Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Kabir Azabı Hakkında Bir Hadis ve Değerlendirmesi

Hz. Aişe anlatıyor: Yahudi bir kadın kendisinden dilenmek için gelmiş ve kabir azabından bahsettikten sonra “Allah seni kabir azabından korusun” de­mişti. Hz. Aişe Allah Resûlü’ne (s.a.v.) “İnsanlara kabirlerinde azap olunur mu?” diye sordu. Allah Resulü (s.a.v.) “Evet, kabir azabı (vardır)” buyurdu. Ardından Hz. Aişe şöyle demiştir: Bundan sonra Allah Resûlü’nün (s.a.v.), sonunda kabir azabından Allah’a sığınmadığı hiçbir namazını görmedim.(Buhari,Cum’a,hd.no.986,988 999,991,996,998,Cenaiz,1283,Bed’ulhalk,2964;Müslim,Kusuf,499,1501,1502;Tirmizi,Cum’a,514)

Bu rivayet hakkında şu yorumlar yapılmıştır: “Yahudi bir kadın” ifadesi, baş­ka bir rivayette ‘iki Yahudi kadın’ olarak geçmektedir. Bu kadınların isimleri tes­pit edilememiştir. Bu kadın veya kadınlar ona kabir azabından bahsetmişlerdi. Rivâyetlerdeki farklılıklara rağmen, Âişe söylediklerine inanmamış, ancak Allah Resulü (s.a.v.) -bir rivayete göre vahiy inmesi sonucu-, başka bir rivayete göre doğ­rudan doğruya kadının söylediğini teyit ederek kabir azabından Allah’a sığınmıştır.

Kıssanın başka bir rivayetinde, Yahudi bir kadın Hz. Aişe’den (r.anhâ) gör­düğü iyiliğe karşılık kendisine “Allah seni kabir azabından korusun” diye dua etmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe (r.anhâ) efendimize “Ey Allah Resulü! Kabir­de azap var mıdır?” diye sormuş, O da “Kıyamet gününün azabı dışında azap yoktur” diye cevap vermişti. Bu olaydan bir zaman sonra günün ortasında çık­mış ve cemaata olanca sesiyle şöyle nida etmişti: “Ey insanlar! Kabir azabın­dan Allah’a sığının. Çünkü kabir azabı haktır!” Bu rivayetlerin hepsinde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) kabir azabının hükmünü Medine’de iken öğrendiği yönünde bir bilgi mevcuttur. Ancak bu su götürür bir bilgidir. Çünkü kabir azabıyla ilgiliolarak zikredilen “Sabah akşam azaba arzedilirler”(Mümin,46) ayet-i kerimesi Mekke döneminde nazil olmuş ayetlerdendir. Bunun tevili ancak şöyle yapılabilir ki,Allah Resulü (s.a.v.) inkar edenlerin ve müşriklerin kabir azabına maruz kalacakl arı konusunu bilmesine rağmen, tevhid ehlinin bu azaptan nasipdâr olacaklarını bilmemekteydi. Bilâhare vahiy yoluyla kendisine bildirildi. Hadiste ayrıca kabir azabının bu ümmete mahsus olmadığına dair de delâlet söz konusudur.

Bütün bunların yanında kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayetler de vardır. Bunların delaleti kat’i olmasa da hadislerle birlikte düşündüğümüzde kabir azab veya nimetine işaret olabileceğini söylemek mümkündür. Bir ayette “Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı günde denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun.” buyurulur. Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber Efendi­miz (s.a.v.) “Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.”(İbrahim,27) ayetinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır.(Buhari,Tefsir,14)
Bütün bu deliller kabir azabını isbat etmektedir. Ehl-i Sünnete göre kabir azabı haktır. Bu hususta Kitab ve Sünnetten birçok delil olduğu anlaşılmaktadır. Allah Teâla’nın cesedin bir kısmına bir nevî hayat iade ederek ona azab vermesi aklen imkânsız değildir. Şeriat da bunu haber verdiğine göre kabul etmek gere­kir. Hâricilerle Mu’tezile’nin büyük bir kısmı ve Mûrcie taifesinden bazıları kabir azabını inkâr etmişlerdir. Ehl-i Sünnete göre azabı ölen kimsenin ya bütün ce­sedi yahut cesedinin bir kısmı görecektir. Allah her şeye kâdirdir. Ölen kimseye yerinin gösterilmesi mü’min için in’am ve ikram, kâfir için azabdır.

Öyle anlaşılıyor ki, kabir azabı haktır. Kur’an’da kabir azabını ifade eden açık ve kesin bir ayet yoktur. Aynen bunun gibi kabir azabının olmayacağını belirten bir ayet de bulunmamaktadır. Kabir azabı pek çok hadiste sarahaten ortaya konulmuştur. Bir gerekçe veya te’vil ile bunu inkar eden dinden çıkmaz. Ama bu kişinin kendi kültürüne yabancılaşacağı açıktır.

Neden böyle bir inanç Kur’an’da vurgulanmamıştır veya milyarlarca yıl önce ölen ile şimdi ölen açısından adl-i ilahi gerçekleşmiş olur mu, şeklinde aklen kabir azabına yöneltilen tenkitler vardır. Bunun yanında kabir azabının ruha mı bedene mi yapılacağı, bedene de yapılacaksa, onun çürüyüp yok olacağı şeklin­de itirazlar da var. Kur’an’da vurgulanmamasını bir kenara koyarsak -ki, çok şey sünnetle sabittir- diğerlerine şu şekilde cevaplar verilmiştir:

a-İster mümin ister kafir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahları­nın hafiflemesine sebep olmaktadır. Bir mümin bu dünyada günahkar olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep ola­caktır. Kabir de çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler. Aynen bunun gibi Allah adili mutlak olduğu için kafir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kafir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir. Kafir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabir de çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir. Bu sebeple kabir de çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenin­ce çok memnun olacaktır.

b-İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz. Bunun gibi kabre erken giren bir insan, Ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabir de kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.

c-Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile, erken giden birisi kadar ceza çekebilir.

d-Ölüm yokluk değildir. Daha güzel bir alemin kapısıdır. Nasıl ki, toprak altına giren bir çekirdek, görünüşte ölüyor, çürüyor ve yok oluyor. Fakat gerçekte daha güzel bir hayata geçiş yapıyor. Çekirdek hayatından ağaçlık hayatına geçiyor.

Aynen bunun gibi, ölen bir insan da görünüşte toprağa giriyor, çürüyor ama geçekte berzah ve kabir aleminde daha mükemmel bir hayata kavuşuyor.

Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek te inanıyoruz ki, elektrik hala mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah Ruh’a münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.

Bu sebeple Peygamberimiz (asm),
“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”(Tirmizî, Kıyamet, 26)

buyurarak, kabir hayatının varlığını ve nasıl olacağını bize haber veriyor.

İmanlı bir insan iyileşmeyen bir hastalıktan ölürse şehittir. Böyle şehitlere manevi şehit diyoruz. Şehitler ise kabir hayatında serbest dolaşırlar. Kendilerinin öldüğünü bilmezler. Sanki yaşadıklarını zannederler. Sadece daha mükemmel bir hayat yaşadıklarını bilirler. Nitekim Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
“Şehit ölüm acısını hissetmez.”(bk. Tirmizî, Cihâd, 6; Nesâî, Cihâd, 35; İbni Mâce, Cihâd, 16; Dârimî, Cihâd, 7)

Kur’an-ı Kerim de şehitlerin ölmediği bildirilir. Yani kendilerinin öldüğünün farkında değillerdir. Mesela iki adam düşünün. Rüyada çok güzel bir bahçede beraber bulunuyorlar. Biri rüya olduğunu bilir. Diğeri ise rüya olduğunun farkında değil. Hangisi daha mükemmel lezzet alır? Elbetteki rüya olduğunu bilmeyen. Rüya olduğunu bilen, şimdi uyanırsam şu lezzet kaçacak diye düşünür. Diğeri ise tam ve gerçek lezzet alır.

İşte normal ölüler, öldüklerinin farkında olduğu için lezzetleri eksiktir. Halbuki şehitler öldüklerini bilmediğinden aldıkları lezzet tamdır.(sorularlaislamiyet.com)



Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Allah Yolunda Öldürülenler Diridirler


"Allah yolunda öldürülmüş olanlar için "Ölü''ler demeyin, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız "(Bakara, 154).

Bu Ayetin Mâkabliyle Münasebeti Ve Nüzul Kıssası

Bil ki bu ayet, Al-i İmran süresindeki, "Aksine onlar diridirler, Hableri yanında
rızıklandırılıyorlar" (Al-i imran, 169) ayetinin bir benzeridir. Bu ayetin, bir önceki ayetle olan irtibatının izahı şöyledir: Sanki şöyle denilmektedir: Dinimi yerine getirmekte sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Bu yerine getirmede, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla cihâd etmeye mecbur otur, bunu yapar ve bu yolda canlarınız giderse, canlarınızı boşuboşuna harcadığınızı (verdiğinizi) zannetmeyin. Aksine biliniz ki sizden öldürülenler  benim katımda diridirler."Bu ayetle ilgili bazı meseleler vardır: 101[101]

Birinci Mesele

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bu ayet Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. O gün müslümanlardan ondört kişi şehid edilmişti. Bunlardan altısı muhacirlerden, sekizi ise ensardandı. Muhacirlerden olan; "Ubâde b.el-Hars b. Abdul-Müttalib, Ömer b. Ebî Vakkas, Zü'ş-Ştmâleyn, Amrb. Nufeyle, Âmir b. Bekr ve Mihca b. Abdullah idi. Ensardan olanlar; Sa'id b. Hayseme, Kays b. Abdu'l-Münzlr, Zeyd b. el-Hars, Temim b. el-Hümâm, Râü b. el-Muallâ,Hâlise b. Surâka, Muavviz b. Afra veAvf b. Afra.,.Sahabe-i Kiram,"Falanca öldü, falanca öldü"diyorlardı. Cenâb-ı Allah, o şehidler hakkında, "öldüler" denilmesini nehyetti."

Diğer müfessirlerden ise şu görüş rivayet edilmişir: "Kâfirler ile münafıklar, "İnsanlar, hiçbir fâidesi olmaksızın sırf Muhammed'in rızasını kazanmak için kendilerini öldürüyorlar" demişlerdi de bu ayet bunun üzerine nazil olmuştur." 102[102]

İkinci Mesele

Kelimesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olduğu için merfudur. Bunun takdiri şöyledir"Onlar ölülerdir demeyin.'103[103]

Şehitlere Ölü Denmez, Onlar Diridir

Üçüncü Mesele

Bu ayetle ilgili çeşitli görüşler vardır:

1) "Onlar şuanda diridirler." AllahuTeâlâ sanki onları, sevabını onlara ulaştırmak için
diriltmiştir.Bu görüş, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür. Bu, kendileri kabirlerinde bulundukları halde, itaat edenlere, nail oldukları sevabın ulaştığına delildir.Şayet, "Biz onların bedenlerinin kabirlerde ölü olduğunu müşahede ettiğimiz halde, sizin bu görüşünüz onlar hakkında nasıl doğru olabilir?" denilirse, deriz ki:"Bize göre, hayâtın var olması için bünye şart değildir. Allahu Teâlâ'nın, bütün unsur ve zerreleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye ihtiyaç duymaksızın, bu zerrelerden herbirinde hayatı tekrar yaratması imkânsız değildir."

Mu'tezile'ye göre ise, Allahu Teâlâ'nın hayat sahibi varlığın mahiyeti için zorunlu olan cüzlere, unsurlara hayatı iade etmesi, onları tekrar diriltmesi ve diğer uzuvların gerekli olmaması garip görülemez.. Yine Allah'ın onları, artık görülmez, müşahede edilmez olduklarında da diriltmesi imkân dahilindedir.

2) Esamm şöyle demiştir: Yani, "Onları ölüler olarak isimlendirmeyiniz, onlar hakkında, "diri şehitler" deyiniz."

Yine müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse......kimse gibi midir?" (Enam, 122) ayetinde belirttiği gibi, "onlar, din hususunda ölmüşlerdir" deyip de,bunun üzerine de Allah'ın, "Ey müslümanlar, Allah yolunda şehid olanlara müşriklerin dediğini söylemeyiniz; fakat siz, onlar dinde diridirler, fakat onlar, yani müşrikler, Hz. Muhammed'in dini üzere öldürülenlerin, dînî bakımdan diri olduklarını Rablerinden olan bir hidâyet ve ömür üzere olduklarını bilemezler" demesi mümkündür. Nitekim anlatılan bir hikayede şöyle rivayet edilmiştir: Adamın birisi birisine şöyle der: "Senin gibi bir kimseyi halef bırakan kimse ölmez."

Hipokrat'ın ise öğrencilerine, "İradenizle ölünüz ki, ruhunuzla diriltilesiniz" dediği
anlatılmaktadır.

3) Müşrikler şöyle diyorlardı: "Muhammed'in arkadaşları kendilerini öldürüyor, hayatlarını heba ederek, bu dünyadan hiç bir şey elde edemeden çıkıyor ve bir hiç uğruna ömürlerini tüketiyorlar..." Bunu söyleyenler, işte müşriklerdir. Onların, âhireti inkâr eden "Dehriyye" itikadına bağlı olmaları veya, ahirete inanıp da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini inkâr etmeleri muhtemel olduğu için, onlar bu sözü söylemişlerdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,"Müşriklerin, onlar ölüdürler, diriltilmeyecekler, dünyada katlandıkları sıkıntıların faydasını da göremiyecekler, demesi gibi demeyin; fakat ancak biliniz ki onlar diridirler, yani onlar diriltilecekler ve cennette kendilerine mükâfatlar verilecek, nimetlendirileceklerdir deyiniz"
buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, (!) sözünü, "onlar diriltilecektir" şeklinde tefsir etmek tuhaf değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, " Muhakkak ki iyi kullar naîm cennetindedirler; günahkârlar ise, çılgın bir ateş içindedirler.(İnfitar, 13-14); "O ateşin duvarları onları kuşatmıştır " (Kehf,29):

Muhakkak ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar" (Nisa. 145) ve."İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar nimetler cenneti fçfndedfrter"(Hacc.56) buyurmuştur. Yani onlar, "böyle olacaklar" demektir. Bu görüş Ha'bî ve Ebu Müslim el-İsfehaninin tercihidir. 104[104]

Kabir Azabının Delilleri

Bil ki ulemânın ekserisi, birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a) Kabir azabına delâlet eden ayetler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Dediler ki"Ya Rabbi bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" (Mümin, 11) buyurmuştur. Ayette zikredilen iki ölüm, ancak kabirde de hayatın meydana gelmesiyle mümkün olur. "Boğuldular ve bir ateşe sokuldular"(Nûh, 25) ... (Fâ harfi ta'kibiyye içindir) ve, "Sabah akşam ateşe tutulurlar. Kıyametin koptuğu gün, (şöyle seslenilir): "Firavunun hanedanını azabın en çetinine sokunuz!" (Mümin,46)...Kabir azabının varlığı sübut kazanınca, kabirde mükâfaatın olabileceğine hükmetmek de gerekir. Çünkü azab, Allah'ın kulun üzerindeki hakkıdır; se-/âb ise, kulun Allah üzerinde olan hakkıdır. Buna göre azabı düşürmek, mu-kâfaatı düşürmekten daha güzeldir. Cenâbı Hak azabı kıyamete erteleyip, hatta bazan onu kabirde gerçekleştirdiği gibi, aynı şekilde O'nun
kabirde sevabı vermesi daha uygun olur.

b) Eğer ayetin mânası, 1. ve 2. maddelerdeki gibi olursa, Allahu Teâlâ'-nın,"Fakat siz,
hissedemezsiniz" ifâdesinin bir anlamı kalmaz. Çünkü mü'minler, şehidlerin kıyamette diriltileceklerini ve onların Allah'tan olan bir nûr ve hidayet üzere ölmüş olduklarını bilmeseler bile, hitap onlaradır. Böylece durumun, bizim dediğimiz gibi, Allah'ın onları kabirde dirilteceği hususu bilinmiş olur.

c) Allahu Teâlâ'nın,''Ve onlar, henüz kendilerine yetişmemiş olanlar hakkında müjde vermek isterler" (Al-i. İmrân. 170) ayeti, öldükten sonra dirilme vâki olmadan önce, Berzah âleminde bir hayatın bulunduğuna bir delildir.

d) Hz. Peygamber'in şu [Tirmizi,Kıyame 26]sözü: "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirdeki azâb ve mükâfaat hususundaki haberler,mütevâtir derecesinde gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) namazının sonunda, azabından sana sığınırım derdi.[Ebu Davud,Edeb 105]

e) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar diridirler" sözünden maksadı, "onların diriltilecekler)" manası olsaydı, bu hususta sadece onların zikredilmesinin bir manası olmazdı. Ebu Müslim, buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allah Teâlâ onları özellikle zikretmiştir, zira onların cennetteki dereceleri daha yüce, menzilleri daha şereflidir. Çünkü Cenâb-ı Hak,"Kîm(ler) Allah'a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine inamda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihler ile beraberdir" (Nisa, 69) buyurmuştur. Allah onları yüceltmek için bilhassa zikretmiştir."Bil ki bu cevap zayıftır. Çünkü peygamberlerin ve sıddîklerin derecesi, Cenâb-ı Allah onları zikretmemiş olsa da, daha büyüktür.

f) İnsanlar, şehidlerin kabirlerini ziyaret eder ve onlara saygı duyarlar. Du da bazı
bakımlardan bizim söylediklerimize delildir. Ebu Müslim kendi görüşüne tercihe sebeb olarak,Al-i İmran süresindeki, Aksine onlar Rableri katında diridirler" (Al-i İmran, 169) ayetini zikretmiş ve "Ayette belirtilen, "Allah'ın katında oluş," mekân bakımından bir oluş değil,cennette bulunuş manasınadır. Halbuki cennetliklerin ancak kıyametin kopmasından sonra cennete girecekleri malumdur" demiştir.

Ona şöyle cevap veririz: "Bahsedilen, "Allah'ın katında oluş"un ancak cennette olmakla olacağını kabul etmiyor, aksine onlar kabirde veya bir başka yerde oldukları halde, bunun derecelerinin yükseltilmesi ve ilâhi müjdelerin kendilerine ulaştırılması manasında olduğunu söylüyoruz." [107]

Beden-Ruh Münasebeti, Kabir Azabının Ruhanî Olması Meselesi

Bil ki ayet hakkında bir başka görüş daha vardır. O da, "Kabir azabının veya mükâfaatının bedenlere değil ruhlara verildiği görüşüdür. Bu görüş, ruhu bilmeye bina edilmiştir. Bu görüşte olanların sözünün özüne işaret ederek diyoruz ki: Onlar şöyle demişlerdir:"İnsanın şu görülen heykelden (bedenden) ibaret olması mümkün değildir. Bu mümkün olmayışın iki sebebi vardır:

1) Bu bedenin cüzleri devamlı büyür, gelişir, serpilir, noksanlaşır, mükemmelleşir ve erir,zayıflar.. İnsan, İnsan olması bakımından, hayatının başından beri hep devam eder. Bakî olan, bakî olmayandan başkadır. Herkesçe "ene-ben" lafzıyla kendisine işaret edilenin, bu heykelden başka olması gerekir. [108]

"Ben" Dediğimiz Şey Nedir?

2) Ben, benim, bütün parçalarımdan ve cüzlerimden habersiz olduğum halde de, "ben"olduğumu bilirim. Bilinen, bilinmeyenden başkadır. Kendisine, uî "Ben" diye işaret ettiğim, bu âza ve cüzlerden başkadır. "İnsan hissedilemez.çünkü hissedilen şeyler, o şeylerin yüzeyi ve rengidir. Fakat şüphe yok ki insan sadece görünen rengi ve yüzeyinden ibaret değildir.

Âlimler bu noktada kendisine "Ben" diye işarette bulunulan şeyin ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu husustaki görüşler çoktur. Ancak bunların en özlüsü şu iki görüştür:

A) Maddi cüzler, bu heykelde (bedende), ateşin kömürde, yağın susamda ve gülsuyunun gülde hareket edip (sirayet etmesi) gibi hareket ederler. Bu görüşte olanlar iki grupturlar:

1) Cisimlerin heykellerine (sadece görünen maddelerine) inanan kimseler. Bunlar şöyle derler: "Bu cisimler, insanın heykelinin meydana geldiği diğer cüzlere denktir. Fakat irâde ve ihtiyar sahibi olan Kadir Allah, kişinin ömrünün başından sonuna kadar, bazı cüzleri ibkâ eder.

İşte o cüzler herkesin "Ben" sözüyle işaret ettiği cüzlerdir. Sonra o cüzler, Allah'ın onlara verdiği bir hayat ile diridirler. Bu hayat zail olduğu zaman o cüzler ölür." Bu çoğu kelâmcıların görüşüdür.

2) Cisimlerin çeşit çeşit olduğuna inanan kimselerdir. Bunlar insanın ömrünün başından sonuna kadar devam eden cisimlerinin mahiyet ve hakikat itibarıyla şu heykeli meydana getiren cisimden farklı olduğunu, o cisimlerin zatları gereği diri olduklarını, zatları gereği idrâk olunduklarını; bu bedenle (heykel ile) birleşip, ateşin kömürde sirayet edişi gibi onda hareket ettiği zaman, şu heykelin o ruhun nurlarıyla nurlanıp onun hareketiyle hareket edeceğini iddia etmişlerdir. Sonra şu heykel devamlı zayıflama, çözülme ve değişmededir. Ne varki o cüzler olduğu gibi devam eder ve mahiyet itibariyle çürüyen heykelden farklı olduğu için kendisine çözülme arız olmaz. Bu beden bozulunca, o nûrânî lâtîf olan o cisimler, eğer saîdler cümlesinden ise, bedenden ayrılarak, göklere, mukaddes ve mutahhar âlemlere giderler. Eğer şakiler cümlesinden iseler cehennem ve belâlar âlemine giderler.

B) Herkesin "Ben mevcudum" diye işaret ettiği şey mekân tutan bir şey olmadığı gibi, bir mekânda bulunan şey ile de bulunmaz. O, ne bu âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bu şekilde olması, Allah gibi sayılmasını gerektirmez. Çünkü selbî (menfî, negatif) hususlarda müşterek (benzer) olmak, mahiyet itibarıyla aynı olmayı gerektirmez. Bu görüşte olanlar, şu şekilde delilgetirmişlerdir: Malumatta gerçek manada tek başına müstakil olan şey vardır. Binaenaleyh onu bilmenin tek hak olması gerekir. Bu sebeple böyle bir ilimle nitelendirilmiş olanın da tek gerçek olması gerekir. Halbuki cisimlerin her parçası veya cisme giren her şey gerçek ferd (müstakil bir şey)değildir. Buna göre, işte bitarafımızdan "O, bu tek tek şeyleri bilir" diyebileceğimiz şeyin ne cisim, ne de cismânî olmaması gerekir.

Malumatta (bilinmede) gerçek tek olan şeye gelince şüphesiz bu, birşeyin varlığında bulunan bir şeydir. Bu mevcud eğer gerçek ferd ise, bizim varmak istediğimiz sonuç da budur.Eğer mürekkeb ise, bu durumda mürekkeb olan,ferd terden meydana gelmiştir. Binaenaleyh her halükârda ferdin bulunması gerekir. O, malûmatta ferd (tek) olduğu zaman malumda da ferd olur. Çünkü o ferde (tek'e) taalluk eden bilgi, eğer bölünürse onun cüzlerinden herbiri veya bazısı,yâ o malumla bilinmiş olur ki bu imkânsızdır. Çünkü o zaman cüzün (parçanın) bütüne denk olması gerekir. Bu da imkânsızdır. Ya da o şey, ilim bakımından o malumun cüzlerinden olmaz. Buna
göre bu cüzler biraraya geldiği zaman, ya bir fazlalık ortaya çıkar ki bu,o tek ferdi bilmektir.

Bu durumda o malumu bilmek, bundan Önce takdir ettiğimiz o şeyler değil de, ortaya çıkan şu yeni durum olmuş olur. Sonra bu yeni durum eğer bölünebilirse, mesele geri dönmüş olur.

Eğer bölünmezse, zaten elde edilmek istenen netice de budur.Malumda bölünmeyi kabul etmeyen bir ilmin bulunması durumunda, bu ilimle mevsuf olan da aynı olması durumuna gelince.mevsûf eğer taksimden önce mevcud ise, bu, cüzlerden herbiri veya bir kısmı olur.

Yok eğer o ilmin tamamıyla mevsuf olursa, bu takdirde o bir tek şey bir çok eşyaya birden dahil olmuş (nüfuz etmiş) olur ki bu imkânsızdır. Veya o dahil olan şeyin cüzleri mahallin (yani girdiği yerin) cüzlerine taksim edilmiş olur ki bu takdirde de o dahil olan.taksim edilmiş olur. Halbuki biz o dahil olan şeyin bölünmeye kabil olmadığını farzetmiştik. Yahut, o mahallin cüzlerinden herbiri, dahil olanın (hallin) bir kısmı ila değil de tamamı ile muttasıf olması durumu olabilir. Bu takdirde de bu mahal, o dahil olandan (hailden) boş (hâlî) olmuş olur.

Halbuki biz onunla mevsuf olduğunu varsaymıştık. İşte bu da bir tenakuzdur.Her mekân tutan şeyin bölünebilir olmasına gelince, bu, atomu yok sayma hususunda zikredilen delillerle isbat edilir. Onlar sözlerine şöyle devam ederler: "Böylece herkesin, "Ben varım" diye işaret ettiği şeyin bir mekânda olmadığı ve bir mekânda bulunan şeyle bulunmadığı (mütehayyizle kâim olmadığı) ortaya çıkmış olur. Sonra deriz ki: Bu mevcudun, mutlaka cüz'iyyâ-ti.idrâk etmesi gerekir. Zira aksi halde karşımda duran cismin, meselâ at değil de bir insan olduğuna hükmetmem mümkün olmaz. Bir mevcudu bir sıfatla niteleyenin, haklarında hüküm verdiği (nitelediği) şeyleri müşahede etmesi, cüz'îyi ve külliyi idrâk etmesi gerekir; tâ ki o külliyi esas alarak o cüz'î hakkında hüküm verebilsin. Külliyatı idrak eden nefsin bizzat kendisidir.

Cüz'iyyâtı idrâk eden de odur. O halde buna göre cüz'iyyâtı idrâk eden herkesin lezzet
duyması ve acı duyması imkânsız değildir." Bu görüşte olanlar şöyle devam ettiler: "Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bedenden ayrılan bu ruhlar, kıyamet günü Allah onları bedenlerine döndürünceye kadar, elem veya lezzet duyarlar. Orada da bedenler için lezzetler ve acılar meydana gelir." İşte bu, insanlardan bir grubun söylediği bir sözdür.Bunlar sözlerine devamla şöyle dediler: "Bu görüşün çok güçlü bir delili olmadığını farzetsen bile, yanlışlığına dair de bir delil yoktur. O halde bu, şeriatın te'yid ettiği, Kur'an'ın zahirinin desteklediği ve Allah'ın kitabında kabir azabının ve mükâfaatının olduğuna dâir şek ve şüpheleri izâle eden bir
izah şeklidir. Bu sebeble bu görüşe varmak gerekir. "

İşte bu görüşün izahı hususunda özetle anlatılan husustur. Allah işlerin hakikatini bilendir.Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu görüşü şu husus da te'yid eder: Kabir azabı veya mükâfaatı ya şu bünyeye, ya da onun bir parçasına gelir. Birincisi mükâbere (delilsiz iddia) dir. Çünkü biz bu bünyenin paramparça olduğunu ve dağıldığını görüyoruz. Öyle ise sevab ve azabın bu bünyeye geldiğini söylemek nasıl mümkün olur? O zaman ancak şöyle denebilir: Allah Teâlâ, o küçük cüzlerden birini diriltir, azab ve ikâbı ona verir. Bu mümkün olursa, şöyle de denebilir: İnsan, sadece ruhtur.

Çünkü ruh dağılıp parçalanmaz. Binaenaleyh şüphe yok ki azab ve mükâfaat ona gelir, sonra Allah Teâlâ, kıyamette ruhları bedenlere döndürür ve böylece cismânî haller, ruhanî hallerle birleşmiş olur. 109[109]



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 4/74-81

Devamını Oku »

Kabir Azabı Olmadığını İddia Edenlere Cevaplar



Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu hususta bazı âyetlerin işareti ve çeşitli hadislerin açık beyanları mevcuttur.

Kabir azabının olmadığını söyleyenlerin iddialarını yazıp her iddiaya yerinde cevap vermeye çalışacağız:

İddia:

Araf suresi 33. ayet; De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.
Rahmanın kulları, lütfen ayeti iyice okuyunuz. Ne diyor Yaratan, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şey hakkında, yine Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylememizi HARAM kıldığını yasakladığını çok açık bir şekilde belirtiyor. Bu ayeti yazının devamı sürecince lütfen unutmayalım. Önce hemen ifade edelim ki, kabir suali ve kabir azabı ile ilgili Kur’an-ı
Kerim’de hiçbir beyan yoktur. Burası çok önemlidir.

Cevap:
Kur’an’ın açık ifadeleri yanında işaret, delalet yoluyla yaptığı ifadeleri de vardır. Firavun ailesinin ahiret azabından önce sabah-akşam ateşe atılacağını ifade eden Mümin suresinin “Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün de: “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!” (denilecektir)” mealindeki 46.ayeti bu delalet yoluyla kabir azabına işaret etmektedir. Çünkü burada cehennem azabından önce bir diğer azaptan bahsedilmektedir.

Ayrıca Nûh kavminin suda boğulmasının ardından ateşe atıldığını (Nûh 71/25) bildiren âyetler de Ehl-i sünnet âlimlerine göre kabir azabına ilişkin delillerdendir.

Bunların dışında, iyilerle kötülere dünyada ve âhirette yapılacak muamelenin aynı olmayacağını (Câsiye 45/21-22), münafıkların iki defa azap gördükten sonra büyük bir azaba mâruz bırakılacağını (Tevbe 9/101), kâfir ve münafık olanlara cehennemdeki büyük azaptan önce yakın bir azabın tattırılacağını (Secde 32/21; Tûr 52/47) belirten âyetler de kabir azabına işaret eden deliller arasında zikredilir.

İddia:
İki melek gelip kabirdeki ölüye sual soracakmış. Peki ölü bir şey işitir mi? Kur’anı Kerim’deki ayet, ölülerin bir şey işitmeyeceklerini söylüyor. Biz de biliyoruz ki Kur’anı Kerim’de beyan ediyor ki, ölüler bir şey duymazlar. Öyle ise o sözde karayüzlü melek ne diye gelip de ölüye sorular soracakmış? “Kuşkusuz sen ölülere bir şey işittiremezsin…” (Neml Suresi: 80, Rum Suresi: 52)

Cevap:
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, “Sen kâfirleri imana kavuşturamazsın” demektir. Bu bir mecaz ifadedir. Kâfirler idrak noktasında akıllarını kullanmadıkları için ölülere benzetilmiştir.

Örneğin bir ayette “Onlar/kâfirler sağırdır, kördür, dilişizdir.” (Bakara, 2/171) denilmiştir. Bu ifadeden bütün kâfirlerin sağır, kör, dilsiz olduğunu söyleyebilir miyiz?

Demek bu bir mecaz ifadedir.

İddia:
- Dirilme kıyametten sonradır.
- Ölülerin dirilmesine ait Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerin hemen tamamı ölülerin kıyametten sonra diriltileceğini açıklamaktadır. Hiçbir ayet de ölülerin kabirde dirileceğini beyan etmemektedir. Evet, altını çizerek tekrar edelim, ölülerin diriltilmesi kıyametten sonradır.
- Azap hesaptan sonradır.
Müşriklerin, kafirlerin ve diğer zalimlerin azaba uğrayacağını Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayetinde beyan etmektedir. Ancak bütün bunlar kıyametten ve insanlar hesaba çekildikten sonradır. Ayetler böyle açıklıyor. Hiçbir ayette, kıyametten ve hesaba çekilmeden önce insanların cehenneme atılacağına dair hiçbir beyan yok. Dolayısıyla kabir azabı da yoktur. Kabirin bir cehennem çukuru olduğu da yanlış ve yalandır.

Cevap:
Kur’an’da dünya ve ahiret âleminin muvazenesi yapılmaktadır. Ahiretin tarlası olan dünyada ekin ekilecek orada mahsulat biçilecektir. Dolayısıyla bu dünyanın hesap günü öbür dünyadır. Ancak öbür dünyaya varıncaya kadar uzun bir yol vardır. Bu yolun ilk basamağı kabir hayatıdır. Kur’an’da şehitlerin ölü olmadıkları (kabirlerinde diri olduklarını) beyan etmektedir.

Demek ki ahiretten önce de bir kabir, berzah hayatı vardır.

İddia:
- Uyduruk hadislerde var.
- Kabir azabı Peygamberimizin göçünden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkan uyduruk hadislerde vardır. O hadisler tamamen tek kişi haberidir ve hiçbir suretle hüküm ifade etmezler. Dini açıdan, ilmi açıdan o hadislerin hiçbir değeri yoktur.

Cevap:

- Hadislerin yüzlerce yıl sonra ortaya çıktığı iddiası tamamen yalandır. Hz. Peygamber daha hayatta iken hadislerin yazıldığına dair sahih haberler vardır. Hadislerin ilk resmi devlet tarafından yazıya dökülmesi bile Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık 90 yıl sonradır. Çünkü bu hizmet, Ömer b. Abdulaziz tarafından yaptırılmıştır. Bu zat, hiçi 99 yılında halife olmuş ve hicri 101’de vefat etmiştir. Bu da Hz. Peygamberin vefatından sonra yaklaşık 90 yıla tekabül eder.

Demek ki “hadislerin yazılması Hz. Peygamberin vefatından yüzlerce yıl sonra ortaya çıkmış” iddiası tevil ve telafisi kabil olmayan açık bir yalan ve iftiradır.

- İslam Literatüründe olduğu gibi bütün akılların kabul ettiği gerçek şudur ki, kesin bilgi yollarından biri de sağlam haberdir. Sağlam haber mütevatir haberdir.

Mütevatir haber lafzi ve manevi mütevatir olmak üzere iki çeşittir. Hadislerin bir kısmı lafzi mütevatirdir. Bu konuda hususi eserler yazılmıştır. Bir kısmı da manevi mütevatirdir.

Bunlar lafzen “âhad/tekil” haberler olsa da şartlerı itibariyle tevatür derecesinde kuvvetlidir. Bu husus hadis uzmanları tarafından kabul edilmiştir.

Binlerce hadisi yazan otoritelerin bu davranışı bile, onların bu âhad/tekil hadislerin de sağlam olduğunu belirtiyor. Örneğin, Buhari ve Müslim kendi kitaplarına “sahih” kaydını koymuşlardır.

Verilen bilgilere göre, hadisleri ilk defa toptan inkâr eden Gulam Ahmet adındaki şahıs o günkü âlimler tarafından tekfir edilmiştir. Onun için bu konuda dikkatli olmak akl-ı selimin zorunlu işidir.

İddia:
Kabir azabının olduğuyla ilgili hadisler uydurmadır:
Peygamberimiz mezarlıktan geçerken: “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir” demiştir.
– İdrardan sakınınız, zira kabir azabının çoğu ondandır.
– Şüphesiz kabir ahiret konaklarının ilkidir. Eğer ölü bu konaktan kurtulursa ondan sonrası daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonrası daha zordur.
– Hz. Peygamber Hz. Ayşe’ye sordu: “Kabirde halin nedir.” Kendisi cevap verdi: Ya Hümeyra şüphesiz kabrin mü’mini sıkıştırması, ananın çocuğunun ayağını sıkması gibidir. Münker-Nekir meleklerinin soru sorması da; göz kamaştığı zaman ona sürme çekmek gibidir.
– Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e: “Kabirde halin nicedir?” demiş. Hz. Ömer de- “Aklım başımda mı olacak ?’ demiş. Resulullah ‘Evet’ demiş. Hz. Ömer de ‘O takdirde hiç aldırmam’ cevabını vermiş.

Cevap:

Bu hadislerin önemli bir kısmı sitemizde kaynaklarıyla verilmiştir. Bunların sahih olup olmaması bu noktada bir şey ifade etmez. Çünkü kabir hayatını inkâr eden adam sahih hadisleri de kabul etmiyor.

Hadislerde belirtildiğine göre, Resûlullah (asm) Efendimiz:

kabirde azap gören bazı kimselerin sesini işitmiş (Müsned, III, 103, 104; Müslim, Cennet, 67-69),kabir azabından Allah’a sığınmış ve ashaba da Allah’a sığınmalarını söylemiş (Müsned, III, 296; Müslim, Cennet, 67),

cenaze namazını kıldırdığı ölüyü kabir azabından koruması için Allah’a dua etmiş (Müslim, Cenâiz, 86),ayrıca azap görenlerin sesini hayvanların işittiğini haber vermiştir (Nesâî, Cenâiz, 115).

Gıybet ve koğuculuk yapmak (Müsned, I, 225; Buhârî, Cenâiz, 88, Vudu, 57),ölüye ağıtlar yakarak ağlamak (Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 16-28),borçlu olarak ölmek (İbn Mâce, Sadakat, 12),yalan söylemek, zina etmek, faiz yemek, içki içmek (Buhârî, Cenâiz, 92; Tabîrü’r-rüyâ, 48) gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği yine hadislerde bildirilmektedir.

Hadislerde kabrin sıkması (Tirmizî, Cenâiz, 70) kişiye sabah akşam cehennemdeki yerinin gösterilmesi (Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Cennet, 65-66) gibi azap şekillerinin bulunduğu da haber verilmiştir.

Kabir azabının kâfirler ve günahı çok olan müminler için kıyamete kadar devam edeceği, günahı az olan müminler içinse geçici olacağı kabul edilir. (Kabir azabının isbatı için bkz. Nevevi, Müslim Şerhi, (Müslim, Cennet, 17) 11:7088-7091, 1996 Beyrut, Da-ru'l-Fikr Yay.)

İddia:
Enam 38:Biz bu Kitap’ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde hasredilirler.
İsra 89; Yemin olsun, biz bu Kuran’da, insanlar için her benzetmeden nice örnekler sıraladık. Ama insanların çoğu inkâr ve nankörlükten başka bir şeyde diretmediler.
Enam 114: Allah size Kitap’ı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?)
Zühruf 44 Gerçek şu: Bu Kuran sana ve toplumuna elbette ki bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bu kitaptan sorumlu tutulacaksınız.
Demek ki Rabbimiz bu kitapta hiçbir eksik bırakmadığını ve her benzetmeden, konudan nice örnekler verdiğini ayrıca kur’anı ayrıntılı kıldığını ve işin ilginci sizleri bu kitaptan sorumlu tutacağını bizlere açıkça söylüyor. Peki, tüm söylenenler sorumlu olduğumuz kitapta neden yok dersiniz? Önce kabir azabının, Kur’an ayetlerine baktığınızda asla olamayacağını gösteren ayetleri sizlere hatırlatmak istiyorum.

Cevap:

Bu ayetlerin ifadesinden anlaşılıyor ki, Kur’an’da her şey vardır. Fakat her şey çok açık değildir. Eğer öyle olsaydı, namazın kaç rekat olduğu, tavafın kaç şavt olduğu, zekatın kaçta kaçı olduğunu da Kur’an’da bulmamız gerekecekti.

Bunlar ve bunlar gibi yüzlerce İslam meselesi var ki, Kur’an’da açık olarak ifade edilmemiştir.

Demek ki, bu ayetlerde “kabir hayatından, nekir-münker suallerinden bahsedilmemiş” diye bunları inkâr etmek Kur’an’ı bilmemek manasına gelir. Bu mantıkla hareket edenler, dinin üçte birini (ki bunlar ancak hadislerden öğrenilmiş) inkâr etmeleri gerekir.

Üstelik bu mantığa göre hareket edilirse, Hz. Peygamberin hadislerini kabul eden başta sahabe ve tabiin olmak üzere hak mezhep imamlarını ve milyonlarca İslam âlimlerini geri zekâlı ve cahil olarak kabul etmek gerekir. Bunu şeytan bile kimseye kabul ettirmeye yeltenmez.

İddia:
Nahl 2: Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
Demek ki bu ayete göre öldükten sonra yalnız mahşer günü diriliş var. Kabirde tekrar dirilip hesaba çekilmiş olsak mahşerde dirileceğimizi bilmemiz gerekir.

Cevap:
Bu ayette hayatta olan kâfirlerin gerçek manada hayatta olmadıkları, ölü gibi oldukları, mecaz olarak ifade edilmiştir. Buradaki “ölü” ifadesi, normal dünya şartlarına göredir. Çünkü muhatap olanlar dünyadadır.

Şimdi hangi akıllı ve mantıklı insan var ki, hayatta olanlarla ölü olanları aynı kefeye koysun.

Bu konuda şehitler de ölü değil mi? Onlar da kabre konulmuyor mu? Halbuki Kur’an’da “onların ölü olmadıklarına” vurgu yapılmıştır.

Demek ki, dünyadaki normal şartlara göre ölü sayılanlar kabirde/berzahta diri olmaları buna aykırı değildir. Her mümin ruhların ölmezliğine iman etmek zorundadır. Fakat ölenin ruhu da –dünya hayatı standartlarına göre- ölüp gidiyor.

Demek ki, Kur’an’da misal olarak verilen “ölüler” ifadesi dünya bakış açısına göredir. Yoksa gerçekte ölenlerin kıyamete kadar “bir daha hayat yüzünü görmeyecekleri” manasına gelmez.

İddia:
Duhan 56:Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar.
Bu ayetten de anlaşılıyor, bizler öldükten sonra eğer kabirde dirilip hesaba çekildikten sonra yine öldürülecek, daha sonra mahşer günü diriltileceksek, iki kez ölüm tatmış oluruz. Buda bu ayete ters düşer.

Cevap:
Onlar: “Rabbimiz!” derler “ Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin...” (Mümin, 40/11) mealindeki ayetin ifadesi, yukarıdaki iddiayı kökünden çürütmektedir. Bu ayetin gerçek anlamı ve detaylı bilgi için Sitemize bakılabilir.

Bununla beraber, daha önce de söylediğimiz gibi, Kur’an’da iman-küfür; cennet-cehennem nazara verildiği gibi, dünya ve ahiret hayatına dikkat çekilmektedir. Dünyadan ahirete gidinceye kadarki yolda neler var neler yok, onu peygamberimiz açıklamıştır. Evet, peygamberimiz, Kur’an’da açıkça olmayan bir çok ibadet konusunu detaylarını açıkladığı gibi, bu uzun ahiret yolculuğuyla ilgili bilginin detayların da o vermiştir.

İddia:
İsra 52 :Sizi çağıracağı gün, onu hamt ederek çağrısına derhal uyacaksınız. Ve sadece az bir süre kaldığınızı düşüneceksiniz.
Yüce Rabbimiz bu olayı da uykuya benzetir. Nasıl saatlerce uyuduğumuz halde, zaman kavramını yitirip bir göz kırpması kadar uyuduğumuzu sanırsak, benzer şekilde öldükten sonra diriltilinceye kadar bir yokluk yaşarız. Eğer mahşer gününden önce bir hesap olsaydı kabirde, önce yapılanlar hatırlanacaktır.

Cevap:

Bugün tıpta hastalara verilen şok tedavisiyle insanın hafızası bir anda silindiği bilinmektedir. Bir trafik kazasını geçiren bazı kimselerin bile geçirdiği travmalar sonucu uzun bir süre kendine gelmediği de bilinmektedir.

Acaba o uzun zaman zarfında bunca şoklara ve travmalara karşılık hafızalarını kaybetmeleri için başka sebep aramaya gerek var mı?

Kaldı ki dünya hayatının faniliğini ve kısalığını ifade eden bu gibi ayetleri bahane ederek sahih hadislerde açıkça belirtilen ve ehl-i sünnetin milyonlarca âlimi tarafından kabul edilen kabir ve berzah hayatını inkâr etmek bir cehaletten kaynaklanan bir cüret değil de nedir?

İddia:
Enam 60: O, odur ki, geceleyin sizi öldürür. Gün boyunca neler yapıp neler kazandığınızı bilir. Sonra, belirlenmiş süre işletilip tamamlansın diye, gün içinde sizi diriltir. Nihayet O’nadır dönüşünüz. Sonra, yapıp ettiklerinizi size haber verecektir.
Bu ayete de lütfen dikkat ediniz. Ömür bittikten sonra dönüşümüzde yaptıklarımızın hesabı sorulacağını söylüyor. Hiçbir suçtan iki kez hesap sorulup iki kez ceza alınamayacağına göre, demek ki hesap mahşer günü sorulacak olduğu anlaşılıyor.

Cevap:
Öncelikle şunu iyi bilmek gerekir ki, kabirdeki sorgulama imanla alakalıdır. Mahşerdeki hesap ise amelle alakalıdır. Her mahkemenin safahatı olduğu gibi, dünyada yapılan işlerin de değişik safahatının olmasında -dini, akli, hukuki- ne sakınca vardır?

Yeni bir ülkeye gidildiği zaman önce pasaport sorulur. Daha sonra –icap ederse- kişinin sabıkasına bakılır. Kabir hayatı, Ahiret ülkesinin ilk “iman-pasaport” kontrol noktasıdır. Mahşerdeki mahkemede ise, insanların sicillerine, sabıkalarına bakılır.

Yukarıdaki ayette yer alan “Nihayet O’nadır dönüşünüz. Sonra, yapıp ettiklerinizi size haber verecektir” mealindeki ifadeden kabir sorgusunun olmayacağını nasıl çıkarabiliriz?

Bu haber verme işinin kabirden başlamayacağında dair bir açıklama var mı bu ayette?

Kaldı ki, yukarıda defalarca ifade ettiğimiz gibi, Kur’an’da “dünya-ahiret” eksenli ifadelere yer verilir ve prensip olarak dünya-ahiret ikilisine dikkat çekilir. Kabrin de ahiretten sayıldığını sahih hadislerden ve ümmetin icmaından öğreniyoruz.

İddia:
Yasin 51: Nihayet Sur’a üfürülecek(Kalk borusu çaldığında). Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.
Yasin 52 :Ve demişlerdir ki: Yazıklar olsun bize, kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden; bu, rahmanın bize vaadettiği şey ve peygamberler gerçek söylemişler.

Cevap:
İslam alimlerinin bildirdiğine göre, “Kim bizi kaldırdı uyuduğumuz yerden” mealindeki ifadenin manası şudur:

Bunu İkinci sura üflendikten sonra kalkan kâfirler söylerler.Kabir/berzah azabı onlar için aralıksız devam eder. Ancak iki sur arasında bütün insanlar uyurlar (bazılarına göre kendilerini uyumuş gibi hissederler). Bunun için “kim bizi, kaldırdı uykumuzdan “derler(bk. Taberi, Beğavî, Zemahşeri, Maverdi, İbnu’l-Cevzi, İbn Atiye, Nesefi, Kurtubî, ed-Durru’l-Mensur, İlgili ayetin tefsiri).

Diğer bazı alimlere göre, gerçekten orada onlar için bir uyku söz konusu olmamıştır. Ancak kıyametin şoku karşısında akılları karıştığı için uyduklarını zannederler(bk. Beydavî, ilgili ayetin tefsiri)

sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntılanmıştır...
Devamını Oku »

Âhiret Ahvali



Mu'tezile ve Cehmiyye'nin hilafına, bize göre kabir azabı vardır.Onlar bunu kabul etmiyorlar ve şahidde de gaibde de görüp müşahede ettiğimize göre, ölü bizim kendisine verdiğimiz acıları hissetmemektedir, diyorlar; Onlara göre ölünün karnına bir tutam saç konsa ve bir süre bırakılsa, yerinden kıpırdamayacaktır. Azab veya başka bir şey sebebiyle kımıldamış olsa yeri değişmiş olacaktı. Bu anlayışlarından dolayı onlar, cansız varlıkların teşbihini, mizanı, sıratı, mü'minlerin ergeç cehennemden çıkacaklarını ve mi'racı inkâr etmektedirler. Biz mahiyetleri itibariyle aklın bunları kavramaktan aciz olduğunu söylüyoruz.

Peygamber (s. a.) "Allah'ın yaratıkları üzerinde düşününüz, yaratan (inzâtı) üzerinde düşünmeyiniz" buyurmuştur. Ya bu aklımızın aczi sebebiyle, demektir. Bana göre bu hadisin Peygamber'e ulaştığı sabit değildir. Bu İbn Abbas'ın (r.a.) sözlerindendir. Keza Hafız Ebu'l-Kasım el-Lalekaî ve diğerleri de bunu rivayet etmişlerdir. Akıl bu konuda aciz ise kişinin aklının idrakinden aciz olduğu şeyleri inkâra kalkışması yakışık almaz.

Siz ey Mu'tezile ve Cehmiyye topluluğu, aklımızın idrakinde kısır kaldığı bu gibi şeyleri inkâr etmeyiniz. Bunlar hakkında varid olan sahih rivayetleri tasdik ediniz. Kabir azabının varlığına delil Allah Teâlâ'nın "onlara iki kere azab edeceğiz"sözüdür. Yani bir kere kabirde, bir kere de kıyamette demektir. Keza "bundan başka bir azab olarak" yani kabir azabından başka bir azab olarak, ayrı "biz onlara en büyük azabın ötesinde yakın azabtan tattıracağız" yani onlara yakın olan kabir azabından tattıracağız, âyetleri de vardır. Bunlar kabir azabının varlığına delalet eden şeylerdir. Sahih hadiste, kabir azabından Allah'a sığınma vardır ki kabir azabının varlığı konusunda nastır.

Keza "Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur"yani herşey onu tesbih eder. Burada "in" kelimesi "mâ" kelimesi mânasına gelen olumsuzluk edadıdır. Tıpkı "anneleri ancak onları doğuranlardır''"sizden cehenneme uğramayacak yoktur... " ''biz sadece iyilik yapmak istedik" "onlar Allah'ı bırakıp tanrıçalara taparlar... " "onlar sadece yalan söylerler" âyeti erindeki "in" gibidir. Bu âyet cansız varlıkların teşbih eder. Küçük taş parçalarının Mustafa'nın (s.a.) elinde tesbih ettiği sabittir.Herkes, bütün âlemin lisân-ı hâl ile tesbih ettiği konusunda ittifak etmiştir.

Herşeyde onun tek olduğunu gösteren bir delil vardır.Cansız varlıkların Allah'ı konuşma diliyle teşbih ettikleri konusunda ihtilaf vardır. Tercih edilen görüş herşeyin Allah'ı nutuk (düşünce) olarak teşbih ettiğidir. Çünkü aklen buna mani bir durum yoktur.

Bu âyet buna delalet eder. Keza şu âyetler de böyledir: "Doğrusu biz akşam-sabah onunla beraber teşbih eden dağları, kuşları da toplu halde onun buyruğu altına vermiştik" "Rahman'a çocuk isnad etmelerinden ötürü nerdeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecekti."

îbnMâce Peygamber'in (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmiştir;

"Hiçbir cin, ins, ağaç, taş, kerpiç yoktur ki müezzinin sesini işitmesin de kıyamet gününde onun lehine şehadet etmesin".

Buhâri'de,Peygamberin huzurunda yemek yenirken o sırada onların, yemeklerin tesbihini işittikleri rivayeti vardır. Müslim'deki bir hadiste de Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Ben Mekke'de bir taş tanıyorum ki peygamber olmadan önce bana selam veriyordu". Hurma ağacının haberi de sabit ve meşhurdur Bu konudaki hadisler çoktur. Bu eşyanın konuştuğu sabit olunca tesbih etmelerinin imkanı da sabit olur. Âyet buna delalet eder, yeter ki zahirine hamlolunsun.

Bizim âlimlerimizden imam Fahreddin er-Râzî ve Mu'tezile'nin çoğunluğu ise cansız varlıklar ile canlılar içinde mükellef olmayanların ancak lisanı hal ile teşbih edebileceklerine kaildirler. Bize göre bu reddedilmiş bir görüştür. Bir gurup ilim adamı tafsile gitmiş ve demişlerdir ki, başkaları dışında her canlı olan ve gelişen varlık teşbih eder. Onlar bu görüşü ibn Abbas'ın Peygamber'den rivayet ettiği şu hadisten istidlal etmektedirler. "Peygamber (s.a.) iki kabre uğramıştı şu söze kadar: "yaş bir çubuk istedi, onu ikiye böldü, her birini bir kabrin üzerine dikti,umulur ki bunlar kuruyana kadar Allah onların azabını hafifletir, buyurdu"." Bunda o çubukların kurumayıp yaş kaldıkları sürece tesbih edeceklerine işaret vardır. Bu görüş Ebu'l-Hasen ve İkrime'den naklolunan görüştür.

Mizanın varlığına şu âyet delalet eder: "Kıyamet günü doğru teraziler kurarız" Onun tartısının mânası, ya sahifelerinin tartışıdır, ya Allah Teâlâ amelleri cisim haline sokacak sonra onları tartacak demektir yahut da a'razlar hakikaten tartılırlar demektir. Gayb âleminde öyle işler vardır ki akla mani değildir. Lakin bunlar duyular âleminde bilinmezler ve kısır akıllar bunları muhal görür olurlar, halbuki bunlar aslında mümkin şeylerdir.

Sonra, hadise göre Ehl-i bid'at ve Ehl-i ehva' cehenneme gideceklerdir. Peygamber'in (s.a.) sözü şöyledir: "İsrailoğulları yetmiş iki fır-kaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan, benim ve ashabımın yolunda olan biri müstesna diğerlerinin hepsi de cehennemdedir".Biz Ehl-i bid'atı tekfir etmeyiz. Tahâvî'nin Akide'sinde şöyle bir ifade vardır: "Ehl-i kıbleden hiçbirini işlediği bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz" Şunu iyi bilmelisin ki günahkar olmalarını gerektiren bid'atları yüzünden Allah onları cehenneme koysa bile bizim kabul ettiğimiz prensiplere göre ebedî kalmayacaklardır.

Cennet ve cehennem yaratılmış durumdadırlar ve bugün mevcutturlar. Bu görüş Mu'tezile'nin aksinedir. Çünkü onlar el'an yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Kaderiyye ve Cehmiyye'nin de aksinedir. Onlar da cennet ve cehennemin ehli ile beraber fani olduğuna kaildirler.

Mu'tezile şöyle demiştir: Bizim onların şu anda yaratılmış olduğunu inkârımız, Allah Teâlâ'nın cennet-cehennemi dilediği zaman yaratmaktan aciz olmaması sebebiyledir. Gerektiği zaman yaratır. Aksi takdirde ihtiyaçtan önce onların yaratılmasının bir mânâsı yoktur.

Biz buna karşı şöyle deriz: Onların hazırlanmış olmalarının hikmeti şudur: Sana itaat eden kuluna ikram edeceğin şeyi, sana isyan edeni de korkutacağın şeyi görmesi için hazır bulundurman iyidir. Nitekim en beliğ korkutma şekli hazırlanmış olanın karşısındakidir. Günlük hayatta bile şu tarz konuşmaları müşahede etmez misin? Biri diğerine, "şunu şöyle yap, elimin altındaki bu kurulu güzel ev senin içindir, yahut da, şu elimde gördüğün ve karşı geleni cezalandıracağım sopanın korkusuyla, şöyle yapma" der. Bu söyleyiş tarzı, "şöyle yap, ben de sana güzel bir ikram yapacağım, yahut da hazırlayıp cezalandıracağım sopanın korkusuyla şöyle yapma" şeklindeki söyleyiş tarzından daha beliğdir. Bu aklî delil olarak cennet ve cehenneme giriş vaktinin gelme- sinden önce onların yaratılmış olmasının iyi bir şey olduğunu gösterir.

Cennet ve cehennemin yaratılmış oldukları konusunda bir başka delilimiz de şu âyettir: "...sakınanlar için hazırlanmıştır "Onların görüşleri Allahın verdiği bu haberi yalanlama sonucuna götürür. Çün- kü yaratılmamış olsalar hazırlanmış olmazlar. Cennet ve cehennem bir "şey" dir. Yani mevcuttur. Kıyamet ise şey diye isimlendirilemez. Çünkü o henüz mevcut değildir. Bu,Mu'tezile'nin görüşü hilafmadır. Onlar kıyametin yaratılmış ve fakat henüz ortaya çıkmamış olduğu, insan öldüğü zaman ortaya çıkacağı ve o kişiye malum olacağı görüşünddirler. Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kira ölürse onun kıyameti kopmuştur". Keza Akide 'nin sahibi de bu hadisi merfu olarak zikretmiştir, ama ben öyle görmüyorum. Bize göre, ölenin kıyametinin kopması demek onun saadet veya şekavet halinin ortaya çıkması demektir.

Sonra, cennet ve cehennem onlara göre, yani Cehmiyye ve Kaderiyye'ye göre, fanidir. Çünkü her ikisi de bir maksad için konulmuşlardır. Bunlardan maksad ise, amellerin sevabıdır. Bu da sonludur. O halde cennet ve cehennem de sonludurlar. Nitekim her ikisi de amellerin mükafatı veya cezasıdır. O halde amellerin ölçüsündedirler.

Allah Teâlâ'nın .şu âyetlerindeki ifadeler ise bizi destekler. "Onlara kesintisiz ecir vardır" "...bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen... ". Onların "amellerin sevabıdır" sözü de doğru değildir.Doğru söyleyen ve doğruluğu da tasdik edilmiş olan Peygamber'in (s.a.) de ifade buyurduğu gibi hiçbir kimse (sadece) ameliyle cennete girmeyecektir.

Eğer, cennet ve cehennemin fani olmadığı görüşünün Allah'a beka konusunda ortaklık sonucuna götüreceği, yani sonsuz olan ebedî bekada cennet ve cehennemin Allah'a şerik olacağı sonucunu doğuracağı ifade edilirse şöyle deriz:

Bu sonucu doğurmaz. Bilakis cennet ve cehennem ile Allahın bekası arasında bariz bir fark vardır. Çünkü her ikisi de yok iken var ol-muşlardır. Allah'ın bekası ise ezelîdir, daimîdir.




M.Said Yeprem,Maturidi'nin Akide Risalesi ve Şerhi
Devamını Oku »

Ebu Hanife Fıkhu-l Ebsat'dan Alıntılar



.........

Ebû Hanife şöyle dedi:

-Mütecaviz kimselerle, küfürlerinden dolayı değil, haddi tecavüzlerinden dolayı savaş et. Âdil zümre ve zâlim sultanla beraber ol. Fakat mütecavizlerle beraber olma. Cemaat ehlinde fasit ve zalimler mevcut olsa bile, onların içinde sana yardımcı olacak salih insanlar da vardır. Eğer cemaat zâlimler ve mütecavizlerden teşekkül ediyorsa, onlardan ayrıl. Çünkü Allah "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret edeydiniz."(en-Nisa,97), "Ey mü'min kullarım, benim arzım geniştir. Ancak bana kulluk edin,"(el-Ankebut,56)buyurmaktadır.

Ebû Hanife şöyle dedi:
-Bize Hammad'ın İbrahim'den, onun da İbnuMes'ud'dan rivayet ettiğine göre (Allah hepsinden razı olsun) Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bir yerde ma'siyetler zuhur edip onu değiştirmeye gücün yetmezse, oradan başka yere git, orada Rabbine kulluk et." Ebû Hanife şöyle devam etti: Bana ilim ehlinden birinin Hz. Peygamber'in ashabından birisinden verdiği habere göre, Hz. Peygamber "Fitneden korktuğu yeri bırakıp, fitneden korkmadığı bir yere giden kimse için Allah yetmiş sıddîk ecri yazar." (Bk. el-Buharî, el-Iman, 12; İbnuMace, el-Fiten, 16.)buyurdu.

Ebû Hanife şöyle dedi:

-"Bilmiyorum, Rabbim semada mı yoksa arzda mıdır?" diyen kimse kâfir olur. Keza "Allah arş üzerindedir" diyen de; "Bilmiyorum, arş semada mı yoksa arzda mıdır?" diyen de böyledir.

Allah'a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur. Nitekim hadiste şöyle rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygamber'e siyah bir cariye getirdi ve benim üzerime mü'min bir köle azad etmek vacip oldu. Bu kâfi midir? diye sordu. Hz. Peygamber de cariyeye "Sen mü'min misin?" diye sordu. Câriye de "Evet," diye cevap verdi. Hz. Peygamber "Allah nerede?" diye sorunca, câriye semaya işaret etti. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Bu câriyemü'mindir, azat et." Buyurdu. (. Bk. Müslim, el-Mesacid, 33; Ebû Davud, es-Salat, 167.)

Ebû Hanife şöyle dedi:

-"Kabir azabını bilmem" diyen kimse, helake uğrayan Cehmiyye'dendir. Çünkü o, Allah'ın "Biz onları iki defa azaplandıracağız."(et-Tevbe,101)-ki burada kabir azabı kastolunmaktadır- ve "Zâlimler, bundan başka azabauğrayacaklar." (et-Tur,47)-Yani kabir azabına çarptırılacaklardır- âyetlerini inkâr etmiş olur. Eğer 'Ben âyete inanıyorum, fakat tefsir ve te'viline inanmıyorum." derse kâfir olur. Çünkü Kur'ân'da, te'vili tenzilinin aynı olan âyetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur.

...........................

Ebu Hanifeye dediler; "Allah bütün insanları melekler gibi itaatkâr yaratmak isteseydi, buna kadir olur muydu? Bunu haber ver." Eğer "Hayır," diye cevap verirse, Allahı kendisini tavsif ettiğinden başkası ile vasıflandırmış olur. Zîra Allah Kur'ân'da: "Kullarının üzerine yegâne mutasarrıf O'dur."(el-En’am,18), "O kullarının küfrüne razı olmaz."(ez-Zümer,7) ve "O sizin üzerinizden size azap göndermeğe kadirdir."(el-En’am,65.) buyurmaktadır. Eğer "kadirdir." derse "Allah İblis'in itaat konusunda Cebrail gibi olmasını dileseydi, buna muktedir olmaz mıydı?" de. Eğer "Hayır," derse kendi sözünü terketmiş ve Allah'ı sıfatlarından başkası ile vasıflandırmış olur. Eğer "Kulun zina etmesi, içki içmesi, namuslu insanlara dil uzatması Allah'ın izni ile değil midir?" diye söylerse "Evet," denir. 

Eğer "O halde o kimseye niçin had cezası tatbik edilir?" derse: "Allah'ın emrettiği şey terkolunmaz," denir. Çünkü o kimse kölesini kesse, bu Allah'ın dilemesi ile olur, insanlar da o kimseyi kötülerler. Eğer kölesini azad ederse, insanlar da yaptığından dolayı onu öğerler. Bunların her ikisi de Allah'ın dilemesi ile vücuda gelir, o kimse bu fiilleri Allah'ın dilemesi ile işlemiş olur. Fakat kul Allah'ın dilemesi ile masiyet işlerse, işleyen kimsenin fiilinde ilâhî rıza ve doğruluk yoktur. "Niçin ona had cezası tatbik edilir?" sözü, onların prensiplerine göre fasit bir sualdir. Çünkü onlar bir çokmasiyetlerde de Allah'ın dilemesini kabul etmiyorlar. Ona göre içki içmek gibi bir fiilin haricinde had cezası gerekmiyor. Oysaki yaptığı bütün işleri Allah'ın dilemesi ile yapmıştır.









Devamını Oku »

Kabir hayatının hak ve gerçek olduğuna dair deliller


كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Bakara/28)

Bu ayet-i kerime, kabir hayatının hak ve gerçek olduğuna delildir. Şöyle ki: Ayetin başında geçen “ أَمْوَات ” tabiri “ölüler” demektir. Bundan maksat ise: Kendisinde hayat olmayan ve babaların sulplerinde (belkemikleri arasında) olan menilerdir. Demek bu ifade ile insanın ilk haline dikkat çekilmiş ve babalarının sulbündeki hali nazara verilmiştir. İnsan, bu halinde ölüdür ve daha yaratılmamıştır.

Ayetin devamında gelen “ölü idiniz sizleri diriltti” ifadesindeki ‘diriltmekten’ maksat ise: Anne rahmindeki o nutfelere ruh üfleyip, sonra diri olarak dünyaya çıkarmaktır. Demek ayetin bu bölümü, dünya hayatına işaret etmektedir.

Ayetin devamındaki “sonra sizleri yine öldürecek” ifadesiyle işaret edilen ise: Ecelleri geldiğinde insanları öldürmektir. Bu öldürmek ile dünya hayatı sona erer.


Ayetin devamında gelen “sonra sizi yine diriltecek” ifadesi ise: Kabir hayatına delildir. Zira ayetin işaretiyle bu dirilme, ölümden hemen sonra ve kıyametten öncedir. Bu da ancak kabir hayatıdır.

Ayetin sonundaki “sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz” ifadesinden murad ise: İsrafil (as) tarafından Sur’a üfürüldüğünde, mahşere çıkmak üzere kabirlerden çıkıştır.

Demek ayet-i celilede geçen ثُمَّ يُمِيتُكُمْ “Sonra sizi diriltecek” ifadesi, kabir hayatına işarettir ve delildir.

Kabir hayatının hak ve gerçek olduğuna Mü’min suresi 45 ve 46. ayetler de delalet etmektedir.

Mezkûr ayetlerin meali şöyledir:

“Allah o mümini, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun’un adamlarını ise, o kötü azap kuşattı. Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet kopacağı gün de: “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!” (denilecektir). (40/ 45-46)

Bu ayet-i celilede, Firavun ve avenesinin göreceği kabir azabından ve berzah hayatından bahsedilmektedir. “Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar” ifadesiyle işaret olunan hayat, berzah hayatıdır ve kabir azabıdır. Bu ifadeyi, hesaptan sonraki cehennem azabına hamletmek doğru değildir. Zira ayetin devamındaki “Kıyamet kopacağı gün de: ‘Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!’ (denilecektir)” ifadesi, önceki azabın, kıyametten önce olduğunu ispat eder. Kıyamet günü uğrayacakları şiddetli azap ise bu azaptan sonradır.

Demek “Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar” ifadesiyle işaret edilen azap, ölüm ile kıyamet ortasındaki bir azaptır ki, bu da kabir azabı ve berzah hayatıdır.

Kabir hayatı hakkındaki bir başka ayet de Mümtehine suresi 13. ayettir.

Ayetin meali şöyledir:

“Ey iman edenler! Allah’ın gazabına uğrayanları ve kabir ehli kâfirlerin ümit kesmeleri gibi ahiretten ümit kesenleri dost edinmeyin.”

Ayet-i kerimede geçen “Kabir ehli kâfirlerin ümit kesmeleri gibi…” ifadesi, kabir hayatına delildir. Zira bu ayet-i kerime, kabir ehli kâfirlerin Allah’ın rahmet ve affından ümitsiz olduklarını bildirmektedir. Bu hal de ancak ve ancak onların kabirde hayat sahibi olmaları ile mümkündür. İbn-i Mesud, İmam Mücahid, İkrime, İbni Zeyd, İmam Mukatil, Kelbi ve Mansur hazretleri bu görüşte olup, mezkûr ayeti kabir hayatına delil yapmışlardır. Onlar özetle derler ki: “Kabir ehli kâfirlerin ümitlerini kesmeleri, ancak ve ancak onların kabirde hayatdar ve diri olmaları ile mümkündür. Zira ümit kesmek, hayat sahibi olanın işidir. Bu sebeple ‘Kabir ehli kâfirlerin ümit kesmeleri gibi…’ ifadesi, kabir hayatına bir delildir.”

Kabir hayatı ile ilgili bir başka ayet de Tevbe suresi 101. ayettir.

Ayetin meali şöyledir:

“Biz onları iki kere azaba uğratacağız. Daha sonra da büyük bir azaba sevk edilirler.”

Mezkûr ayet-i kerimedeki “İki kere azaba uğratacağız. Daha sonra da büyük bir azaba sevk edilirler”ifadesiyle üç azaptan bahsedilmektedir. Ayet-i kerimede geçen üç azaptan birincisi dünya azabı, ikincisi ise kabir azabıdır. İkinci azap olan kabir azabından sonra da, daha büyük bir azap vardır ki, bu da üçüncü azap olan cehennem azabıdır. İmam Azam hazretleri ve Kadı Beyzavi de, ayette geçen “iki kere azaba uğratacağız” ifadesiyle, dünya azabı ve kabir azabının kastedildiğini söylemektedir.

Kabir hayatı hakkında bir başka ayet de Nuh suresi 25. ayettir.

Ayetin meali şudur:

“(Nuh’un kavmi) Günahlarından dolayı boğuldular ve ardından da ateşe sokuldular.”

Bu ayet-i kerimede geçen “feudhilû” (sokuldular) kelimesindeki “f” harfi, Arapça’da “fe-i takibiyedir.” Yani olayın hemen olduğunu ve hiç ara verilmediğini ifade eder. Demek Hazreti Nuh’un kavmi boğulduktan hemen sonra ateşe sokulmuştur. Bu da ancak kabir hayatı dediğimiz Berzah elemindeki azap olabilir. Zira şu anda cehennem mevcud olmakla birlikte içi boştur. Cehennem, kıyametin kopması ve hesabın tamamlanmasıyla sakinlerine kavuşacaktır. O halde Hz. Nuh’un kavminin sokulduğu ateş, cehennem ateşi olamaz. Zira ifade ettiğimiz gibi cehennem şu anda boş olup sakinlerini beklemektedir. O halde bu azap kabir hayatı denilen Berzah âlemindeki azaptır.

Eğer kabir hayatı inkâr edilirse, Hazreti Nuh’un kavminin boğulduktan hemen sonra sokuldukları ateş ne ile izah edilebilir? Cehennem diyemeyiz, çünkü cehenneme giriş hesaplar görüldükten sonra olacaktır. Acaba kabir azabından başka hangi azap vardır ki, Hz. Nuh’un kavmi denizde boğulduktan hemen sonra o ateşe girmiş olsunlar?

Kabir hayatı hakkında bir başka ayet-i kerime de Al-i İmran suresi 169. ayettir.

Ayetin meali şudur:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler ve Rab’leri katında rızıklanmaktadırlar.”

Bu ayet-i kerimede, Allah yolunda ölenlerin ölü olmadığı ve Allah’ın katında rızıklandırıldığı haberi verilmektedir. Hatta İ. Şafi hazretleri bu ayeti delil getirerek şehidin yıkanmayacağı ve üzerine cenaze namazı kılınmayacağı hükmünü vermiş ve şöyle demiştir: “Şehide cenaze namazı kılınmaz. Zira cenaze namazı ölünün üzerine kılınır. Hâlbuki mezkûr ayetin ifadesiyle şehid ölü değildir ve Rabbi katında rızıklanmaktadır.”

Demek şehid ölü değildir ve Allah-u Teâlâ onlara “ölü” dememizi yasaklamıştır. Ayrıca şehid Allah’ın katında rızıklanmaktadır. İşte şehidin ölü olmaması ve hal-i hazırda rızıklanması ispat eder ki, kabir hayatı ve Berzah âlemi haktır. Zira şehidin ölü olmamasını ve hal-i hazırda rızıklanmasını ancak Berzah hayatı ile izah edebiliriz.
Kabir hayatı ile ilgili daha birçok ayet-i kerime vardır. Delil olarak daha fazla ayet-i kerimeye ihtiyacı olanlar, Taha suresi 124. ayetin, Tekasür suresi 4. ayetin, İbrahim suresi 27. ayetin ve Vakıa suresi 89. ayetin tefsirine bakabilirler. Sadece ayetlerin mealine baktığında bu ayetlerin kabir hayatına olan şehadetini anlayamayanlar, tefsir kitaplarına müracaat ettiklerinde bu ayetlerin kabir hayatına olan delaletlerini öğreneceklerdir.

Ayrıca kabir hayatı ile ilgili mevcut hadisler de büyük bir yekün teşkil etmektedir ve hususi bir kitabı oluşturabilirler. Dileyenler hadis kitaplarının ilgili bölümlerine bakarak Peygamber Efendimizin bu konudaki hadislerini de inceleyebilirler.

Dilerseniz, kabir hayatı ile ilgili ayetleri incelediğimiz bu tefsir dersimizi şöyle bir dua ile tamamlayalım: “Ya Rab! Bizleri kabir azabından koru. Kabrin karanlığından sana sığınıyoruz, kabrimizi bizim için Kuran’ın nuruyla aydınlat. Kabrin darlığından yine sana sığınıyoruz, Kuran’ın hürmetine kabrimizi genişlet. Kabrin sual melekleri olan Nekir ve Münker’in heybetinden de yine sana sığınıyoruz, Onları bize, Kuran’ın hürmetine iki munis dost eyle. Kabrin yalnızlığından da sana sığınıyoruz ya Rab! Salih amellerimizi bize dost ve arkadaş yap. Ve yaptığımız şu tefsir dersinin hürmetine, kabrimizi bir cennet bahçesi eyle ve cehennem çukuru olmaktan muhafaza et. Âmin…
ilmedavet.com


Devamını Oku »

Kabir Azabı ve Münker-Nekir



Ebû Hanîfe el-Fıkhu’l-ekber’de dedi ki;Kabirde ruhun kula iade edilmesi, kabrin sıkıştırması ve azabı bütün kafirler ve müslümanlardan günahkâr olanların bir kısmı için haktır, mümkündür ve vakidir.

Ebû Hanîfe el-Vasiyye’de dedi ki: Hakkında hadisler bulunması dolayısıyla kabirde, Münker ve Nekir’in sualleri hak ve vakidir. el-Fıkbul-ebsat’ta ise şöyle dedi: Kim kabir azabını tanımıyorum, derse o, helâk olacak olan pis Cehmiyye zümresindendir. Çünkü o, Yüce Allah'ın kabir azabını kastederek: "Onlara iki defa azap edeceğiz”ve "Zulmedenler için bundan ayrı bir azap daha vardır."sözlerini inkâr etmektedir. Eğer bir kimse derse ki "Ben ayete inanıyorum fakat onun te’vil ve tefsirine inanmıyorum" küfre girer. Çünkü Kuran’dan bazı ayetlerin tevili, tenzilinin aynıdır. Eğer onu inkâr ederse kafir olur.

Ebû Hanîfe Harisi ve Belhî’nin rivayetlerinde dedi ki; Bana Alkame b. Mersed, Sa’d b. Ubeyde’den, o Berâ b. Âzib’den (r.a) rivayet etti;

Hz. Peygamberim (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi: “Mümin kabre konulduğu vakit ona melek gelir, oturtur ve “Rabbin kim?" diye sorar. O, “Allah” der. “Peygamberin kim?" diye sorar, “Muhammed” der. “Dinin ne?” diye sorar, o, “Islâm” der. Kabri genişletilir ve cennetteki mekânını görür. Ölü kafir ise melek onu oturtur ve: “Rabbin kimdir?” diye sorar, o bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. “Melek: Peygamberin kimdir?” diye sorar. O, bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. Melek: “Dinin nedir?” diye sorar, o bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. Bunun üzerine kabri daraltılır ve cehennemdeki yerini görür. Sonra ona cinlerin ve insanların dışında her şeyin duyacağı bir darbe vurur.

Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözlerden sonra: “Allah kesin bir söz ile inananları dünya ve ahirette sabit kılar ve zalimleri sapıttırır. Allah dilediğini yapar.” ayetini okumuştur.

Ebû Hanîfe dedi ki: Bana Heysem b. Habib es-Sayrafı, Hasan el- Basrî’de, Ebû Hüreyre'den, Hz. Peygamberden (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Kim Cuma günü ölürse, kabir azabından korunur.


BeyâzîzâdeAhmed Efendi,Ebu Hanife İtikadi Görüşleri

M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI
Devamını Oku »

Yasin Pişgin Hoca'dan, Mehmet Okuyan'a Reddiye...

Yasin Pişgin Hoca'dan, Mehmet Okuyan'a Reddiye...


Şimdi diyor ki;

"Kur'an'da kabir azabını ima eden bir ayet yok..."

Haydi sünnetteki meşhur pek çok rivayeti bir kenara bırakalım da tam da onun dediği gibi Kur'an penceresinden kabir azabına bakalım...

Öncelikle ifade etmem gerekir; "kabir hayatı" (ya da kabir azabı ve mükâfatı) simge bir kavramdır. bu kavram; bir kabri olsun olmasın, kabrinde çürümüş bulunsun ya da bulunmasın insanın ölümünden, kıyamet için dirileceği zamana kadarki metafizik hayatını ifade eder. yani öldün mü geriye dönemezsin. dünya yaşamı ile senin ruhun arasında artık aşılması imkânsız bir perde var demektir. bu perdenin adı "berzah"tır. bu perdenin ardındaki hayat ise kıyametle başlayacak ahiret hayatından başka bir şey olup "berzah âlemi" diye isimlendirilir. ayetle sabit inanmazsan/inanırsan bak...

"Nihayet onlardan birine ölüm gelince, "Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım" der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır."

Diyor ki; "berzah hayatı diye bir şey yok."
ama ayet "var" diyor. üstelik ayet; Allah'ın, berzahta bulunan ve dünyaya geri dönmek isteyen bir insanla konuştuğunu bize haber veriyor.yani adam ölmüş, ama şuuru, muhasebesi, temennileri halen dipdiri. Allah'a yalvarıyor; "ne olur Allah'ım beni geri döndür" diye.

Hadisleri şimdilik bir kenara bırakalım desem de bir hadise atıf yapmadan geçemeyeceğim. bu bahsettiğim berzah hayatı ya cennet bahçelerinden bir bahçedir; ya da cehennem çukurlarından bir çukur. böyle buyuruyor efendimiz...

Her ne kadar biz hissedemesek de şehitler diridirler ve Allah'ın katında rızıklandırılırlar (Âl-i İmrân, 3/129). yani sen bir şehide "ölü" dediğin an, yani şu an o, diri ve nimetlendiriliyor... işte cennet bahçelerinden bir bahçe...

Allah buyuruyor ki; Firavunu ve ailesini çok kötü bir azap kuşattı (Mü'min, 40/46). nedir bu kötü azap???

şimdi Allah'a kulak ver: "(O azap öyle bir) ateş ki, onlar sabah akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, "Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun" denilecektir" (Mü'min, 40/47). işte cehennem çukurlarından bir çukur...

Şimdi azizim!

ayette iki azaptan bahsediliyor: birincisi; kıyametin kopuşundan önce firavun ve avanesinin sabah akşam maruz kaldıkları azap... işte bu bildiğimiz ve itikat ettiğimiz kabir azabı...
ayetin ikinci cümlesi ise ayette " اَشَدَّ الْعَذَابِ" "en şiddetli azap" olarak ifade edilen cehennem azabı. o, zaten malum...
şimdi elini vicdanına koy da karar ver...

Kur'an'a göre kabirde bir sevap, bir azap ve bir hayat nasıl oluyor da olmuyor???

el-insaf...

Şimdi mesele "basit bir kabir azabı inkarı" meselesi değil. mesele bir çırpıda; Kur'an, sünnet ve sebîlu'l-mü'minîn potasında vücut bulan on dört asırlık birikimi alaşağı edip yok saymak. mesele yeni bir din restorasyonu...

Acı olan ise konuyla ilgili ayetlere eklektik, parçacı, samimiyetsiz ve bütünsellikten uzak bir şekilde yaklaşmak ve milletin gözünün içine baka baka asırların akidesini inkar etmek...

Vâkıa suresinin son sayfasında Aziz ve Celil olan Allah; can gelip de boğaza dayandığı zaman, ölünün yakınlarının bakıp kalacağını, o an kendisinin (ve ruh kabzeden meleklerin) ölüye, dostlarından daha yakın olacağını ifade ediyor (Vâkıa, 56/83-88) ve üç ölüm şeklinden bahsediyor:

bunların ilki; فَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ "Eğer (ölen kişi) Allah'a yakın kılınmışlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır" (Vâkıa 56/88-89). Ayetin metninde ilginç olan husus, ölümden sonra başlayan rahatlık ve nimet sürecinin "hemen meydana gelmek"i anlamını içeren "tâkibiye fâsı" ile gelmesidir. buradaki rahatlık ruh kabzının kolaylığına; güzel rızık olarak meallendirilen "reyhan" ise cennete girmeden mazhar olunan nimete delalet ediyor. cennet ise "takibiye vav"ı ile üçüncü sırada zikrediliyor.

ikincisi; وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ "Eğer (ölen kişi) Ahiret mutluluğuna ermiş kişilerden ise, kendisine, "Selâm sana Ahiret mutluluğuna ermişlerden!" denir" (Vâkıa, 56/90-91). bu ölü ortalama bir mümin ki; selamete erdi. bunun için; ilkinde kullanılan övgü ve nimetler zikredilmedi ama bu da selamete erdi.

üçüncüsü ise; وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّبِينَ الضَّالِّينَ فَنُزُلٌ مِنْ حَمِيمٍ وَتَصْلِيَةُ جَحِيمٍ "Ama haktan sapan yalancılardan ise, işte ona da kaynar sudan bir ziyafet; bir de cehenneme atılma vardır" (Vâkıa, 56/92-94). bu ölü için "takibiye fâsı" ile zikredilen "kaynar sudan ziyafet"; cehennemin dışında gerçekleşen bir cezadır. cehenneme girmek "tasliyetü cahîm" ifadesiyle geliyor. yani cehenneme girmek kaynar sudan sonra; kaynar su ise cehennemden önce...

Şimdi zikredeceğim iki ayet Vâkıa 92-94'ün adeta tefsiridir: وَلَوْ تَرٰى اِذْ يَتَوَفَّى الَّذٖينَ كَفَرُوا الْمَلٰئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرٖيقِ "Melekler, kâfirlerin yüzlerine ve artlarına vura vura ve "haydi tadın yangın azabını" diyerek canlarını alırken bir görseydin" (Enfâl, 8/50; Bkz. Muhammed, 47/27). lütfen meleklerin; "haydi tadın yangın azabını" ifadesindeki azaba ve bu sözün ölüm esnasında söylendiğine dikkat edelim. yani azap ölümle birlikte başlıyor...bir tutam arapça bilgisi, bir parça insafı olan herkes ayetlerin açık bir şekilde cennet ve cehennemden önce ödül ve cezanın olduğunu anlamakta zorlanmaz.

Önceki yazımızda şehitlere "ölü" denmemesi gerektiğini, onların diri bir şekilde Allah'ın katında rızıklandırıldıklarını ifade eden ayetlerden bahsetmiştik. "onların diriliği ve nimetlendirmeleri kıyamet koptuktan sonradır" diye yorumlar yapılmış.

azizim! kıyamet "ba's" ile (yani ölümden sonra dirilişle) başlıyor. o zaman herkes diri, yalnız şehitler değil. o zaman pek çok mümin rızıklandırılıyor, yalnız şehitler değil... "onlara ölüler demeyin" hitabı bize dünyada yöneltiliyor, ahirette değil. hasılı biz burada; onlar da orada diriler... ya da biz burada ölüyüz; onlar orada diriler...

Allah yolunda can veren kişinin böyle mükâfatı olur da; onun canını alan zalim (ve her türlü zulmü icra eden), ruhlar âleminde mışıl mışıl uyur mu???

el-Cevap: اِذِ الظَّالِمُونَ فٖى غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلٰئِكَةُ بَاسِطُوا اَيْدٖيهِمْ اَخْرِجُوا اَنْفُسَكُمْ اَلْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ "Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, "Haydi canlarınızı çıkarın! Bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız" diyecekleri zaman hâllerini bir görsen!" (En'âm, 6/93). daha azap ölüm anında başlıyor ve melekler "bugün" derken ölüm ile başlayan zaman dilimini zikrediyorlar. "aşağılayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız" derken de acaba hangi azabı kastediyorlar?

Şimdi soralım; nasıl oluyor da Kur'an'da kabir azabı olmuyor???

Bir de dedi ki;
"Öyle kabrin başında telkinmiş, Kur'an okumakmış...
bunlar boş şeyler..."
Ölüler bunları duymazmış...

O halde niçin Hz. Peygamber Bakî' kabristanlığına her girdiğinde; السَّلَامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ، وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللهُ بِكُمْ لَاحِقُونَ "Ey mü'minler topluluğunun yurdu! Allah'ın selamı üzerinize olsun. (yakında) biz de size katılacağız" (Müslim, Nesâî, İbn Mâce, İmam Mâlik) diye onlarla muhatap sigasıyla selamlaştı.

Ya da Bedir savaşından sonra müşriklerin cesetlerini bir çukurun içine doldurup da onlara; فَإِنَّا قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا، فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا "Biz Rabbimizin bize vaadettiğini (zaferi) hak olarak bulduk; siz de Rabbinizin size vaadettiğini (azabı) hak olarak buldunuz mu?" diye sordu. Hz. Ömer مَا تُكَلِّمُ مِنْ أَجْسَادٍ لاَ أَرْوَاحَ لَهَا؟ "ruhu olmayan cesetlerle ne konuşuyorsun" dediğinde, Allah Rasulü; وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ، مَا أَنْتُمْ بِأَسْمَعَ لِمَا أَقُولُ مِنْهُمْ "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki; onlar sizden daha iyi duyarlar (siz onlardan daha iyi duyamazsınız) (Buhârî, İbn Mâce)" buyurmadı mı?...

İstifini bozmadı; hadisleri duymadı
Besbelli paradigmasına uymadı...

Doç. Dr. Yasin PİŞGİN Hoca

Devamını Oku »