırılması! Böylelikle insanın savaşma ile başkaldırma hassasına öldürücü darbe indirilmiştir.

5- Hür Sermâyeciliğin Yapma Seçeneği: Toplumculuk

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti, ana ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğe seçenek olarak Ortakmülkcülüğü oluşturmuş yahut oluşmasına el vermiştir. Bu yolla Hür Sermâyeciliğe esaslı bir seçeneğin doğması, vucut bulması önlenmek istenmiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin dışından çıkıp geleceği sanılırken, onun içerisinden beklenmedik bir bozuk ses yükselmiştir: Faşism. Hür Sermyecilik gibi, Toplumculuk ve onun türevi, Ortakmülkcülük de, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin temel dünyatasavvuru olan Maddecilik– Mekanisismden esinlenerek biçimlenmiştir. Muhâfazakârlığa karşı olup ilerici– hamlecidir.

Yine Sermâyecilik gibi, iktisâdı ilahlaştırır. Bu esâslı ortak özelliklerin yanında, Toplumculuğun, özellikle de, onun aslî uzantısı olan Ortakmülkcülüğün, Sermâyecilikten ayrıldığı hususlar elbette var. Aksi tadîrde, nasıl seçenek olurdu? Nitekim, ‘birey’in ‘bireysel benliğ’ine çakılıp kalmağı derpîş eden Sermâyeciliğin tersine, Ortakmülkcülük, ‘toplumsal benliğ’e sıçramağı —üretim ile tüketim ilişkilerinden hız alıp bunların şartlarını değiştirmeği— öngörür: Devrim. Bununla İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Hürriyetcilik–Sermâyecilikten memnun değilseniz, buyrun işte, size seçenek ideoloji, Toplumculuk yahut Ortakmülkcülük!’, demek istemiştir.

Nasıl birincisini Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), David Hume, Adam Smith gibi İngiliz filosofları biçimlemişse, ikincisini, Almanyada doğup büyümüş olmakla birlikte, asıl zihin olgunluğuna İngilterede ulaşmış Karl Heinrich Marx belirlemiştir. İngiliz tarihini kendisine örnek alarak bunun bir bakıma türevi şeklinde görünüme çıkmış Sermâyeciliği irdelemiştir. Çıkardığı sonuçları Avrupa, hattâ dünya çapında yaygınlaştırarak insanlığın geçmişteki aşamalarını değerlendirip bunlardan hareketle geleceğe ilişkin tahminler yürütmeğe çalışmıştır.

Karl Marx, klasik mekaniğin öngördüğü bilimsellik incelemelerini yürütüp sonuç çıkarmağa çaba harcamıştır. İleride, tarafdarları ile aleyhdarlarınca kendisine yakıştırılacak heyecân ile duygu dolu nitelemelerden, az önce söylediklerimizden de anlaşılacağı üzre, Karl Marx, vâreste tutulmalıdır. Karl Marx, bilimsel, duru, seçik akılyürütme tutumunun gerektirdiği biçimde araştırmalarını dar çerçeveden genişe doğru yürütmüştür. Sonuçta, ona bakılırsa, Toplumculuk, Sermâyeciliğin rakîbi veya seçeneği olmayıp “Tarihî maddecilik gereği devâmı”dır. İngiltereden Kıta Avrupasına, oradan da yeryüzünün öbür illerine ellerine yayılacağını iddia etmiştir.

Böyle bir oluşumun başgöstermesi, ancak o dönem İngilteresinde varolmuş maddî ile zihnî şartlar çerçevesinde mümkündür. Nitekim zamanla Toplumculaşmış Sermâyecilik yahut Sermâyecileşmiş Toplumculuk —: Toplumsal halkidâresi (Fr Démocratie sociale)—, İngiltere ile benzeri Kuzey batı Avrupa ülkelerinde yer edinmiştir. Bu ülkelerde siyâsî düzen, toplum devleti (Fr Etat social) şeklinde nitelenmiştir. Gerek Rusyada gerekse onun zoru ve desteğiyle başka memleketlerde zuhur etmiş ve dar anlamda Rus siyâsî ve askerî yayılmacılığının aracı ve âleti olmuş Leninci-Stalinci Ortakmülkcülük, yânî Bolşeviklik, İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘mimarbaşları’nca yahut başka bir deyişle ‘iyi-saatte-olsunlar’ca öngörülmemiş bir ârızadır, kazadır.

6- Öngörülmemiş Tepkiler: Beşerî Akıl Temelli Maddecilik–Mekanisism Dünyatasavvuruna karşı Romantiklik - İdealism ve Sermâyecilik ile Milletlerarası Toplumculuk İdeolojilerine karşı da Faşism ile Millî Toplumculuk

i- Duygu–Heyecân temelli Organisism–Romantiklikten çıkan yol

Faşism ile Millî toplumculuk, kendilerini doğurmuş bulunan Romantiklik– İdealismle birlikte, İngiliz-Yahudî medeniyetince öngörülmemiş bir diğer kaza olup onun dünyatasavvuru durumundaki Maddecilik–Mekanisism ve bilâhare ideolojileri olan Sermâyecilik ile Toplumculuğa karşı meydana getirilmiş ve şiddeti gittikce artmış tepkilerdir. Doğanın, matematik tekanlamlılığını, heyecânsızlığı ile tarafsızlığını temel almış Galilei–Descartes–Newton bilim anlayışından hareket eden dünyatasavvuruna karşı Giambattista Vico (1668 – 1744), özellikle “Milletlerin Doğal Hukukunun Tekrar İkâme olunacağı bir Başka Sistemin İlkelerinin Yardımıyla Milletlerin Doğası hakkında Yeni bir Bilimin İlkeleri” başlıklı eserinde insanı ve tarih çerçevesinde biçimlenmiş değerlerini esas almıştır.

Bunlar, ilk bahsolunan Maddeci–Mekanisist ve Akılcı olanların tersine, düpedüz akılla izâhı mümkün olmayan manevî değerlerdir. “Latin Dili esas alınmak suretiyle İtalyanların en eski Bilgeliklerinin Sergilenmesi” başlıklı kitabındaysa, bu çeşit değerleri paylaşan toplumların tarihte milletleşebildiklerini öne sürmüştür. Vico, René Descartes’ın “cogito ergo sum” (“düşünüyorum öyleyse varım”) vargısının, analizci tarzda elde edilemeyeceğini; bunun, bilinçte, giderek, toplum benliğinde bitip serpildiğini, neşvünemâ bulduğunu savunmuştur. Doğaya da, kişinin, tarafsız, ilgisiz bakışla yönelemeyeceğini; tersine, toplumun etkisiyle kazanmış olduğu bilinçle yol alabileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle çağdan çağa, toplumdan topluma farklılık gösteren doğa görüşleri tarih sahnesini doldurmaktadır.

Mutlak kesin Bilgi —Hakkelyakîn— yalnızca Allahtadır. Ona yakınlaşıldığı ölçüde bilgilerdeki görelilikler giderilebilinir. Şu hâlde bilgilenme bir akılyürütme ile gözlem sürecine tâbîyken, ‘irfânî nurlanma’ ânlık sezgi verisidir. Tanrının evrensel düzeni, insanlık âleminde devlet nizâmıyla görünüme çıkar. Aydınlanmacı–İnsancı–Laik zihniyetin, merkeze çektiği ‘birey’ kavrayışına karşı, başta, Vico’da tanık olduğumuz üzre, Tanrı – Devlet esaslarına dayanan bir anlayışın geliştiğini görüyoruz. Bu anlayış, “Fırtına ve Hamle” diye Türkceleştirebileceğimiz (Almanca) “Sturm und Drang” hareketi altında tanınan ve Organisism dünyatasavvurunda esaslanan Romantik akım çerçevesinde 1770'den itibâren Almanyada yer edinip yayılmağa başlamıştır. Maddeci–Mekanisistlerin biçimsel aklın verisi kabul ettikleri değerlerin reddolunup bakîr doğaya geri dönüşü taleb eden, bu cümleden olmak üzre, sanayileşmeğe tepki gösteren hareketin, duyguyu,sezgi ile gönlü dikkatlerinin odağına çeken Romantiklerin indinde, yer aldığına tanık oluyoruz.

ii- Romantiklikten Faşisme

Geleneksel yaşama biçimlerinden köylülük, toprağı işlemek arzusu ve bunlardan neşet etmiş —doğayı sevip özlemek, dostluk, dayanışma, maddiyâta sırt çevirmek, savaşcılık, mertlik türünden— kadîm değerleri yüceltmek eğilimi, benden ziyâde biz için mücâdele etme irâdesi ağır basar olmuştur. İktisâttaysa, tüketim ihtiyâçları yelpâzesini —fabrikalaşma— habire rekâbeti alabildiğine kamçılayan Sermâyeciliğe karşı usta – çırak ilişkisi çerçevesinde gelişen küçük üretim birimleri —zanaate dayalı imâlathâne— arasında oluşturulmuş dayanışma teşkilâtlanmasını esâs almış Korporatism191 ikâme edilmeğe çalışılmıştır.

Kısacası söz konusu akım, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren Kuzey batı Avrupada başgösteren ve 1789 Devrimiyle artık elle tutulur, gözle görülür duruma giren yeniliklere, Yenilikciliğe karşı tepki hareketidir. Bundan dolayı da Tepkici yahut geçmiş ve ‘altın çağ’ diye anılan bir devire geri dönülmek istendiğinden, Gerici şeklinde adlandırılmıştır. Bahse konu hareketin ideoloji hâlini alması İtalyada olur: Faşism.

Bu ideoloji, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Giuseppe Garibaldi (1807 – 1882) gibi Millîyetci ihtilâlciler ile Gabriele D’Annunzio (1863 – 1938) neviinden şair–düşünürlerin İtalyayı ecnebîlerin işğâlinden kurtarma ile birleştirme savaşlarında biçimlenmiş; Yirminci yüzyılın ilk yarısında da, öncelikle Vilfredo Pareto’nun (1868 – 1913) Fransızca kaleme almış olduğu “Cours d’Economie Politique” (“Siyâsî İktisât Dersleri”) ve anadilinde yazdığı “Manuale d’Economia Politica” (“Siyâsî İktisât Elkitabı”) ile “Trattato di Sociologia Generale” (“Genel Sosoyoloji İncelemesi”) kitaplarında bellibaşlı siyâsî ile iktisâdî özelliklerini kazanmış; nihâyet, Fransız Devrimci sendikacısı Georges-Eugène Sorel’den (1847 – 1922) hatırı sayılır raddede etkilenmiş olan Önder (İ il Duce) Benito Mussolini’nin (1883 – 1945) siyâsî mücâdele düzleminde kemâle ermiştir. İtalyan Faşismi, kendisini Romanın devlet ile savaş düzeninin vârisi olarak ilân etmiştir.

Ne var ki, M.Ö. Birinci yüzyıl Romasından M.S. Yirminci yüzyılın İtalyasına köprülerin altından pek çok su akmış olduğundan, İtalyan milleti, asla Romalının savaşcı ciddîliği ile tertibine ayak uyduramamış; bu ülkünün fikir babalığı ile önderliğini üstlenmiş Benito Mussolini dahî, bir başbuğdan beklenecek gözüpek yalınkılınç yiğitlik ile kişilik tutarlılığını gösterememiştir. Faşism, Eflâtun’un Devlet – Toplum – Asker tıkızlığı ülküsünü gerçekleştirme gâyesine takılmıştır. Ancak, her millet, toplumsal kişiliği bakımından, böyle zorlu bir gâyeye erişecek güçte olmadığı vakıasını Eflâtun, kendi tecrübelerinden öğrendi.

Tarihte hiçbir filosofun beceremediği zor bir maceraya atıldı. Görüşlerinin —bilim felsefesinin terimiyle söylersek, ‘varsayımı’nın— geçerlilik derecesini öğrenmek amacıyla üç kere silâhlı mücâdelenin başını çekti. Bozgunla sonuçlanan denemelerinden hareketle Eflâtun, “Devlet”inde dile getirdiği düşüncelerini son eseri “Kanunlar”da değiştirdi. Mussolini de, milletinin ruh hâletini esâslıca tanıyıp Eflâtun’u bir filosof irfânıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle inceleseydi, ne kendisini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu. Sonun korkunçluğu, maddî olmaktan ziyâde, manevîdir. Ortalık günlük güneşlikken başlarının tâcı kıldıkları Önderlerini, talih rüzgârları ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna boğdular.

Kendisine has ayırdedici manevî, dolayısıyla da davranış özellikleri taşıyan bireye nasıl, ‘kişi’ diyorsak, benzer bir oluşuma tâbî olmuş toplumu da ‘millet’ diye anıyoruz. Kişiler gibi, milletlerin dahî ‘seciye’si (Fr caractère) vardır. İşte, burada kısaca tasvîr ettiğimiz bir Akdeniz milleti ile onun, daha ziyâde opera sahnelerine çıkmağa uygun Önderinin seciyesiydi. Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bîtâp düşmüş Führerin sonu, ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birlikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır.

Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce, ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz bâbından, bir de, çok güçlü bir zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği. Sonuçta, halkidâresinin, demokrasinin dağıtıcılığından, savrukluğundan kaçınayım derken, milletler, kendilerini istibdâdın kucağına, mutlak iktidarın bozucu etkilerini unutarak, bırakıverirler.

Buyrunuz: Ölümlerden ölüm beğeniniz! Faşism ile Millî toplumculuk, kendisinden hareket ettikleri zemîn itibârıyla, birbirlerine ters düşerler. Roma–Latin devlet anlayışının bağlandığı dil – kültür birliği kıstasını kendisine esâs ihdâs eden Faşism için saf ırk mülâhazasının önemi yoktur. Hangi soydan gelirse gelsin, kim Latinceyi anadil olarak kullanıyorsa, Roma yaşama uslubuna uygun yaşıyor, irâdesini benimsiyorsa, ve canla başla Roma devlet fikriyâtını içine sindiriyorsa, o, Romalıdır 193 düstûrundan hareket eden Faşism için devlet (L civitas) ülküsünü kişiliğinde canlandıran önderin çevresinde derlenip toparlanmış, dayanışma hâlinde bulunan, gözünü de budaktan sakınmayan esâsen gençlerden kurulu bir toplumun inşâaası, ulaşılması arzulanan amaçtır. Geçmiş nesillerin elinden çıkma ulvî değerlerin muhâfazası nice ağırlık taşıyorsa, Faşism için, gerek doğanın gerekse onun içerisinde gelişen insanın hâlisliğinin korunmasının da onca önemi vardır.

Şu hâlde her çeşit doğadışı, doğal olmayan tasarruf, bozgunculuk yahut sapıklık suçlamasıyla reddedilir. İktisâdî ve fennî, özellikle de sınaî gelişmeler, demekki doğanın bütünlüğü ile hâlisliğine, insanınsa nefs – beden saflığı ile sağlığına halel getirmemecesine gerçekleştirilmelidir. Buna bağlı olarak, insanın nefs – beden saflığı ile sağlığı, onun cinsiyeti ile zihin ve bünye durumu göz önüne alınarak geliştirilmeli düşüncesi eğitime esâs alınmak istenmiştir. Burada kız çocuğunun, ileride ailenin temel dayanağı olacak sâdık, iffetli ev kadını ve anne; erkeğin ise, ailesi ile topluluğunu geçindirip koruyacak faziletli, sözünün eri birey olması hedefi gözetilmişitr. Aynı devlet ülküsüne sâdık bireyler birbirlerinin vatandaşıdır (L civis). Roma devletinin bu ülküsü, Roma medeniyetinin, yavrularından Fransız kültürü yoluyla 1789 İhtilâlikebîrinin çarpıtılmış ruhuna sızabilmiş tek tük unsurlardan biridir: ‘Vatandaşlık’ (L civiles, cives; Fr citoyenneté)...

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;106-118

 

 
Devamını Oku »