İslamın Tarihe Bakışı,

İslamın tarihe bakışıİslamın tarihe bakışı, insanın özgürlüğü temeline dayanır. Ademin cennetten düşüşü ya da çıkışı, prototip bir öykü olarak, bu özgürce davranışın en açık ifadesidir. Oysa Marx ve Hegel karşıt kamplarda yer alıyor gibi gözükseler de, gerçekte antik Yunana dek dayanan bir düşünsel süreklilik içinde ve bunun süreğinde, tarihi maddi ya da tinsel değişmeler sürecinde, sonuçta insanı da bu sürece koşarak yorumlarlar. Hegelin ‘Ussallık ya da Dünya Tini “ kavramı, Marxın ise ‘üretim araçlarının değişim sürecinin maddî diyalektiği iyinde, insana özgür bir dönüşüm için bir pay kalmaz. Marx’m doğum ebeliği yada Hegel’in büyük insanlar (kahramanlar) istisnaları, bu genel bakışı etkileyecek düzeyde değildir. Peygamberler vasıtasıyla (vahiy yoluyla) tarihle ilahiliği bağıntılayan İslam, elbette tarihi büsbütün yönsüz ve yöntemsiz olarak açıklamaz. ilahi aş kinliğin tasarruf ve otoritesinin kabulü ne ussallığa ne bilincin özgürleşimine rağmendır, aksine bunları güvenceler.

Kaldı ki İslam, hiçbir kurum veya kişiyi, Hegelin devlete yüklediği: ‘Devlet, Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür" anlamında yüceltmez. Ümmet her şeyden önce bir bilinç toplumudur. Yani Allah ile olan bağlarını bir velavet şuuruyla oluşturan bir toplumun (ümmetin) bilinçli birliği: Bilinç birliği. Marx’ın proletaryası ya da Hegelin ‘köle efendi” diyalektiği, toplumsallığın olduğu kadar tarihin de sınıfsal bir açıklama veya kurgulama tarzıdır. Antik Yunan demokrasisi ve Roma cumhuriyetinin kuruluşları da yerliler (soylular, şehirliler) ile yabancılar (demos, pleb, halk) arasındaki sınıfsal bir çatışma ve karşılığına dayalıdır.

Oysa İbrahim,Musa, İsa veya Muhammed (Allah’ın üzerlerine olsun) tebliğ ve iknaya dayanan toplumsalın tevhidi bir anlayış ve bilinç üzerine kurulmasına dayalı bir mücadele anlayışı ortaya koymuşlar ve ümmetlerini de bu anlayış üzerinde şekillendirmişlerdir, Bu ise Hegelist yada Marxın kuramın öngördüğü organik toplumu aşan bu ıdealdir, ideal olduğu ölçüsünde ise sürekli ve tarihseldir. Çünku Hegelist (ve Marxist) diyalektiğin öngörüsünde olduğu gibi kendi sorunu kendi içinde taşımamaktadır. İslâmî ideal, tarihin sonunu toplumsal bu ütopyada, toplumun bir nihai aşamasında görmemekte, bunu kozmik bir dönüşümle aşkınlıkla bağıntılamaktadır. O halde İslâmî idealin kendini feshedeceği, kendi iç çelişkisine boyun eğeceği, kendi üzerine kapanarak tarihi durduracağı bir kıyamet öncesi nihailik hedefi bulunmamaktadır. Bu hedef kâinatın ötesindedir. Yanı tarih kadar toplumların geleceği de açık uçludur. Belli bir ütopyaya mündemiç olmadığı gibi; bu ütopya tarafından da temellük edilmiş ya da uyruklaştırılmış değildir. Dolayısıyla İslam kan ‘a, üretime, cinsiyete, toprağa bağlı bir “ırk’' değil, bir “insan" anlayışı koyar ortaya ve tarihi “insan” tarafından verilen bir mücadelenin sürekliliği ve sorumluluğu olarak görür. İslam açısından tarih ne sürekli bir evrim, ne de tekdüze süreği- den bir olaylar yığınıdır. Teknik ve bilimsel düzeydeki gelişmelere de paralel kılınamaz insanoğlunun tarihi serüveni. Çünkü bu insanın kendisinde ortaya çıkan bir değişim değildir.

Eşyada ortaya çıkan bir değişine ise ancak kapitalizme veya Marxizme göre insan için değiştirici bir etken oluşturmaktadır. İslam ise değişmenin kaynağında insani seçimleri ve bu seçimlerin bilinci ve davranışları etkilemesini gorur. Ne ki bu değişme kurumsal yada kalıtsal bir değişmezliğin kazanımı anlamına gelmez. Bu, gen dönüşsüz bir süreç değildir. Yani değişme bir kez kazanılınca artık bu doğrultuda oluşturulacak bir evrimleşme surecini başlatmayacaktır. Değişmenin eğimi her an olumsuz bir surece yönelebilecektir. Ancak insanoğlunun bu yönde göstereceği sürekli bir çabayla, değişme sureci olumlu bir çizgide tutulabılır. Kısacası İslam'ın tarih anlayışı doğrusal bir değişme ya da evrimleşme eğrisinde özetlenemez.İslama göre kâinat, bir amaca matuf olarak yaratılmıştır ve bir anlama sahiptir.. O nedenle yeryüzü ve tabiat, insanoğlunun amaçsız ve başıboş bırakıldığı bir sürgün yeri değildir. İnsanın mekânsal olduğu gibi tarihsel koordinatları da bilincini belirler; ancak insan bilinci, tabiatın sahip olmadığı bir yeteneğe sahiptir. O, kendine dayatılan koşulları aşarak özgürleşebilir. O nedenle İslam iyimser bir tarih-toplum anlayışına sahiptir. Bu tarih, belli ve nihaî bir toplumsallığa bağımlı ve bu nihailik tarafından koşullandırılmış değildir. Toplumsallık ise belli sınıfsal/ırksal dizgelere tâbi tutulmamıştı.

 

Ümit Aktaş-İnsan ve İslam
Devamını Oku »

Hegel ya da Marx’in Tarih Yorumları

Hegel ya da Marx’in tarih yorumlarıHegel ya da Marx’in tarih yorumları, İslam’ın tarih anlayışının idealist ve maddeci birer uyarlamasıdır. Sağ ve sol yorumlarıdır. Belki her ikisinde de doğruluk payları ve yönleri bulunmaktadır. Ancak her ikisi de kendi açılarından ilahî aşkınlığı kâinata içselleştirerek tarihin ve insanın aşkın yönlerini tırpanlamalardır. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı; yani idealizm ve materyalizm, tarihi mevcut kâinat şartlarına adapte ederek okumaktadır. Bu anlayışlar kâinatın varlığını olduğu gibi insanoğlunun dünyadaki oluşumunu da ne izah etmekte ne de sorgulamaktadırlar. Sadece verili durum üzerinden ve bu durumun sınırlılıkları içerisinde bir anlatma çabası içerisindedirler; ve, aslında doğru ve bilimsel tutumun da bu olduğuna inanmaktadırlar. Ama bu sınırlılık insanı tatmin etmemekte, kalbini yatıştırmamakta ve ona bu kâinatta niçin yaşadığının ve hayatının anlamının cevabını vermemektedir. Zira insanın bilinç sahibi bir varlık oluşu doğal etmenlerle izah edilebilecek bir inkişaf değildir. Her iki tarih anlayışı da tarihin amaçlı oluşunu benimsemektedir. Kıyamet, kâinatın evrensel bir dönüşüm ânıdır. Ancak Marxist ütopya kâinatın değil toplumun nihaî dönüşümünü, Hegel ise bilincin dolaysız mutlaklığa ulaşımını bir amaç olarak ortaya koymaktadır.Bu ise İslam'ın cennet tanımının dünyevileştirildiği bir nihai aşamadır.


Her iki anlayış da tüm nihaîliği tarihsel bir evrimin sonuçlarına bağlamaktadır. Hegel’in evrimciliği tinsel, Marx’ınki ise toplumsal (iktisadı) koşulların, diyalektik bir süreç içerisinde bu nihaî aşamaya evrilmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla her iki tarih anlayışı da ön- görülü, ereksel ve evrimseldir.


Ümit Aktaş-İnsan ve İslam

Devamını Oku »

İnsan Anlayışının Mekanikleşmesi

Onyedinci yüzyıl bilimsel devrimi yalnızca dünya anlayışını değil, insanın kendisini içinde yabancı bulduğu bir dünya meydana getirerek, insan anlayışını da mekanikleştirdi. Ayrıca, bu yüzyılın bir ürünü olan bilimselcilik ve bugüne kadar model alınmış olan demode Newtoncu fiziğin fiziğin görünen başarısı bugün artık demode olmuş olan tüm bir insan bilimleri denilen serinin kuruluşuna yol açtı. Modern bilimler Comte gibi isimlerin ortaya koymuş olduğu pozitivizm atmosferi içine doğdular. Comte, tamamıyla insan doğasının yanlış anlaşılması üzerine dayanan ve yeryüzündeki insan varlığına ilişkin geleneksel doktrinlerin kötü bir kopyası olan meşhur 'insanın ilerleyişindeki üç safha' teorisini kurarken Deus —Latince bir kelime olup Tanrı anlamına gelmektedir—, homo ve natura araştırmaları arasındaki geleneksel karşılıklı uyumluluğu basit bir biçimde tersine çevirmiştir İnsan ve topluma ilişkin Comte'cu bilim anlayışı kendisini bilim olarak gösteren Karanlık Çağın karakteristiği olan cehalet ya da avidyâ olarak nitelenebilir. Bugün pek çok bilimin üzerine dayandırıldığı mekan istik fiziğin reddedilmesine ve insanı dik yürüyen bir memeliden başka bir şey olarak görmeyen antropoloji tipinin uğradığı güçlü eleştirilere rağmen, genellikle sosyal bilimler ve hatta beşerî bilimler olarak tanımlanan bu disiplinlerin pek çoğu, onları insan fıtratının özüne yabancı olan bir dünya görüşünü benimsemeye zorlayan doğal bilimler ve matematik karşısında hâlâ aşağılık kompleksi duymaktadır.

Sürekliliğin değişim ve diyalektik sürece Hegelci dönüşümü ise insanı geleneksel insan anlayışının temel bir özelliğini ihtiva eden bir oluş imajından mahrum bırakmakla kalmadı, çağdaş insanın hayatının laikleştirilmesinin son safhasının yolunu açan, ulûhiyetin beşerileştirilmesinde de büyük rol oynadı. Hegel insanın sınırlı/sonlu bilincini İlâhî Ebedî Bilinç'le "eşitledi." Hegel'in konumu ile Feurbach'ın şu iddiası arasında artık bir adımdan başka birşey yoktu: İnsanın Ebedî Bilinç'i fark edişi bizzat insanın bilincindeki Ebedîlik bilincinden başka birşey değildi. İnsanın Tanrı'nın imajı olarak görülmesi yerine, ilişki şimdi tersine çevrilmiş ve Tanrı insanın imajı ve insan bilincinin bir tasarımı olarak görülür olmuştur. Prometeyen insan Semâ'dan ateşi çalmayı denemekle kalmamış, tanrıları öldürmeyi de denemiştir; bu insan kendisini tahrip etmeden Ulûhiyet imajını yok edemeyeceğinin çok az farkındadır.

İnsanla ilgili geleneksel doktrine gelince; bu, şu ya da bu şekilde mükemmelliğin kaynağı olan ve Ulûhiyetin ve kozmik varlık imkânlarına sahip olan arketipsel gerçekliğin tam ve eksiksiz yansıması olan kadîm insan düşüncesine dayanır. İnsan evrenin modelidir, çünkü o, kendileri âlem olarak tezahür eden imkânların temel varlık alanındaki bir yansımasıdır. İnsan, insan olmaktan daha fazla birşeydir; bu şekilde insan deyimin çoğunlukla kullanılış şekli olan antropomorfik anlamından uzak bir anlamda kozmosla olan uyumu tasavvur eder. Âlem insanın insan olarak yansıması biçiminde değil, İlâhî sıfatların bütüncül ve temel olarak varlığında yansıdığı insanın yansıması olarak görülür. İnsanda böyle yansıyan sıfatlar âlemde saçılmış ve dağınık olarak yansır ve düzeni oluşturur.

Bilgi ve Kutsal,Seyyid Hüseyin Nasr
Devamını Oku »