Hakikate Giden Yol

Hakikate Giden Yol

Yollar çoğaldı ve gözler karardı. Acaba sonu gelmiyecek bir gecenin kucağına mı düştük? Hüsran perdesi sımsıkı etrafımızı sarıyor. Kuvvet şeririn, hak kavinin, hüküm gaddarın elinde. Yeni doğan çocuk bile merhametten habersiz. Sabi ecdadına bir nesil kendi kurtarıcısına saldırıyor. Kardeşlik düşmanlığa değiştirildi. Hakkın düşmanları, kurtuluş arayan kardeşlerini kahretmek isti­yorlar. Din ile kin, vecd ile zevk hiçbir zaman bu kubbenin altında böylesine boğuşmamışlardı. Hepimiz hakkın yetimi olarak yaşa­maya mahkûm gibiyiz. Güneşi arıyoruz. Bizi hakikata götürecek yol hangisidir?

Bu yol, yaşayış ufkumuzu saran pek karmaşık yollardan biri midir acaba? önümüzde hilenin, hünerin, siyasetin yollan var. İhti­rasın, servetin, şöhretin, şiddetin yollan var. Zulmün, taassubun, kahrın, fitnenin yolları var. Dünyamızı çepeçevre saran bu yolların yolcusu yüzlerce kafile etrafımızda dolaşmakta iken bize ilham verecek aydınlık kalbimizdedir. Şaşkın fanilere gıpta etmekten sakınalım. Gafil düşmanların kin ile doldurduğu bu kalbi ibadetle, aşk ile, sabr ile durmadan yıkamak zorundayız. Yoksa bir yolun ortasında mahvolacak gibiyiz. Yolumuz, zâlim kardeşlerimize merhamet yoludur. Gaflet içerisinde kendini helâk eden zalim neden insan düşmanı olsun? Ona sevmesini, onu severek öğrete­lim. Hocasına kin ile saldıran delikanlıdan daha çok merhamete muhtaç olan kimdir? Güneşi lânetleyen bir putperest duydunuz mu hiç? Varsa eğer güneşin mucizesi onu aydınlatmak olacaktır.

Şayet güneş yakarsa o cehennem ateşi olur. Ancak ısıtan, aydınla­tan güneş gerçek güneştir. Zulmün üniversitesi olur mu? Mezarcıya doktor denildiği nerede görülmüştür? Dostlarım, zalimi ve mezar­cıyı da affedemezseniz siz güneşi göremiyeceksiniz.

Hakikat güneşine götüren yol, dosdoğru, dümdüz bir yol­dur. Lâkin insanlar içinde bu yolun yolcusu azdır da karmakarışık, dolambaçlı yolların yolcusu çoktur. Ve bu yolların üstünde yüzler­ce kafile birbirleriyle yarışmaktan hiç usanmıyacaklardır. Halbuki düz yol, aydınlık yol, saadetin ve gerçek zaferin yoludur. Kalbe çevrilen gözlerin ilk bakışta buldukları yoldur. Bu yolda yürüyüş kumandası veren kalp ile yolun sonunda murada eren kalp ayni kalptir. Baştaki emirle sondaki muradı birleştiren ve ayni kalbe bağlıyan bu yol gerçek saadetin yoludur. Lezzetle devletin uzağın­dan geçen bu yol, dost ile düşmanı dostun kalbinde birleştiricidir. Zulmü zâlimin kalbinde eriticidir. Gerçek ve ebedî saadeti arayan­lar, hesabın hileleri ve zekânın tuzaklarıyla eğrilmeyen, bilakis kalbin dosdoğru uzanan aydınlığında hakikat güneşine götüren yolu tutsunlar. Kulların duasını Hakk’a ulaştırmak istersek Hakk’ın muradını kullarına tanıtalım. Hakikat güneşi karşımızda parlamak­ta iken gözlerimizi kapatmayacak kadar kuvvetli ve cesur olalım.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Dua

“Var olmak, istemek ve sevmektir,” denildi. İnsanı var kılan, var olmak iradesidir. Benlik, bu iradenin ifadesidir. Var olmak iste­yişten, daha fazla var olmak isteği taşıyor. İrade, dışımızda hareket olmadan Önce içimizden gelen bir itilmedir. İnsanların istekleri, âdeta yerle gök arasında kat kat yükselen birer zemin üzerinde yayılmaktadır. Bazılarının istekleri alçaklarda dolaşıyor, bazıla­rınınki çok yükseklerde uçuyor. Bilinenle istenen şey arasındaki nisbetsizlik insanı eziyor. Akılla iradenin çatışmaları ıztırap doğu­ruyor. Elimizde olanla henüz olmayan arasındaki uçurumu aşmak, yapısı bakımından akim başaramayacağı iştir. Bizde var olan istek­le var olmasını istediğimiz hareket arasında ümit köprüsü gerili­dir. Ümit ise bir vehim, bir gölge olmaktan çıkıp da irademizin hayatı ile dolduğu zaman, dua olmaya doğru adım atmıştır. Eğer iradenin hayatı, kendi kendine yeterli davranışla ileri atılırsa bun­dan ya başarısızlık, ya da hoyratlık ve kendi kendine inanmayışın iğrenç tepkisi olan zulüm doğuyor. Bu halin aşın şekilleri ise bazı akıl hastalıkların meydana çıkarmaktadır. Ancak iradenin hayatı, yolun ister açık ister engelle tıkalı olduğu zaman, kendi kendine yeterli olmadığını kabul edip de kendi dışındaki sonsuz kudrete sığındığı zaman, dua başlıyor.

Duaya hazırlanan irade önce bu sonsuz kudretin huzurundadır. Onu görür, onun yardımına muhtaç olduğunu bilir. Kendi elindeki bütün imkânları çaresizliğin sınırına kadar sürükler, götürür. Dün­yamızda bizim zayıf aklımıza sunulan bütün imkân ve çarelerin yetersizliğinin hissi, duanın ilk şartıdır. Ergin ruhlarda tam bir idrâk, tam anlayış haline yükselir. “Zayıfım, âcizim, kendi kuv­vetlerimle hiçbir şey yapamam. Sana sığınmaktan başka çarem yok.” Sonsuz kudrete çevrilen duacının kalbinden çıkan ilk söz, bu itiraftır. Bu itiraf varlığı doldurduktan ve tam inanış haline gel­dikten sonra duaya yönelen ruh, günahlarının itirafına başlıyor ve kalbinden dudaklarına yükselmek isteyen şu sözlerle teslim olu­şa hazırlanıyor: “Asiyim, günahkârım, yardımına lâyık değilim. Böylesine sefil bir yaratık senden nasıl yardım dileyebilir? Affına lâyık değilim, öyleyken senden af diliyorum. Bana mağfiret et!”

Ne olduğunu bilmediği bir büyük huzurda kendisinin yere serilmiş olduğunu gören irade, mutlak kudretten vaad almış olduğu anda, son hamle olarak o ana kadar kendisini dolduran iyi, fena, çirkin, güzel pek çok ve çeşitli dileklerini hep birlikte bir kabın, bir büyük kadehin içinde doldurmuşçasına bir arada toplar ve mutlak kudretin vaadini hissettiği anda onu bir boşluğa boşaltır, hepsinden birden boşalır. Kendi hiçliğini hissettiği o anda mutlak kudretin kendisine uzanan elini üzerinde duyar: Dua kabul olunmuştur. Bu olağanüs­tü, beklenmedik anda, o zamana kadar kendi dışında bulunduğuna inandığı sonsuz kudretin ta içinde olduğunu görerek ona tereddüt­süz teslim olur. İçindeki bu sonsuzluk, Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” diye anlattığı önce bizi saran, sonra da içimize sinen mutlakın iradesidir. Bizim sefil insan olarak isteyen irade­miz, duanın kabul olunduğu bu anda mutlakın iradesiyle başka bir deyimle sürünen ben, kurtarıcı Ben’le, bütün noktaları tastamam üstüste gelmek suretiyle birleşir ve o anda yok olur. Kurtuluşun tam müjdesi duacıyı kendinden geçirir. Eğer sefil benlikten bir damla olsun erimese de dayansa, dua gayesine varmamış, Allah’a ulaş­mamıştır.

Gayesine ulaşan duada ruhtaki bütün dilekler, bir nehre karışan küçük ırmaklar halinde, mutlak iradede eriyip kayboldukla­rı gibi, duanın bu anında duacı vücudunun varlığım bile hissetmez olur. Artık onun için ne elem ve bunaltıcı dilek, ne de fenaya çevrili emeller kalmıştır. O ruhta fenalıklar, kendi vücudunun hissiyle birlikte, ateşe düşen kar tanesi gibi, eriyip kaybolur. İçerisinden İlâhî vecdin taşıdığı bu an, bu sonsuz sevinç anı ölümsüzdür. Onun başka beşârete ve hiçbir gayrete, hiçbir harekete ihtiyacı yoktur. Onda ses kesilir. nefes durur, vücut bütün bütün silinir. Varlık, kalpte bulunan bir noktanın kurtarıcı aydınlığına sığınmıştır.

İşte bu safhalarıyla anlattığımız dua şöyle tarif edilebilir: “Bü­tün halimiz ve bütün varlığımızla Sonsuz Kudret’e sükûn ve sürür içinde teslim olmamızdır.'' Bu yaptığımız tahlillere göre, yüksek sesle, ciğerleri yırtarcasına bangır bangır bağırarak, tumturaklı ve seci’li parlak cümleler halinde yapılan duaların, cemaatı dolandıran bir esnaf zümresinin berbat sanatı olduğunu anlamak güç olmaya­caktır. İstediği kadar saf insanların gözünden yaşlar getirsin, bu sihirbaz hüneri hem de Allah'a karşı bir terbiyesizlik, hatta haya­sızlıktır. Her hırsı, her emeli Allah'tan istemek şeklinde gösteren bu kurnazca alış veriş tarzı, iç yüzünde zenginin bütün varını kendi eline geçirmek isteyen ve bunun için dilenci kılığına bürünen sah­tekâr harisin kullandığı maharettir. Kendi bağırma ve konuşma hünerini kullanarak zengini yola getirmeye çalışan, kendisinin ses ve söz kabiliyetlerine değindirerek onlarla Allah'a çevrilip halimizi bilmeyen bir ağaya dil döker gibi kendisine acındırmaya çalışan ve zaman zaman tehdit edasını kullanarak zafere doğru gittiğini uman bu bayağı dua tekniğinin hiçbir zaman Allah'a ulaştıramıyacağını ve bu duaların asla kabul olunmayacağını bilelim.

Böylesine bağı­ranlar Allah'ın lutfuna ve hidâyetine kavuşsa, iniltiden öte sesi çıkmayan hastaların ve kendi nefesine sözü geçmeyen gariplerin ve bütün samimi ruhların Allah’tan yardım görmeyeceklerini, yalnız parlak cümleler yapmasını bilen gür sesli sahtekârların İlâhî iutfa uğrayacaklarını kabul etmek lâzım gelir ki, bunu da bir an olsun düşünmek, Allah'ı hiç tanımamakla beraberdir. Hakikatte ise hava­yı parçalamasına boşluğa haykıran kalabalıklardan uzakta, Allah yalnızlarla beraberdir. Aşkın olduğu gibi, duanın da sözü bırakıp kalbe sığınmada bulunduğunu Yahya Kemal ne güzel anlatmış: “Kalbi olanın dili yok, dili olanın kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda başlar, kalbe iner, orada Allah’a ulaşır. Dudaklarda başlamasının sebebi, sadece beden hareketlerinin ruh üzerine etkili bulunmasını sağlamaktır. Gerçekte hiçbir dille konuşmayan Allah'a çevrilmiş sözler gibi, göklere açılan eller de bizdeki dua halini kuvvetlendirmeğe ve bizi dua kapısından içeriye daha cesa­retle sokmaya yararlar. Duayı dua yapan, bedenin tâbi tutulduğu merasim değildir. Bize nüfuz eden İlâhî iradeden bir kıvılcımdır. Toplu yapılan duada bu kıvılcımın ateşlenmesi daha kolay olmakla beraber, bunda sonsuz kudrete değil de, birlikte dua yapan kalaba­lığa sığınmak tehlikesi vardır. Bu takdirde dua kuru bir gürültüden ibaret kalır. Yalnız yapılan duada Büyük Yalnız'a sığınma imkânı daha çok olduğundan bu dua öbürüne üstün tutulur.

Duada dilenen, İlâhî rahmet veya merhamettir. İstiyoruz ki, Sonsuz Kudret bize acısın ve üzerimize lütuflarını yağdırsın. Duacının ruhunu dolduran, İlâhî merhametin ümididir. Ancak bu ümide bizim kendimizden gelen hiçbir kurtarıcı kuvvetin ümidi karışmamalıdır. Kendi gücümüze bağlandığımız, ona inandığımız yerde dua yok oluverir. Allah’tan ümit, aşk halini alınca dua en yüksek haline ulaşmıştır.

Duanın belli bir merasim olmadığını söyledik. Tekrarlandıkça o, içsel bir davranış olarak insanın ruh yapısına girer, şahsiyetine karışır, karakterinin bir özelliği olur. Birçoklarının parlak nutuk­lar halinde yaptığı dualarda gerçek duadan eser bulunmadığı gibi, duayı ruhlarına karıştırmış olanlarda o, sürekli bir yaşayış, adeta alışkanlık halini alır. Böyleleri devamlı dua halinde bulunurlar. Onların sözleriyle hareketleri ve bakışları bile dua olur, rahmet ve ümitle dolar. Büyük ruhlar, kendilerinde devamlı dua halini yaşatanlardır. İnsanın en güzel eserleri duanın eserleridir. Kur’an, yeryüzünde duanın en büyük eseridir. Onda bizi Allah’a teslim eden füsun saklıdır. Kur’an dinleyenin samimi hali, İlâhî rahmetle kucaklanma halidir. Kur’an'ın kâidelerini her dilden öğrenebiliriz, lâkin onun ruhunu yalnız kendinden, Kur’an’ın kendi dilinden ala­biliyoruz. Bu dilin mucizesi, her halimizi dua hali yapmasındadır. Bütün varlığıyla duaya açılan adam bir dalgın, bir meczub veya be âciz değildir; belki aşkını âleme yaymaya kabiliyet kazanmış olan ve âlemin mesuliyetini kendi üzerine almaktan zevk duyan kalp adamıdır. O, bunca yükü sırtına yüklendikçe hafifler, sanki fezalarda uçar. Peygamberlerle veliler, her hali dua olan bahtiyarlardır. Onlar sürekli olarak Allah'a yalvarış halindedirler. Gerçek din terbiyesi, müminin ruhunda dua halini daima daha sürekli hale getirmektir.

Duaya açılan kalbden daha büyük kapı yoktur. Dua, Allah'la konuşmaktır. Büyük Sonsuz'dan gelecek cevabı bekleyenler, bu kapının eşiğinde bir Ömür beklemekten usanmazlar. Görmeye doyulmayan o, Sevgili'nin sesi, bazen ağaçların seher rüzgârıyla aldığı nefeslerde, bazen bir îshak kuşunun hıçkırıklarında duyulur. Bir akşam havasının sessizliğinde dinlenir. Onun sonsuz bakışını, ıssız gecelerin derinlerinde akıp giden yıldızların ibadetinde tanı­mak kabildir. Allah’a açılan eller halinde gökyüzünü arayan mina­reler, sürekli ibadet ve dua halinde bulunan yıldızlara sanki hayran­dırlar. Ağaçların bu dua kâinatına doğru atılışları da varlıklarından coşan sevdanın ifadesidir. Onlar da duaya açılacak kapı arıyorlar, onlar da Allah’a yalvarıyorlar. Hepimiz yaşamak için yalvarmaya mecburuz. Bizdeki ümitler yalvarmak istiyorlar. Musset, “Beni teselli et ki, bu akşam ümitlerden ölüyorum. Sabaha kadar yaşamak için yalvarmaya muhtacım.’’ diyordu. Yunus'un şiirleri, miracda yapılan dualardan başka bir şey olmadığı gibi,

“Çıktım semâvâta hâk berser,

İndim semâvât ile beraber.”

diye Makber’den haykıran Hâmit, dua halindeki miracını anlat­maktadır. Bütün sesi ve edâsı dua olan Fuzulî*nin “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre sû” diye haykırışında aynı kalp kapısın­dan sonsuza seslenişler duyuyoruz.

Dua, sözlerin en güzelidir. Nûrdan, sudan ve sevdadan yapıl­mıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır.

Dua, hallerin en sevimlisidir. Hasetten uzaklaştıran dostluğun, çokluktan kurtaran birliğin, hasretleri kavuşturan güneşin birleşme­sinden meydana gelmiştir.

Dua, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhı rahmet­ten yapılmadır. Sevdalar onun başında söyleşir, garipler onun kena­rında dinlenir, yanmış yürekler onu içtikçe ferahlanırlar.

Dua, rüyaların en gerçeğidir. Hicranda kalanları kavuşturur, ruhları Allah’la tanıştırır, varlığı aslına yaklaştım.

Dua, bizde bizden öte bir haldir, insanda insanüstü bir dildir. O, en güzel ruhların dilidir.

Hareket, VII/79, Temmuz 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Izdırabın Manası

İnsan hayatında en sürekli hâdise ıztıraptır. Bir mânada insa­nın bütün hareketleri, ıztıraptan korunmak için yapılan hamlelerdir. Halbuki ıztırap insanın en derinlerinden çıkıyor. O, ruh yapısının en derin tabakalarını sarsacak kadar şiddetli darbelerin eseridir, insan kendi iç yapısını tanımaktan, bizzat kendisi ile karşılaşmak­tan korkuyor; hayatının her safhasında başka bir tarzda kendinden kaçıyor. Iztırap, sadmesinin şiddeti ile, içimize kapatıp her tarafını yabancılarla sımsıkı örttüğümüz asıl varlığımızı, bizden gizlenen bizi ortaya çıkartıyor ve bizi geçici hazlar ve yabancı kuvvetlerle bilenen, haldeki irademizin karşısına koyuyor. Bu asıl bizim, bu suni bizim yüklendiği vehimler ve benliğimizi hiçbir zaman doyur­madıkları halde ona sürekli musallat olan isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilişini yaşatıyor. Lâkin bu eziliş, onun dirilişi, onun ayak­lanması, onun bizdeki yabancıya meydan okuması ile sonuçlanı­yor. Böylelikle dıştaki kabuk parçalanmış oluyor ve bizde gizlenen gerçek bir hayata kavuşuyor.

Iztırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi karşılanması kalbin şaheseridir. Herşeyi kaybetmede en büyük kazancı arayan kalp, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira “sevilen kaybedildiği zaman ruh göklere yükselir." Iztırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya kabiliyetli kudreti, insanı insan­ların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla bir şey değildir. Hem de bu en büyük cesaret­tir. Denizlerin ortasında kaldığı halde altındaki tekneyi ve kürekleri de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı gerçekte aklın kabul etmeyeceği bir cesarettir. Lâkin o, ıztırabın en ufak sadakasıdır. Iztırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini bilmese bile, herşeyi feda etmemek elinde değildir. Iztırap, insanın en çok sevdiği varlıktır. İnsan ıztırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın koptuğunu duyuyo­ruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor. Iztıraplann hatırası kadar canlı ve onlar kadar geçmiş hayatımıza mâna verebi­len hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize en derinden bağlanan ıztırabın eserleridir. Iztırap çekmek varlığımızın çok derinlerine gömülü ince bir kılıcı ondan çekip çıkarmak gibi tahammülü zor bir hâdisedir. Lâkin onu çıkarmakla asıl benliğimizi elde ediyoruz. Onda bir kavuşma ve vuslatla beraber bir ölüm ve sayısız kayıplar bulunuyor. Suni benliğimizin isteklerini feda ederken derinlerdeki gerçek benliğimize kavuşuyoruz; onunla tanıdığımız hakikattir. Musset’nin dediği gibi “insan bir çıraktır, ıztırap onun üstadıdır ve hiç- kimse ıztırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.” Böylece ıztırap- ta, bir ölümle bir doğum aynı anda, aynı ruhta birleşiyorlar. Kolay bir ölümle çok ağır bir doğum.

Iztırabı yaratan ulvî ve İçtimaî engelleri birer birer ortadan kaldıran insan, yok oluyor. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen haz­lar, önce şuuru uyuşturuyor, sonra kalbi harap ediyorlar; sonunda iradenin engelleri aşan gücünü yok ediyorlar; insan diye ortada kalan varlığın, sade hazlarını devşiren otomatik bir yapıdan far­kı kalmıyor. Düşüncenin azameti ile iradenin sonsuzluğa götüren gücünü hazırlayan ıztıraptır. İnsanın verici ve yaşatıcı kuvvetinin kaynağı ondadır. Iztırabın yaratıcılığı, İsa’nın son nefesinden çıka­rak insanlığa yayılan asırların tüketemediği hayat aşkıdır. Çok kere ölümü de unutturan hayat aşkımızın hedefi bütün varlıkların ıztırabını çekmektir. Her varlığın yanında yaşayarak herşeyin ıztırabını çekmekten bir türlü doymuyoruz. Varlıkla ilk ve kendi kendimizi aldatan temas, zevk verici oluyor. Ancak irade, zevkin temas ettiği noktayı derinleştirip kazıyarak aynı yerde elem çukuru açıyor ve orada uçsuz bucaksız acılan tatmaktan doymuyor. Her zevkin sonu elem oluyor ve insan zevki sade tadıyor, lâkin acıyı sömürüyor.

İnsanlığın büyük haraketlerini yaratan ıztıraptır. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak medeniyetler ıztırabın şaheser­leridir. Peygamberler ümmetlerinin ıztırabını yüklenerek kurtuluş vadini Allah’tan getiren büyük muztariplerdir. Büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Akif e, Fuzu­lî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta İlâhî imtiyaz, onların büyük ıztıraplarıdır. Iztırap, hepsinin yaratıcılıklarının dokunulmaz berâtıdır sanki.

Iztırap, hayatımızda en umumi hâdisedir. İnsan kendinde ira­denin varlığım hissettiği anda bilinmez bir varlığın ıztırabını da hissediyor gibidir. Denebilir ki, istemek ıztırap çekmektir. Kâinatta ilk olan kuvvet, insanda ıztırap halinde gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur, ıztırabın hâlesi ile kuşatılmış bulunuyor. Önce ıztırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve düşün­ceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ıztırabımızı unutuyoruz. Bu bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzak­laşıyoruz. Büsbütün kendi dışımıza çıktığımız zaman “mesuduz!” diyoruz. Ancak bu bir anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtu­luş olmuyor. Eğer o sürekli olursa insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bize derhal kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ıztırabın kucağına fırlatıyor.

Neticede kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın kucağına sığınalım. Halbuki o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş, eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten, ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları, duyulan bir zaman için oyalıyabiliyor. Sadece birer maskeden iba­ret olan bu doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği Yokluğun içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen bölüyor ve küçültüyorlar. Kalp daralıyor, yaratıcılığın kaynaklan kuruyor ve insan bunların en kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına yapışarak bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, deniz­lerde çırpman zavallının haline geliyor. Iztırap ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir. İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor. Lâkin bütün bu istediklerinin birleşerek gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ıztırabı seçmesi gerekiyor.

Birçokları, kendilerine İlâhî lütuf olan ıztırabı değerlendir­meyip varlıklarından iterek kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu, yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafi ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden hayadan içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan aza­bından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca onunla sarılıp kucaklaşır gibi ıztıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebe­dî hayatlanna dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyen­lerden Yunus din velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Âkif millet velisi oldular.

Iztıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza koşmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Iztırap, tel­kinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettiklerî kalbi, ıztıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ıztırapsız yapılan dua şarlatanlıktır. Iztırap, harisiz, sözsüz, sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mazi ve mekân ile, sonsuzlukla konu­şabilenler vardır ve onun belâgati bizim zâhir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dili­dir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kah­ramanca karşılanmış ızdıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilahi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırcak olan kutsal kuvvettir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Dostluk

Dostluk, iki insanın sürekli tanışmasından ibaret basit bir içti­mai olay değildir. Kelimenin gerçek mânasıyla dostluk, dünyada pek az rastlanan yüksek ve müstesna bir ruh halidir. Erkekle erkek, kadınla kadın arasında yalnız ruh âleminde barınan aşkın sakin­leşmiş ve süreklilik kazanmış şeklidir. Yalnız samimî ruhlarda barınır. İnsan şahsiyetinin en yukarı basamaklarında rastlanır. Her olay karşısında iki insanın aynı duygulara sahip olmasıyla yaşa­tılır Arkadaşlık, akrabalık ve kardeşlik gibi, uzvî veya tesadüfi yakınlıkların dostlukla alâkası yoktur. Bütün bunlar, ruhları esir eden cemiyet çemberlerinin, bayağı ve hayvani menfaatler hesabı­na veya sadece bu yeryüzünde sürünmek isteyen hayatın hesabına kullandığı iğreti desteklerdir. Ruhu esir etmekten başka bir şey yapmazlar. Ruhun asıl kurtarıcısı olan dostluğun yaşla, kanla ve menfaatin ilgisi olamaz. Yaşları, ana-babaları, menfaatleri, vücut­ları ayrı olan iki varlığın dostlukta bir kalple yaşamaları nasıl izah edilir? Bunu, biyoloji ile sosyoloji ilimlerine başvurarak açıklamak imkansızdır. Ruh dünyasının sonsuz sırlan var. Bunlar bedenin ve cemiyetin kalıplarına girmiyorlar. Dostluk, şuurdışı denen ve ruhun derinliklerinden gelen bir müjde veya ilham gibidir. Neyi aradığı­nı bilmediği halde “aradığımı buldum” diyen, karşısındaki insan ruhu üzerinde hiçbir tahlil, bir akıl yürütme yapmadan muradına ermişlik sevinci ile sarsılan ruhun zaferi dostluğa kavuşmaktır. Bu yeryüzünde yalnız yaşayamayan insanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dosttuk, dıştan sebeplerle açıklanmayan ruhî ve ilâhi bir ilhamı andırmaktadır Dostlukta sanki bir ruh ikiye bölünüp kendi yarımının karşısına geçiyor.

Büyük insan ruhu dostlukta bulunan ve dost arayan ruhtur. Hiç- kimseyi sevmeyenlerin ruhunun varlığından şüphe edildiği gibi, herkesi aynı halde sevenlerin samimiyetin­den şüphe edilir. Yalnız sevdiği varlıkta kendi yarımını arayanlar samimi ve büyük ruhlardır. Mikelanj bütün ömrünce sanki çilesi­ni doldurur gibi, varlığını tüketircesine çalışıp meydana getirdiği eserle aradığı dosta varlık vermek istiyordu; kendi varlığını dost varlığa aktarmak istiyordu. Russo, hep sefaletlerle dolu hayatının bütün buhranları ile isyanları arasında bir dost aradı. Bethoven’in senfonileri, mutlaka açılması için sonsuzdaki dost kapışım sarsan feryatlardır.

Dost sade bir insanda mı aranır? İnsanda rastlanmasa da o, bütün dünyaya hayat halinde serpilmiş bir yüzde görülür. Bu yüz, bu güzel dost yüzü tabiatın yüzüdür. Tabiatta gizlenen insan yüzü­nü görmeyen gözler kördür. Tabiatla konuşmasını bilmeyen insan ruhu dilsizdir. Gözü ve gönlü olanlar ne halde olsalar tabiat onlarla sözleşir; her nerede olsalar onlar tabiatla konuşurlar ve onunla hal­leşirler. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulmasalar bile tabiatta bulurlar. Hicrandaki ruhun bir ağacın altına sığınması ve karşı yamaçta bulunan bir ağaçla sözleşmesi hicranım vuslat yapıyor. Dağların ardındaki dost sanki karşısındadır. Bir dere kena­rındaki su sohbeti yüzlerce insana çevrilen hasbıhalden çok zengin ve çok daha değerlidir; çünkü onda bir kalple konuşulur ve o kal­be derinlerdeki bütün sırlar açılır, acılar anlatılır. Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler.

Güneşe gelince her bakışı yeni bir aşka başlangıç olan bu dost yüzü, tabiattaki bütün dostlukların ezelden beri soğumayan kayna­ğıdır. Akar sular ve ağaçlar, denizler ve dağlar hayran hayran onu seyrederler. Çağlayanlar o nurdan sevgiliye hıçkırırlar. Rüzgârlar onun için inlerler. Yatağında için  için ağlayan derelerin kalbinde onun aşkı parlamaktadır. Başakları çiğlerle yüklü bir bahar tarlasında güneşin hülyası dalgalanır. Güneşsiz bir dünyada acaba aşk olur muydu? Tabiattan Tanrı’ya tırmanmak, hakikat yolculuğunun son çabasıdır. Çünkü tabiat, dostların dostu olan Büyük Dost’a, Allah’a ulaşmak için hilkate dayalı bir merdivendir; her tarafına insan denen leşlerden pis kokular ve zehirleyici buğular saçılan cemiyet hayatından kurtulup da tek kurtarıcı Dost’a kavuşmak için geçilmesi zorunlu olan geçittir. Bu geçit aşıldıktan sonra ruh Allah sohbetine kavuşur; o artık her yerde Allah’la beraberdir. Bu geçi­di geçmedikten sonra, dünya denen viranede kalbine dost arayan biçareler boşuna yoruluyor. Ömür boyunca dost peşinden koşan zavallılar dost bulmasalar da onu arama zevkini tattılar. Her sabah doğan güneş onları, “Kalk, dostunu ara!” diye selâmlarken gönül­lere bol ümitlerden bahşiş dağıtıyor.

Hayatın mânasını hakkıyla bilenler, onu bol kazanma ve hoş vakit geçirme vehimlerinde telef etmezler; belki dost arama yolunda bir cihad devri sayarlar. Aranan dost ya bir insan yüzünde gülümser, ya da insanı tabiatın cezbelisi yapar. Miracda açılan kapı belki sonunda ona da açılacak. Ümidi­miz, miracın dâvetcisi olan o Büyük Dost’un sohbetine kavuşmak olunca dünyamız da değerli olacak, bu sefil âlemde dost arama çabalarımız boşa gitmeyecektir. îşte o zaman “dünya güzelmiş, çünkü o Büyük Dost güzel!” diyebileceğiz.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Yalan

Söz, hayat ve hâdiselerin ifade vasıtasıdır. Öyleyken insan niçin yalan söyler? Niçin hayat ve hâdiselere uygun olmıyanı uygunmuş gibi ileri sürer? Bunun cevabı “aldatmak için’’den ibaret basit bir ifadedir. Ama niçin aldatıyorlar? Neden birçok insanlar, olmayanı olmuş gibi göstererek başkalarına hakikat diye sunuyor­lar?

Yalanın sebepleri çoktur. Hepsi de zaaflarımızdan doğmadır. Kuvvetli adam, sağlam ruh sahibi insan yalan söylemez. Yalan söyleyen adam hastadır; sebepsiz yalan söyleyenler psikopatlardır. Onlar yalanı yalan olduğu için severler, kullanırlar ve hazırladıkları yalanın yalan olmadığına kendilerini de inandırmak isterler. Başka­larını ve kendilerini yine kendi uydurdukları yalanın doğruluğuna inandırdıkları nisbette ruhları tatmin bulur, ancak böylelikle yaşayabilirler.

Bundan başka yalan kin ile hasedin kullandığı silâhtır. Çocuk, korkusundan yalan söyler. Yaptığı yaramazlığı başka çocukların üstüne atar. Hırsız da korkusundan yalan söylemeye mecburdur. Kadın, bazan hayatta yalnız ve sahipsiz kalmaktan korktuğu için yalan söyler. Garaz ve gayzla yalan söylendiği zaman da yine kor­ku hâkim demektir. Gayz ve garaz, muvaffakiyetin meşru ve dürüst vasıtalarla elde edilmediği yerde başvurulan çaredir. İlimce ve ser­vetçe ulaşılmaz olana, ona ulaşamayanlar ve ulaşmak imkânından mahrum olanlar kin ve garaz duyarlar. Aşkta ulaşılmaz olana bütün sefil ruhlar garazkâr olurlar. Fazilette ulaşılamayanın bütün perişan vicdanlar garazkârıdır. Duygusuz, âşıkın garazkârı; dinsiz, dindarın garazcısıdır. Aşıka ve dindara bunun İçin iftira eder, yalan söyler­ler. Bir toplulukta kendisine iftira olunan, vicdansızlardan ziyade vicdan sahipleridir ve cemiyetin yalanı ferdî yalandan daha müessir silâhtır; baraj ateşi halinde helâk edici bir kuvvettir. Yalanı kendine silâh yapan zümre iyi bilir ki bir defa, yüz defa, bin defa yalan söy­lendi mi halk ona mutlak inanacaktır, inanmadığını zannetse bile her gün şuurların kabuğundan hissedilmeyecek kadar ince bir taba­ka sıyırmak suretiyle şuurların içine nüfuz edecektir.

Azar azar, sabırla ve sistemle varlığımıza sindirilen yalan zehri bir gün bizi farkında olmadan zehirleyecek ve önceden iste­mediğimiz, belki tasavvur bile etmediğimiz hareketlere sürükleye­cekti! Bir çocuğa “baban sana düşman” de. İsterse o babasını çok sevsin ve bunu her gün bir defa tekrarla. Yemin et ve her defasında yeminine bir uydurma delil ekle. Bir gün o çocuğa babasını öldürtebilirsin.

Düşünen adam, 1/21, 24 Mayıs 1961; Yeni istiklâl, 23 Eylül 1964;

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Hürriyet

Gerçek hürriyete sahip insanoğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.

Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Müslümanlık

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir. İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

"Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor.Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor.İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve günışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,"

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­mıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

Hareket, III/34, Ekim 1968;  1,2.
Devamını Oku »

İnsanın Sefaleti

Yaratıkların en şereflisi sayılan insan, hem de onların en sefilidir. Dışardan kendi varlığına musallat olan sefaletlerden başka onun bizzat kendi varlığında barınan sefaletler, hayatını isteyerek tahammül edilmez hale koymuştur. Onun, yaratılışındaki sefalet­leri yenmeye mecbur olurken kullandığı kuvvet ve yetiler de içiçe girişmiş sefaletlerin silsilesidir. Dağların kabul etmediği emaneti üzerine alan insanın sefaleti, içte ve dışta pekçok ve içinden çıkıl­ması çetin çelişmeleri yaşatmış olmasından ileri geliyor. Allaha doğru ahlâki faziletlerle en düşük hayvani rezillikler onda birleşiyor. Gerçekte her insanın ruh yapısında sanki bir hayvan saklıdır. Kimi tilki gibi kurnaz, kimi arslan gibi cesur ve atılgan, kimi karın­ca gibi biriktirir, kimi yılan gibi ısırıcıdır. Hayattaki meslekler de bu yapıya göre düzenlenmiştir. Kimi siyasî, kimi harpçi, kimi tüccar, kimi de müfettiş veya gazetecidir. Kimi öğer, kimi okşaya­rak ısırır, kimi saldırır, kimi de yarasa gibi kan emer. Bunların biri demokrat, bir mason, öbürü komünist, öbürü de sömürgecidir. Bunların herbiri ayrı ayrı birer hayvanda barınan karakterlerdir. İnsanda hepsi birleşmiştir. Her insan bir hayvanın karakterine sahiptir. Bazen birkaç hayvan karakteri bir insanda toplanır ve hepsinin ruhundaki karakter yüzüne de akseder. İnsan yüzlerinde karakterinin aksini görürsünüz. Sonra bunlar hayat alanında yan yana dizilirler ve bir toplum düzeni içinde yaşamağa mahkûm olurlar. İnsanlar âleminde âlim ahmakla, merhametli zâlimle yanyanadırlar. Ahmak âlimi anlamaz, zâlim kendisi için adaleti ister, kuvveti kullanır. Biri Allah’ı arama yolundayken öbürü köpeklerin içgüdüsüyle yaşamaktan hoşlanır. Hakkı isteyen hakim zulüm görür, hakkı çiğneyen zâlimin eline adalet terazisi verilir.

Gerçekten Allah’ı aramasını bilenden ve O’nu bulabilenden başkasının bu sefaletler çirkefinde hayvan hayatını yaşadıkları ve Allah lütfuna uğrayandan başkasının çehresinin de bir hayvana benzediği bu dünyada görülen zekâ farkları insanı insanın kurdu yapmıştır. İradenin basamaklarında ise dilenci ile zâlim ve hoyrat elele veriyorlar. Melek ruhlularla sırtlanlar dünyamızda yanyana yaşıyorlar. Bir güzel ruhun ölümüne gözyaşı dökenlerle güzel ruh­ları boğmak için yaşayanlar burada yanyanadırlar. Bazan da bunlar hayatta elele veriyorlar. Karı-koca, kardeş, baba, evlât oluyorlar. Harbin derin mânası bir düşünülsün. O, insanlığın içten yaşattığı kin ile zülmün kasırgasıdır. Bizi bize tanıtacak derslerin en büyü­ğüdür. Harpte bu bütün hayvan ruhları sanki yarışmaya hazırlanmıştır.

Her hayvan cinsinin bütün fertleri aynı karakteri taşıdığı ve aşağı yukarı eşit kuvveti kullandıkları halde insanların herbıri bir başka hayvanın karakterini taşıyor ve zekâsı sayesinde sonsuz denecek kadar farklı kuvvetleri kullanıyor. Kuzu ile yılan arasın­daki karakter mesafesi insanda yok olduğu gibi, timsahların veya karıncaların her ferdi arasındaki kuvvet eşitliği insanda kaybolu­yor. Bir insan birçoklarının esiri olarak yaşarken başka biri mil­yonların varlığına musallat bir zorba olabiliyor. Hatta ölümünden sonra bile onun bu zorbalığı devam ediyor.

Bunca sefaletlerin barındığı bir dünyada yaşamak şüphe yok ki çetin bir imtihandır ve bütün sefaletlerin sefaleti, insanın böyle bir imtihanı vermeye mecbur oluşudur. Hayat mektebine henüz başlarken onun imtihanını vermeyi ister istemez kabul ediyoruz.

İnsan hilkatin böyle sefil bir kurbanıdır. Nirvana’yı yani yokluğu arayan Buda dini, hayatın bu sefalet sahnesinden çıkarılmış apaçık dersine dayanıyor. Bu sefaleti yalnız başına kabul eden için en aşi­kâr hikmet ondadır.

Çelişik iradelerin, içerisinde ateşten küreler gibi çarpıştığı dünyamız zaman zaman mahşer yeri oluyor. İnsan beşikten ve kucaklardan, ateşinin binde biri dünyayı yakıp kavurabilen güne­şin altına fırlatıldığı anda çetin bir imtihana hazırlanıyor- Sonunda, durulması ve dönülmesi kadar içerisinde yürünmesi de imkânsız olan fırtınaya terk edilecektir. Bu fırtınanın ulaştırdığı yer ise bir mahşerdir. Hallac-ı Mansur gibi, zulmün pençesine düşerek ıssız adadaki idam sehpasına sürüklenen millet Şehidi de "Allah!” diye haykırırken, Hakka bağlanan milyonlarca iradenin hakkı çiğneyen bir zülüm taifesinin iradesiyle çarpıştığı mahşer yerinde idi.

Geriye dönüp de bakacak olursak bütün insanlık tarihinin birkaç milyar haşaratın kör döğüşünden başka bir şey olmadığım görürüz. Sanki milyarlarca azılı deli birbirleriyle itişip kakışmışlar! Manzara acıklı olduğu kadar da gülünçtür. O deliler mahşerinde vaktiyle harcanan ihtiraslar asırların sonunda gülünç sefaletler halinde gözüküyor. Yok olmak onlar için kurtarıcı hikmetmiş. Kim zamanında nefret duyulan Neronlara bugün acımıyor? En ağırbaşlı varlıklar mezar taşlarıdır. Onlar hepimizi kurtaracaklardır. İnsan­daki en zalim kuvvet hafıza mıdır acaba? Niçin bu karanlığı hatır­lıyoruz? Niçin ondan yokluk pahasına bile kurtulamıyoruz? Acaba ölüm hafızanın azabından bizi kurtaracak mı? Ölüm, yok olmak değilse o da bu sefaletler mahşerinden kurtulamayacak. Çünkü biz onu kendimizde günahlar halinde götüreceğiz.

Ancak hayatımız bu sefaletler mahşerinden ibaret değildir. Bu çelişmeler mahşeri içinde kıvranan insan denen varlık yok mu? Onun asıl gayesi Allaha gitmektir. Bu, dağların kabul etmediği emaneti yüklenen insana sunulmuş İlâhi imtiyazdır. Bu imtiyazı elde etmenin, bu sefaletler mahşerindeki müthiş imtihanda başarı kazanmanın şartı aşka ulaşabilmektir. Çünkü aşk içinde bu çelişmelerin hepsi birden ortadan kalkıyor. Bu mahşer yeri bir cennet oluyor. Bütün insanlar aşk içinde birleşiyorlar ve kendilerindeki hayvani unsurdan ayrılıyorlar. Aşk yolu dinin yoludur ve bütün fani gözüken şeylerin aşkından fani olan varlık vücut, çehre, emel­ler ve şekiller silinip de yalnız aşk ortada kalınca işte o Allah'ın aşkıdır, varlığın mutlak sevgisidir. Fuzûli onu seziyordu. Yunus anladı ve anlattı. Tabiatın aşkı, insanın aşkı, vatanın ve vecdin aşkı ve bütün aşklar bağlandıkları konulardan tastamam ayrılıp da saf ve mutlak olarak ele alınınca önce O, aşkın aşkıdır, Muhammed’in yolunda murada erdikten sonra Allah’ın aşkı olduğu bilinir. Aşkın gerçek sahibi “benden içerü varlığı bilinen Ben“dir. Onun temaşa­sına Tur’daki Musa dayanamadı. Miraç’ta Muhammed murada erdi.

İnsan denen varlıkta çelişmelerle yüklü sefaletler aşk içinde eriyip kayboluyor. İzafilik mutlakta yok oluyor. Aşk içinde insan dünyamızın müthiş fırtınasından yine dünyada kurtularak mutlak huzura kavuşuyor. Aşk içinde insan, yaratılışındaki sayısız ve son­suz sefaletlerinden sıyrılarak kendinde gizlenen Allah'ı buluyor, kendinde ve herşeyde. Kendindeki esaretten kurtularak varlıkların bütününden ayrılmayan asıl kendini bulmak: Yaratılışımızın hik­meti işte bundadır.

Hareket, VIII/92, Ağustos 1973.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Kuvvet

Kuvvet

Damarlarda dolaşan kanda kuvvetinin kaynağım arayan insan, kemikleri otlarla parçalanan etlerin lûtfuna uğramış bir iskeletten başka bir şey midir? Bir pehlivan iri bir gövdeyi yerlere yuvarlı­yor, Neron’nun emir kullan arenadaki vahşi hayvanların pençesine bedenler fırlatıyor. Napolyon, filozof Volney’i tokatlıyor. Kudret sahibi bir insanoğlu bir emri ile başlar düşürüyor. Servetin sahiple­ri ise kapılarından dilencileri kovuyorlar. Yeryüzünün herhangi bir kuvvetine dayanan kişi, bunu yapamayan zayıflan sürüm sürüm mezara kadar süründürmesini biliyor. Buna kuvvet mi diyorsu­nuz? Kuvvetse bu neden hep kaplanlarla yılanlar yaşattığı için dünyamızın yüzü gülmüyor? Neden bunlar huzursuz bir saldırma halinde ömürlerini geçiriyorlar? Korktuklarından şüphesiz. Şüphe­siz ki vahşi hayvanlar korktukları için saldırırlar. Fakat başka türlü davranışa kabiliyetleri ve kudretleri yoktur. Evet onlar âcizdirler. Bir yılanın veya kaplanın saldırışındaki musibet, bir kayanın üstü­müze yıkılmasından farklı mıdır? Öyle iken kaya kuvvetlidir denil­mez. O halde kuvvetli kime denir?

Kuvvetli diye hür olana, önce nefisine karşı bağımsız olana, sonra da herkese ve bütün dünyaya karşı bağımsız olarak davrana­bildi insana denmelidir. Nefsinin azabına, hıncına ve hırsına mağ­lup olan, hırslariyle ve hınçlariyle hareket eden insan, başkalarına esir mi kişiden farklı durumda mıdır? Sezar’ın karşısında zin­cirlere bağlı dururken dişlerini gıcırdatan Versengetori hakikaten esirdi. Ama İngiliz hâkimlerinin karsısında ccsaret ve samimiyetin kendisine kanunun en ağır cezasının verilmesini isteyen Gandi hür insandı. Sivas muhafızlarını diri diri toprağa gömdüren Timur tarihin kaydettiği en bedbaht esirlerdi.Buna karşılık Bağdat’da anıldığı darağacında burnu ve kulakları delinmişken kendisini taşlayan gafil halk için Allah’ına şu sözlerle yalvaran Hallac hür ve kuvvetli insandı:’’Onları affet ve beni affetme.Madem ki benim insanlığımı,uluhiyetinde telef ediyorsun;öyleyse benim insanlığımın senin uluhiyetinin üzerinde sahip olduğu hakla,beni sana kavuşturmak için çalışan bu insanları mutlaka affetmemi istiyorum.’’

Hıristiyanlığın Roma da yayıcısı olan havari Sen Piyer vahşi Romalıların boğazladığı ilk Hristiyanları bırakıp da kaçarken zayıftı ve esirdi. Lâkın yolunun üstüne çıkarak “nereye gidiyorsun efendi" diye kendisini şiddetle karşılayan Mesih'in hayalı önünde yerlere kapanıp ağladıktan sonra ayağa kalkarak en büyük zevk ve hürriyetle, sanki İlâhi hürriyetle Roma’ya koşa koşa gelip de impa­ratorun askerlerine teslim olduğu zaman dünyalar kadar kuvvetliydi. Onun tilmizleriyle birlikte çarmıha gerildıği bu kapıda sonra asırlarca insanlar ruhları için kuvvet ve hürriyet yemişlerini topladılar.

Hür ve kuvvetli olan insan yırtıcı olan değil, yaratıcı olur insandır. O âleme aydınlık olan güneş misâli bir varlıktır Kin, zaafın ve esaretin mahsulüdür. Muhabbet, bolluk ve rahmet dağar­cığıdır. Zayıf beddua eder, kavı duanın sevgilisidir. Yeryüzünde rahm ü şefkatle, muhabbetle fetholunmayacak belde yoktur. Şiddet kendini yıpratır, kin kendi kendini yener. Aşkın, dünyamızı daha ilk yaratılışta fethettiğini bilmeyenler, bedbaht ve zayıf ruhlardır Zâlimlere acıyınız, kindarlara acıyınız, acıma bilmeyenlere acıyınız, ta ki yeryüzünde Mesih’in diktiği merhamet ağacı dalların; semalara uzatsın ve kendi yok etmek istediği ruhlara acımayan korkak gönüllere acısın.

Günün korkak gecelere, hür ve serazat kalbin,zâlim bedenlere acıdığını görmüyor musun? Yerin, kendi üstünde binbir sefaletle sürünenlere acıyarak sonunda bağrına bastığını, ümidin varlığımızı her an kovalayan ölümün üstüne gerilmiş bir örtü olduğunu bilmi

Yor musun?Acımayan gafildir, korkaktır ve bedbahttır. Evet,o kendi varlığından habersiz yaşıyor ve kendi kendine yaklaşmaktan korkuyor. O hiçbir zaman kendine sunulan emanetin sahibi olamayacaktır. Güneş çin ısıtmamak nasıl imkânsızsa, kuvvetli ruhlar için de insanlara acımamak öyle imkânsızdır. Merhamet, bütün âleme yaygın ilahi  bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Sevgi ise kuvvetin, insanı gerçekten yaşatan bütün kuvvetlerin kaynağı olmuştur. Şahsiyetimizin dalgasını taşıyan bütün hareketlerimiz gibi bütün düşüncelerimiz, âlemşümul ve sonsuz merhamet denizinden çıkıp bir-kuvvet haline geçmek isteyen irâdenin hareketleridir. İlâhî merhametin gerçekleşmesi için yeryüzüne bizimle inen büyük iradenin ancak emanetçisi olan varlığımız en kudretli fetihlerini bu iradenin  elile yaptı. Toprağına merhamet tohumu serpilmeyen ülkeler, nice fatihlere matem ülkesi oldu. Gönüllerin arasında karanlık uçurum­lar açan anlayışsızlık, sevgisizlik ve bunların doğurduğu felâketler merhamet cevherinden mahrum oluşun eseridir.

Kudretin yoksa, acıyamazsm, zira o en büyük kudrettir. Acı­mayan bilmez ki en büyük hâzineyi, saadetlerin hepsinin kapısını açan anahtari yitirmiştir. Aslı bir olan kâinat eserini durmadan tekmeleyen kuvvet! Sen kuvvetsizliğin, sen aczin timsâlisin. Bu yolda gidişle her zerreye acıyan Yunus'un aşkındaki kuvvete ulaşmak kabil mi? Yunus nasıl insandı acaba? Asıl yapısile insan olarak bizim gibi bir insandı şüphesiz. Lâkin insan fani bir heykel­dir veya bir semboldür. Asıl varlığın sembolü gerçekten var olan kuvvettir. İnsan asıl bu kuvvetin muvakkat karargâdır. Kuvvetse eserde görülüyor. Beethoven’in senfonisinde kuvvet haykırıyor, Zola’nın gözyaşları arasında yaşattığı dünyası, kuvvet taşıyor. Mevlâna dünyamızın üstünde bir kuvvettir. Yunus bütün gönüllerin fâtihi olan semavî kuvvettir. Ve hepsinde Beethoven’de, Zola’da, Mevlâna’da, Yunus’da barınan kuvvetlerin hepsi ayni kaynaktan, merhametin dünyalar ve ruhlar yaratıcı olan kaynağından fışkırmış insanüstü kuvvetlerdir.

 
Devamını Oku »

Affediliş

Affediliş

Toprak, nankörlüğü affetmiyor; tekrar tekrar vermek için kendine tohumu bağışlayan şükranı bekliyor. Sema gafleti affet­miyor; yeryüzüne rahmet indirmek için güneşten şefkat bekliyor.. Affetmek ve edilmek, insan içindir. Ancak affın bir hovarda bah­şişi olduğunu sanmak hatadır. Affetmek, akılların üstünde sultan olan kalbin hareketi olduğu gibi affedilmek de insanın bizzat kendi kalbinde inkılâp yapmasiyle kendisine sunulan zafer hediyesidir. Şüphe yok ki affın fermanım hazırlayan kalptir. Hesapça akıl onu anlamasa da kalp kendi kahramanına affı bağışlıyor. Affeden insan da affedilen gibi kalbini yükseltmiş, “insan kalbi böyle olur” dedir­tecek olgunluğa ulaştırmış olmalıdır.

Affın asıl sahibi Allah'tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İnti­kam duygusu af ile asla bağdaşamıyor. Allahsız insan affedemi­yor. Varlık hakkında duyulan sonsuz sevgi, durmadan yeryüzünde af taşımaktadır. Aşk ile beslenen, zekâ ve hesap mahsulü olma) af, fenalıkları himaye edici af değildir; o, günahları temizleyicidir. Lâkin kimler bu atfa lâyıktır? Hangi günahlar af ile temizlenirde dünyamız kinlerin cehenneminden kurtulur ve muhabbetlerin cenneti haline getirilir?

Nefsine karşı samimiyetsizliğin affı olmadığını biliyoruz. İşlendikten  sıra nefsinin huzurunda samimi lisanla hesap veren ve yaptığının ıstırabını çekmekten usanmayan günah atfedilir. Kendini günahsız bilen zahitler değil, günahlarının affı için,damarlarındaki kan misâli gözlerinden gönüllerine durmadan akıtan âşıklar affedilir. Bir günahkârın günahlarını liste halinde yazıp eline veriyorlar, '‘Oku bunu!” diyorlar. O kadar ağlıyor ki göz yaşlariyle buğulanan manzarası günah yazısını göstermiyor. Gözyaşları günâhlarını yıkayıp affettiriyor. Çok teşbih çekenlerden ziyade, ümitsizlikle yıpranan yetimin yüzünü ümit ile güldürenler atfedilecek. Bedende suç işleyenler affedilse de ruhlara ümitsizlik, yeis ve korku dolduranlar affedilmeyecek. Sarhoş, affını arayan kalbe sahip olunca Levh-i Mahfuz’da onu hazır bulacak. Lâkin fitne ile riyânın sahipleri affolunmayacak.

Şeytan taşlayanlardan ziyade bedbahtları sevindirenler affa uğrayacaklar. İnsanoğluna acı çektirenler, insan ruhunu takdis edenler affolunmayacaklar. Rab-binin affına uğramak için insanlar elinde işkence edilenler ne bahtiyardırlar! Bir hatâyı, çektiği bin mihnetle sildirenler, Allah’ın yeryüzünde affederek huzuruna tertemiz çıkaracağı kullardır. Gön­lündeki bir yarayı bir ömür süren gözyaşlariyle yıkayıp temizleyen kahramanlar, affın cennetinde en yükseklere tırmanmaktan başka dileği olmayan âşık gönüllerdir. Affını kolaylıkla kazanmak iste­yen ona ulaşamaz. En ufak günâhın affı için feda edilecek bütün bir ömrün huzuru çok görülmemelidir. Affı biz istediğimiz o, dünyadan ve ömürlerden paha pahalıya alınır. Onu Rabbimiz bağışladığı anda bir hulasa bin günah bağışlıyor, bir aşka net sunuyor. Bazan bir günahın affı için bin niyâz lâzım bazan da bir niyâz bin günahı temizliyor.

Müminin yüzünde, bakışlarında bile affeden rahmetle affını isteyen alçalış birleşmiş görünüyor. Ezan seslerini gönülle dinleyiniz: Âleme affı, rahmet serpiyorlar. Müminin huzurunda temaşa  ettiğimiz manzara, yine rahmetle affın aşk ile çerçevelenmiş ufuklarıdır.

Affediliş, ona lâyık olan kalbin en asil kurtarıcısıdır.O affeden kalbi de aynı hareketle kurtarır İnsanın tabiatına ve kalbinin isteklerine bakılınca. "Allah bizi günah işlemek için yarattı.’’demektense. "Allah bizi affedilmek için yarattı.’’demek ilahi niyyet   ve iradeyi daha doğru anlatmak olacaktır.

Kur’an, affın en büyük kitabıdır. Yeryüzü, her tarafına affın ekildiği bahçe ise, insan kalbi ona affın iksirini serpen ilâhi ema­nettir. Günahlarımızdan affedilerek insanlaşıyoruz, ölümle ebedi affın sırrına ereceğiz. Varlığın sonsuz zevkini tatmak isteyenler, gönül bahçesinin güllerinden af kokulan çıkaranlardır. Affetmeyeni varlık, kendinde helâk oluyor. Affetmek iradesini elde edemeyen mefluç ruh, ruhları kurtaramıyor.Gerçek zafer, gerçek saadet, sana  zulmedenleri, seni affetmeyenleri bile affedebilmekdir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Benlik

Benlik
“Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus Emre

Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur. Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir. İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.

Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir. Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor:

Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz. İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.

Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.

İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz. Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?

Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur. Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.

Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”

İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor. Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.

Var Olmak,Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Günah

Günah


Yeryüzü günahkârların vatanıdır. Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir. Rabbin huzuruna aslında günahsızlıkla değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz. Fazilet, dünyaya günahsız gelip, buradan günahsız gitmek değil, günahlarından temizlenmesini bilmektir. Ebediliği fetheden kahramanlar, günahlardan temizlenmenin en ulvî en muhteşem vasıtalarını kullananlardır. Günahtan sevaba, şerlerden hayra kahraman bir atlayışla geçebilen cesur ruhlardır.

Günah nedir? Kimi güneşe tapmaya günah diyor, kimi secdeye yatmamaya günah diyor. Kiminde günah düşman kanı dökmemek, kiminde ise hayvan etini yemektir. Kimi kurban boğazlamamaya günah der, kimi de bir karıncayı incitmede günah bulur. Kiminde kibir günahtır; kiminde kibrin heykeli bir varlığa tapmamak günah olur. Bunların aslı nedir? Bütün bu tezatlı inanışların iç yüzü aranırsa tezattan kurtulmak kabil olacaktır. Zira bütün bu günah unsurları hep birer yoldur, vasıtadır, usuldür. Bunlar günaha götürücü yollardır. Günahın kendisi ise bunların ötesinde, gayesinde pusu kurmuş beklemektedir. O nedir, o asıl günah?

Asıl günah bütün bu kötü vasıtaların gayesi olan günah, hayvan olan bir ten kafesinden fırlayıp insanlığa doğru hamleler yapan varlığımızın insanlıktan hayvanlığa dönmek isteyişidir. Dünya hayatı bir yolculuktur. İnsan ruh sahibi oluşu ile, hayvan olan bedeninin üstünde hakimiyet kurmuştur ve bedenin ihtiraslarına hükmetmektedir. Ruhun da bir gayesi var: O, Allah'a götüren yolculuk, ruhun zaferle dolu yürüyüşüdür, onun ebediyet ülkesinde fetihleridir.

Bu yolculukta bir ricat, her geriye dönüş, hatta bazen yerinde uzun bir duraklayış da günahtır. Günah böylece ruhtan bedene, maddeye doğru bizi çeviren hareketin vasfıdır. Daima ileri gidiş, kendinde bir insan taşıyan ruhun tabii hareketi, geriye dönüşse onun günah işleyişidir. Madde olan ve maddenin ihtiraslarına sahip bulunan bedenden ruha ve onun eliyle Allah'a doğru gidiş fazilettir, hayırdır. Ebediliğe ulaştırıcıdır. Bu yolculukta bedeni sığınmak iştiyakıyla gerileyiş, Allah'tan kaçma, ruhunu terk etme ve bedenine teslim olma günahtır. Bu hareketin geniş bir tekniği vardır ve ondan günahın bir çok şekilleri doğmaktadır. Kendi ruh kuvvetine inanmamak günah olduğu gibi, başkasının ruh hamlesini kırıcı hareketler de günahtır. Allah'a götürücü yolculukta gayeyi karartan ve bu yolda yürüyenlerin yolunu şaşırtan hareket günah olduğu gibi, kendi ruh kuvvetimizi felce uğratan imansızlık da günahtır. Evet yeis günahtır, ümit ibadettir. Daima ileri götüren yolları tanımak ve tanıtmak en büyük sevap sayılır, bu sebepten ilim ibadetlerin başında bulunur.

İnsan sonsuzluk yolunun yolcusudur, Allah'ı ancak o bulacaktır. Onun bu yürüyüşünü engellemekten daha büyük günah olur mu? Başkalarının ruh kuvvetini, ümit ve imanını felce uğratan, hatta zedeleyen bütün hareketlerimiz günahtır. İnsanı tahkir günah, günahı teşhir ise sade bir günah işlemekten daha günahtır.

Sarhoş veya sefih insan günah işliyor, çünkü kendi ruhunun hamlesini durduruyor. Ancak onun bu günahı, günahların affedilmez, temizlenemez olanı değildir. Ondan daha ağır günah, Hak yolunda yürüyenlerin yürüyüşünü engelleyen hareketlerdir, onları bu yolculukta hareketsiz, dermansız bırakan ruhlarına çevrilmiş suikastlardır. Ruha bir sille olan hareket, onu arkadan vurmak demek olan dedikodu, Hakkın yolunu şaşırtacak olan bir yalan ve fitne, ruhları zehirleyen haset ve onu büsbütün felce uğratıcı olan günahı teşhir, Allah yolcularını hep bir mabede doldurup yakmak manası gelen zulüm, büyük günahlardır. Bu hücumlara uğrayan insanın ümitleri, imanı ve bütün ruh kuvvetleri yıkılmıştır. Hakkı götürecek takati yoktur. Bunların hepsi de insana zulüm teşkil eden günahlardır.


Bütün günahların içerisinde hele bir tanesi var ki, o hiç affedilmez, silinmez, temizlenmez, ortadan kalkmaz. Zira o, insan olan varlığı, Allah yolcusu olan ruhun varlığını ortadan kaldırır. Bizi her günaha vasıta olacak bir şer aleti haline koyar. İnsanda insanlığı telef ettirir. Günahlarımızın pek çoğu, belki de hepsi ondan doğmaktadır. Bu günah kendisine nüfuz ettiği, tahakküm ettiği, idare ettiği insanı gerçek varlığından ayırır. Zekâ ile birleşir: Gururdan saltanatlar kurar. Hislerle anlaşır: Hasetten ve hileden kılıçlar kuşanır. İradeye bağlanır. İmanı boğar. Tahakküm ettiği varlığı etle tenin eşiğine kadar götürüp bırakır da kurtardığına inandırır. İnsanı insanlığı içinde helâk eder.

Bu günah, bu hiç affı olmayan ve insanlık içinde bulaşıcı bir hastalık halinde dolaşan bu ifrit günah ne cinayettir ne de şehvet. Bu günah, bu tedavisi kabil olmayan ruh afeti, en büyük düşmanımız o: Nefsine karşı samimiyetsizlik.

Bizzat kendi kendisiyle karşılaşmayan ruh, ruh afetlerinin en fecisine uğratılmıştır. Samimiyetsiz insan, samimi olmadığını bilseydi, belki kurtulurdu. Fakat o kendi içinden şaşırtılmıştır. Muzafferdir, varlıklıdır, kuvvetlidir, akıllıdır. O neden korksun! Zira en büyük ve asıl düşman kendi varlığında, kendi nefsinde pusu kuran yabancı varlıktır. İşte bu meşum yabancı, onun muvaffakiyetidir, kuvvetidir, aklıdır, akıl sandığı gafletidir. Lakin sonunda anlayacak. Bir büyük sadme onu sarsacak varlığından kıyamet koparırsa muvaffakiyet, kuvvet, akıl denen o yabancılar tahtından devrilirse o zaman anlar belki. Bu günahın sahipleri ekseriye mağrur başlardır. Kimi adam taşlar, şeytan taşlıyorum diye. Kimi ülkeler yıkar, fetihler yaptım diye. Kimi şeytana tapar, ibadet olsun diye. Fatihleri, abitleri ve daha ve daha nice hayat kahramanlarını telef eden işte odur, o samimiyetsizlik. Ona, o menhus ruh felcine alim de uğrar, zabit de uğrar. Kuvvetli de zayıf da o çukura yuvarlanır ve hepsi orada kendini kaybeder. İnsanlar hep bu bataklıkta birbirlerini kaybederler.

İnsanlığın helâk olduğu zaman işte odur. Bütün günahlar affedilse de o affedilmez.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, haset, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanı ihtiraslardır. İnsanlığın tarihi, büyük zâlimlerin binlerce ürpertici tablosunu orta­ya koyuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahiplerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepimizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor. Sade Neron zâlim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zâlimdir. Yalnız devlet zâlim değil, hayatı karartan kadın da zâlimdir. İsa Peygamber'e ihanet edip Romalı­lara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri hergün zehirleyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zâlimdir. Bizi yakından kuşatan bu zâlimler, insanlığın tarihini çer­çeveleyen ünlü ve büyük zâlimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zararlıdır. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en yakından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır.

Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtula­madığımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımı sanki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran hırslardan doğmuş olanıdır. Evimizde zulüm, şehrimizde zulüm, dünyamızda zulüm doludur. Sanki bu âlem hiç dinmeyen zulüm yağmuru altında bulunuyor.Hayatı tahammül edilmez yapan da budur. Eskiden bazan babanın, evlâdına zulüm yaptığı görülürdü. Şimdi çocuklar, büyüklerini ömür boyunca zulüm altında inletiyorlar Hayat yolun­da fırsat bulup da kuvvete dayanan her insan etrafına zulüm yap­mak istiyor.

Son yüzyıllarda işçi-patron münasebeti zulüm münase­betiydi. İşverenler, çalışanlara zulmediyorlardı. Zenginler fakirlere zulmediyorlardı. Şimdi çalışan eller de zulüm çemberi içine girmiş bulunuyor. Tutulan yol, komünizmin açtığı çığır bu yönde gelişi­yor. Şehirlerde, dünya emellerine onda kavuşacaklarmış gibi hırsla direksiyonlara yapışan eller, kurtuluşunu böyle bir zulümün pençe­sinde arayan zavallı insanların huzurunu çiğneye çiğneye, mede­niyetin bu sürat vasıtasını kurbanlarını her gün biraz daha artıran zulümlerinden vahşi bir zevk duyuyorlar. Köy ağalarının zulmün­den kurtardıklarını iddia edenler de, sermaye ağalarının mahmur hayranları gibi, şimdi makine denen canavarın ağalarınkini tamam­layan zulmüne kurban halkı, bir anlık heveslerinden doğan hoyrat emirlerine kul gibi yaşatıyorlar. Şehirleri insanlara, sert ve çekici kokularla büyüleyici karanlık bir zindan yapan batı medeniyeti, binlerce esirin emeğiyle dünyanın çocuklarını eğlendirici oyuncak­lar hazırlayan büyük bir zulüm cihazıdır. İnsana saygının azaldığı devrimizde alışveriş münasebeti de bir zulüm münasebeti haline gelmektedir. Hepsinden ziyade bizi kurtardığını söyleyen eller bile zulmediyorlar: Devletliler, servetliler. kuvvetliler …

Zulmün ezelden beri tekrarlanan klâsik şekli harptır. Müdafaa ve istiklâl savaşlarından başka bütün harpler, toplumlar arasında kuvvet yarışmasına dayanan ve insanlık tarihinin devirlerini ayıran, hak diye tanınmış evrensel zulüm destanlarıdır. Devlet zoruyla harbe sürüklenen zavallı insanlar günahsız olsa bile, bu harplerin gönüllü kahramanları büyük zâlimlerdir. İnsan sürülerinin asrı­mızda zirveye tırmanan iki büyük ideali zulmü kullanıyor, zulme dayanıyorlar Kazanmak ve dövmek.

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zâlim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise alemleri, doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düşmanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda büyüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabet te bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbirine düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı davası olan komünizm kuvvet kazana­caktır. Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Sanat ve edebiyatta da durum böyledir. Büyük eser, konu ister övmek ister yemek olsun içinde aşkı yeşertebilen eserdir: Hayat aşkını, tabiat aşkını ve hepsinde insan aşkını... Niçin ikisi de haksızlıkları, hoyratlıkları anlatan iki eserden İnce Mehmed soğuk ve ölüdür de Karamazov Kardeşler sıcak ve canlıdır? Çünkü bu sonuncuda ebedîliğe susamış bir kalp çarpmaktadır. Aşkın bulun­madığı yerde düşman görünür. İnsanın affedilmez şaşkınlığı, düş­manı kendi dışında aramasıdır. Dışımızdaki düşmanın bedenden ruha geçmesi ve ruhu tam kaplayıp karartması zordur. Kimi parayı, kimi fitneyi, kimi de kendi zaaflarını kullanan bütün vasıtalı düş­manlardan ve en fenası, dostların düşmanlığından da çok kendi zaaflarımız ve kendi ihtiraslarımız, aşkı kendi içimizde boğan bizdeki canavar bizim asıl düşmanımızdır. Oscar Wilde’ın şu sozü herkes için, her zaman yerindedir: “Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir.”

Bizi bu rüya hayatında sürüm sürüm süründüren, menfaat emellerimizdir. Büyük hırslarla büyük menfaatların sahiplen, düş­manı en çok olanlardır. Yeryüzünde onlara gerçek mutluluk yoktur.

Dışımızda bizim dost sandıklarımızın çoğu bize düşmandır Kendi düşmanını hırslar ve hasetler halinde kendi içlerinde barın­dıranlar. herkesin düşmanlarıdır. Onların başkalarına uzanan eli kalpleri kurutucudur. Kavuştuğu sonsuzluk dünyasında ruhunu dol­duran dostluğu âleme saçmaktan usanmayanlar, ancak onlar kendi­lerinin ve herkesin dostudurlar. Atillâ ve İskender kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı idiler. Dostluğun Allah’daki kaynağını elde eden Mevlâna ise ebediyyen bütün insanlığın dostu olarak kalacaktır. Zamanında onu kahretmek isteyen ulemâ denen güruh, önce kendilerinin ve cemiyetlerinin, sonra da bütün insanların düşmanı oldular. Mevlâna’dan bize kalan ebedî sönmeyecek aşk güneşi, öbürlerinden kalan ise taassup denen ve dini düşmanlık hal koyan zehirleyici bir leştir. Onlar şimdi dini, siyaset meydanı" maskara ediyorlar. Din adamının devlet ve menfaat hırsları, İslam'ı asırlarca kahreden musibet oldu. Bugün İslâm diye elimi kalan menfur bir düzenin içine yerleştirilmiş menfaat ve vicdani tahakküm cihazıdır. Artık Allah sevgisini mabette bulamıyorsun. Sade jimnastik yapanları korkularından kurtaran alışkanlık te getirilmiş beden hareketleriyle, aynı jimnastiği yapmayanlara taşıdıkları kin ve nefrettir, düşmanlık duygusudur. Bu duyguların hiçbiri ruhu Allah'a götürmüyor,hiçbir düşmanlık insanı Allaha ulaştırmaz. İçteki düşmanlıkla ibadet yapılmaz. Lânetler ve dualar Allah’a gitmeden yıkılıp sahibine çevriliyorlar. Yalnız yoluyla Allah’a ulaşılır. Yeryüzünü dolduran değişik çehreli düşmanlardan ve bütün düşmanlıklardan insanlığı kurtarmanın tek yolu, her insanı kendi içindeki düşmandan kurtarıcı kalp âşıkı yapmak, kendi içindeki düşmanın pençesinden kurtarmaktır, din yolu budur ve ancak bu yoldan yürüyerek insanlığın kurtuluşu gerçekleşecektir.

Hareket, IX/107,
Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Ölüm Sırrı

Ölüm Sırrı

Bizde bir kıvılcımın parlayıp sönmesini andıran bu hayat, iki hak i kata dayanıyor: Ebedî olmak isteyen bir parıltı ile onu örten bir karanlık. İnsan hayatı, aşk ile ölüm arasında sürekli bir sallantıdır. Her ikisinin dışında geçen bütün hayat varlığımız, sadece ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan bir alışkanlıklar seri­sinden fazla bir şey değildir. Hayatın kanununa uygun olarak bir seri alışkanlıklar, kendilerini kullanma hususunda bizi zorluyorlar. Böyle zorlanmış olmamız, şuur kazanmadan önce, sadece hayat yükü halinde müphem bir gayeye doğru bizi sürüklerken varlığı­mı/ etrafında bulduğu hazlarla oyalanıyor; şuur kazandığı yerde ise derece derece usanç, sıkıntı, azap ve çile hallerini alıyor; sonunda bütün duygulu varlıklardan taşan feryad oluyor. Şu halde hayat, ölümle ölüme karşı koyan kuvvetler arasında bir ömürlük mücade­leden başka bir şey değildir. Bedende olduğu gibi ruhun hayatında da emellerle ümitler ölüme karşı koymak isterlerken, günün birinde ya beden kuvvetleri tükenerek ölüme teslim oluyorlar, ya da onları isteyen ruh kuvvetleri iflâs ettiği için ölümün kucağına sığmıyorlar. Ruh kuvvetlerinin, bir haksızlığa isyan eder gibi kendilerini eriten haller karşısında, ölümü istemekle ondan nefret arasındaki boğuş­ması, bedbaht bir şaire.

“Bu sıfır nedir hesâb içinde?

Erkanı ona ınkılâb içinde.

dedirtmişti. Bütün çile ile dolu bir hayatın imtihanından sıfırla ayrılmak vicdanın ölçülerine sığmıyor. Acaba ölüm olayının varlı­ğa sunduğu mutlak sıfır mı? Ölüm, hiçliğin kapısı mıdır? Gerçekte bu sıfır, hayat imtihanının sahnesinde de gözüküyor. Herşey,n fani, vefasız oluşu, olayların üzerimizdeki izleri olan hatıraların da zamanla silinmesi, unutmak denilen o müthiş hem de kurtarı­cı musibet, daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü göstermiyor mu? Herşey bir hiçe doğru götürüyor sanki. Bunca varlıkların gayesi, varlıklarının hikmeti bizi bir yokluğa teslim etmekmiş, ölen varlıktan bir eser, en ufak bir iz, ancak kendinin olan bir unsur kalsa ümit de yaşayacak, sanki ölmeyeceğiz. Lâkın ölüm, bizde bizim olan herşeyi silip süpürüyor.

Kaybedilen sade kendi varlığımız da değil; onunla birlikte bütün kâinatı kaybediyo­ruz. Her zerresi bizimmiş gibi sahiplik duygu ve iradesiyle yaşa­dığımız bu kâinatın bir zerresini bile feda edemezken bütününü birden bırakıp da gitmek, insanın kendi gücü ile başaramayacağı bir imtihandır. İnsanın kendinden ve kendi kâinatından ölümün alıp götürdüğü şeyler sayısız denecek kadar çoktur. Bütün hayat boyunca varlığımızı adım adım takibeden ölüm, bu yenilmez düş­man, zevkin kendi arkasından bıraktığı pişmanlığı ve her zevkin menhus bahşişi olan acıları alıp götürdüğü gibi, ebedî olan ve varlığımıza ebedilik vaadi sunan aşkı da götürüyor. Ebedîlik yol­culuğuna çıkan insanların herbiri yolun bir yerinde yıkılıp kaldığı zaman, kiminin gözünde yaşlar, kimininkinde de rüya parlıyor. Sonsuz yaşansa bile rüyasının lezzetine doyulmayan tabiat gibi, sitemlerine bile hasret duyduğumuz, hem daha yanlarında yaşar­ken hasretini çektiğimiz insanlardan ayrılmak, insan denen yara­tığın katlanamayacağı şeydir. Bâri hâtıralar kalsa...

Hayır, onları da ölüm denen ifritin gömdüğünü sanıyoruz. İçinde sonsuzlukla ebedîliği yaşattığımız şu bir günlük imtihanda sevinç, ümit, hayal, hasret, iffet, aşk ve zafer diye benliğimizde barınan ne varsa hep­sini ölümde tüketiyoruz ve hepsinin birlikte yok olacağına inanıyoruz. Ebedîliğe gölge salan akıl ve hikmetle insan yaradılışının tabiî sınırlarını aşan ferâgat gibi, sabır gibi, karşılıksız sevgi gibi, içimizdeki hayvanı hayrette bırakan muhteşem ruhsal yapımızla birlikte yokolacağımıza inanmanın azabı müthiştir Bütün bu kayıpların bir karşılığı olmadığını düşünmek aklın ve adaletin ölçülerine sığmıyor. Gençlik, hikmet, hülya ve sevda gibi sonsuzluk hazinelerini yüklenen insanın bütün bunlarla birlikte yokluğa gömülceğini düşünmek, aklı bir çelişikliğe düşürüyor. Herhalde olum, kendinde bir sırrı saklamaktadır. Hiçten herşeyin çıkmayışı gibi, herşeyden de hiçin çıkmayacağını anlamak güç olmasa gerek.

Herhalde ölüm, sonsuz dileklerle yüklü hayat kervanının ebedîliğe açîlan kapısıdır. Hem o kutsal kapıdır. O kapıdan geçmesek dünya zindanının azaplarıyle işkencelerine dayanamazdık. Ruha musallat olan kirlerden temizlenmek ve hayat ekmeğinin en sevimli atığı olan gaflet uykusundan uyanmak için de bu kutsal kapıdan zafer alayı ile geçmemiz gerekiyor. Hayata mahkûm olmakla ölüme mahkum oluşumuz nasıl tabiî ise, ölümle de ebedîliğe mahkûm olduğumuz öylece hakikattir. Ancak ölümü bozgunluk ve yıkım olmaktan kurtarıp da zafer haline getirmek, ölümünü matem değil de "gelin gecesi” yapmak, ölmesini bilenlerin kârıdır. Ölmesi­ni bilen kahraman, daha yaşarken cesaretle atılıp ölümün kolu­na giriyor ve onu hareketlerinin içine yerleştiriyor. Cesur adam, kendini bütün ömrünce takibeden en korktuğu düşmandan nasıl kurtulur0 Cesaretle atılır, en büyük korkuyu kendinde yaşatan ve dışardan hiçbir kuvvetle sindirilip bertaraf edilemeyecek olan düşmanın koluna girer, ona dost olur ve hep onunla kolkola yürür.Mesele halledilmiştir.

İşte böyle davranmamız icabediyor. Ölüm' ta yanına atılıp koluna girmek, onunla kolkola girip her hareketin içinde beraber barınmak ölümü ortadan kaldırıyor. Ölüm kapıdır, demiştim, arkasında ebedîlik vardır. Her hareketin yerleşen ölümle beraber onun bahçesi olan ebedîlik de hareketimizin önüne açılıyor. Ölüm korkusunun yok edildiği bu hareketle beraber hareketlerimiz sonsuza bağlanmış oluyor ve ebedîliğe uzatıyoruz, ölümle hareketlerimizin içinde buluşma, ancak dünya zindanının menfaat ve ilgilerinden kurtarıp da İlâhî mutlak hürriyete kavuşturabiliyor. Ölümün eşiğinde, tam o ¡çın artık ölüm yok, ebedîliğin İlâhî çiçeklerle bezenmiş bahçesi vardır. Bu kapıya nasıl gelinir? Çocuk, başına temizleyici su dökülürken ağlar. Aklı başında olanlar için, derya yüze yüze geçilir. Dünyanın çocukları, fani varlık için sadece temizlenme kapısı olan ölümün eşiğinde matemli feryâdı koparıyorlar. Bu kapıdan gözleri açık geçenler içinse, zindandan ebedîlik bahçesine geçerken duyulan güllerin kokusundan ve bülbüllerin neşveli nağ­mesinden başka bir şey yoktur. Yaşarken cesaretle ölümün koluna girebilenler görüyorlar ki, o bir düşman değildir. Belki bu dünya­daki zindan hayatının yarattığı düşmanlıklardan ve korkulardan, en başta yaşama korkusundan temizleyerek kurtarıcı dosttur. O bir dost elidir; kafesin kapısını kırar, zindanın kapısını açar, ruhu hürriyete kavuşturur.

Ona nasıl gidilir? Hayat rüyasının seherinde neşeli nağmeler­le yola çıkılır. Yolculuğun uçurumları çılgın ve cesur atletler gibi atlanır. Yolculuk sevinçlerle, teranelerle zafer alayı haline konur. Öyle ki, kendinden geçebilen ruhlar bu yolculukta “ah bütün sevdiklerimle, bütün insanlarla beraber olsam.” diye hasret duyarlar. Akan sularla âh eder, ağaçlarla konuşurlar. Yerlere ve göklere bile, çimlensin de âleme yayılsın diye, kalplerinden sevgi tohumları serperler. Sırtlarına yüklü geçici emellerden ibaret bütün safrayı fırlatıp attıktan sonra, âleme yaygın hareket denilen o tılsımlı merdivenle âdeta kürelerin üstünden atlarlar. Varlıklarının, âlemden bir parça olmaktan çıkarak bütün âlem olduğunu hissederler. Varlığa i minnetleri kalmaz. Varlık denen kabukların hepsinden sıyrıldıktan  sonra, düğünün kırkıncı gecesinde, bütün bir ömür beklenen ve aranan Sevgili ile buluşacakları gece ölüm denen sevgili göründü mü  o zaman artık kendilerini kaybederler. O’na çılgın gibi hamle ile koşarlar; Hallâc’ın, kanı ile yıkayacağı darağacım gördüğü zaman ona koştuğu gibi koşarlar.

..... düğün yapıldı. Darağacında kanlı gömlek kaldı. O, başarılan imtihanın bahşişidir seyircilere. Ebedîlik bahçesine geçen, kapıyı arkasından kapadı. Biz onun haline eseflenirken erdi. Büyük Sevgili ile, bize bunca sevgilerde gözüken yüzü örtülü Sevgili ile beraber yaşıyor. Yeryüzündeki bunca sevgilerin muradı, mânası, sahibi olan Sevgili’ye kavuştu. Sevgiler silindi, hepsini kendinde toplayan sevgili bulundu, ölüm, ölüm dedikleri ne büyük düğün, ne büyük sevda çağı imiş meğer! Rabbim, beni aradığım Sevgili’ye kavuşturacak düğünümü şenlendir!

Hareket. VII/75-76, Mart-Nîsan 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşüncenin Derinlikleri

Düşüncenin Derinlikleri

İnsanoğlunun eşyaya teması demek olan düşünce çok şekilli­dir. Varlığı akıl ile, duygu ile, sezgi ile, aşk ile, ihtiras ile ve mer­hamet ile tanıyış bilginin çeşitli şekilleri ve dereceleridir.

Akıl, insanoğlunu dünyaya sultan yapan cevherdir. Akim ese­ri olan ilim, merhamete nazaran pek küçük bir şeydir. Belki de bir vehimdir. Görünmez olandan gelip yine görünmez olana giden sır­ların bir anda eşya halinde görülüp bilinen sistemli vehmidir.

Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokulandır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz. Onlarla aldanır ve onların varlığını devamlı kılmak için hep birbirimizi aldatmakla yaşarız. Onlar, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mâna katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir.

Sezgi, bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatların kapısı­dır. Gafletten bir silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Sezgi, varlı­ğın yine kendi içinde kalmak şartiyle kabuğundan derinine doğru inmesi, kendi kendisinde derinleşmesidir. Fenadan sıyrılma vâdini getirir, yine de kurtaramaz. Onun önderlik ettiği felsefe ve hikmet, gerçek göklerini gören lâkin uçamıyan müjdelenmiş aczimizi tem­sil etmektedir.

Aşk, ümitsiz varlığımızı sonsuzluğa doğru uçuran kanat­tır, sonsuzluğun ümididir. Varlıkların hepsiyle dolup taşmaktır. Eşyada yaşamak ve eşyanın bizde yaşayışına şahit olmaktır. Aşk,dünyaların her an yeniden yaratılma şevkidir; ebedî ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir. Aşk eşyanın dilidir; zaman ile mekânın birleşen vücududur. Mâzi ile hâlin yer değiştirmesi, mazinin hâl, hâlin mâzi tarafına geçerek kucaklaşmalarıdır Zamanın ebedîlikle elele vermesidir. Büyük, pek büyük bir vadin eşiğinde bekleyiştir.

İhtiras, insanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra herşeye birden sahip olmasıdır; sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlı­ğında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene'l-hak sırrına erenlerin, “Allahım, ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve cesareti bana ver!" diye durmadan dövünenlerin, bu hasret durağında feryat ede ede asla doymayacakları murada ermeleridir.

Merhamete gelince; o bunların hiçbirisine benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin hazırlayıcıdırlar, ona  yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Merhamet, Allah’la ansızın vaki  olan buluşma halidir. Merhamet, bu ruh hallerinin herbirine karışmadıkça onlar sakat veya sefil kalırlar. Merhametsiz ilim mesut  etmeyen bir sihirbazlık olduğu kadar merhamet dünyasının dışındır» yaşanan duygular da birer azap veya sefalettir. Merhametsiz sezişlerin kibirden başka libası olmadığı gibi, aşkın merhametsizliği de | belki bir cinayet veya cinnettir. İhtirasın merhametsizliği ise çok kere zulüm olmuyor mu?

Daha ince bir tahlil ile bu ruh hallerinin herbirinin, merhametin bir başka manzarası olduğunu görmek de kabildir. Filhakika ilim, âlemdeki hakikat karşısında düşüncemizin merhametli duruşu olsa gerektir.

Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış, sezgi, eşyanın cevherine nüfuz eden ruhtaki incelikten yapılmış rahm-ü şefkattir.

Aşk, başkalarının varlığında sonsuzluğa yemin olan merhametle eriyiştir, tapınılan varlığa nefsini kurban eden ruhun merhamet zerreleri halinde O’nun varlığına karışmasıdır. Merhamet, ruhi bütünüyle kendini Allah eserine feda ederek Allah'ı kazandırıcı hareketidir. Âşık, merhametin sonsuz denizinde yıkanma zevkine ulaşmıştır. Aşkın istediği, merhamet hareketinin bizde şuurun da üstüne yükselmesi, varlıkta kesilmeyen teneffüs gibi, sonsuz man­zara gibi bir hal almasıdır. Âşık merhametin sürekli okşayışı ile âlemdeki âlem dışı varlıklarla koklaşır, aşkı olmayan iskeletlerin görmediklerini görür, arzın kabuğunda Allah’tan sesler duyar.

İhtiras ise hiç doymayan merhametin bir tek harekete bağlan­masıdır. Fâni iktidarı, “Rabbinin ismini oku!" der gibi zorlayan bizdeki ilahi elçidir.

Bir kelime ile, onun kendinde çok kere saklanan özü ele alı­nınca, insan bütün merhamettir. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.

Şule, sayı: 8, Temmuz 1963

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Aşkın Halleri

Aşkın Halleri


Rabbini arayan bir dindi askim!"


Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel bir düzen içinde tek tek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yalarken varlığının farkında olmadığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağları, ovaları ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler,şüpheler ve korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerin dikenlerini ve çalılarını örten suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında ruhta ne hesap kalır, ne menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve planlar ask tufanında silinen tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Ask, nazariye ve tenkidi de tanımaz. 0 mutlak hakikattir; bütününü varlığına iman halinde tek taraflı temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini alemden ayrı görmeyen, Bir'den başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilahi sarhoşluktur. Fuzuli'nin diliyle:

Öyle sermestem ki idrak etmezsem dünya nedir"sözü aşkın tam ifadesidir.Gerçekten aşkın dünyasında sevinç ve keder, zaman ve mekan kayıp ve kazanç denen şeyler yoktur. Onda iyi ve kötü, uzak ve yakin, gerçek ve yalanda karşılıklı duran hüviyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekan çerçeveleri içinde yasayan şeylerden hiç biri yokturki, aşkın gelişiyle kaçıp kaybolmasın. Onun bizde yok ettiği şeylerin sonuncusuda ölümdür.O, ölümden kurtaran kuvvettir. Aşk, ruhtan ölüm korkusunu ve vehmini sıyırıp attıktan sonra bedenin çürüyüşüne ne ad verilirse verilsin, aşkın umurunda olmaz.

Şuurdışı denen içimizdeki karanlık dünyaya aşkı dolduran nedir? Onun büyük hamlesi nereden gelmektedir?Ask, kainatın başlangıcında varlığın var olduğu anda gözükmüştü. Varligi var kilan 0 idi. Ona kuvvet demiştik. İlk kuvvet cansız varlıkların ve sonra canlıların halkalarından geçip de insana gelince insanda kendini tanıdı, şuur oldu. Ancak ilk kuvvet birdi, bölünmez bütündü. Bölüne bölüne bunca varlıkları meydana getirdikten sonra insana geldi. Insanda ilkin bolümlerin, çok olan cüzlerin şuuru oldu.

Insan, derya içinde hem de derya oldugu halde damlalari taniyor.Süphesiz ki, bu hal sadece bir vehimdir, Mevlana'nin dedigi gibi bir sasiliktir. Bizi yapan kuvvet, kendini bizden kiskaniyor. Bizi kalın örtülerle örtmüş, gözlerimizin önüne biri bin, biri yüzbinler gösteren bir cam geçirmiş, bizi bizden saklayan bir cinnete müptela kılmis; hem de varlığının incecik ışığını yer yer şaşkın ve şaşı şurumuzun çatlaklarından içeri uzatmaktan çekinmiyor. Renk ve sekil olmuş, ses ve koku olmuş, mesafe ve manzara olmuş, ümit ve emel olmuş, dost ve derya olmuş, Kah görünmüş kah kendini gizlemiş. Göründügü yerde bile kendini gizlemis. Onun en çok ve en kuvvetli gizlendigi yer, bizim benligimizin derinligidir. 0 herseyde ve herkestedir. Gizlenmek istedigi zaman bizim benliğimize doğar. Içimizde rahatça yatarken bile ona bir şey yapamayız. Ona hükmedecek kuvvet, dünya varlıklarının hiçbirisinde yoktur. 0 mutlak hürriyettir.Şuur dışında bir kez boşalıp da şuura tasip yayıldımı, bizi de kendi gibi, gerçek hürriyete kavuşturur aşkın bir şeyden korkusu, kimseden pervası yoktur. Raskolnikof, asil zindanında hür ve mesuttu. Aşkın bizi pençesinde esir eden kuvveti, yine kendi astığı yolda, başkalarının olağanüstü ve imkansız görünen şeyleri yapmak hususunda sahibine sonsuz hürriyet sağlayıcıdır.

Ayrı ayrı varlık diye adlandırılan dünya hayalleri ile hayat hadisesi denen kabusların önünde alakasız, insafsız ve adeta habersiz olan aşık, kendi aşkının sekil verdiği hayalden başkasını tanımaz. Paliard diyor ki: "Güzelliğin aşıkları var, zenginliği aşıkları, ilmin aşıkları var, bir de aşkın aşıkları var. Ve hepsinde görülen, varlığına tahakküm eden hayalden başka herseye karşı bir ilgisizlik, bir anlayışsızlık, bir asabiyet." Bunlarin hepsinin asli, asil ve gerçek kaynak, askin aski olusudur. Öbürü aşkın tek ve gerçek olan varlığının önüne tutulmuş, arkasındaki ışığı aksettiren birer perdedir.

Akilli adam asik degildir. Sersem aşki hiç anlamıyor. Aşkın öyle görüşleri vardır ki, yüzbinlerce akil onun derinliğine dalmaktan aciz kalır. Aşkın hürriyetini kazanmak için aklin dizginlerinde sıyrılmak şarttır. Akil bizdeki bostan korkuluğudur, yüksekte uça kuşlar ondan kaçarlar. Aşk bir kuştur ki, bir başa konmadıkça aranmaz. Önceleri ben aşkın arkasından koşuyordum, simdi o benim peşime düştü diyen Mevlana'ya her halde şems güneşi önceden görünmüştü. Akla göre akılsızlık ne ise, aşkın gözünde akil da öyledir. Akıl insanları uçsuz bir denizin kenarına kadar götürüyor Eğer insanda ask denizine açılacak güç bulunmazsa, aklin onu bıraktığı kıyılarda çarpan fırtına ile helak olacaktır. Hayat dediğimiz iste bu kıyıların fırtınasıdır.

Tabiat aşkın anası, güneş sevgilisidir. Tabiat içinde gelişen aşk ana kucağında uyuyan yavru gibi mahzunlaşıp nazlanıyor. Anasından ayrılıp da bir ruhun kafesine kapanınca şiddet ve isyan oluyor Sonsuz olan ask, bir insan varlığına hapsedilince ondan taşmak ve tekrar aleme yayılmak istiyor. Askin gelisi büyük ve ürpertici bir sarsinti ile olmuyor. Daha önce bütün bir ömür boyunca benliğimizi dolduran isteklerin, hayallerin ve geçici emellerin ağır ve oyalayıcı ipinden, bir safrayı kendinden atar gibi sıyrılmamız, sarsıcı, ürpertici, bazan tahammülü güç açılarla beraber oluyor. Bizde hayat vehmini kendileriyle beraber sürükleyen bu ağırlıklardan kurtulduktan sonra iç dünya boş ve şeffaf bir fanusa dönüşüyor. o zaman aşkın gelişi büyük bir ışık cihanına bir küçük kusun bir göz kırpmasıyla gelişi kadar hafif bir hareketle olmaktadır. Onun aklin ortaya koyduğu binbir sebeple açıklanamayan varlığı, kainatın baslangıcında varlığı var kılan ilk kuvveti içimizde bulduğumuz zaman duyduğumuz sevinçtir. Ask, varlıgın kendi kendisini tanıması halidir.

Aşk, ölümü yenmek istiyor ve dünyamızdaki her denemesinde yeniliyor. Çünkü ölüm, şer tanrısı Angemanyou'dan daha kuvvetlidir. Aşkın cilvelerini önce hoş görür, lakin aşkın sonsuzda birleştirdiği varlığa sonunda saldırır ve bilinmeyen karanlığa gömer. Ölüm, yoklukla bir sanılıyor; şüphe, karanlık ve korkuyu hep birlikte temsil ediyor. Insanlar ondan yoklugun kendilerine uzanip kendisine dogru çeken menhus eli diye ürperiyorlar. Hem de onu yokluk kabusu gibi karşılıyorlar. Eğer onun getirdiği yokluk olsaydı, bu kadar korkunç olur muydu? Yokluk elbette aşkı tanımayan günahkarların, içerisinde kayboldukları karanlıktır. Onlar zaten gerçekten var olmamışlardı; kendileri için bile şüpheli olan birer hayalettiler. Sadece, altına girmeden önce bu toprağın üstünde bir müddet tepindiler, boğuştular, bağrıştılar ve sonra ayni toprağın altına düşüp orada eridiler. Onların yaşamamış olduklarına yeryüzünün dağları, ağaçları ve denizleri şahittir. Bu kutsal varlıkların önünde onların ne bir damla göz yaşları, ne ıztıraptan bir ibadetleri, ne Tanrı'nın diliyle konuşmaları oldu. Onlar, ne dağa inen nuru gördüler, ne ağaçlarla konuştular, ne denizleri gözyaşlarıyla doldurdular. Aşkı bilmeyen bu günahkarların, yokluktan yine yokluğa geçeceklerinden şüphe mi edilir? Ölüm onlar için hazindir, acıklıdır, çünkü yoklukdan yine yokluğa götürür. Biz insanlar, onların ölümüne ağlarken yine onların yok oluşlarına ağlarız. Aşıkların ölümüne ağlarken asil kendimize alıyoruz; bizi onların hicranında yasamaya mahkum eden talihimize ağlıyoruz. Onlara için için imreniyoruz belki. Çünkü onlar, aşkın bayrağını hayatla ölümün tam sınırına diktiler. Burası cihad toprağı, ötesi fetih ülkesidir onlara. Bu gazanın destani bu yanda okunuyor, fetihler asil orada ask ölümü yenmiştir; ölüm denen perdeyi kaldırmış onun yerine zafer bayrağını çekmiştir.

Sonsuzun zaferi bu yeryüzünde de kazanılır. Ancak askin kiliciyla o zafere ulasiyor. Bu zaferin müjdesi ve mükafati, Rabb'in temasasidir. Bir örtüyü kaldırır gibi, bir anda herşeyi ve bütün varlıkları ortadan kaldırıp da kalp gözüne görünen o Rabb'in yüzü, kelimeyle anlatılmayan ve beklenmedik anda bize çevrilen o şekilsiz, renksiz ve gözsüz bakış, o baha biçilmeyen selamet müjdesi, ah o kurtarıcı sevgili bir daha görünse, bir kere görünse, alemde elem, şüphe ve ölüm mü kalırdı? Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »