Resulullah,Peygamber Olmadan Önce Bir Şeriata Bağlı mıydı?



Peygamber Olmadan Önce Bir Şeriata Bağlı mıydı?


Âlimler, kendisine vahiy gelmeden önce Peygamber Efendimiz in daha önceki peygamberlerin şeriatından birine bağlı olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı onun herhangi bir şeriata bağlı olmadığını söylemiştir: İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun (cumhûrun) görüşü böyledir, Bu görüşe göre, Resûlullah Efendimizin peygamber olmadan önce günah işleyip işlemediği söz konusu değildir, çünkü farz, vacip, müstehap, haram gibi dînî hükümler ancak emirler,yasaklar belli olduktan ve şeriat ortaya çıktıktan sonra söz konusu edilebilir.

"Bir Şerîata Bağlı Değildi" Görüşü

Resul-i Ekrem sallailahu aleyhi ve sellemin, peygamber olmadan önce, kendisinden evvelki peygamberlerden birinin şeriatına bağlı olmadığını kabul edenler de kendi aralarında farklı düşünmüşlerdir.

Ehl-i sünnetin keskin kılıcı ve sünnî akidenin önderi ünvanıyla anılan Eş ari kelamcısı ve Mâliki fakihi Kâdî Ebu Bekir el-Bâkıllanîye göre, Peygamber Efendimiz in daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı akılla değil,nakille bilinir; şayet bu konuda bir bilgi olsaydı, mutlaka nakledilirdi; zira böyle bir bilgiyi gizleyip saklamak mümkün olamazdı. Çünkü bu durum Resûl-i Ekrem'in hayatıyla ilgili en önemli meselelerden biri olduğu için, daha önce bağlı olduğu dine inananlar, “O bundan önce bizim şeriatımıza bağlıydı" diye övünürlerdi ve Resûlullah Efendimiz onları Islâm dinine davet ettiği zaman da kendisine: “Sen daha önce bizim dinimizde değil miydin, şimdi ne oldu da dinimizden vazgeçmemizi istiyorsun?" diye ona sorarlardı. Oysa bu konuda hiçbir haber nakledilmemiştir.

Âlimlerden bir kısmı, bir peygamberin kendinden önceki bir şeriata bağlanmasının aklen de mümkün olmadığını söylemiş ve: "Daha önce bir başka dîne mensup olduğu bilinen peygamberin sözüne inanılıp da ardasından gidilemez" demişlerdir. Bu görüş, bir şeyin iyi veya kötü olduğunun ancak akılla bilineceğini söyleyenlerin ileri sürdüğü bir görüş olup doğru değildir. Kâdî Ebu Bekir el-Bâkıllânî’nin de dediği gibi, iyi veya kötünün ne olduğu akılla değil, nakille bilinir.

Bir şeyin iyi veya kötü olduğunu din tesbit eder. Dinin emrettiği şeyler iyidir, yasakladığı şeyler ise kötüdür. Diğer bir söyleyişle bir fiil ve davranış din tarafından emredildiğı için iyidir, yasaklandığı için de kötüdür. İnsan aklını kullanarak iyinin ve kötünün ne olduğunu bilemez. İmam Bâkıllânî, aklın iyi dediği ve kötü kabul ettiği şeyin Allah katında da iyi veya kötü olmadığını söylemiştir.Ehli Sünnet alimleri;Hayatında hiçbir eğitim ve öğretim görmemiş kimse iki kere ikinin dört ettiğini bilir ama yalan söylemenin kötü, doğru söylemenin iyi olduğunu bilemez” demişlerdir. Öte yandan Mutezile başta olmak üzere bazı alimler ise iyi veya kötünün (hüsün ve kubhun) akılla bilineceğini ileri sürmüşlerdir.

Bir peygamberin kendinden önceki bir şeriata bağlanmasının aklen mümkün olmadığını söyleyenlerin görüşü doğru değildir. Şu üç misâl bunu ispatlamaya yeterlidir;

Hz. Musa, peygamber olmadan önce biri kendi kavminden diğeri düşman tarafından iki kişinin kavga ettiğini görmüş, kendi kavminden olanın yardım istemsi üzerini ötekine bir yumruk atarak onun ölümüne sebep olmuştu. Ardından bunu şeytanın yaptırdığını söyleyerek “Rabbim! Ben kendime yazık ettim. Beni bağışla!(Kasas,16) diye duâ etmişti. Hz. Mûsâ» adam öldürmenin şeytan işi ve günah olduğunu, Benî İsrail'den daha önceki bir peygamberin dinine mensup olduğu için bilmişti.

2.Diğer taraftan Hz. Lût, amcası Hz. İbrahim pey gamber olduğu zaman ona ilk inanan kimseydi, ‘’Lut,İbrâhime îmân etti.”(Ankebut,26) âyeti bunu göstermektedir. Daha sonra kendisi de peygamber oldu.

3. Burada Hz. İsa da anılabilir. O kendisine inanılan bir peygamberdi. Kıyamet yaklaşıp da yeryüzüne İndiği zaman» Peygamber Efendimize imân edecek ve Allah'ın kitâbını ve Resûlullah’ın sünnetini uygulayacaktır,’ De mek ki bir peygamberin bir başka peygamberin dinine mensup olmasında bir sakınca yoktur.

Bir Şeriata Bağlı Olduğu Bilinemez Görüşü

Bazı alimlerde Peygamber Efendimiz daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı konusunda bir şey söylememek ve bir hüküm vermemek gerektiğini söylemişlerdir. Zira Efendimiz’in daha önceki bir şeriata bağlı olduğunu da, olmadığını da akılla söylemek mümkün değildir;öte yandan bize Resülullah Efendimiz in daha önceki bir şeriata bağlı olup olmadığı konusunda da herhangi bir nakil gelmemiştir- Ünlü Eşari kelamcısı ve Şafiî fakihi İmâmül-Haremeyn Ebü l-Meâli el Cüveyni’nin görüşü böyledir.

"Bazı Durumlarda Bir Şeriata Bağlıydı" Görüşü


Üçüncü bir grup âlim de Resûlullah Efendimizin işlerinde ve ibâdetlerinde daha önceki şeriatlardan biriyle amel ettiğini söylemiştir. Daha sonra bu âlimler, acaba Peygamber Efendimizin hangi şeriata bağlı olduğu bilinebilir mi, bilinemez mi şeklinde farklı görüşlere sahip olmuşlar; kimi bunun bilinemeyeceğini söyleyip susmayı tercih etmiş, kimi de bunu bilmenin mümkün olduğunu söyleme cesâretini göstermiş, onlardan da kimi Hz. Nûh’un, kimi Hz. İbrahim’in, kimi Hz. Mûsâ’nın, bir kısmı da Hz. İsa'nın dinine tâbi olduğunu söylemiştir. Bu konuda mezheplerin görüşü işte böyle birbirinden farklıdır.

En İsabetli ve En İsabetsiz Görüşler

Bu görüşler içinde en isabetli olanı Eş’ari kelâmcısı ve Mâlikî fakihi Ebu Bekir el-Bâkıllânî’nin (v 403/1013) görüşüdür. En isabetsiz olanı ise Peygamber Efendimiz in belli bir dine mensup olduğunu söyleyenlerin görüşüdür zira Allah'ın Elçisi peygamber olmadan önce herhangi bir dine mensup olsaydı bu bize nakledilirdi ve bu konuda büsbütün bilgisiz kalmazdık. Peygamber Efendimiz'in belli bir şeriata bağlı olduğunu söyleyenlerin elinde Hz. Isâ’nın şeriatının, kendisinden sonra gelenleri de bağlayan sonuncu şeriat olduğuna dâir bir delil yoktur. Esasen Peygamber Efendimiz dışında. dâveti bütün insanlığı kapsayan hiçbir peygamber İbrahim'in şeriatına bağlı olduğunu söyleyenler için ‘’Tek Allah'a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrahimin tertemiz dinine uy!”(Nahl,123) âyeti delil olamaz; çünkü bu ayet, Resul i Ekrem peygamber olduktan sonra nazil olmuştur; biz ise onun peygamber olmadan önce hangi dine bağlı olduğunu konuşuyoruz.

Resul-i Ekrem in Hz. Nûh ve Hz. Mûsâ’nın dinine mensup olduğunu ileri sürenler için de “Allah Nûha emrettiği şeyi sizin için de din olarak yasalaştırdı.”(Şura,13) âyeti delil olamaz; çünkü bu âyet Resul-i Ekrem Efendimiz peygamber olduktan sonra nazil olmuştur. Bu âyetlerde. Peygamber Efendimize, Allah’ın birliği (tevhid) konusunda diğer peygamberlerin şeriatına uyması tavsiye edilmektedir. Nitekim şu âyet-i kerîme de böyledir: “İşte o peygamberler Allah’ın doğ-ru yola ilettiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların yolundan git!”(En’am,90)

Burada “Resul-i Ekrem’in, dolayısıyla onun ümmetinin, daha önce gelip geçmiş peygamberlerin yolundan gitmesi emredilmektedir, Çünkü peygamberler doğru yolu gösteren kimselerdir. Allah Teâlâ onlara birbirinden farklı üstünlükler vermiş; kimini sabırda, kimini iffette, kimini adalette, kimini şükürde örnek yapmış. Kuran-ı Kerîm’i kendisine gönderdiği son peygambere ise bütün peygamberlerin üstün yönlerini vermek suretiyle onu kıyamete kadar gelecek insanlara eşsiz bir örnek kılmıştır”

Allah Teâlâ. "İşte o peygamberler Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir.” âyetinde zikrettiği “o peygamberler”, yeni bir şeriatla gönderilmeyen peygamberlerdir. Yeni bir şeriatla gönderilmeyen peygamberlerin misâli Hz. Yaküb’un oğlu Yûsuf aleyhisselâmdır; “Hz. Yûsuf nebidir, resul değildir" diyenlere göre böyledir.

Her ne kadar bazı âlimler Hz. Yûsuf’un nebî olduğunu,tebliğ etmekle görevlendirildiği bir şeriatı bulunmadiğını söylüyorsa da, İslâm âlimlerinin büyük ekseriyeti (cumhur) “Daha önce Yûsuf da size apaçık deliller âyetine bakarak onun resûl olduğunu söylemişlerdir. Nitekim tâbiîn neslinden tefsir, hadis, fı-kıh ve kıraat âlimi ibni Cüreyc Hz. Yûsuf'un Kıptîlere (Mısır’ın yerlilerine) resûl olarak gönderildiğini söylemiştir. Bu konuda daha başka görüşler de vardır.

Allah Teâlâ, En’âm sûresinin 84-86. âyetlerinde şeriatları birbirinden farklı olan peygamberlerin adlarını zikretmiş, 90. âyetinde de Peygamber Efendimiz e onların yolundan gitmesini emrederken. Allahın birliği ve O na ibâdet hususunda peygamberler arasında bir fark bulunmadığı için sadece tevhid ve ibâdet bakımından onlara uyması emredilmiş, onların şeriatına uyması istenmemiştir.

En’âm sûresinin 84-86. âyetlerinde şeriatları birbirinden farklı olan peygamberlerin adları şöyle sayılmaktadır:

“Biz ona îshâk ile Ya’küb’u bağışladık; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun u da doğru yola iletmiştik. İşte iyilik eden ve işini güzel yapanla¬rı Biz böyle mükâfâtlandırırız. Zekeriya, Yahyâ, îsâ ve îlyas’ı da doğru yola ilettik. Onların hepsi sâlihlerdendi.

İsmâil, Elyesa’, Yûnus ve Lût’u da doğru yola ilettik. Onların hepsini diğer insanlara üstün kıldık.”

Bir Peygamber Başka Şeriatlara Tâbi Olabilir mi?


İnanç bakımından peygamberler arasında bir fark bulunmadığı, Resûl~i Ekrem Efendimiz’in de şerefinin yüceliği sebebiyle başka peygamberlerin şeriatına uymasının mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra şu soruyu sorabiliriz: Acaba bir peygamber kendisinden önceki diğer bir peygamberin şeriatına tâbi olabilir mi?

Peygamberlerin birbirinin şeriatına tâbi olmasını aklen mümkün görmeyenler,bunun sadece Peygamber Efendimiz’e özel olmadığını, hiçbir peygamberin diğerinin şeriatına kesinlikle tâbi olamayacağını söylemişlerdir.

Bazı alimlerde bu meselenin akılla değil nakille bilinebileceğini söylemiş, bir peygamberin diğerinin şeriatına uyduğuna dâir bir nakil varsa bunun kabul edileceğini ifade etmiştir. Bu konuda görüş belirtmeyenler, peygamberlerin birbirlerinden üstünlüğünü de kabul etmemişlerdir. Bir peygamber kendisine vahiy gelmeden önce, kendinden evvelki peygamberin şeriatına tâbi olması gerektiğini söyleyenlerin ise her peygamber hakkında şu peygamber falan peygambere tâbi olmuştur diye delillerini zikretmeleri gerekir.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;90-96

------------

Peygamberlerin Peygamber Olmadan Önce de Günahtan Korundukları

Peygamberlerin peygamber olmadan önce küçük günahlardan korunup korunmadıkları husûsunda âlimlerin farklı görüşleri vardır. Kimi onların peygamber olmadan önce, büyük günahlardan korundukları gibi küçük günahlardan da korunduklarını söylemiş, kimi de küçük günahlardan korunmadıklarını ileri sürmüştür. Doğru olan görüş -inşallah söylediğim gibidir- onların her türlü kusurdan münezzeh oldukları, kendilerinden şüphe edilmesine yol açacak her kabahattan korunduklarıdır. Onların günah işleyeceklerini düşünmek imkânsızdır; çünkü günahlar ve yasaklar dinin yerleşmesinden sonra söz konusudur. Peygamber gelmeden önce din olmayacağına göre, o zaman günah anlayışından nasıl söz edilebilir?
Devamını Oku »

Bidatçilerin Kafir Olduğu Söylenmemelidir



El Eşari ile Ebül Meali el Cüveyni dışındaki muhakkik alimler de şöyle demişlerdir:''Ayet ve hadisleri kendi arzularına göre tevil eden bidatçilerin kafir olduğunu söylemekten sakınmalıdır.Namaz kılan,Allahın varlığına ve birliğine inanan kimselerin kanlarını helal saymak büyük bir hatadır.Öldürülmeyi hak eden 1000 kafiri öldürmemenin günahı bir Müslümanın bir mikdar kanını haksız yere dökmekten daha hafiftir.''

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, benim Peygamber olduğuma ve getirdiğim dine inanıncaya kadar insanlarla savaşmam emredildi. Eğer Allah’a, benim O’nun Peygamberi olduğuma ve getirdiğim dine inanırlarsa, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.İslâm’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların kalplerinde gizledikleri şeylerin hesabı Allah’a âittir.”(Buhârî, îmân 17, nr. 25)

Kelime-i Şehadet i getirdikleri takdirde canlarına ve mallarına kesinlikle dokunulmaz. Can ve mal güvenliği ancak kesin bir delille ortadan kalkabilir. Ehl-i kıble İle âyet ve hadisleri tevil edenleri kâfir saymak İçin şerîatte kesin bir delil bulunmadığı gibi,kıyas bile yoktur.

Bid’atçılan zemmeden hadîs-i şeriflerin lafızlarını tevil etmek mümkündür. Kaderi inkâr edenleri (Kaderiyye) kafir kabul eden hadislerden birinde “Onların Islâm'dan nasipleri yoktur''buyurulmuştur

Bu hadisin tamamı şöyledir: “Ümmetimden iki topluluğun Müslümanlıktan hiçbir payı yoktur: Onlar Mürcie ve Kaderiyye fırkalarıdır”(Tirmizi Kader 13,nr.2149)

Râfızîlerin müşrik olduğunu söylemek, Rafizilere ve Kaderiyye’ye lânet etmek, Haricîler ile inançlarını beşeri görüş ve arzularına göre oluşturan fırkaları ve bid'atçıları müşrik saymak, onları kâfir kabul edenlere göre öyledir.

Bazı Hadislerin Hedefi Caydırmaktır

Bu grupların kâfir olmadığını söyleyenler ise şöyle demirlerdir: Kâfir oldukları kesinlik kazanmayan grupları kâfirlikle suçlayan hadisler, onları korkutmak ve kanaatlerinden caydırmak için söylenmiştir.

Burada şu tür hadîs-i şeriflerin muhataplarını korkutarak caydırmak için söylendiği belirtilmektedir: "Falcıya, büyücüye ve kâhine giden, ondan bir şey sorup söylediğini tasdik eden kimse, Muhammed sallaIIahu aleyhi ve selleme indirilen Kuranı inkâr etmiş sayılır.(Ebu Ya'la ,Müsned,IX,280,nr.280) Şu hadls-i şerîf de buna örnek olabilir:

“Kim, çalıntı veya yitik bir malın yerini haber verdiğini iddia eden kimseye (arrâla) gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz.” (Müslim,Selam 125,nr.2230)

Açıkça Allah'ı inkâr edenlere kâfir dendiği gibi, Allah'ın nimetlerine nankörlük edenlere de kâfir denir. Aynı şekilde şirk de derece derecedir» onun da açık olanı vardır, gizli olanı vardır. Peygamber Efendimiz riyadan, ana babaya karşı gelmekten, eşinin beraber olma teklifini reddetmekten, yalancı şâhitlik yapmaktan ve daha başka günahlardan caydırmak ve sakındırmak için de hadisler söylemiştir.

Şayet bir hadis iki farklı mânaya geliyorsa, ona bu mânalardan sadece birini verebilmek için elde kesin bir delil bulunmam gerekir. Böyle bir delil ise yoktur.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;465,466,467
Devamını Oku »

Dinin Bir Esasını İnkâr Eden Kâfirdir



Dinin bir esasını, Resûlullah sallaliahu aleyhi ve sellemin mütevâtir nakille kesin sûrette bilinen ve asırlardan beri üzerinde görüş birliği edilen bir fiilini yalanlayıp inkâr eden kimsenin kâfir olduğunu biz de tereddütsüz belirtiriz. Meselâ biri kalkıp da beş vakit namazın farz olduğunu veya rek’at ve secdelerinin sayısını inkâr etse ve: “Allah, Kitâbinda bize namazı kısaca, özlü bir şekilde emretti, onun için ben namazın beş vakit ve bugün uygulandığı şekilde kılınacağını bilmiyorum; çünkü namazın böyle kılınacağına dâir Kur’an’da açık bir âyet yoktur; bu konuda Resûlullah sallaliahu aleyhi ve sellemden gelen haberler ise mütevâtir değil haber i vâhiddir; haber-i vâhid de namazın bize farz ,kılındığını göstermez” dese, biz o kimsenin de kâfir olduğunu belirtiriz,

Resûl-i Ekrem Efendimizin namaz konusundaki hadislerinin mütevâtir derecesinde kuvvetli olmadığını ileri sürenler, Kuran-ı Kerimin: “Peygamber size neyi emrettiyse ona uyun; neyi yasakladıysa ondan da kaçının"(Haşr,7) ve: “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”(Nur,63)şeklindeki buyruklarına kulak vermeleri hâlinde namazın haber-i vâhidle değil, mütevâtir haberle farz kılındığını göreceklerdir, Allah Teâlâ’nın da: “Sana da, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman, onların da üzerinde düşünmeleri için bu Kur an’ı indirdik”(Nahl,44) buyruğu ile, Resûl-i Ekrem’ine Kur’ân-ı Kerim’i açıklama yetkisi verdiğini anlayacaklardır.

Namaz Hakkında Küfre Götüren Yorumlar

Müslümanlar; Haricîlerden “Namaz sadece gündüzün iki ucunda (sabah ve akşam vakitlerinde) farz kılınmıştır (başka namaz yoktur)” diyenlerin kâfir olduğunda nasıl görüş birliği etmişlerse, Bâtınilerden de “Ferâiz (farzlar) sözü, sevilip kendilerine itâat edilmesi emredilen bazı kimselerin ismidir: habâis (çirkin işler) ve mehârim (haramlar) sözleri de kendilerinden uzak durulması emredilen bazı adamların ismidir” diyenlerin kâfir ol-duğunda da ittifak etmişlerdir.

Sûfîyyeden zâhid görünen bazı dinsizler de şöyle demiştir: “İbadet ve uzun süre devam eden mücâhede insanın nefsini manevî kirlerden temizleyince, onların üzerinden ibâdet görevi düşer, bütün haramlar onlara mübâh olur ve dinî sorumluluklardan kurtulurlar. ”

Alimler bunları söyleyenleri de ittifakla kâfir saymışlardır.

Mekke, Kâbe v.s. Hakkında Şüphe Uyandıranın Durumu


Bir kimse Mekke’yi, Kâbeyi, Mescid-i Harâm’ı inkâr etse; yahut haccın şeklini inkâr etse de “Kur an da hac farz kılınmıştır; aynı şekilde namaz kılarken kıbleye yönelmek de farzdır; acaba bu farz, bugün namazda Kâbe ye dönüklüğü gibi mi uygulanacaktır? Kur an da adlan geçen Mekke, Kâbe ve Mescid-i Haram bugün bildiğimiz yerler midir, yoksa onlar daha başka yerler midir? Onların bugün bildiğimiz yerler olduğunu Peygamber aleyhisselâm göstermiştir diyenler belki de yanılmışlardır.” Bu sözleri söyleyen kimsenin bu yerleri iyi bildiği, uzun süre Müslümanlarla bir arada kaldığı biliniyorsa ve eğer o yeni Müslüman olmuş biri de değilse, onun kâfir olduğunda şüphe yoktur.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;487-488
Devamını Oku »

Allah Teâlâ Peygamberleri Niçin Uyarır?..


Allah Teâlâ Peygamberleri Niçin Uyarır? ve Peygamberler Niçin Tövbe ve îstiğfâr Eder?


Allah Teâlâ Peygamberleri Niçin Uyarır?


Peygamberlerin en küçük bir kusur yüzünden muaheze edilmelerinin sebebi, diğer insanları veya peygamber derecesinde olmayan muttaki mü minleri uyarmaktır. Onlara hatâ ettikleri takdirde hesaba çekileceklerini hatırlatmak, zihinlerine günahtan sakınma bilincini yerleştirmektir. Böylece Cenâb-ı Hakın kendilerine verdiği nimetlere her zaman şükretmelerini, sıkıntıya uğrayınca sabretmelerini sağlamaktır. Bir de peygamberler yüce makamlara sahip masum insanlar oldukları hâlde hesaba çekildiklerine göre, diğer insanların hâli nice olur anlayışına sahip kılmaktır.
İşte bu sebeple Basralı zâhid ve vâiz Sâlih el-Mürrî şöyle demiştir:

“Cenâb-ı Hakk ın Dâvûd aleyhisselâmın kıssasını zikretmesinin sebebi, tövbe edenlere Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini hatırlatarak onları sevindirmek ve ümitsizliğe kapılmamalarını sağlamaktır. ”

Müfessir ve muhaddis sûfî İbni Atâ da şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ’nın Yûnus aleyhisselâmın kıssasını anlatması, onun ku- surlarını ortaya koymak için değil, bizim Peygamberimiz Efendimiz den kavminin ezâ ve cefâsına daha çok sabretmesini istemek içindir

“Peygamberler, peygamber olduktan sonra da küçük günah işleyebilir” diyenlere şöyle deriz: “Siz ve sizinle aynı görüşü paylaşanlar, büyük günahlardan sakınıldığı zaman küçük günahların bağışlanacağını söylü-yorsunuz. Peygamberlerin büyük günah işlemekten masum olduğunu sizin gibi biz de söylüyoruz. Peygamberler küçük günahlar işleseler bile bu günahları bağışlandığına göre; onların küçük günahlar yüzünden Cenâb-ı Hak tarafından uyarılmalarının ve yine bu günahlardan dolayı korkup tövbe etmelerinin anlamı nedir?

Onların sorumuza verdikleri cevap, bizim peygamberlerin yapmamaları gereken bir şeyi tevil ederek veya bunu yanılarak yapmaları yüzünden Cenabı Hak tarafından uyarılacaklarına dâir söylediklerimizin tamamen aynıdır

Peygamberler Niçin Tövbe ve îstiğfâr Eder?

Bazı alimler de şöyle demiştir: Gerek Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin çokça istiğfar edip tövbe etmesi, gerekse diğer peygamberlerin tövbe ve istiğfarlarının sebebi; Cenâb-ı Hakkın nimetlerine şükürlerini sunmak. O nun yüceliği önünde boyun eğmek, Ona gerektiği gibi kulluk edememekten dolayı kusurunu itiraf etmektir.

Nitekim Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem gelmiş geçmiş zelle ve hatâlarından dolayı sorguya çekilmeyeceğinden emin olduğu hâlde "Bu lütuflarından dolayı Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuştur.

Allah'ın Elçisi şöyle de buyurmuştur:

'Allah'tan en çok korkanınız benim: O na karşı nelerden sakınacağını en iyi bilen de benim.”

İlk sûfilerden, hadis, kelâm ve tefsir âlimi Hâris ibni Esed el-Muhâsibî şöyle demiştir: “Allah Teâlâ meleklere ve peygamberlere kendi lerinden râzı olduğunu bildirdiği için, onların Allah’tan korkması, O nun yüceliğini kabul etme ve Ona kulluğunu arzetme türünden bir korkudur."

Bazı âlimler; peygamberlerin tövbe ve istiğfar etmelerinin sebebi, ümmetlerinin kendilerini örnek alması ve yaptıklarını yapması içindir, demişlerdir Nitekim Peygamber Efendimiz de:

Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız! buyurmuştur.(Buhari,Rikak 27,nr.6485)

Bazı âlimlerin söylediğine göre tövbe ve istiğfarda, Allah Teâlâ nın muhabbetini ve rızâsını daha çok kazanmaya çalışmak gibi hoş bir mâna daha vardır Nitekim Cenâb-ı Hak:

"Elbette Allah çok tövbe edenleri de, çok temizlenenleri de sever.’’bu-yurmuştur.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;174-177
Devamını Oku »

Resûl-i Ekrem'in Kabrini Ziyâret



Bu bahiste; Resûlullah aleyhisselâmın kabrini ziyâret etmenin hükmü, Allah’ın Elçisi’ni ziyâret edenin ve ona selâm verenin kazanacağı sevâp ve ziyâretçinin Peygamber-i Zişân’a nasıl selâm verip duâ edeceği konusu ele alınacaktır.

Kabr-i Saâdet'i Ziyâret Sünnettir

Resûlullah Efendimiz’in kabrini ziyâret etmek bir İslâm geleneğidir ve bu ziyaretin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği vardır. Fahr-i Âlem Efendimiz’in kabrini ziyâret etmeyi, Selef âlimleri faziletli bir davranış sayıp buna teşvik etmişlerdir.

Ashâb ve tâbiîn âlimlerinin kabir ziyâretini meşrû görmelerinin dayanağı yine hadîs-i şeriflerdir. Nitekim Allah’ın Sevgili Elçisi ümmetini kabir ziyâretine teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır.” (1)

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Annesinin kabrini ziyâret etmesi için Muhammede izin verildi. Size de kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabir ziyâreti âhireti hatırlatır. “(2)

Kabir ziyâretinin diğer bir sebebi de âhirete göçmüş yakınlarımıza ve kardeşlerimize duâ etmektir. Nitekim ( Kâinâtın Efendisi de öyle yapmış, sık sık Cennetul Baki-e giderek orada yatan müminlere duâ etmiştir. Aliyyul Kârinin belirttiğine göre (3) Şâfiîlerden İmâm Nevevî,i Hanefılerden İbnul-Hümâm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kabrini ziyâret etmenin sünnet olduğu konusunda İslâm âlimlerinin ittifakı bulunduğunu söylemişlerdir.

Kabrimi Ziyâret Edene Şefaat Ederim


Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ’nın rivâyet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‘Ümmetimden kabrimi ziyâret edenlere mutlaka şefâat ederim.” (4)

Kabrini sadece Allah rızâsı için ziyâret edene Resûl-i Ekrem Efendimizin şefâat edeceğini vadetmesi, çok kapsamlı bir müjdedir. Burada sözü edilen şefâat, şu nimetlerden birine sahip olmak anlamına gelebilir: Âhirette daha çok nimete kavuşmak, kıyâmet günü duyulacak korku ve dehşeti daha az hissetmek, hesaba çekilmeden Cennet’e gireceklerin arasında olmak, Cennet’teki derecesi yükseltilmek, Allah Teâlâ’yı daha yakından görebilmek.

Enes ibni Mâlik radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Resûlullah salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Ümmetimden, Medine’ye gelerek Allafı nzâsı için kabrimi ziyâret eden kimse, âhirette benim himâyemde olur ve ben kıyâmet gününde ona şefâat ederim.”(5)

“Medine’ye gelerek” ifâdesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in,Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle gaybı bildiğini gösteren mûcizelerden biridir. Demek ki Allah Teâlâ ona Medine’de vefât edeceğini bildirmiştir. Zira “Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.”(6) âyeti gereğince öleceği yeri bilemezdi.

Hadîs-i şerîf, Peygamber aleyhisselâmı ziyâret etmenin,Allah rızâsı ve Resûl-i Ekrem’e saygı ve muhabbet sebebiyle yapılacağını, bunun dışında bir maksat taşımaması gerektiğini ifâde etmektedir.

Burada Hz. Ömer’in şu değerli sözünü hatırlamalıdır:

“Ey insanlar! Yaptığınız işi sadece Allah rızâsı için yapınız. Yaptığı işte sadece Allah rızâsını gözeten kimseye, hem yaptığı işin hem de Allah rızâsını gözetmesinin mükâfatı verilir.”(7) “Şefâat ederim” sözünün neleri kapsadığı bir önceki hadîs-i şerifin dipnotunda zikredilmişti.

Bir başka hadîs-i şerifinde Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyuruyor;

“Beni vefatımdan ziyaret eden"kimse, hayatımda ziyaret"etmiş gibidir.”(8)

Fahr-i Âlem Efendimiz’i vefâtından sonra ziyâret etmenin, hayatındayken ziyâret etmiş gibi olması, onun kabr-i şerifinde canlı olması, kendini ziyâret edeni tanıması ve onun verdiği selâmı alması sebebiyledir.

“Hac ibâdetini yapıp da beni ziyâret etmeyen kimse,bana eziyet etmiş olur”(9) hadls-i şerifi de bu anlamdadır. Ve bu hadîs-i şerif, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i ziyâret etmeye imkânı olan kimsenin onu mutlaka ziyâret etmesi j gerektiğini göstermektedir.

İmâm Mâlik'in "Ziyâret" Konusundaki Hassâsiyeti


İmâm Mâlik, “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin kabrini ziyâret ettik” demeyi mekrûh görmüştür. İmâm Mâlik’in bu sözünün ne anlama geldiği konusunda ihtilâf edilmiş, bazıları, onun Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini uygun görmediği için böyle düşündüğünü söylemiş ve buna gerekçe olarak da “Kabirleri çok ziyâret eden kadınlara Allah lânet etsin!” hadisini(10) göstermişlerdir.(11) Fakat aşağıdaki şu hadîs-i şerif bu görüşün doğru olmadığını göstermektedir:

“Kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamıştım. Ama artık ziyâret edebilirsiniz.”(12)

İslâmiyet’in ilk yıllarında bazı Câhiliye âdetleri yaşamaya devam ediyor, insanlar ölülerinin ardından bağıra çağıra ağlıyor, üstlerini başlarını yırtıyorlardı. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz kabir ziyâretini yasaklamıştı. Bu tür ağıtlar kadınlar arasında daha yaygın olduğu için Allah’ın Sevgili Elçisi onların kabir ziyâretini özellikle yasaklamıştı. Zamanla bu âdetlerin çirkinliği anlaşılıp ölülerin ardından nasıl davranılması gerektiği konusunda İslâmiyet’in getirdiği emirler benimsenince bu yasak da kalkmış oldu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ümmetimden kabrimi ziyaret edenlere mutlaka şefaat ederim” hadîs-i şerifinde “ziyaret” ifâdesini kullandığına göre, bu kelimeyi kullanmak mekrûh olmamalıdır.

Ancak halk arasında yaygın olan şöyle bir söz vardır: “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” derler. İşte bu sözden dolayı

“Peygamber aleyhisselâmın kabrini ziyaret ettik” denmesi uygun görülmemiştir.

Bu yorum da pek öyle önemsenecek bir görüş değildir. Çünkü ziyaret eden herkes “değerli” olarak nitelenemez ve “Ziyaret eden, ziyaret edilenden daha değerlidir” sözü herkesi kapsamaz.

Geleneklerimizde bu sözün aksi anlamı geçerlidir. Çünkü bizim insanımız, kendisinden daha değerli gördüğü kimseleri ziyâret eder.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2

Kaynaklar;


1-Ebû Dâvûd, Cenâiz 77, nr. 3235.

2-Tirmizî, Cenâiz 60, nr. 1054.

3-Bk. Şerhu'ş-Şifâ, II, 149.

4-Dârekutnî, es-Sünen (Yemânî), II, 278; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4159.

Beyhakî, es-Sünenü’s-sagîr (Kal’acî), II, 211, nr. 1771; Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), III, 490, nr. 4158.

Lokman 31/34.

Aliyyu 1-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh, II, 564-565; Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz (Atâ), V, 98.

(8). Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (İvezullah), I, 94, nr. 287; Heysemî, Mecma‘u’l-bahreyn (Abdülkuddûs), III, 286, nr. 1829.

Müttakr el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (Sekkâ), V, 135.

Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (Esed), X, 314, nr. 5908. Aynca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, 11/331; Tirmizî, Cenâiz 61, nr. 1056, İbni Mâce, Cenâiz 49, nr. 1576.

İmâm Mâlik’in bu sözünü açıklayanlar şunu demek istiyor: İmâm’a göre, mademki Resûlullah aleyhisselâm kabirleri aşırı derecede ziyâret eden kadınlar hakkında “zevvârât” kelimesini kullanmıştır, öyleyse Kabr-i Saadet hakkında “ziyâret” kelimesini kullanmak uygun değildir.

Müslim, Cenâiz 106, nr. 977, Edâhî 37. nr. 1977.
Devamını Oku »

Resul-i Ekrem'e Salat-u Selam Getirme Hakkında



Resul-i Ekrem'e Salat-u Selam Getirmenin Farz Oluşu ve Fazileti

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.» (1)

Salât, Resûlullah'ın Değerini Yüceltmektir

Abdullah ibni Abbâs bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsir etmiştir:

“Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’e daha fazla hayır ve bereket vererek onun değerini yüceltir; melekler de Resûlullah’ın değerini yüceltmesi için Allah’a duâ ve niyâz ederler.”(2)

Ayetteki “Allah ve melekleri Peygambere salât ederler” ifâdesini şu şekilde açıklayanlar da olmuştur: Allah Teâlâ, Resûlünün üzerine rahmetini daha fazla indirir; melekler de onun huzûrunda daha fazla mütevazı davranırlar.

Salât, Şefkat ve Merhamettir


Arap dili âlimi Müberred de (v. 286/900) bu kelimeyi şöyle açıkı

“Salât, şefkat ve merhamet anlamındadır. Allah’ın salât etmesi merhamet etmesi demektir; meleklerin salât etmesi ise şefkat gösterme?* Cenâb-ı Hakk’m rahmetini niyaz etmesi demektir.

Ve Hadîs-i şeriflerde meleklerin; hasta ziyâret edenlere, namaz için mescidde bekleyenlere, ilim öğrenenlere, cömert kimselere, sadaka verenlere duâ ettikleri belirtilmektedir. Bu konudaki bir hadîs-i şerif şöyledir: “Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için duâ ederse, mutlaka melek ona, Âmîn. Aynı şeyler sana da verilsin’ diye duâ eder”(3)

Şu âyetler, meleklerin bizim dostumuz olduğunu göstermektedir:

“Rabbimiz Allah’tır, deyip de dosdoğru olanlara ise melekler inerler ve ‘Korkmayın ve üzülmeyin. Size vadedilen Cennet’le sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz’ derler’ (4)

Şu âyetler de yine meleklerin mü’minlere duâ ettiklerini göstermektedir: “Arş’ı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler Rablerini hamdederek teşbih eder, Ona îmân eder ve mü minlerin bağışlanmaları için duâ ederler” (5)

“Melekler hamdederek Rablerini teşbih ediyorlar ve yerdekiler için bağışlanma diliyorlar.”(6)

Melekler Nasıl Salât Eder?

Hadîs-i şerifte, mescitte oturup namazı bekleyen kimseye meleklerin nasıl salât ettiği anlatılmış, Peygamber Efendimiz meleklerin: “Allah’ım onu bağışla! Allah’ım ona merhamet eyle!” dediklerini söylemiştir. İşte meleklerin bu sözleri bir duadır.

Hadîs-i şerifin tamamı şöyledir: “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi beş derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil,sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye gidinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler: Allahım! Ona merhamet et! Allahım! Onu bağışla! Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona duâ ederler.” (7)

Mâliki âlimlerinden Bekir el-Kuşeyrî (v. 344/955) şöyle demiştir: “Allah’ın mü’minlere salât etmesi, onlara rahmet etmesi demektir. Peygamber Efendimiz’e salât etmesi ise onun şerefini dile getirmesi ve ona daha çok ikramda bulunması demektir. ”

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2

KAYNAKLAR;

1)Ahzâb 33/56.

2)Taberî, Câmiu’l-beyân (Şâkir), XX, 320

3)Müslim, Zikir 86-88, nr. 2732-2733; Ebû Dâvûd, Vitir 29, nr. 1534.

4)Fussılet 41/30-31.

5)Mümin 40/7.

6)Şûra 42/5.

7)Buhârî, Salât 87, nr. 477, Büyü’ 49, nr. 2118; Müslim, Mesâcid 272, nr. 649.

Resûl-i Ekrem'e Salâtü Selâm Getirmeyenlerin Yerilmesi

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Yanında adım anıldığı hâlde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun. Ramazân-ı şerife girip de bu ay çıkmadan kendini Cenâb-ı Hakka bağışlatamayan kimse perişan olsun.(1) Anne ve babası yaşlılık günlerini yanında geçirip de, onları hoşnut ederek Cennet’e giremeyen kimse perişan olsun. ”

Burada kendilerine “perişan olsun” diye beddua edilen kimseler, tembelliği veya unutkanlığı yüzünden salâtü selâm getirmeyenler değil, Allah’ın Resûlune salâtü selâm getirmeyi önemsemeyen ve umursamayan saygısızlardır.(2)

Ebû Hüreyre’nin talebesi Saîd ibni Satd el-Makburî’den bu hadisi duyup rivâyet eden Abdurrahman ibni İshâk el-Kureşî, Ebû Hüreyre’nin bu rivayetin sonunda ne söylediği husûsunda tereddüt etmiş, onun ya: “anne babası yaşlılık günlerini...” veya “anne veya babasından biri yaşlılık günlerini.--” şıklarından birini söylemiş olabileceğini belirtmiştir.

Bu konuyla ilgili âyet-i kerîmedeki emir şöyledir: “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle!”(3)

Hadis ilminde böyle tereddütlü ifâdeye “râvinin şek-ki” denir. Burada, “Şöyle mi idi veya böyle mi idi” diye şüphe eden, Ebû Hüreyre radıyallahu anhın talebesidir.

Bâzen sahâbî râvinin de, “Peygamber Efendimiz şöyle mi demişti, yoksa böyle mi demişti?” diye şüphelendiği de olur.

Peygamber Efendimiz Bu Duâlara Âmin Dedi

Bu konudaki bir başka hadis de şöyledir:

Bir gün Peygamber Efendimiz minbere çıkmaya başladı ve “Amini” dedi. Bir basamak çıktı, yine “Âmin!” dedi. Bir basamak daha çıktı, tekrar “Âmin!” dedi. Ashâb-ı kiramdan Muâz ibni Cebel neden üç defa “Âmin!” dediğini sorunca, Resûl-i Ekrem şu cevabı verdi:

“Cebrâil aleyhisselâm bana geldi ve: ‘Ey Muhammedi Yanında senin adın anıldığı hâlde sana salâtü selâm getirmeyen kimse, ölünce Cehennem’e girsin ve Allah onu rahmetinden uzaklaştırsın! Haydi benim bu duâma âmin dedim.(4) Ben de “Amin!” dedim. Ramazan ayına ulaştığı hâlde orucu kabul edilmeyen kimse için de aynı şekilde beddua etti. Ardından, anne ve babasına veya onlardan birine yetişip de kendilerine iyi davranmayan kimse hakkında da aynı şekilde beddua etti.(5)

Cimri Kimdir?

Ali bin Ebî Tâlib radıyallahu anhın Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

«Cimri, yanında adım bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.(6)

Hz. Hüseyin’in torunlarından Ca’fer-i Sâdık’ın (v. 148/765), babası Muhammed el-Bâkır’dan (v. 114/733) rivayet ettiğine göre Resûlullah aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

Benim adım anılıp da bana salâtü selâm getirmeyen Kimse, Cennet’e giden yolu bulamaz.”(7)

Ali bin Ebî Tâlib radıyallahu anhın Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

“Yanında adım anılıp da bana salâtü selâm getirmeyen"kimse, cimrinin tekidir.”(8)

Bîr Yerde Oturup da Salâtü Selâm Getirmemek

Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir topluluk bir yerde oturur da, orada Allah Teâlâ’yı anmadan, Peygamber aleyhisselâma salâtü selâm getirmeden dağılıp giderse, o yer onlar için bir pişmanlık sebebi olur. Allah dilerse onlara azâb eder, dilerse onları bağışlar.”(9)

Bu hadîs-i şerifte anlatılan şudur: Bir yerde oturup da Allah’ı zikretmeden, Resûl-i Ekrem’e salâtü selâm getirmeden dağılıp gidenler, bu tutumlarından dolayı ne büyük kayba uğradıklarını kıyâmet gününde öğrendikleri zaman, “Âh! Bizler neden Allah’ı anmadan, Resûlullah’a salavât getirmeden oturduk ki!” diye pişmanlık duyarlar.

Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resû-lullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bana salâtü selâm getirmeyi unutan kimse, Cennet’in yolunu da unutur.”(10)

Bu hadis; Şifâ-i Şerifte “Cennetin yolunu unutur şeklinde rivâyet edilmekle beraber, Sünen-i İbni Mâcede ve diğer kaynaklarda “Cennete giden yolu bulamaz» şeklinde rivâyet edilmiştir. Esasen unutanın unutulacağı Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtilir ve münâfık erkekler ile kadınlardan söz edilirken «Onlar Allah’ı unuttukları için Allah da onları unutmuştur» buyurulur.(11)

Tabiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî’den (v. 117/735) rivâyet olunduğuna göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:

“Bana yapılan eziyetlerden biri de, bir kimsenin yanında adım anıldığında, onun bana salavât getirmemesidir. ”(12)

Ashâb-ı kirâmdan Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhümânın Peygamber aleyhisselâmdan rivâyet ettiğine göre Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur:

«Bir topluluk bir mecliste oturur, sonra da Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme salavât getirmeden dağılıp giderse, etrafa leş kokusundan daha berbat bir koku yayarak dağılırlar.»

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhın rivayetine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar bir yerde oturup da, orada Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme salavât getirmezlerse; Cennet’e girseler bile, salâtü selâm getirenlerin kazandığı, kendilerinin ise kaybettiği sevâbı görerek, o toplantıdan dolayı büyük bir pişmanlık duyarlar.”

İmâm Tirmizî’nin naklettiğine göre ilim ehlinden biri şöyle demiştir:

“Bir kimse bir mecliste bir defa salâtü selâm getirirse, o mecliste bulunduğu sürece, getirdiği o salâtü selâm yeterlidir.”

Peygamber Efendimiz’in adı her anıldıkça salâtü selâm getiren kimse, getirdiği her salâtü selâm için sevap kazanır.

Burada söz konusu edilen, bir mecliste bir defa j | salâtü selâm getirenin o sorumluluktan kurtulacağıdır.Ünlü muhaddis ve Hanefî fakihi Ebû Cafer et-Tahâvî de (v. 321/933) bu görüştedir.

Bir mecliste bir defa salâtü selâm getirenin sorumluluktan kurtulacak olması, Kur'an Kerîm okuyan kimsenin, bir mecliste birden fazla secde âyeti okusa bile, yapacağı bir secdenin ona yeterli olmasına benzemektedir.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif,cilt:2


KAYNAKLAR;

1)Aliyyü’ 1-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, II, 139.

2)Tirmizî, Daavât 101, nr. 3545; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 254.

3)İsrâ 17/23.

4)Bir Müslümanın Resûl-i Ekrem’e salâtü selâm getirmediği için Cehennem’e girmesi, Allah’ın Elçisi’ne kasten salâtü selâm getirmemenin büyük günah olduğunu göstermek-tedir.

5) Buhân, el-Edebü’l-müfred (Elbânî), s. 222, nr. 644; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (Esed), X, 328, nr. 5922; İbni Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), III, 188, nr. 907.

6)Tirmizî, Daavât, 101, nr. 3546; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201.

7)Beyhakî, Şuabü’l-îmân (Zağlûl), II, 215, 1573.

8)Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân (Zağlûl), II, 213, nr. 1565.

9)Tirmizî, Daavât 8, nr. 3380. Aynca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 26, 98, nr. 4855, 5059; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 446.

10)İbni Mâce, İkâmet 25, nr. 908. Tevbe 9/67.

11) Tevbe 9/67

12)Abürrezzâk, el-Musannef (Azamî),2,317,nr.3121

13)Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ (Bündârî-Kisrevî), VI, 109, nr. 10244. Ebû Dâvûd, Edeb 26, nr. 4855. Süneni Ebî Dâvût rivâyete göre, bir meclisten Allah Teâlâ’yı anmadan kalkanlar için Resûl-i Ekrem buyuruyor;: “Onlar, eşek leşi gibi bir pisliğin yanından kalkmış gibi olurlar.”buyurmuştur.

14)Nesâî, es-Sünenü’l-kübra, VI, 108, nr. 10242. Aynca bk. Ahmed ibni Hanbel, Müsned, es-Sahîh (Arnaût), II, 351-352, nr. 590-592.

15)Tirmizi,Daavat 101,nr.3545
Devamını Oku »

Peygamberler Küçük Günah İşler mi ?




1

Küçük günahlara gelince, sahabe ve tâbiîn gibi Selef âlimlerinden bazıları ile daha sonra gelen âlimler peygamberlerin küçük günah işleyebileceğini söylemişlerdir. Müfessir ve tarihçi Ebû Cafer ibn Cerir et-Taberi ile diğer fakih, muhaddis ve kelâm âlimlerinin görüşü budur. Bundan sonraki bahiste peygamberlerin küçük günah işleyip işlemeyecekleri konusunda onların ileri sürdükleri delilleri göreceğiz.

Diğer bazı âlimler de bu konuda görüş bildirmemeyi uygun görmüşler ve gerekçelerini açıklarken, peygamberlerin küçük günah işlemesini aklın imkânsız görmediğini; ancak Kitap ve Sünnette bu konuda bîr bilgi verilmediğini söylemişlerdir.

Üzerinde durduğu konuyu derinlemesine araştıran bazı fakih ve kelâm âlimleri, peygamberlerin büyük günahlardan korundukları gibi küçük günahlardan da korunduklarını söylemiş ve şöyle demişlerdir: Çünkü insanlar nelerin küçük günah olduğu ve onları büyük günahlardan nasıl ayırmak gerektiği konusunda hem ihtilâf etmiş hem de zorlanmışlardır.

Bazı âlimler had cezâsı verilen günahların büyük günah olduğunu söylemiş, bazı âlimler de yapılması haram sayılan ve yapanlar hakkında Kitap ve Sünnet’te tehdit (vaîd) bulunan günahların büyük günah sayılacağını ileri sürmüşlerdir.

Büyük Günah, Küçük Günah Farkı

Abdullah ibni Abbâs ve başka âlimler, Allaha isyan anlamına gelen her günahın büyük günah olduğunu söylemişlerdir. Küçük günahlara '‘küçük’" denmesinin sebebi, büyük günahlara oranladır. Esasen hangi konuda Allah'a karşı gelinmiş olursa olsun, yapılan o iş büyük günahtır.

Mâliki kadılarından olan Ebû Muhammed Abdülvehhab ibni Nasr şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’ya isyân anlamı taşıyan günahlara küçük günah denemez. Ancak büyük günahlardan sakınıldığı takdirde, affedilen günah anlamında küçük günah denebilir. Cenâb-ı Hak affederse, küçük günahlardan dolayı insan hesaba çekilmez. Ama büyük günahlar böyle değildir; onlan yapan kimse yaptığına pişman olup Allaha tövbe etmedikçe Cenâb-ı Hak büyük günahları bağışlamaz. Onları affetmek Allah’ın lütfuna ve merhametine kalmıştır.”

Gerçi Allah Teâlâ “iyilikler, kötülükleri giderir”(Hud,114) buyurmuştur, ama Ehl-i Sünnet âlimleri namaz, oruç, sadaka gibi iyiliklerin giderebileceği kötülüklerin küçük günahlar olduğunu söylemişlerdir. “Siz eğer yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, Biz, sizin küçük günahlarınızı affederiz”(Nisa,31) âyet-i kerîmesi de bunu göstermektedir. Peygamber Efendimiz bunu şöyle açıklamıştır: “Büyük günahlardan sakınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki cuma ve iki ramazan, bunların aralarındaki zaman diliminde işlenecek günahlara kefâret olur.”(Müslim,Taharet 14,16,nr.233) Allah Teâlânın affetmediği tek büyük günah Ona şirk koşmaktır. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle ifâde buyurmuştur: “Allah, Kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz; ancak dilediği kimsenin şirk dışındaki günahlarını affeder.”(Nisa,48,116)

Eşarî kelâmcısı ve Mâlikî fakihi Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî ile Eş arîlerden bir gurup âlimin ve fakih imâmlardan birçoğunun görüşü böyledir.

Küçük Günahların Zararları


Bazı imamlarımız da şöyle buyurmuştur;Peygamberler küçük günahları birçok defa yapmaktan korunmuşlardır.Çünkü küçük günahlar tekrarlandıkça büyük günahlara dönüşür.(İbn Hacer,El-Metalibül-aliyye,3,198,nr.3245)

Burada, Peygamber Efendimiz’e veya onun amcazadesi Abdullah ibni Abbâsa nisbet edilen şu hikmetli sözü hatırlamalıdır; “Israrla yapılan küçük günah büyük günah otur; tövbe istiğfar edilince de büyük günah yok olur.”

Küçük günahları tekrar tekrar işlemek insanın kişiliğini zedeler, saygınlığını yok eder, onu başkalarının gözünden düşürüp zelîl biri yapar. İslâm alimleri, peygamberlerin küçük günah işlemekten korunduklarınıda görüş birliği etmişlerdir. Çünkü küçük günahlar onları işleyenlerin makam ve mevkiini küçültür, itibârını düşürür, kalplerin onlardan soğuyup nefret etmesine yol açar ki, peygamberler böyle durumlardan münezzehtir. Hatta bazı davranışlar aslında mübâh iken, insanı kötülüğe götüreceği endişesiyle rnübâh olmaktan çıkarak yasaklanan şeyler arasına girer.

İnsanı dinin yasakladığı davranışlara götürmesi kesin veya ihtimal dahilinde olan bazı mübah işleri yine din yasaklar. Buna günaha giden yolu tıkama ve günaha engel olma anlamında sedd i zerâi“ denir. Üzüm yetiştirmek mubahtır, ancak şarap yapan kimseye üzüm satacağı kesin veye ihtimal dahilinde olan kimsenin üzüm yetiştirmesine engel olunabilir. Putperestin putuna hakaret etmek günah değildir, fakat onun buna mukabele ederek Allah Teâlâ’ya hakaret etmesine imkân vermemek için bu davranış yasaklanır. Aynı şekilde “Zinaya yaklaşmayın"' âyeti de, zinaya götürebilecek bütün hâl ve davranışlardan uzak durmak gerektiğini bildirmekte ve zinaya götürecek yolları tıkamaktadır.

Bazı alimler peygamberlerin (harama düşmemek için), mekrûh olan söz ve hareketleri kasten yapmaktan Cenâb-ı Hak tarafından korunduklarını söylemişlerdir.

Peygamberler Niçin Küçük Günahtan Korunmuştur?


Yine bazı İslâm âlimleri, peygamberlerin küçük günah işlemekten ko-runmalarının sebebini şöyle açıklamışlardır: Peygamberlerin ümmetleri, peygamberlerinin izinden gitmek için onların yaptıkları iş ve davranışları onlar gibi yapmaya çalışacakları için peygamberler küçük günah işle-mekten korunmuşlardır. İmâm Şafiî, İmâm Mâlik ve İmâm Ebû Hanîfe’ye mensup fakihlerin büyük çoğunluğu; peygamberlere tâbi olmanın hükmü hakkında ihtilâf etmişlerse de, her ümmetin, peygamberlere özel du-rumlar dışında, yaptıklarını kendilerine uyulsun diye yapıp yapmadıkları-na bakmadan onları-izlemeleri gerektiği görüşündedir.

Her ikisi de Mâlikî fakihi olan İbn Huveyzemendâd ile Ebu-l-Ferec’in naklettiğine göre İmâm Mâlik, Peygamberlerin fiillerine uyup onların yaptıklarını yapmanın farz (vâcip) olduğunu söylemiştir. Bu görüşü, Mâlikî fakihi Ebû Bekir el-Ebherî ile Mâlikî kadılarından Ebü’l-Hasan ibni’l-Kassâr ve Mâlikîlerin büyük çoğunluğu da benimsemiştir.

Çeşitli mezheplere mensup Iraklı fakihlerin pek çoğu ile her üçü de Şafiî fakihi olan Ebü’l-Abbâs İbn Süreyc,Ebu Said el İstahri e Ebu Ali İbni Hayran da peygamberlerin fiillerine uymanın farz(vacip) olduğunu söylemişlerdir.

Şafii alimlerin çoğu peygamberlerin fiillerine uymanın müstehab olduğu görüşündedir.Çeşitli mezheplere mensub bazı alimler de bunun mübah olduğunu söylemişlerdir.

Bazı âlimler de Peygamber Efendimizin fiillerine sadece dini konularda ve Allah rızası için yapılan işlerde uymanın söz konusu olduğunu söylemiş,onun fiillerine uymanın mubah olduğunu ileri sürenler ise farz veya müstehap gibi bir ayırımdan söz etmememişlerdir.

Bazı âlimler yaptıkları bu ayırımla; yemek,uyumak gibi insanın yaratılıştan sahip olduğu birtakım davranışlarda Peygamber Efendimize uymanın şart olmadığını söylemek istemişlerdir.

Fahr-i Alem Efendimizin küçük günahlardan korunduğunu söyleyenler şöyle demiştir:

"Şayet peygamberlerin küçük günah işleyebilceğini kabul edersek; onların bütün davranışlanna uyulamaz; çünkü bu takdirde onların yaptıkları herbir işten maksatlarının ibâdet ve Allah rızasını kazanmak olup olmadığı bilinmediği gibi, o işin mübah, sakıncalı veya yasaklanmış bir iş olup olmadığı da bilinemez. Ve yine peygamberlerin küçük günah işleyebileceği kabul edildiği takdirde, hiç kimseye peygamberlerin davranışlarına uyması emredilemez.Özellikle de fıkıh usulculerinden Resulullah’ın sözüyle fiilinin birbirine aykırı görünmesi hâlinde (ve bunlardan hangisinin diğerini neshettiği bilinmediği takdirde), fiili söze tercih edenlere göre Resûl-i Ekrem Efendimizin küçük günâh işlediği kabul edilemez.”

Delillerden kavil ile fiilin teâruzu halinde fiili kavle tercih edenler Şafiilerdir.Hanefiler ise,sözün daha sonra söylenmesi ihtimaline bakarak kavli fiile tercih ederler.

Peygamberimiz Gördüğü Hataları Düzeltmiştir

Peygamberlerin küçük günah işlemeyeceği görüşünü pekiştimek üzere şunu da söylemeliyiz: Peygamber Efendimiz'in küçük günah işleyeceğini kabul edenler de, etmeyenler de, onun kötü bir söz duyduğu veya kötü bir davranış gördüğü zaman sükût etmediğini, onu yapanı muttaki uyardığını da kabul etmişlerdir. Buradan Resûlullah aleyhisselâmın görüp duyduğu hâlde uyarmadığı bir söz veya davranışın da sakıncalı olmadığı sonucuna varılmıştır.

Resûluilah Efendimizin, sahâbîlerinin yaptığını gördüğü bir davranışı veya duyduğu bir sözü yasaklamaması veya o sözün ve davranışın yanlış olduğunu söylememesi, o sözü söylemekte ve o işi yapmakta herhangi bir sakınca bulunmadığını gösterir. Resûluilah Efendimizin böyle şeyleri görüp onaylamasına takrir denir.

Başkasında gördüğü olumsuz bir davranış karşısında susmayıp onu yapanı uyaran bir peygamberin, aynı olumsuz davranışı yapabileceği hiç kabul edilebilir mi?

Onlarca âyette Resûluilah Efendimize itâat etmemiz, onun izince gitmemiz emredilmektedir. Ümmetinin kendisini adım adım izlemesi emredilen bir peygamberin günah işlemesi hiç düşünülebilir mi?

Başkalarında gördüğü olumsuzluk karşısında susmayıp onları uyaran peygamberlerin küçük günah işlemekten mutlaka korundukları da anlaşılır. Çünkü kendisi günah işleyen biri, başkasını aynı günahı işlemekten sakındıramaz Bu durum, peygamberlerin küçük günah işlemeyeceğini soy leyenlerin haklı olduğunu göstermektedir.

Şimdi Peygamberlerin günah işleyebileceklerini söyleyenlerin delillerine cevaplar sunulcaktır.

1-Resûl-i Ekrem'in Geçmiş Gelecek Günahları!


İtirazlara Cevaplar:

Peygamberlerin günah işleyebileceklerini ileri sürenlerin delillerinden biri olan: “Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağış-layacaktır.”(Fetih,2) âyeti üzerinde İslâm âlimleri farklı görüşlere sahiptir:

Kimi bu âyetteki ‘geçmiş ve gelecek” ifâdeleriyle Resûlullah Efendimiz in peygamberlikten önce ve sonra yaptıklarının kastedildiğini söylemiştir.

Kimi âlimler onun peygamberlikten önce yaptıkları ile âyet nâzil olduğu zaman henüz yapmadıklarının kastedildiğini söylemiş ve kendi-sine günahlarının bağışlandığı bildirilmiştir.

Bazı âlimlere göre bu ifâdeyle Peygamber aleyhisselâmin günahının olmadığı kinâye yoluyla anlatılmak istenmiştir. Zira peygamberlikten önce emir ve yasak yoktu ki onlara aykırı davranarak günah işlemiş olsun. Pey-gamberlikten sonra ise “ismet” sıfatı dolayısıyla günah işlemekten zâten korunmuştur.

Kimine göre “geçmiş" ifâdesiyle peygamberlikten önceki günahları olup onlardan dolayı hesaba çekilmeyeceği, “gelecek” sözüyle de peygamberlikten sonrakiler kastedilmiş olup, onlardan da 'ismet sıfatıyla korunduğu bildirilmiştir. Bu görüş hadis âlimi Ahmed bin Nasr el- Huzâfye (v. 231/846) aittir.

Bazı âlimler de gelmiş ve gelecek günahları bağışlanacak olanların Muhammed aleyhisselâmm kendisi değil, onun ümmeti olduğunu söy-lemiştir.

Bu âlimlere göre âyet-i kerimede Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme hitap edilmek suretiyle esasen onun ümmetine hitap edilmektedir. Allah’ın Elçisi ümmetinin günahının ne olacağını çok düşündüğü ve buna çok üzüldüğü için günah ona nisbet edilmiş, kendisine de onlara şefâat edeceği müjdelenmiştir.

Bazıları “geçmiş günah" ifâdesiyle, Resûl Ekrem Efendimiz in yanılma ve gaflet sonucu yaptığı, "gelecek günah" ifâdesiyle de bazı nasları tevil ederken‘ yaptığı hatâlar olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşü mü-fessir Ibn Cerir et-Taberî (v 310/922} nakletmiş, tasavvuf, kelâm, tefsir ve hadis âlimi Abdülkerim el-Kuşeyrî de (v. 466/1072) diğer görüşler arasından bunu tercih etmiştir.

Daha başkaları “geçmiş günahların affı” ifadesiyle baban Ademin günahı, “gelecek günahların affı” İfâdesiyle de ümmetinin günahları denmek istediğini söylemişlerdir. Bu görüşü tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü'l-Leys es-Semerkandî ile ünlü müfessir ve sufi Ebu Abdurrahman es-Sülemî ilk devir sûfîlerinden müfessir ve muhaddis Ahmed ibni Muhammed ibni Sehl ibni Ata dan nakletmişlerdir.

Peygamberimizin Kendi Günahına ve Müminlerin Günahına İstiğfarı

Aşağıdaki şu âyet de yukarıda zikri geçen âyetler gibi te’vîl edilmiştir:

“Kendi günahın için ve mü min erkeklerle mü min kadınlar için Allah tan af dile.”(Muhammed,19)

Endülüslü kıraat âlimi Mekkî bin Ebî Tâlib bu âyetteki hitabın Peygamber Efendimiz e değil, ümmetine yönelik olduğunu söylemiştir.

Buna göre Allah Teâlâ ümmet-i Muhammede: “Baban Âdem in ve ümmetinin günahları için Allahtan af dile” buyurmaktadır.

Abdullah ibni Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre, Resûlullah Efendimiz Mekkeli müşriklere: “Bana veya size ne yapılacağını da ben bilemem.”(Ahkaf,9)demekle emrolunduğu zaman, -Allah onlara lânet etsin- kâfirler bu âyetin inmesine pek sevindiler.

“De ki: Peygamberlerin ilki ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da ben bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım; çünkü ben sadece apaçık bir uyarıcıyım" anlamındaki Ahkaf sûresinin 9. âyeti nâzil olunca, müşrikler buna sevindiler ve: “Lât ve Uzza ya yemin olsun ki, peygamber olduğunu ileri süren bu adamın bizden bir farkı ve bize bir üstünlüğü yokmuş; eğer peygamber olsaydı, kendisine ne yapılacağını bilirdi” dediler İşte bunun üzerine kâinatın Rabbi: "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak" âyetini indirdi. O zaman ashaıb ı kiram: "Yâ Resûlaliah! Seni tebrik ederiz; bütün günahlarının bağışlanması mübarek olsun. Cenab i Hakkın sana ne yapacağını öğrenmiş olduk. Acaba Rabbimiz bize ne yapacak?" diye sordukları zaman da "Böylece Allah mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarını örter ve onları, ebediyen kalmak üzere, içinde ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Bu ise Allah katında pek büyük bir bahtiyarlıktır”(Fetih,5) âyeti nazil oldu.(Tirmizi,Tefsir 48/2,nr.3263)

İşte bunun üzerine Allah Teâlâ Resulünü teselli etmek üzere "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacaktır." âyetini indirdi.

Ardından gelen şu âyetle de müminlere olan lütfunu bildirdi: “Boylece Allah mü'min erkeklerin ve mümin kadınların günahlarını örter ve onları, ebediyen kalmak üzere, içinde ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Bu ise Allah katında pek büyük bir bahtiyarlıktır.’’ Resûl-i Ekrem'in geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanacağını bildiren âyetle ona âdetâ şöyle denilmiş oldu: "Ey Peygamber! Allah senin günahlarını atfetmiştir; şâyet günah işlemiş olsaydın bile, Cenâb-ı Hak bundan dolayı seni hesaba çekmeyecekti.’’

Bazı âlimlere göre, ‘ Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacaktır.’’ âyetindeki “bağışlama" ifâdesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimızin ayıp ve kusurlardan korunduğu dile getirilmiştir

Belini Büken Ağır Yük


Peygamberlerin küçük günah işleyebileceklerini söyleyenlerin bir delilide;’’Belini büken o ağır yükünü üzerinden kaldırmadık mı?"' âyet i kerîmesidir. Bazı âlimlere göre bu âyetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin peygamberlikten önceki günahlarının affedildiği belirtilmiştir. Tâbiîn alimlerinden fakih, muhaddis ve zâhid Zeyd ibni Eslem ile Hasan-ı Basrinin ve tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsi nin görüşleri de bu yöndedir.

Kimi âlimlere göre bu âyetin mânası Resûl-i Ekrem in peygamberlikten önce günahlardan korunup muhafaza edildiğini ifâde etmektedir. Şayet korunmasaydı, günahlar onun belini bükecekti. Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî,buna benzer bir görüşü nakletmiştir.

Kimilerine göre ise bu âyetle. Allah’ın buyruklarını insanlara duyurana kadar ağır peygamberlik görevinin Resûlullah’ın belini büktüğü anlatılmıştır. Bu görüşü Şâfîî fakihi ve tefsir âlimi Ebu l-Hasen el-Mâverdî ile müfessir ve sûfî Ebû Abdurrahman es-Sülemî nakletmiştir.

Endülüslü kırâat âlimi Ebû Tâlib el-Mekkı’nin nakline göre bu âyetin mânası, Câhiliye günlerinin ağır yükünü senin sırtından indirdik demektir.

Yani “Seni Câhiliye günlerinin her türlü çirkinliğinden korumak suretiyle o günahların ağır yükünden de kur-tardık” demektir.

Bir yoruma göre bu âyetteki “belini büken ağır yük ifâdesiyle. Peygamber aleyhisselâmm kalbini meşgul eden mânevi yükleri ve peygamberliğin başlangıcında zihnini yoran düşünceleri ortadan kaldırmak, hayatını tanzim etmek için istediğin din ve şeriatı sana vermek suretiyle sıkıntılarını giderdik denmiştir. Tasavvuf, kelâm, tefsir ve hadis alimi Abdülkerim El Kuşeyri bu anlamda bir yorum nakletmiştir.

Bir başka yoruma göre söz konusu âyetteki bu cümlenin anlamı şöyledir:Senden korumanı istediğimiz şeyleri Biz korumak suretiyle sırtına yüklenen o dayanılmaz peygamberlik yükünü hafiflettik.

"Belini büken ağır yük" demek, “belini bükecek derecede ağır yük’ demektir. Bu 'ağır yük"ün. Efendimiz in peygamberlikten önce yaptığı hatâlar olduğunu söyleyenler vardır. Bu görüşe göre peygamberlikten önce yaptığı bazı şeyleri İslâmiyet haram kılınca, Peygamber aleyhiselam eskiden yaptığı hatâların günah olduğunu düşündü ve bunlardan dolayı hesaba çekilmekten korktu. İşte o zaman da Cenab ı Hak ona, belini büken o ağır yükü üzerinden kaldırdığını bildirdi.

Üzerindeki yükü kaldırmak" şu anlamlara da gelebilir:

*Şayet Resûlullah günah olan hareketleri yapacak olsaydı, o günahların ağırlığı belini bükecekti. Fakat Allah Teâlâ onu günah işlemekten korumak sûretiyle üzerindeki yükü de kaldırmış oldu.

*Biz seni yapılması son derece zor olan peygamberlik görevini ifa etmenin ağırlığından koruduk.

*Biz seni Câhiliye devrine ait olup kalbini meşgul eden işlerinin sıkıntısından koruduk.

*Biz seni Cenâb-ı Hakk ın İlâhî vahyi korumayı emretmesinin verceği sorumluluk yükünden kurtardık.

"Allah Seni Affetti" Âyetinin Anlamı

Şimdi de “Allah seni affetti; ama sen onlara niçin izin verdin?"(Tevbe,43) âyetinin yorumuna gelelim:

Allah Teâlâ. Peygamber Efendimize Tebük Gazvesi ne gitmek iste-meyenlere izin verme diye emretmediğinden, Resûlullahın savaşa gitmemek için bahâneler ileri süren münafıklara izin vermesi günah sayılmaz. Zâten Cenâb-ı Hak da, onun izin vermesini günah saymamıştır. Hattâ alimler âyet'i kerimenin üslubunu bir azarlama olarak görmemiş, âyetin bir tür azarlama içerdiğini ileri sürenleri de hatalı bulmuşlardır.

Arap dili ve edebiyatı âlimi Niftaveyh şöyle demiştir: Bu ayette Cenâbı Hak, Resul-i Ekremini hâşa azarlamamış, tam aksine onu savaşa gitmemek için bahane ileri sürenlere izin verip vermemekte serbest bırakmıştır.

Bu konuda Selef âlimleri şunu söylemiştir: Allahın Resulü kendisine vahiy gelmeyen konularda dilediğini yapmakta tamamen serbestti. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyette ona: “Sen uygun gördüklerine izin ver.(Nur 24/62) buyurmuş, Peygamber aleyhisselâm da savaşa gitmemek için bahane üretenlere o âyete dayanarak izin verince, bu kez ona Tevbe sûresinin 42. âyetiyle münâfıkların gerçek niyetleri, iç yüzleri bildirilmiş, izin vermeseydi bile münâfıkların zâten savaşa gitmeyecekleri söylenmiş ve Resûl-i Ekrem’in kendisinden izin isteyenlere izin vermesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı haber verilmiştir.

Üzerinde tartışılan âyet-i kerîmedeki “Allah seni affetti'" ifâdesi, “suçunu bağışladı” anlamında değildir. Bu ifâde, tıpkı atlar ve köleler için zekât verilmeyeceğini belirten “At ve köleler için zekât vermekten Allah sizi affetmiştir. ’’(Ebu Davud,Zekat 5,nr.1574) hadîs-i şerifinde olduğu gibi, “bunu size farz kılmadı, sizi bundan sorumlu tutmadı” anlamındadır.

Tasavvuf, kelâm, tefsir ve hadis âtimi Ebul Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri de bu görüşte olup şöyle demiştir:

Günah olmayan yerde af da olmaz diyenler, Arap dilini yeterince bilmeyenlerdir Âyeti kerimedeki Allah seni affetti' ifâdesinin anlamı. Allah sana bir günah yüklemedi' demektir '

Mâliki fakihi ve hadis âlimi Ahmed ibni Nasr ed Davûdî’nin naklettiğine göre, söz konusu âyetteki "Allah seni affetti” cümlesi, ‘günahını bağışladı” anlamında değildir; bu cümle, Cenâb-i Hakk ın Resûlüne verdiği değeri ve ona yönelik ikrâmını gösteren bir ifâdedir

Endülüslü kırâat âlimi Ebû Tâlib el-Mekkî’ye göre “Allah seni affetti” cümlesi, tıpkı Arap dilinde sıklıkla kullanılan “Allah seni azîz eylesin”, “Allah sana ikrâmını lütfetsin" ifâdeleri gibi bir söze başlangıç cümlesidir.

Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî de bu ifâdenin: “Allah sana âfiyet versin” demek olduğunu söylemiştir.

Bedir Esirlerinden Fidye Alınması

Peygamberlerin küçük günah işleyebileceklerini söyleyenlerin delillerinden biri de Allah Teâlâ’nın Bedir Gazvesi’nde alman esirler hakkında şöyle buyurmasıdır:

“Yeryüzünde zafer kazanıp kâfirleri sindirmedikçe, hiçbir peygamberin esirler alması uygun değildir. Çünkü siz bu şekilde geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, oysa Allah sizin âhireti kazanmanızı istiyor. Allah karşı konulmaz bir kuvvete sahiptir; yaptığı her şeyi yerli yerince yapandır. Eğer daha önce Allah katında yazılı bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyelerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. "(Enfal,67-68) Bu âyetlerde Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme esirlerden fidye aldığı için günah işlediği söylenmemekte. tam aksine burada ona özel durumlardan söz edilmekte ve onun diğer peygamberlerden daha üstün olduğu dile getirilmektedir.Sanki burada ona: "Senden başka hiçbir peygambere böyle bir lütufta bulunulmadı’’denmektedir.

Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sadece kendisine lüt fedilen İlâhî ikramdan söz ederken şöyle buyurmuştur: “Ganimet almak daha önceleri kimseye helâl kılınmadığı hâlde bana helâl edildi"

Konumuzla ilgili olan yukarıdaki âyet-i kerimede' geçen: “Çünkü siz bu şekilde geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, oysa Allah sizin âhireti kazanmanızı istiyor. Allah karşı konulmaz bir kuvvete sahiptir; yaptığı her şeyi yerli yerince yapandır.* ifâdesinin mânası sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir:

Bu âyet, Peygamber Efendimizi ve onun ileri gelen ashâbını değil, geçici dünya menfaati peşinde koşan ve daha fazla dünyalık elde etmeye çalışan herkesi hedef almaktadır.

Tabiîn müfessirlerinden Dahhâk ibni Müzâhim den rivâyet olunduğuna göre bu âyet, Bedir Gazvesinde müşrikler bozguna uğradığı, insanlar savaş meydanındaki ölülerin değerli eşyalarını almak ve ganimet toplamakla meşgul olduğu zaman nazil olmuş, hattâ Hz. Ömer onların bu hâlini gören düşmanın geri dönüp saldırmasından korkmuştur.

Fidye Âyeti Üzerindeki Farklı Görüşler

Bu âyetin ardından Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer daha önce Allah katında yazılı bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyelerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.” Âlimler, bu âyetin mânasında ihtilâf etmiş ve şu görüşleri ortaya koymuşlardır:

Eğer Ben, yasaklamadığım bir konuda kuluma azap etmeyeceğimi ezelde takdir buyurmasaydım, esirlerden fidye almanızdan dolayı size azap ederdim, demektir. Bu yoruma göre daha önce “esirlerden fidye almayınız” diye bir İlâhî emir bulunmadığından, Resûl-i Ekrem'in Bedir esirlerinden fidye alması günah değildir.

Eğer Kur'ân-ı Kerim'e îmân etmemiş olsaydınız, -ki âyette geçen 'daha önceki kitap (hüküm)” Kurân-ı Kerim dir- ve bu îmânınız dolayısıyla ilâhı affa nâil olmasaydınız, savaşta ganimet aldığınız için size cezâ verirdim.

Bu söz şöyle açıklanmaktadır: Şâyet siz Kur ân-ı Kerim e inanmasay-dınız ve siz kendilerine ganimet helâl edilenlerden olmasaydınız, sizden önceki milletlerden Allah’ın koyduğu sının aşanlara yapıldığı gibi, size de cezâ verilirdi.

Şâyet her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz da ganimetin size helâl kılındığı yazılmamış olsaydı, ganimet aldığınız için elbette cezâ-landırılırdınız

İslâm âlimlerinin tefsirlerde ortaya koyduğu bu görüşlerin hepsi de, düşmandan fidye almanın günah olmadığını göstermektedir; çünkü helâl olan bir şeyi yapan kimse günah işlemiş olmaz. Nitekim Allah Teâlâ ganimet konusunda şöyle buyurmuştur: “Elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve hoş olarak yiyin.”(Enfal,69)


2

Hz. Âdemin Kıssası

Yine peygamberlerin küçük günah işleyebileceği görüşünü ileri sürenlerin bir delili de Adem aleyhisselâm hakkındaki şu âyetlerdir:

“Âdem ile Havva o yasak ağaçtan yediler.(Taha,121))

Bir önceki âyetle birlikte bu âyetin tamamı şöyledir: “Derken, şeytan ona vesvese verdi ve: ‘Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını, aslâ yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?’ dedi. Böylece Adem ile Havvâ o yasak ağaçtan yediler, bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine göründü de, Cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar. Âdem,Rabbi'nin emrine karşı geldi, şaşırıp kaldı”

Oysa daha önce Allah Teâlâ onlara şöyle buyurmuştu

“Ey Âdem! Şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz."(Bakara,35)

“Ben size o ağacı yasaklamadım mı?"(Araf,22)

Allah Teâlâ, Hz. Âdem'in (dolayısıyla Havva’nın) günah işlediklerini belirterek: “Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi, şaşırıp kaldı."(Taha,121) buyurdu. Bu âyetteki “Rabbi'nin emrine karşı geldi” ifâdesi cahillik etti, bir başka yoruma göre içtihadında hatâ etti demektir.

Hz. Âdem Neyi Unuttu?


Allah Teâlâ Hz. Adem’in özrünün ne olduğunu şöyle açıkladı. “Doğrusu Biz Âdem'e daha önce buyruğumuzu iletmiştik: ama o bunu unuttu. Biz onda bir azim de görmedik.

Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem ile Havva’ya ilettiği buyruğu "Yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz.”' şeklindeki tenbihi idi. Allah Teâlâ'nın Hz.Adem’de görmediğini belirttiği azim ise, onun “şeytanın iğvâsına karşı direnme konusunda yeterince kararlı ve azimli davranmayışı" şeklinde anlaşılmıştır. Bu azim,Hz. Âdem’in “yaptığı hatâda ısrarlı olmayışı ve tövbe edişi” diye de açıklanmıştır.

Tefsir âlimi Abdurrahman ibni Zeyd ibni Eşlem,âyette geçen “unuttu” ifâdesini şöyle açıklamıştır:

“Hz. Adem. Îblîs’in kendisine düşman olduğunu ve Allah Teâlâ’nın kendisini: Ey Adem! Bu Îblîs; senin de. eşinin de gerçekten düşmanıdır. Dikkat edin, sakın sizi Cennet ten çıkarmasın! Yoksa sıkıntı çekersin' diye uyardığını unuttu demektir."

Hz. Âdem’in unutması şöyle de açıklanmıştır: İblîs, Hz. Adem ile Havvâ ya şefkat ve yakınlık gösteriyormuş, kendilerine nasihat ediyormuş gibi dostça davrandığı için, Âdem onun kendisine düşman olduğunu unuttu demektir.

Abdullah ibni Abbâs, Hz. Âdem'in unutmasını şöyle açıklamıştır:

İnsan kelimesi nisyân kökündendir.İnsana insan denmesinin sebebi, onun Cenâb-ı Hakkın kendisine olan uyarısını unutmasından dolayıdır

Onları Şeytan Kandırdı

Şöyle de bir görüş vardır: Hz. Adem île Havvâ yasak ağaçtan yemeyi helâl saydıkları için İlâhî emre karşı gelmiş değillerdir, fakat onlar İblisin “Ben iyiliğiniz için size öğüt veriyorum." (Araf,21) diye yemin etmesine kanmışlar ve bir kimsenin Allah’a yalan yere yemin edemeyeceğini sanmışlardır.

Şeytanın Hz. Âdem ile Havva’ya "Rabbiniz size bu ağacı, melek olmamanız veya burada ebediyen kalmamanız için yasakladı.”' demesi de onların şeytana kanmasına vesile olmuştur. Bir başka âyette bu konu şöyle ifâde edilmiştir: “Derken, şeytan ona vesvese verdi ve:

Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını, asla yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?’ dedi "

Hz. Adem’in yasak ağaca yaklaşmasının sebebini açıklarken böyle bir gerekçe ileri sürdüğü de rivâyet edilmiştir.

Bu rivâyet, tefsir kitaplarında bulunmaktadır. İbni îshâk’tan nakledildiğine göre Îblîs Hz. Âdem ile Havvayı kandırmak için dövünerek feryâdü figân etmeye başladı. Onlar da hâline üzülerek niçin ağladığını sordular.

İblis: “Ben sizin için ağlıyorum. Bir gün ölecek ve sahip olduğunuz bütün bu nimetleri kaybedeceksiniz.” dedi.

Bu sözler onları pek etkiledi. Ondan sonra İblis onlara yaklaştı ve: “Ey Âdem! Ne dersin, sana ölümsüzlük ağacını, aslâ yok olmayacak bir saltanatın yolunu göstereyim mi?”diye söze başlayarak tuzağını kurdu.(Taberi,Camiul Beyan,1,529)

Tabiîn âlimlerinden Saîd ibni Cübeyr de (v. 95/714) şöyle demiştir: “İblis,Allah'a yemin ederek Adem ile Havva’yı kandırdı: çünkü mü'min, kendisi yalan yere yemin etmediği için, böyle yeminlere kanar.”

Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Mü'min saf ve iyi huylu olduğu, tabiatında kötülük bulunmadığı için kolayca aldanır; doğru yoldan çıkan kimse ise bozguncu ve kötülüğe meyilli olduğu için aldatır.(Ebu Davud,Edeb 83,nr.6133)Bununla beraber mü’min uyanıktır, tekrar tekrar aldanmaz.Resûl i Ekrem Efendimiz’in buyurduğu gibi; Mümin, bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz."(Buhari,Edeb 83,nr.6133)

Yasak Meyve Konusunda Çeşitli Yorumlar
Bu konuda bazı âlimler şöyle demiştir:

Adem İlâhî emri unutmuştur; yoksa Allah'ın emrine karşı gelmeyi aklından bile getirmemiştir; işte bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak onun hakkında ‘ Biz onda bir azim de görmedik!” yani “İlâhî emre karşı gelme niyeti" görmedik buyurmuştur.”

Müfessirlerin çoğu ise, bu âyetteki “azim" ifâdesiyle, “Biz onda tedbîr,sabır ve sebât görmedik” buyurulduğunu söylemişlerdir.

Hz Adem'in yasak meyveden yediği sırada sarhoş olduğunu ileri süren olmuşsa da bu görüş zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ Cennet şarabının sarhoş etmediğini bildirmiştir.

Allah Teâlâ Cennet şarabından söz ederken şöyle buyurmuştur:

‘’Bu kadehlerin içindeki içecek, içenleri ne rahatsız ne de sarhoş eder”(Saffat,47)

"O şaraptan ne başlan ağrır, ne sarhoş olurlar’’(Vakıa,19)

“Rableri onlara tertemiz bir şarap içirir.”(İnsan,21)

Eğer Âdem aleyhisselâm yasak meyveyi unutarak yemişse, bu Allah’a isyanı değildir. Şayet yanılıp hatâ ederek yemişse, bu da günah değildir Çünkü unutarak ve yanılarak bir yasağı çiğneyenin sorumlu olmadığı hususunda İslâm âlimleri ittifak etmiştir.

Eş’arî kelâm âlimi Ebû Bekir ibni Fûrek ve başka âlimler,Hz. Âdem’in şeytanın iğvâsına kapılarak yasak meyveden yemesinin peygamberlikten önce gerçekleşmiş olabileceğini söylemiş, buna delil olarak da şu iki âyeti zikretmişlerdir: “Âdem, Rabblnin emrine karşı geldi, şaşırıp kaldı. Sonra Rabbi onu peygamber seçip kendine yaklaştırdı. Tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.’” Bu âyetlerden hareketle Allah Teâlâ'nın Hz. Âdem’i peygamber seçip onu doğru yola iletmesi olayının, onun ilâhı emre karşı gelmesinden sonra meydana geldiği söylenmiştir.

Bu konuda yapılan bir başka yorum da şöyledir:

Yasak ağaç açıkça belirtilmediğinden, Hz. Adem bu yasağın bütün ağaçlara değil de, belli bir ağaca mahsûs olduğu yorumunu yaparak o meyveyi bilmeden yemiştir. Şöyleki, o Cenâb-ı Hak'ın kendisine sadece belli bir ağacın meyvesini yasakladığını düşündü, o ağacın diğer cinslerinin de yasak olacağını hesaba katmadı, işte bunun için de şöyle denmiştir: Hz Âdem, Allah’ın emrine karşı geldiği için değil, ihtiyatı elden bıraktığı için tövbe etmiştir.

Bir diğer görüşe göre,Hz. Adem, Cenâb-ı Hakk'ın o ağacın meyvesini kesin surette haram kılmadığı yorumunu yapmıştır.

Şöyle bir soru sorulacak olursa:

Allah Teâlâ hem: “Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi, şaşırıp kaldı.”

buyurmak suretiyle onun günahkâr olduğunu söylüyor, hem de, ‘Rabbi onun tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.”(Taha,122) âyetiyle onun günahını bağışladığını belirtiyor.

Ayrıca “Şefâat-i Kübrâ” hadisinde görüldüğü üzere mahşer halkı Hz Âdem’in şefaatini istedikleri zaman o: “Rabbim o ağaca yaklaşmamı yasaklamıştı, ama ben Onu dinlemedim." diyerek suçunu itiraf etmiştir. Bunlar Hz. Âdem'in günah işlediğini göstermiyor mu? Bu sorunun cevabı ve diğer peygamberlerle ilgili benzeri soruların cevabı, inşallah bundan sonraki bahiste verilecektir.


3

Yûnus Peygamberin Kıssası

Peygamberlerin küçük günah işleyebileceğini söyleyenlerin ileri sürdükleri delillerden biri de Hz. Yunus un kıssasıdır. Bu kıssa ile ilgili bazı konulan daha önce ele almıştık. Esasen Yûnus aleyhisselâmın günah işlediğini gösteren bir âyet yoktur. Yalnız bir âyette onun “yolcu dolu bir gemiye binip ülkesinden kaçtığı(Saffat,140) bir başka âyette de “kavmine öfkelenip gittiği’ (Enbiya,87) belirtilmiştir. Biz daha önce bu mesele üzerinde durmuştuk. Bu konuda ileri sürülen bazı görüşler şöyledir:

Kavminin üzerine inecek olan ilâhî azabı görmemek için Yûnus peygamberin oradan kaçıp gitmesini Allah Teâlâ doğru bulmamıştır.
Burada Yûnus aleyhisselâma yakışan davranışın, tıpkı Hz. Nûh’un yaptığı gibi kavminin arasında kalarak kendisine gönderilecek ilâhî tâlimâtı beklemek olduğu hatırlatılmaktadır.

Yûnus aleyhisselâm kavmine ilâhî azabın geleceğini söylemiş, Allah Teâlâ da îmân etmeleri üzerine onlan bağışlamıştı. Bunun üzerine Hz. Yûnus: Ben onlara ilâhî azaptan söz etmiştim. Şimdi azap gelmediğine göre, kesinlikle kavmimin karşısına yalancı bir yüzle çıkamam!” dedi.
Yunus aleyhisselâmm kavmi yalan söyleyenleri öldürdüğü için, o da kendine bir fenalık yapmalarından korktu ve oradan uzaklaştı.
Yani “Hz. Yûnus kavmine, kendilerine geleceğini haber verdiği azap gelmeyince, onların kendisini yalan söyledin diye öldüreceğinden korkarak çekip gitti” demektir.

Hz. Yûnus, peygamberliğin o ağır yükünü taşıyamadı.Yûnus aleyhisselâmm kavmine yalan söylemediği daha önce belirtilmişti.(1)

(1)-“İslâm Düşmanlarının Bazı İftiralarına Reddiye” bahsinde Hz. Yûnus un kavmine yalan değil, gerçeği söylediği açıklanmıştı. O, kavminin başına azap geleceğini haber vermiş, gerçekten de azap belirtileri görülmüş, ancak o insanlar yaptıklarına pişman olup Yûnus aleyhisselâmın Rabbine îmân ettiklerini söyleyince İlâhî azap kaldırılmıştı bk. III, 26.

Yukarıda sıraladığımız görüşlerde Hz. Yûnus un günah işlediğine dâir bir âyet, bir hadis zikredilmemiştir. Onun günahkâr olduğunu ileri süren bir görüşü ise âlimler değersiz bulmuştur.

Yûnus peygamber hakkındaki ‘Hani o yolcu dolu bir gemiye binip ülkesinden kaçmıştı.” âyetindeki “kaçmıştı” ifâdesini de müfessirler “uzaklaşmıştı” diye yorumlamışlardır.

Zulüm Ne Demektir?

Yûnus aleyhisselâmm “Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden (zul-medenlerden) oldum’’(Enbiya,87) sözünü ele alalım. Zulüm, bir şeyi ait olduğu yere koymamaktır. Bazılarına göre onun zulmedenlerden olduğunu söylemesi, günahını itiraf etmesidir. Bu günah da ya Rabbinden izin almadan kavminin arasından çıkıp gitmesidir veya yüklendiği peygamberlik görevini taşıyamama korkusuna sahip olmasıdır yahut da kavminin imân etmeyeceğini anladıktan sonra onların başına azap gelmesi için dua etmesidir Bu sonuncu görüş zayıfır; zira Nûh aleyhisselâm da
kavminin helâk edilmesi için duâ etmiş, fakat bu yüzden Cenâb-ı Hak ta-rafından kınanmamıştır.

Sûfı âlim Ebu Bekir el-Vâsi tr (v 331/942) “Ben kendine zulmedenlerden oldum!" âyeti hakkında şöyle demiştir:

“Yûnus peygamber, âyette nakledilen bu sözüyle Rabbini zulümden tenzih etmiş, kusurunu itiraf ederek, zulmü kendisine nispet edip Rabbinin affını uman bir kulun böyle bir hatâyı işleyebileceğini söylemiştir.
Bu konuda şöyle de denmiştir .

Yûnus aleyhisselâmın söz konusu âyette nakledilen bu niyâzı, Hz. Adem ile Havvâ nın 'Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik (zulmettik)” diye yakarmalarına benzer. Adem ile Havva’nın zulmü kendilerine nisbet etmelerinin sebebi, kendilerine tahsis edilen yerden alınıp başka bir yere konmaya yani Cennet ten çıkarılıp yeryüzüne indirilmeye yine kendilerinin sebep olmasıdır.

4


Dâvûd Peygamberin Kıssası

Dâvûd aleyhisselâmın kıssasına gelince: bu konuda Ehl-i Kitap tarihçilerinin, Hz. Dâvûd un kıssasına dâir gerçekleri değiştirmek ve tahrif et-mek sûretiyle yazıp çizdiklerine değer vermemek gerektiğini belirtmeliyiz. Ne yazık ki bazı müfessirler de bu bilgileri tefsirlerine almışlardır. Hâlbuki onların verdiği bilgiye dâir ne Kur an-ı Kerim de bir âyet, ne de güvenilir bir hadis i şerif vardır. Cenâb-ı Hakk ın Kur an da Hz. Dâvûd hakkında verdiği bilgi şöyledir: "Dâvûd kendisini imtihân ettiğimizi anladı ve Rabbinden bağışlanma diledi: O na yönelerek secdeye kapandı. Biz de onun Bu hatâsını bağışladık. Onun katımızda bir değeri ve güzel bir geleceği vardır.(Sad,24-25)

Allahu Teâlâ yine Hz. Dâvûd hakkında: “O, dâima Allah a yönelen bir kimseydi.(Sad,17) buyurmuştur.

Konuyla ilgili olarak zikrettiğimiz âyette geçen “fetennâhu” ifâdesinin anlamı “Biz onu denedik, İmtihan ettik” demektir. Tabiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî (v 117/735), Dâvûd aleyhisselâm hakkında zikredilen ikinci âyette yer alan ve “dâima Allah’a yönelen" diye de tercüme edilebilen “evvâb” lafzını, “itâatkâr” diye tefsir etmiştir. Aslında bu kelimenin en uygun tefsiri de budur.

Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Mes'ûd şöyle demişlerdir: “Söy-lendiğine göre Dâvûd aleyhisselâm ümmetinden bir adama, ‘Karını boşa da onunla ben evleneyim!* demiş, bu yüzden Allah Teâlâ da onu ikaz edip uyarmış, peygamberinin dünyevî şeylere kendini kaptırmasını doğru bulmadığını belirtmiştir. Dâvûd peygamber hakkında nakledilen pek çok haberden kabul edilebilecek olan işte budur.

Bir başka rivâyete göre Hz. Dâvûd o kimseye “Karını boşa da onunla ben evleneyim!” dememiş, ancak onun evlenmek istediği kadına kendisi de talip olmuştur.

Anlaşıldığına göre o devirde bir erkeğin evlenmek istediği bir kadınla evlenmeye kalkışmak yasak değildi.

Fakat Peygamber Efendimiz: “Bir kimse, din kardeşinin dünür gönderdiği birine dünür göndermesin.”(Buhari,Nikah 45,nr.5142) buyurmak suretiyle böyle bir adeti yasaklamıştır.

Yine bu konudaki bir rivayete göre Hz. Dâvud. evlenmeyi düşündüğü kadının eşinin savaşta şehid düşmesini kalbinden geçirmiştir.
Bu da Hz. Dâvûd hakkındaki İsrâiliyât türû asılsız riva-yetlerden biridir. Buna göre Dâvûd aleyhisselâm bir kadını görüp ona hayran kalmış, kocasının Ûriyâ adında tanınmış bir savaşçı olduğunu öğrenince, ordu ku-mandanına haber göndererek o adamın özellikle ön safta savaşıp şehit düşmesini sağlamış, sonra da onun ka-rısıyla evlenmiştir. Burada Hz. Ali’nin konumuzla ilgili meşhur sözünü hatırlamakta fayda vardır. Allah’ın Arş-tan! şöyle demiştir: “Kıssacı vaizlerin anlattığı şekilde kim size Hz. Dâvûd ile ilgili malûm kıssayı rivayet edecek olursa, ona peygamberlere iftira etmenin cezası olarak 160 değnek vururum.”

Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebül Leys es-Semerkandî de Dâvûd aleyhisselâma atfedilen rivayetle ilgili olarak şöyle demiştir:

Birbirini suçlayan iki kişi Dâvûd peygambere başvurunca, birini din-leyip diğerini dinlememiş, hasmını suçlayana: “Bu adam senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiş. ” demiş, ancak daha sonra hatâsını anlayarak Allah Teâlâ dan af dilemiştir.

Hz. Dâvûd un. Allah tan af dilemesinin yorumuna dâir bir başka görüş şoyledir:

Dâvûd Peygamber, sahip olduğu dünya malının ve saltanatın kendisini imtihan etmek için verildiğini düşünmüş, bu imtihânı başaramama korkusuyla Allah'tan af dilemiştir.

Mâliki fakihi ve hadis âlimi Ahmed ibni Nasr ed-Dâvûdî ile Mâliki fakihi Ebû Temmam Muhammed el-Ebheri et-Tulaytıli ve inceledikleri konuyu enine boyuna ele alan ilim adamları Hz. Davud'a nisbet edilen böyle haberleri gerçek dışı bularak reddetmişlerdir. Ahmed ibni Nasr ed-Dâvûdî bu konuda şunları söylemiştir:

Davud peygamber ile Uriyânın kıssasına dâir hadis alimlerinin güvenilir bulduğu bir rivayet yoktur.Zaten bir peygamberin bir Müslümanı öİdürtmeyi istemesi de düşünülemez. ”

Şöyle de bir görüş vardır: Âyet-i kerîmeden ilk bakışta anlaşılan, burada mecazi bir anlatımın bulunmadığı, Dâvûd aleyhiselâma koyunları hakkındaki anlaşmazlıklarını götürenlerin iki melek değil, iki insandan ibaret olduğudur.

Bu konudaki dört âyet şudur;
21-Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
22- Davud'un yanına giriverdiler de onlardan telaşe düştü. Ona "Korkma!" dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar.
23- Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi" diye anlattı.
24- Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az." Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi.
25- Biz de o zannettiği şeyi kendisine bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Bu âyetlerde anlatılanlardan çıkarabileceğimiz anlam şudur: Hz. Dâvûd, mescidde Rabbiyle baş başa iken, alı-şılmışın dışında bir yolla içeri giren iki kişinin bu hâli onu ürkütmüştü. Onlardan biri, aralarındaki meseleyi anlatır anlatmaz Hz. Dâvûd kanaatini beyan etti; âyette hâdisenin doğruluğunu araştırmak için daha fazla bir çaba gösterildiğine dâir bir ifade göremiyoruz. Fakat Hz. Dâvûd bu olayda kendisinin imtihân edildiğini anlamakta gecikmedi; derhal Rabbine yönelerek kendisini bağışlamasını istedi. Bu âyette onun affedilmesini istediği kusurunun ne olduğunu belirlemek için yeterli bilgi bulunmamaktadır.

Şu da unutulmamalıdır ki, Kuran, kendisinden önce gelen kitapları hem doğrulayıcı hem de tashih edicidir; onlara karıştırılmış olan yalan ve iftiraları ayıklar ve kıssaları bize en doğru şekliyle sunar. Buna rağmen, gerek eskilerden, gerekse çağdaş yorumculardan, Yahudi efsânelerinin câzibesinden kurtulamamış niceleri vardır ki, bunlar hâdiseye tamamen ters yönden yaklaşırlar; bu gibiler eski kıssaları Kur ana arz edecekleri yerde, Kuranın -hâşâ!- eksik bıraktığını onlarla tamamlamaya çalışır; bu uğurda da aklın, hayalin alamayacağı şekilde üretilmiş ve Peygamberleri tezyif etme kastı taşıdığında hiçbir kuşku bulunmayan birtakım senaryolardan medet umarlar. Bu durum, daha sahâbe döneminden itibâren ümmetin başına dert olmuş bir “kıssacılar” sınıfının üremesine yol açmıştır. Sahâbenin önde gelenlerinin ve Hulefâ-i Râşidîn in bu konudaki duyarlılıkları meşhûrdur.

Nitekim Hz. Ali nin: “Kim Dâvûd hâdisesini kıssacıların anlattığı gibi anlatırsa ona 160 değnek vurdururum” dediği bilinmektedir. Ayrıca konuyla ilgili âyette de bu kıssanın sonunda Dâvûd peygamber için söylenen: ‘‘Onun katımızda bir değeri ve güzel bir geleceği vardır. ifâdesi, bu tür uydurmaların kapısını kesin bir şekilde kapatmaktadır. Dâvûd aleyhisselâma böyle bir dâva getirenlerin Cebrâil aleyhisselâm ile Mîkâil aleyhisselâm olduğu da söylenmektedir.

5


Yûsuf Peygamberin Kıssası


Hz Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında Yûsuf aleyhiselamın günah işlemesiyle İlgili bir durum yoktur.
Kardeşlerinin durumuna gelince, onlar peygamber olmadıkları için, yapıp ettiklerini burada ele almak gerekmez.
Hz. Yakûbun "torunlarının ‘’Kur ân-ı Kerim de peygamberlerle birlikte anılması onların peygamber olduğunu açıkça göstermediği için burada kendilerinden söz etmek icap etmez.

Arapların “kabile“ Arap olmayanların “soy” ve “millet” dediği şeye İsrâiloğulları “sıbt” derdi. Hz. Ya’küb’un torunlarından (esbât) söz edilen âyetlerden biri şöyledir:

“Siz şöyle devin: ‘Biz Allah’a, bize indirilene; îbrâhime,İsmail'e, lshâk’a, Yakııba ve torunlarına indirilene;

Mûsaya ve İsa ya verilene; Rablerinden bütün peygamberlere verilene imân ettik. Biz o peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmayız. Biz sadece Allaha boyun eğen Müslümanlarız.(Bakara,136)

Bazı müfessirler, âyet-i kerimedeki torunlar (esbât) ifâdesiyle, Hz. Yaküb'un torunlarından peygamber olanların kastedildiğini söylemişlerdir.

Şöyle de söylenmiştir; Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri onu kuyuya attıklarında çocuk yaşta idiler Öyle oldukları için de Hz. Yûsuf Mısır azizi iken yanına gittiklerinde kendisini tanıyamamışlar, bir de Hz. Ya’kub’a: "Onu yarın bizimle gönder de gezip oynayalım, diyerek birlikte oynamaktan söz etmişlerdir. Şayet onlar peygamber olmuşsa, bu daha sonraları gerçekleşmiştir İşin doğrusunu en iyi Allah bilir.

Kur ân-ı Kerîm de Yûsuf aleyhiselam hakkında: Kadın onu gerçekten istemişti. Eğer Rabbinin kesin delilini görmeseydim Yusuf da ona meyledecekti(Yusuf,24) buyrulmasına gelince:

Hz. Yûsuf'a zinanın çirkinliğini gösteren ve onu günahtan uzaklaştıran bu ilâhî “delilin” ne olduğu konusunda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yalnız Ibni Abbâs, o sırada “Hz, Yakub’un belirip oğlunun göğsüne eliyle vurarak ona engel olduğunu” rivâyet etmektedir.(Hakim,el Müstedrek,2,377,nr.3322)

Birçok fakih ve muhadddise göre, bir kötülüğün kalpten geçirilmesi yüzünden Allah Teâlâ kulunu hesaba çekmez. Çünkü Resûllah Efendimiz in buyurduğu şu kudsî hadise göre bir kötülüğün kalpten geçirilmesi günah değildir:

“Kulum bir kötülük yapmak ister, sonra da bundan vazgeçerse. Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder.Şu hâle göre Yûsuf aleyhisselâm da kalbinden geçen düşünce yüzünden bir günah işlememiştir.

Bu hadîs-i kudsinin tamamı şöyledir:Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı: Kim bir iyilik etmek ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükem mel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik etmek ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hattâ kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse,Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şâyet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar” (Buhâri, Rvkâk 31, nr. 6491: Müslim, îmân 207, nr. 131,)

İnceledikleri konuyu enine boyuna ele alan fakih ve kelâm âlimlerine göre kötü bir düşünce kalbe iyice yerleşirse o günah olur, ama kalbe iyice yerleşmeyen gelip geçici düşünceler günah değildir. Doğru olan da budur.İnşallah Yûsuf aleyhisseiâmm kalbinden geçenler de geçip geçici düşüncelerdir.

Hz. Yûsuf'un,yine de kendimi büsbütün temize çıkarmam; çünkü Rabbimin esirgeyip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli kötülüğü emreder. Elbette Rabbim çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.(Yusuf,53) demesine gelince: Yûsuf aleyhisselam, Kendimi büsbütün temize çıkarmam" sözüyle, “aklıma kötü düşüncelerin gelmediğini söyleye-mem" demek istemiştir. Ya da kalbe gelen kötü düşüncelerden masum olmadığını söyleyerek tevâzuunu ve nefse muhalefeti dile getirmiştir. Çünkü Mısırlı kadınlar tarafından da onun günahsız olduğu söylenerek temize çıkarıldığı bilinmektedir.

Nitekim ünlü muhaddis Ebû Hatim er-Râzînin (v. 287/900), Arap dili, edebiyatı ve tefsir âlimi Ebû Ubeyde Mamer ibni l-Müsennâ dan naklettiğine göre Hz. Yûsuf kötülüğe meyletmemiştir. Ayette takdim-tehir olduğu için bu âyeti: “Kadın onu gerçekten istemişti. Eğer Yûsuf Rabbinin kesin delilini görmeseydi, o da ona meyledecekti" şeklinde anlamalıdır.

Nitekim Allah Teâlâ kadının:
“Gerçekten de onu elde etmek istedim, ama o buna şiddetle karşı çıktı, "(Yusuf,32) dediğini nakletmiştir.
Vezirin hanımı yıllar sonra bunu bir kere daha itiraf ederek şöyle diyecektir: “İşte şimdi gerçek ortaya çıktı!Onu elde etmek isteyen bendim; o ise kesinlikle doğruyu söylüyordu'(Yusuf,51)
Aşağıda meali verilen âyetler de bunu göstermektedir:

Kötülüğü ve her türlü hayâsızlığı, ahlâksızlığı ondan uzak tutalım diye böyle yaptık.(Yusuf,24)
‘’….kapıları iyice kilitledi ve Haydi gel!' dedi. Yusuf ise Allah'a sığınırım ! Kocan, benim efendimdir. O bana çok iyi davranıyor. Şu da bir gerçek ki, zalimler aslâ İflah olmazlar, dedi.

Bu âyetlerdeki bazı kelimeler çeşitli şekillerde yorumlanmıştır:
Kimileri âyetteki Rabbî kelimesiyle ' Allah Teâlâ’nın kastedildiğini. kimileri de Züİeyhânın kocası olan aziz, vezir" demek olduğunu söylemiştir.

Kadın onu gerçekten istemişti. Eğer Rabbinin kesin delilini görmeseydi, Yûsuf da ona meyledecekti. âyetindeki “ona meyledecekti ifâdesinin muhtemel anlamları şöyledir:

*Hz. Yûsuf, kadını reddetmek, ona öğüt vermek istedi.

''Öğüt verme meselesiyle ilgili olarak şöyle bir şey anlatılmaktadır: Kadın Hz. Yûsuf ile beraber olmak isteyince kalktı, putunun yüzünü örttü. Bunun üzerine Hz. Yûsuf ona şunu söyledi: “Sen cansız bir varlıktan, seni görmeyen, fayda ve zarar vermeyen bir puttan böylesine utandığına göre, bütün yaptıklarımı gören Rabbimden ben nasıl utanmam!”(Aliyyul Kari,Şerhul Şifa,2,298)''

*Hz. Yûsuf un kadını reddetmesi onu çok üzdü.
*Hz. Yûsuf ona baktı.
*Hz. Yûsuf kadına vurmak ve onu kovmak istedi.
*Bu olup bitenler. Hz. Yûsuf henüz peygamber olmadan önce meydana gelmiştir.

Bazı âlimler de bu konuyla ilgili âyet-i kerimeleri şöyle açıklamışlardır. Züleyhânın evine dâvet ettiği Mısırlı kadınlar Hz. Yûsuf'a şehvetle bakmakta iken, Allah Teâlâ ona peygamberlik verdi ve kendisini peygamberlik heybeti bürüdü. İşte o zaman kadınlar peygamberlik heybetinin et-kisiyle artık onun güzelliğiyle meşgul olmadılar.

6


Mûsâ Peygamberin Kıssası

Hz. Mûsâ’nın küçük günah İşlediğine dâir, onun Mısır'ın yerlisi olan bir adamı bir yumrukta öldürmesi olayı zikredilebilir. Âyet i kerimede Allah Teâlâ öldürülen adamın Hz. Mûsâ nın düşmanlarından ve Firavun un dinine mensup bir Kıptî olduğunu bildirmektedir.

Konuyla ilgili âyetlerin tamamı bu olayın Hz. Mûsâ nın peygamber olmasından önce meydana geldiğini göstermektedir.

Tâbiîn müfessirlerinden Katâde bin Diâme es-Sedûsî Hz. Mûsâ’nın Kıptî’ye, onu öldürmeyi düşünmeden elindeki çubukla vurduğunu, öldürme niyeti taşımadığı için de bunun günah olamayacağını söylemiştir.

Mûsâ aleyhisselâmın: “Bu, şeytanın işidir(Kasas,15) ve: “Rabbim! Ben kendime yazık ettim, beni bağışla! (Kasas,16) demesi, onun günah işlediğini gösterir denecek olursa, tâbiin alimlerinden İbni Cüreyc bu cümlelerin şöyle açıklanabileceğini söylemiştir 'Hz Musâ bu ifâdeleri, bir peygamberin. Allah'tan emir imadan birini öldürmesi doğru olmayacağı için kullanmıştır.

Tefsir ve hadis alimi Ebû Bekir en-Nakkâş şöyle demiştir:
Hz. Musa Kıpti yi isteyerek kasten öldürmüş değildir. Yaptığı haksızlığa engel olmak için onu eliyle itmiştir. Zaten bu olayın onun peygamberliğinden önce meydana geldiği söylenmekte, âyetin seyri de bunu göstermektedir.

Konuyla ilgili âyet-i kerime şöyledir: “Musa endişe içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıkıp gitti ve ‘Rabbim! Beni bu zâlim toplumun zulmünden kurtar!’ diye yalvardı. Musa, Medyen tarafına doğru yönelince, ‘Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir’ dedi.” Kasas sûresinin 23. âyetinden itibaren Hz. Musa’nın Mısırdan kaçtıktan sonra yaşadıkları, 30. âyetinden itibaren de, aradan on yıl kadar bir süre geçtikten sonra peygamber oluşu anlatılmaktadır.

Allah Teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın kıssasında: “Seni türlü imtihanlarla sınamıştık.”(Taha,40) buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerimenin tamamı şöyledir: “Hani kız kardeşin seni takib ederek gitmiş ve onlara ‘Ona bakacak birini size göstereyim mi?’ demişti. Böylece Biz, gözü aydın olsun ve üzülmesin diye seni annene kavuşturduk. Bir kişiyi yanlışlıkla öldürmüştün de, seni bunun sıkıntısından kurtarmış, sonra da türlü imtihanlarla sınamıştık.
Medyen halkı arasında yıllarca kaldın; sonra takdir ettiğimiz şekilde Medyen’den Tûr’a döndün, ey Mûsâ!"‘’Seni türlü imtihanlarla sınamıştık" âyetinin anlamı, Biz seni bir imtihandan sonra bir başka imtihana tâbi tuttuk, demektir. Bu imtihanlar Hz Musa'nın Kıptî ile olan kavgası, Firavun ile olan mâcerası,hatta bu imtihanlardan birisi de doğduğu zaman bir sandığın içine konulup Nil nehrine bırakılması gibi olaylardır.

Bazı Alimler Seni türlü imtihanlarla sınamıştık” âyetinin mânasını açıklarken bunun,’Biz sana çile çektirdik, sıkıntı verdik” demek olmadığını bu âyetin mânasının “Bu denemelerle seni bir peygambere yakışmayan davranışlardan arındırdık, saf. hâlis ve katışıksız bir hâle getirdik” demek olduğunu söylemişlerdir. Her ikisi de tâbiîn âlimlerinden olan Said ibn: Cübeyr ile Mücâhid ibni Cebr bu görüştedir. Çünkü Araplar gümüşü ateşte eritip cürufunu atarak saflaştırıp arındırma işini imtihân,fitne kelimesiyle anlatırlar. İmtihânın (fitnenin) asıl mânası sınamak, gizli olanı açığa çıkarmak” demektir. Yalnız bu kelime, dinî bir terim olarak, istenmeyen sonucun elde edildiği denemelerde kullanılır.

Hz. Mûsâ ve Ölüm Meleği


Bazıları Hz. Musa'nın yanına gelen ölüm meleğine yumruk atarak gözünü çıkardığına dâir Sahîh-i Buharı ve Sahih i Müslim'de bulunan hadîs i şerîfİ de onun günah işlediğine delil olarak öne sürmüşlerdir.

Hadîs-i şerifin tamamı şöyledir: Ebû Hüreyre radıyalla-hu anhın rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ ölüm meleği Azrail’i Mûsâ peygambere gönderdi. İnsan kılığındaki melek: “Senin canım almaya geldim " deyince, Hz. Mûsâ ona bir yumruk attı ve gözünü çıkardı. Bunun üzerine Azrail, Rabbinin yanma dönerek: “Yâ Rabbi! Beni ölmek istemeyen bir kulunun yanına gönderdin." dedi Allah Teâlâ Azrail’e gözünü iade ettikten sonra: “Haydi tekrar Mûsâ nın yanına git ve ona, eğer yaşamak istiyorsa, elini bir öküzün sırtına koymasını, elinin altında kalan herbir kıla karşılık kendisine bir yıl ömür verileceğinı söyle!” buyurdu. O zaman Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakka: “Yâ Rabbi! O kadar yıl yaşadıktan sonra ne ola cak?' diye sordu. Allah Teâlâ da: “Daha sonra öleceksin” buyurdu. Hz. Mûsâ: “öyleyse canımı şimdi alî” dedi.

Sonra da Cenâb-ı Hak’tan kendisini Arz-ı Mukaddese bir taş atımı mesafede defnedilmeyi nasip etmesini istedi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunları söyledikten sonra şöyle buyurdu: “Şimdi orada bulunsaydım, size Mûsâ peygamberin yolun kenarında, kırmızı kum tepesinin yanında bulunan kabrini gösterirdim.”(Buhari,Cenaiz 68,nr.1339)

Bu hadîs-i şerifte Mûsâ aleyhisselâmın haddini aştığını ve yapmaması gereken bir şeyi yaptığını gösteren bir durum yoktur. Olay son derece açık, doğruluğu aşikâr ve yapılması caiz mâhiyettedir. Şöyleki Mûsâ peygamber, canını almak isteyen insan kılığındaki birine karşı nefsini müdâfaa etmiş ve onun melek olduğunu bilememiştir. Bu sebeple ona karşı kendini savunmuş ve bu savunma sonunda, Allah Teâlâ tarafından kendisini denemek için insan kılığında gönderilen meleğin gözü çıkmıştır. Fakat melek daha sonra geldiğinde ve Allah Teâlâ onun Kendi elçisi olduğunu bildirdiğinde Hz. Mûsâ Azrâil’e boyun eğmiştir.

İlk devir âlimleri ile daha sonraki âlimlerin bu hadis hakkında çeşitli yorumlan bulunmakla beraber, bence en doğru yorum Hz. Mûsâ’nın kendisine gelen şahsın melek olduğunu ve kendisini denemek için geldiğini bilmeden ona tokat attığı şeklindeki yorumdur. Hocam Mâliki fakihi, hadis ve kelâm âlimi Ebû Abdillah el-Mâzerr de (hadîs-i şerifi böyle yorumlamıştır.

Mâzeri den önce de hadis âlimi Ibni Aişe ile ilk devir âlimlerinden bazıları, Hz. Mûsâ nm Azrâile maddî olarak tokat atmadığı, sadece ileri sürdüğü delil ve izahlarla onu susturduğu ve onun delilini çürüttüğü şeklinde açmamışlardır. Nitekim "tokat atma ifâdesinin Arap dilinde bu anlamdaki kullanımı da bilinmektedir.

Yukarıda, kaynaklarıyla birlikte zikrettiğimiz hadisi şerifteki Azrail'in 'gözünün çıkması” Cenâb ı Hakk ın "ona gözünü iade etmesi” şeklindeki bilgiler, tokat atma olayını, "delil ve izahlarla susturma” şeklinde yorumlamanın isabetli olmadığını göstermektedir. Hz. Musa’nın sert ve öfkeli tabiatı da olayı mecâzi değil, hakiki mânasıyla anlamanın daha uvgun olduğunu göstermektedir.

7


Süleyman Peygamberin Kıssası

Peygamberlerin küçük günah işleyebileceğini söyleyenler ve bazı tefsir âlimleri. Hz. Süleyman’ın günâhına delîl olarak şu âyeti ileri sürerler: "Biz Süleyman’ı da imtihân etmiş ve tahtına bir ceset bırakmıştık; sonra o, yine Bize döndü: ‘Rabbim, beni bağışla' dedi.”(Sad,34) Âyet i kerîmedeki “fetennâ”nın mânası, biz onu denedik, imtihân ettik demektir.
Bu âyet-i kerimede Hz. Süleymânın tâbi tutulduğu belirtilen imtihânın mâhiyeti hakkında Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

' Dâvûd peygamberin oğlu Hz. Süleymân: Bu gece yüz veya doksan dokuz kadınımla ilişkide bulunacağım! Her biri de Allah yolunda cihâd edecek birer yiğit doğuracak! demişti. Arkadaşı (veya melek) ona: İnşallah’ demesini tavsiye etmiş, fakat o bir meşguliyetinden dolayı unutup inşallah dememişti. İşte bu yüzden o kadınlardan sadece biri hâmile kalmış,o da sakat bir çocuk doğurmuştu. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bunları söyledikten sonra şöyle buyurdu: “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Süleymân peygamber inşallah deseydi, o kadınlardan her biri Allah yolunda savaşacak birer yiğit doğururdu."(Buhari,Cihad 23,nr.2819)

Bu hadis i şerifteki “Bu gece yüz veya doksan dokuz kadınımla ilişkide bulunacağım!” ifâdesi, bazı rivayetlerde Hz. Süleyman'ın “yetmiş kadınımla” dediği, bazı rivayetlerde ise “altmış kadınımla” dediği şeklindedir. Hz. Süleyman’ın “inşallah” demeyi unutmasına gelince, bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir şey hakkında sakın: ‘Ben yarın şu işi yapacağım’ deme. Ancak inşallah dersen o başka. Bunu söylemeyi unuttuğun zaman Rabbini an. Ve: ‘Umarım Rabbim beni bundan daha güzeline, daha doğrusuna iletir de.”

Tefsir âlimleri bu konuda şöyle demişlerdir: Ayette, Süleyman Peygamberin tahtına bırakıldığı belirtilen ceset, karısının doğurduğu “sakat çocuk”tur; âyette sözü edilen “Süleyman’ın imtihanı” da budur.
Bu konuda şu görüşler de ileri sürülmüştür:

* Çocuk doğduktan sonra ölmüş, onun cesedi tahtına konmuştur.

* Hz. Süleyman’ın günahı, hanımlarıyla beraber olduktan sonra her- birinin bir çocuk doğurması yönündeki aşırı isteğidir.

* Süleyman aleyhisselâmm günahı, çocukları olması için aşın istek ve arzuya kapılmaktan dolayı inşallah dememesidir.

* Süleyman Peygamber in imtihanı, halkı üzerindeki yönetimini bir süreliğine kaybetmesiydi; günahı ise, huzûrunda görülecek bir dâvanın, hanımının akrabaları lehine sonuçlanmasını gönülden istemesiydi.

* Hz. Süleyman, hanımlarından birinin yaptığı bir günah yüzünden Allah Teâlâ tarafından kınanmıştır. Tarihçilerin İsrâiliyyâttan alıp naklettiği hurafelerin aslı, esası, güvenilir bir kaynağı yoktur. Buna göre şeytan Hz. Süleyman’ın kılığına girerek onun mülk ve saltanatını ele geçirmiş, ümmetini zulümle yönetmeye başlamışmış! Hâlbuki Allah Teâlâ, şeytana böyle bir imkân vermediği gibi, peygamberleri de böyle durumlara düş-mekten korumuştur.

Şayet yukarıda kendisiyle ilgili olarak nakledilen kıssada belirtilen “inşallah demeyi unutma" konusunda: “Süleyman aleyhisselâm o sırada neden inşallah demedi” diye sorulacak olursa, buna çeşitli cevaplar verilebîlir:
Birinci cevap şudur: Yukarıda geçen sahih hadiste görüldüğü üzere. Hz. Süleyman, ilâhı takdirin gerçekleşmesi için inşallah demeyi unut muştur.

İkinci bir cevap da şudur: Hz. Süleymân. o sırada bir şeyle meşgul ol-duğu için, yanındaki arkadaşının (veya meleğin) inşallah demesi yönünde-ki tembihini duymamıştır.

Yine burada Hz. Süleyman’ın ‘Rabbim. beni bağışla ve bana öyle bir saltanat ver ki, benden başka hiç kimseye nasip olmasın. ”(Sad,35) diye dua etmesinin sebebi de sorulabilir. O, dünyaya olan aşın hırsından, mala ve makama düşkünlüğünden dolayı Rabbinden benzersiz bir saltanat istememiştir.

Peygamberlerin en büyük arzusu Allah’ın rızâsını ka-zanmak, âhiret nimetlerini elde etmektir. Onlar dünya saltanatının değersiz olduğunu, dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri bulunmadığını iyi bilir.

Nitekim Peygamber Efendimiz: “Eğer dünya, Allah ka-tında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahip olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyadan bir yudum su bile içirmezdi” buyurmuştur.(Tirmizi,Zühd 13,nr.2320)

Bazı müfessirlerin dediğine göre, onun(Süleyman Peygamberin) öyle bir saltanat istemesinin sebebi, bazı rivayetlerde söylendiği üzere, şeytanla imtihan edildiği sürece saltanatını kaybetmesi gibi bir durumla bir daha karşılaşmamak içindi.

Bu konuyla ilgili olarak yukarıda “Peygamber Efendimiz’in Şeytandan Korunduğu” bahsinde şu hadis-i şerif geçmişti: “Bir defasında şeytan karşıma kedi şeklinde çıktı ve namazımı bozdurmak için üzerime atıldı.
Ancak Allah Teâlâ bana onu yenme gücü verdi de, tutup yere çaldım. Sabahleyin hepinizin onu görmesi için Mescid’in direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân peygamberin: ‘Rabbim, beni bağışla, ve bana öyle bir saltanat ver ki, benden başka hiç kimseye nasip olmasın.’' dediği hatırıma geldi. Derken Cenâb-ı Hak onu yanımdan bir kopek gibi uzaklaştırdı.(Buhari,Salat 75,nr.461)

Hz Süleyman'ın benzersiz saltanat İstemesinin sebebleri arasında şunlar da öne sürülmüştür:

*Her peygamber, kendini diğer peygamberlerden ayıran birer özelliğe sahip olduğu gibi, Süleymân aleyhisselâm da kendisine kimseye verilmeyen eşsiz bir saltanatın lütfedilmesini istemiştir.

* Babası Dâvûd aleyhisselâma demiri yumuşatma, Hz. İsa’ya ölüleri diriltme, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme şefâat etme (şefaatı kübrâ ve Makâm-ı Mahmûd) özelliği verildiği, gibi Hz. Süleymân da peygamberliğini gösteren eşsiz bir saltanatın kendisine verilmesini istemiştir.

8


Nûh Peygamberin Kıssası

(Peygamberlerin küçük günâh işleyebileceklerini düşünenlerin öne sürdüğü delillerden biri de, Nûh aleyhisselâm ile ilgili aşağıdaki âyet-i kerimedir;

Hz. Nûhun, kâfir olan oğlunun gemiye alınmasını istemesi günah değildir ve oğlunun gemiye alınmasını istemekle o bir kusur da işlememiştir. Çünkü Allah Teâlâ ona. "Aileni ve îmân edenleri gemiye al’’(Hud,40) diye buyurmuştu. Nûh aleyhisselâm da âilesini gemiye alması yönündeki İlâhî emre bakarak oğlunun da gemiye alınmasını niyâz etmiştir; oğlu gemiye alınmayınca da işin kendisine kapalı olan yönünü, yani onun neden gemiye alınmadığını öğrenmek istemiştir. Yoksa O, Cenâbı Hakk ın âilesini kurtaracağına dâir va'dinden kesinlikle şüphe etmemiştir. Bunun üzerine de Allah Teâlâ ona, oğlunun kâfir olmakla çok kötü bir iş yaptığını ve onun, kurtaracağını vadettiği Nuh âîlesine mensup bulunmadığını, kâfirleri suya garkedeceğini, işte bundan dolayı zâlimler hakkında Kendisinden herhangi bir dilekte bulunmaması gerektiğini belirtmiş,(Hud,46) böylece Nuh aleyhisselâm da oğlunun gemiye alınması yönündeki talebi sebebiyle uyarılmış, o da izin verilmeyen bir konuda Rabbinden dilekte bulunduğu için kendi adına korkmuştur.

Tefsir ve hadis âlimi Ebû Bekir en-Nakkâşın naklettiğine göre Nûh aleyhisselâm oğlunun kâfir olduğunu bilmediği için Cenâb-ı Hak'tan oğlunu kurtarmasını istemekle bir günah işlememiştir.

Bazı âlimler, bu âyet hakkında bizim söylediklerimizden başka yorumlar yapmışlardır. Hz. Nûh, izin verilmeyen bir konuda dilekte bulunsa bile, daha önce kendisinin böyle bir dilekte bulunması yasaklanmadığına göre günah işlemiş olmaz.

Karıncaları Yakan Peygamber

Sahîh-i Buhâri ile Sahih i Müslim'de' şöyle bir hadis bulunmaktadır: Peygamberlerden birini bir karınca ısırdı, o da karıncaların yuvasını yaktı. Bunun üzerine Allah Teâlâ o peygamberi: Seni içlerinden sadece biri (kannea) ısırdığı için Allah'ı tesbih eden bir topluluğu yaktın' diye uyardı."
Şu âyet-i kerîmede her varlık türünün ayrı bir topluluk olduğu ifade edilmektedir: “Yerde yürüyen her canlı, ha-vada kanat çırpan her kuş sizin gibi birer topluluktur.”(En’am,38)

…..Öte yandan Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın rivayet ettiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Dört hayvanı öldürmeyi yasaklamıştır: Karıncayı, bal arısını, ibibiği (çavuş kuşunu), ağaçkakanı (göçeğeni)."(Ebu Davud,Edeb 163,164,nr.5267) Peygamber Efendimiz’in öldürmeyi yasakladığı hayvanlar arasında kurbağa da vardır(Ebu Davud,Edeb 163,164,nr.5269) öldürülmesi yasak olan karıncanın Süleymânî denen iri, uzun ayaklı, kırmızı karıncalar olduğu, küçük karıncaların verdiği zarardan kurtulmak mümkün olmadığı zaman onları öldürmenin günah olmadığı belirtilmektedir.(Azimabadi,Avnül ma’bud,XIV,179)

Bu hadîs-i şerifte o peygamberin günah işlediğini gösteren hiçbir ifâde yoktur. Karıncalan yakan peygamberin yaptığı şudur Cenâb-ı Hak bir ağaç altında oturup dinlenmeyi insanlara mübâh kılmışken, karınca o şahsın istirahatına engel olmuş, buna karşılık o peygamber de hem o karıncayı, hem de onun cinsini öldürmekte fayda görmüştür.

Meselenin esası şöyledir: Bir peygamber bir ağacın altına dinlenmek için oturmuştu. Bir karınca onu ısırınca, diğer karıncalar tarafından yine rahatsız edilebileceği endişesiyle eşyalarını topladı ve oradan başka bir yere gitmek zorunda kaldı. Cenâb-ı Hakk ın gönderdiği vahiyde, o peyamberin günah işlediğini bildiren bir ifade yoktur.Aksine Allah Teâlâ onu sıkıntılara sabretmeye ve intikam almamaya teşvik etmiş,nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur; Bir kötülüğe karşılık verecekseniz, size yapılan kadar karşılık verin. Ama sabrederseniz. elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır (Nahl,126)

Görünüşe göre o peygamber karıncaları öldürmek suretiyle kendine verilen zararın intikamını almış, diğer karıncaların başkalarına vereceğı muhtemel zararı da ortadan kaldırmıştır. O peygamber böyle davranmakla, bir yasağı çiğnememiş ve bir günah işlememiştir. Nitekim Cenab-ı Hakk ın karıncaları yakan peygambere gönderdiği vahiyde, işlediği günahtan dolayı tövbe ve istiğfar etmesi de istenmemiştir. Her şeyin en doğrusunu yine de Allah bilir.
Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;79-84,123-133,140-168

Devamını Oku »