Gerçeği Bilmek

Gerçeği Bilmek


Neler biliyoruz? İnsanoğlu yeryüzünde ne bilgilere sahip oluyor? Göz görüyor ve zekâ kavrıyor. Bunca bilgilerin sahibi insan bildikleriyle mağrurdur. Acaba neyi biliyoruz? Akıl kendi önümüze, yolumuzu aydınlatan bir ışık serpmekten başka bir şey mi yapıyor? Bildiklerimiz, kendimizden çıkıp yine kendi varlığımıza avdet eden ihtisaslardan ibaret değil midir? İnsan, ihtiyaçlarını giderme endişesiyle yaptığı etrafına saldırma hareketleri içinde kâinatta kendi iştihalarına elverişli olan şeyleri araştırıyor, onları kendi iştihalarının uygunluğuna göre isimlendiriyor ve öyle değerlendiriyor. Sonradan gerçeği tanıdığını söylüyor ve hükümlerine, gerçekle uygun bilgi manasına hakikat damgasını vuruyor. Gerçeğin bilgisi olan fikir kimin hakikatidir? Zira hepimizin hakikatleri başka başkadır. Hepimiz menfaatimize uygun fikirlere hayran olarak ömrümüzün sonuna kadar o hayranlıkla sarhoş yaşamaktayız. Kimimiz bir resmin, kimi bir karın, kimi de bir mesleğin hayranıdır. Kiminin de bir sanat ilahıdır, kiminin bir hüner sultanıdır. Onunla övünür, onunla gururlanır. Hayatı muhafaza içgüdüsüne bağlanan bütün arzular ve sefaletlerimiz bizde benlik şuurunu yaratıyorlar. Onların gözüyle de görüşe akıl diyor, düşündüğümüzü söylüyoruz; gerçeği bildiğimize inanıyoruz. Bir tüccarın, bir büyük memurun, bir makam ve gurur adamının aklı, onun dayandığı gurur ayaklar altına alınıncaya kadar kutsal bir nesnedir. Bir hâkimin hatalı hükmü, kendi gözünde ilahi hüküm kadar isabetlidir. Bir zümre zihninde esir olan insanın kanaatleri, kendine göre hakikatin ta kendisidir. Karşı karşıya harp eden iki ordunun askerleri için ölüm, aynı derecede mukaddestir.

Hakikat şu ki, canlı varlığın ilk ihtiyaçlarını içgüdüler karşılıyor. İçgüdü tatmin olundukça hayati kuvveti biriktiriyor. Ruh sefaletleriyle el ele veren hayati kuvvet kendi kendini deneye deneye insanda ihtiras haline geliyor. Sonunda eşyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünü ile görüyoruz. Sefaletlerimizin fetvasına böylece boyun eğiyoruz.

Ve bütün bunların sebebi, gerçeği bilmeyişimiz, selametin kendi ruh dünyamızdan doğacağını bilmeyişimiz, tatminleri anında bile ufuklarımızı daraltan kendi ihtiraslarımızın kendi asıl düşmanlarımız olduğunu bilmeyişimizdir. Yeni doğmuş iki insan yavrusu masum bakışlarını dünyaya açar açmaz karşı karşıya birbirlerine yaklaştırın ve birine “sen işte karşındakinin düşmanısın, onu bir gün öldüreceksin” deyin. Öbürüne de “Sen de ondan intikam alacaksın” deyin. Sonra o iki çift masum gözlere bir bakın. Kendinizden utanırsınız. Gafletinizden ürperirsiniz. Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz ki yavruların saf bakışı size ilahi hitap kadar büyük ders olur. O aynada kendinizi görür ve tövbe etmek istersiniz.

Lakin tövbe etmesini istemek lazım. Bu isteyiş ancak gerçek bilginin eseri olabilir. Gerçeği nasıl bulalım? Nerede arayalım? Bütün gafletlerden bizi kurtaracak olan hakikatin yolunu bulmak için sonsuzluğa götüren bazı denemelerin yapılması lazımdır. Gerçek ibadet sonsuzluğa çevrilen isteğimizdir.

Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan için selametin ilk adımını teşkil ediyor. Bu isteği sık sık tekrarlamak, bu isteği sevmek, onu elde etmek lazımdır. Bu tekrar, bu isteğin tekrarı, arkası namütenahi aydınlıklar dolu ilahi bir kapıyı zorlamak gibidir. Bu kapıyı kımıldattıktan sonra bizim tarafımıza ışıklar süzülüyor. Yeni denemeler başlıyor: sanat denemesi, ahlak denemesi, din denemesi.

Hakikati bizden saklayan, örten, onunla aramıza giren engelleri ortadan kaldırıcı hareketin sevgisini bize felsefe ve hikmet sunuyor. İlim bu hareketin usulünü öğretiyor. Sanatın denemesi, bir olan iç dünyamızda binlerce teraneler yaşatıyor.

Sonsuzluğa teslim olmayıp sonu olan hadiselerin sebepleriyle gayelerine dayanan harekette ahlaki karakter görülmüyor. Bütün varlıkların hayattan şikâyet ettiren tatminsizlikler, sonsuzluğa dalamayışımızdan doğuyor. Şu bütün sonu olan varlıkların âlemine varlığı hapseden perdeleri yırtarak sonsuzluğun kendi açabilen insan, orada gerçek murada erecektir. Ve ancak o perde açıldıktan sonra eşyanın gerçeği anlaşılacak, hadiseler asıl kendi manalarını kazanacaklardır: hayatın bir deneme sahası, ölümün bir istasyon olduğu oradan sükûnetle temaşa edilecektir.

Çokluğun vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost yüzü olduğu görülecektir.

Şüphesiz ki bilen sever, af eder, sabır eder. Bilen Bir’i bilir. Bir’de yaşar. Bilen bazen ölür ve her an yeniden dünyaya gelir. Bilen her gerçek bilginin, sonsuzluğa iştirak denemesi olduğunu bilir. Hakikat yerde olsun, gökte olsun, bedende olsun, ruhta olsun, şuur dediğimiz şu mahdut cihazla sonsuzluğa açılan bir pencereden bakış sayesinde elde edilebiliyor. Bu sonsuzluğa ve ilahi araziye açılmayan düşünüşler, bilgiler hep izafidir. Hepsi bir nispetine ifadesidir. Hepsi sakat, hepsi de itibari görüşlerdir. Gerçek ilmin yolu sonsuzluğun dünyasından geçiyor. Bilen, varlığı didik didik eden duyguların hepsinden kurtulmuştur. Zindanda, Cennette gibi mesut yaşar. Her halinde sonsuzluğun huzurunda olduğunu bilir. Izdırabı içinde o yine düğündedir, davettedir. Bütün dünya nimetlerinin bir paslı çividen farksız olduğunu bilir.

Bilen, gururdan, kinden ve bütün hırslardan soyunmuştur. Bilen bahtiyardır. Ne mutlu bildim diyene.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşünmek...

Düşünmek


Mantık dilinde düşünmek,şuur ile eşya arasında münasebet kurmaktır. Aynada görünen hayal gibi eşya ve olayların şuurda tasavvur halinde tekrarlanmasıdır Dış dünyanın iç alemimizde bir nevi devamıdır; veyahut sebeplerle sonuçlar arasında münasebet kurmaktır Nazariye yapan mantık, düşünmeyi böyle tarif ediyor. Lakin insanin gerçeğini anlatan psikoloji, olayların böyle cereyan etmediğini ortaya koymaktadır. Düsünmeden evvel hissediyoruz dis dünyadan tesirler aliyoruz. Bu tesirler, bizim menfaatlerimize zevklerimize ve isteklerimize cevap oluyorlar. Bize faydalı bir zevk sunan görüşlere hakikat elbisesi giydiriyoruz. Menfaatlerimizle zevklerimize aykri fikirleri hata olarak itham ediyoruz. Önce hayati bir ağaçtan ibaret varlığımizdan fışkıran istihalar, türlü emeller ve parlak hayallerle süslenmiş olarak şuurumuzda hakimiyetlerini ilan ediyorlar. Sonra onların bütün varlığımıza saldığı istekler, dış dünyaya çevriliyor ve kendi hesaplarına hakikat avcılığı yapıyorlar. Kendilerine uygun fikirlere hakikat damgasını basıyor, aykırı görüşleri hakikat dışı yapıyorlar. Böylece bir fikrin hakikat olusu, her kes için müşterek ve kendi kendisinin ayni olan bir realitenin değil bizim istek ve istihalarımızın emriyledir. Insanlığın düşüncesin hakim olan hakikat ölçüsü, insanin kendi hayati menfaatleri,şahsi hesapları ve istekleridir; zevkleri veya alışkanliklarıdır.İnsan, kendinin olan bu ölçüleri fikirlere tatbik ediyor ve bu ölçülerin fikirlerin doğruluğunu arastırıyor; hükmünü onlarla veriyor. Ondan sonra kendi verdigi bu hükme uygun, onu destekleyici sebepleri etrafinda topluyor.

Peşin yemiş olduğu hükmünü onlarla halkı ve meşru gösteriyor. Görülüyor ki, düşünmek, kendimizi eşyaya değil, eşyayı kendimize uydurmaktır.Şuurumuzu olaylara irca etmekten uzak, olayları hep kendi istihalarımızla isteklerimizin emrine vermektir. Bu sebepten kendimizden müstakil olan bir realiteyi tanımıyoruz. Mahiyeti bizi ilgilendirmeyen bir realiteden kendimize dogru bir takim basamaklar siraliyoruz. Böylece kendimize uydurulan esya ve olaylar, kendi zevklerimize, iştihalarimiza ve kendi menfaatlerimize göre hükümler giyiyor.

Dünyamızı hakikatin değil istihalarımızın gözü ile görüyoruz. Bu zavalli dünya herkes için baska dünyadir. Karınca için büyük, güneşe göre küçüktür. Bahtiyarlar için güzel, bedbahtlar için kötüdür. Bir tüccar çok kazanmayı muvaffakiyet ve fazilet sayabilir, fukaranın gözünde ise bu istek, kötü bir istihadır.

Düşüncelerimizde birer isim hesabına döğüsen çocuklardan farklı değiliz. Insanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düsmanlarıdır.Ihtirasların sahasındaki bütün döğüşmeler, bütün ayrılıklar bizi hakikatten uzaklaştırmaktadır. Çünkü ihtiraslarin hepsi hakikatlerden uzaklastiricidir. Ölçülerimizin hepsi izafidir.Hakikati nerede arayalım? Fikirlerimizin doğruluğu hususunda kullandığımız ölçünün darlığı, görüşümüzün darlığını doğurur. Ölçünün genisligi nisbetinde hakikate yaklasiyoruz. Hayatî menfaat ve istihalarımız, fert olan varlığımızın dar sınırları içerisinde kaldığından daima hakikatten uzaklaştırır. Bizi başkalarına dogru götüren duygular, ferdiyetimizden sıyırarak daha geniş ufuklara götördüklerinden hakikate 0 nisbette yaklaştırıcıdırlar. Kullandığımız hakikat ölçüsü genişledikçe hakikate 0 kadar yaklaşıriz. Bu ölçü, sonsuzluk olunca mutlak hakikate temas ederiz.İstek ve istihalarıyle ferdi duygularından ve her türlü menfaatler sisteminden kendini kurtararak sonsuzluğun ilhami ile düşünen insan, mutlak hakikatlere ulaşmıştır. Zira hakikat sonsuzluğun emridir.

Bu emri alabilmek için, önce zevklerimizle istihalarımızdan sıyrılmamız lazımdır.Sonra da sahsi menfaatlerimizden uzaklaşmaliyiz. daha sonra zümre menfaatlerini reddedebilmeli, zümrelerin ve partilerin dışında yaşamasini bilmeliyiz. En sonra, ulvi olsalar bile benliğimize tahakküm eden bütün hislerden zafer duygularından, muvaffakiyet gururlarından, nefsimize itimatlardan kurtulup havalanarak bir uçuşta sonsuzluğun bölgesine sığınabilmeliyiz. Genç neslin fikir terbiyesini yapanlar, onları bu gururlarıyla hoyratlastırmak, bos bir gayrettir.Bizden çikip hakikatin arasında pek çok bir perdeler gerilidir.Bizden çıkıp hakikate varmak için, bu perdelerin birer birer delinmesi lazımdır. Hakikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hatta düsman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait istihalardir, bir kismi alışkanliklarla telkinlerin eseridir, bir kısmıda ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Sonu olan bu alemde sonsuzluğun yolcusu olan insan, arzımızın bu yalnız yolcusu, burada bir muamma olan hayatına bir hikmet, kendine dost , düşüncesine destek bulabilmek için sonsuzluğa dayanarak düşünmekle anlasiliyorlar.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

İnanmak ve Sevmek

İnanmak ve Sevmekİnanmak, gerçek ve şahsi tanıyış; sevmekse gerçek yaşayıştır. İnanmayan bilmez, taklit eder. O ışığını başka kürelerden alan bir kör kandildir.

Sevmeyenler, yaşamayanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Her an toprağından taze hayat fışkıran tarlanın üstüne atılmış kuru kütüklerdir.

Dünyamızın tadını onlar alamazlar, hayatın kudretini onlar bilemezler. Her kökünden bir inanış otu biten, her tarafına bir başka şevk saçılmış dünyamızda aşk ile inanışın terbiyesini en küçük yaştan itibaren almamış olan nesiller,bedbaht nesillerdir.

Kainata hayrınlıkla bakan, insanlara minnetle çevrilen çocuğu, inanış ve sevgi aşısı yapmadan hayata salanlar, dünyamızın ilk ve en gaddar zalimleridir.

Sokak ortasında birbirleriyle dalaşıp tekmeleşen yavruları kayıtsız bakışlarla arkasında bırakarak hayat mücadelesi denen kızıl meydana koşan mahir menfaat atletleri,ihmallerinin neden cinayet olduğunu bilemediler. Zira onlar muhabbet kaynağı olması lazım gelen mabette bile menfaat dilendiler; namütenahi aşk ile dolup taşan dünyamızın ilahi bahçelerinde hiç de usanmadan kin ve haset devşirdiler.

Biliyoruz ki, düşünce, hareketin bizde içselleşmesidir. Hakikate kendi iç dünyamızda temas etmektir. Paskal üç türlü hakikat ayırıyordu:Etin hakikatleri, aklın hakikatleri, imanın hakikatleri. Birincisi kör nefsimizin zenbereği etrafında çevrelenen ve onun tarafından idare edilen bütün iştahları,hırsları ve menfaatleri içerisine alıyor.

Muvaffakiyetlerimizin dünyasını çenberliyor. Kendisiyle ve kendisi sayesinde kurnazlaşan insanı hayvanlarla birleştiriyor.

İkincisi, bizi aklın, tasavvurla iradenin fethettiği bir aleme yükseltiyor.Kendi dar benliğimizden çıkarak bizi bir büyük alem yapıyor.İlmi, temaşayı, mana cevherini sunuyor. İnsanı ruh aleminin serdarı yapıyor.

Üçüncüsüne gelince, o bizi insani olan varlığımızın da üstüne yükseltiyor.Sonu olan dünyamızdan, sanki bir hamle ile sonsuzluğa ulaştırıyor.Parça iken bütün yapıyor; fani iken ebedi kılıyor. Onun varlığıyla, yolcu iken yol, sermest iken saki, damla iken derya oluyoruz...

İnanışta alelade bilginin esas şartı olan şuur ve eşya ikiliği ortadan kalkmıştır. Bu ikisi aynileşmiş, eşya şuura teslim olmuş, onunla kaynaşmış, ikisi bir varlık kazanmıştır.İnanışın başladığı yerde alelade tanıyış sönükleşir, değersiz ve adeta manasız kalır. İnanış tam olunca da yerini ona bırakır, kaybolur.

Filozof Kant, saf akıldan yani muhakemeden pratik akla yani vicdana geçerken şöyle demişti : "Yerine itikadı koymak için, bilgiyi ortadan kaldırmaya mecbur oldum."

İtikad haline gelmeyen afaki bilgi, bize bir yabancıdır ve sürekli hayata sahip değildir. Benim tarafımdan yaşanmamış, kelimenin tam manasiyle benim olmamıştır.

Bu sebepten bana şahsi tatmin vermekten uzaktır. Sadece taklit yoluyla, elden ele dolaşan müşterek bir nesne gibi, bir zaman için dimağda misafir olmaktadır.

Gerçekten benim şahsi malım olmadığından benden koparıp alınır. Bugün benim, yarın başkasının mülkü olur.Umumi görüşler, taklit ile kazanılan iddialar, zümre ve parti ihtirasları ve  bunlara destek olan sebepler hep köksüz, hep temelsiz ve hakikatle alakasız düşünüşlerdir.

Zira bunlar, benliğimin dışında yaşanmış, benim ne hürriyetimin, ne de şahsiyetimin kaynaklarında kökleri olmayan, derinleri kazılırsa iştihaların ve etlerin, alışkanlıkların ve taklitlerin vücut verdiği sözde hakikatlerdir.

İnanılan ve sevilense bir yandan şahsiyetimin derinlerinden, öbür yandan sonsuzluktan hayat ve hakikat alan görüştür.Onun çürütülmesi, yalanlanması kabil olmaz. Yumruklandıkça ruhumuzun daha derin tabakalarına iner.

Çünkü inançlarım muhakemenin ulaşamadığı bir alemde meydana gelmektedir.Kökleri aynı zamanda benliğimin pek derinlerinde bulunduğundan,muhakeme ile benden koparılamazlar. Bu sebepten inanılmayan, sadece ilmin
ölçüleriyle tartılarak aklın karşısına çıkarılan her fikir, her hakikat,eksik veya aldatıcıdır.

İnanma, bir harekettir ve benliğin varlıklar üzerine doğru yaptığı bir harekettir. Tuhun tabiata uzanması, onda devamı gibi bir şeydir. Ruhun, tabiatı istilasıdır.

Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen,isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir.Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.Düşünce hareketleşir,varlık düşünceleşir.Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.


İnanmak, benliğin kendi mukadderatı önünde verdiği imtihandır. Onu aşk ile bağrına basanlar, bu imtihanda muvaffak oldular.Benliğin, bütün kuvvetleriyle kendi konusu olan kainatı kucaklayışı demek olan bu imtihanda aşkın sahipleri başarı kazandılar.Aşkın şahidi ise ızdıraptır. Izdırapsız ne hayat hareket, ne de gerçek düşünce doğabiliyor. Her inanma hareketinde sevilen bir ızdırap saklıdır.

Sevgisi olmayan hakikate ulaşamıyor, gerçeği bilmiyor ve tam sevgi, gayesine ulaşmış sevgi, sonsuzluğun sevgisidir.
Bu sevgi, vücuttan geçer, bedenden taşar, fani varlıktan kaçar. Ruhu derinlerine doğru kazıyarak orada gaye olarak yine kendini arar.

Gerçek aşkın sahipleri, ne servetin, ne şöhretin veya temaşanın, ne de ilmin ve sanatın aşıklarıdırlar. Gerçek aşıklar aşkın aşıklarıdır.

Aşkın kendi kendisini yakan ateşinde sevenle sevilen, isteyenle istenen, varlıkla var eden birleşir. Eşya ile temaşa, kainatla şuur, birle bütün bağdaşır.

Düşünce hareketleşir, varlık düşünceleşir. Anlaşılmayan ortadan kalkar, anlatılmayan Bir kalır.İlk ve son ilim budur. Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tövbe etmeli,sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.

 

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Var Olmak

Var Olmak
Var olmak, düşünmek ve hareket etmek demektir. Vakıa hayvanlar da hareket ediyorlar. Lakin onların hareketleri şuurlu değildir; alelade yer değiştirmeden, kımıldanmadan ibarettir. Yalnız insana mahsus olan hareket (action) ise, kendi kendisini ve başka varlıkları değiştirmek demektir. Bununla insanın hareketleri hür oluş vasfını kazanıyor. Ancak hareketlerimin hür oluşu, kendisinden evvel var olan ve kendisine hakim bulunan hürriyet diye bir prensibin varlığını gerektirmez mi? Halbuki hareketten önce hürriyeti var kılacak başka bir hadise mevcut değildir. Hürriyetim, hareketimin varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir. Hareketin tahlili ise insanı daha büyük bir muamma ile karşılaştırmaktadır. Varlık, sanki hareketle beraber var olmuştur ve ebediyen ondan ayrılmamaya mahkumdur. Hareket denizinin kıyılarında durup onun ufuklarına dalmışken filozof Moris Blondel"in bu temasadaki vecdini dinliyelim: "Hareket ediyorum, lakin hareket nedir bilmiyorum. Yaşamak istiyor değilim. Kim olduğumu, hatta var olduğumu hakkiyle bilmiyorum. Bende dalgalanan bu varlık tezahürü, bu bir gölgenin Silik ve yakalanmaz hareketleri, işitiyorum ki bunlar kendilerinde ebediyen ağır bir mesuliyet taşıyorlar; deniliyor ve hatta kan pahasına bile yokluğu ele geçiremem; çünkü o artık benim için yok olmuştur. Demek ki hayata mahkum oldum, ölüme mahkum oldum, ebediliğe mahkum oldum! Nasıl ve ne hakla? Bunu önceden ne bilmiş, ne de iştemiştim."

Hareketi, insanın kainata hür bir iltifatı gibi telakki etmek yanlıştır. Hayatımızın en öemli hadisesi olan hareket, aynı zamanda en zaruri hâdisedir. Yine Blondel"i dinleyelim: "Hiç olmazsa durnak çaresini bulacak mıyım? Hayır, yürümek lazım. Hiçbir şeyden vazgeçmemek için kararımı sonraya bırakabilecek miyim? Yok, herşeyi kaybetmek pahasına da olsa yine her şeyi omuzlarına yüklenmek lazımdır; kendi kendini mahkum etmek lazımdır Beklemeğe hakkım yok, yahut da artık seçim ve tercih yapmaya kudretim yok. Eğer bizzat kendi hareketimle kımıldanmazsam, bende veya dışarıda bana muhtaç olmadan hareket edecek şeyler var; ve bensiz hareket eden her halde benim aleyhime hareket edecek. Sulh bozgunluktur; hareketin mühleti ancak ölümdür."

Var olmak, insanın samimi olarak sahip olduğu isteklerin bütününü içerisine almaktadır. Belki onların tam bir toplamıdır."Eğer ben var olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben var değilim.Var olmak istemek ve sevmektir"Hareket, varlığı yalnız bir tarafindan çekip götüren veya varlığımızda yalnız bir noktayı kazıyan kuvvet değildir. Kendi kendisine kapanan, kendi inhisarcılığına yine kendini mahkum eden hareket, ölmeğe mahkum olur. Ancak bir yönden, kendi varlığını lezzetle dolduran tek kımıldatıcının istikametinden harekete geçmek, varlığı doyurucu olmuyor. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor. İskender ölürken, büyük istilâlarının bulutu altında bunalmıştı. Sezar, saadet terennümü ile ölmedi. Napolyon, Yena"da değil, filozof Volney"i tokatladığı sırada yenilmişti.
"Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor." Bunları kendi isteğimizle vermezsek, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini âlemin dileği yapmaya çalışmak, âlemin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, kâinatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak âlemin dileğini kendi dileği yapmak istemek,âlemin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak: İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardır! Onlar asla bedbin değildirler. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü ona ümitler ve vehimler kalıyor. Zengin olanlar sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemiyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler, zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmıyacak. Bu mahrum, ümitsiz kalanlar, yalnız ihtiyarlıyanlar, sade duyularının hizasından aşağı inemiyerek hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler en çok duyanlar en çok bilenler muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkar ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çiziginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir düyada yaşamaktan ıztırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazan alemin külli varlığına bağlanmıyan, kaynağı onda aramıyan cüz"i ve ferdi isteklerimiz, alemşümul ve gerçek varlığı unutturarak tatmini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yasadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi kainatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kainattan ancak kendi anlayışiyle alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşıyabiliyorlar. Mevlana"nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış, ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da, sonu da yoktu.çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu.Sonu olan saadet gerçek saadet olurmu? O olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensipi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yaylış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zeka ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastir.Böyle olmıyan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.
***
Düşünceye gelince, o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlanmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket, her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda kendimizi, hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptıgı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder; sonra elimizi aleme acarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmıyarak fikirler; haklar, hakikatler savunuruz.Varliğımızı esir ederek arkasından sürükliyen zavallı ihtiraslanmızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığızı iddia ederiz. Alemin bütünüüne bağlanmayarak bu tarzda düşünür, varlığınn ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kainatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünüş, varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmıyacaktı. 0 bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

"Herkes düşünüyor" diyorlar. Acaba öyIe mi? Hareket hakkındaki görüşümüzü düşünceye de tatbik edeceğiz. Kainatin bütününe bağlanmıyan, sonsuzluktan cevap getirmiyen düşünceler, gerçek düşünce değildir. Olsa olsa muvaffak olamamış, gayesine ulaşamamış düşünme denemeleridir. Düşüncenin en umumi şekli. yakınlaşma suretiyle yapılanıdır. Bu düşünce, tabiatla yanyanadır. Kendisiyle tabiat arasında bir nevi komşuluk kurucudur. Alemin ve alemde hakikatler arayan şuurun çalışması böyle oluyor. Paskal"ın dediği gibi, "Eğer insan bütün tabiat olmasaydı, herşeyle ilgilenmeye kabiliyetli olamazdı."Düşüncenin ikinci basamağında, eşyaya yönelme yoluyla verdiğimiz hükümler geliyor. Eşyaya yönelişlerimiz, bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır. Bu sebepten bu tarzda düşünme, insan denen ve fert olduğu halde bütünle birleşen bu tezatlı varlığı ahlaklı yapmaktadır. Birincisinde yalnız eşya arasında münasebetler kurduğumuz halde düşüncenin bu ikinci işleyişinde münasebetler kurmaktan daha öteye gidiyoruz. Alemle, yalnız verici olan bir alışverişe girişiyoruz. İnsan öyle bir ağaçtır ki meyve vermezse kuruyor

Üçüncü basamak, aşk ve ihtiras yoluyla düşüncenin basamağıdır. Madame de Sevigne", bir mektubunda kızına, "göğsünüzde ıztırap çekiyorum" diye yazıyordu ihtirasın bütün zeka bütün anlayış olması kabildir. Ancak bunun için insan kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi, şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gerekildir. İnsan ruhu aleme doğru yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir. Dimağın ve kalbin darlıklarından sıyrılmalı, işin içinde yaşattığı vehimlerden kurtulmalıdır. Başka varlıklarin kendinde metafizik tecrübesine yer bırakmak için, bizzat kendi kendisinden boşalmalıdır. Şüphesiz ki bu hal azaplıdır, Öldücüdür, lakin hakikatlara kendinde hayat vericidir. Varlığı ölümden kurtarıcı, sonsuz ve ebedi yapıcıdır. Nihayet düşüncenin son basamağında hareketle düşünmeyi buluyoruz. Bu, fert olan varlığımızın bütün duygularının üstünde duran bir dileğin hakimiyetidir.

Hareketle alemin bütününe bağlanan varlık, böylece düşünce yönünden yine aleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyorlar. Bu mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış demektir. Bu düşünüş, alemşümul iradenin hududuna kadar gelen ve kendini ona bağlayan insani ferdi hırslarından, zümre menfaatlerinden, kinlerinden ve hasetlerden temizliyor. Alemi bir varlık gibi birleştiriyor. Son ağırlık olan kendi varlığını da sahibi olan bütüne, bütün hareketler içinde, teslim ediyor. Alemşümul merhametin kendi içindeki bir sonsuzlukta yaşaması sonunda, kendini alemden ve alemi kendinden ayıramıyor. Bu düşünüşün büyük sırrına erenlerden Saint Pierre, ilk Hıristiyanları zalim Neron"a bırakarak Roma"dan kaçarken, Mesih"in kendini karşılayan hayali karşısında yere kapandı ve mazlum cemaatle birlikte ölmenin sevinçli iradesine sığındı, tekrar Roma"ya döndü ve düşmanlarına teslim oldu. Var olmak gerçek manasıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böylelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.İnsanların, ruh ve irade bakımından parça parça bölünüp ayrılmaları, insanlığın bunca sefaletlerini yaratıyor. Hele bir milletin fertleri arasında zümreleşmeler her gün yeni felaketler doğurucudur. Varlıklar arasındakı ayrılıklar zahiridir; varlık birdir. İnsanlar arasındaki başkalıklar, aynada görülen hayal gibi aldatıcıdır; insan birdir. Bir milletin fertleri, aynı vücudun organları olduklarını, aynı iradenin emrinde bulunduklarını unuttukları zaman millet yıkılır. Birlikten ayrılan, birliği bozan hasta bir ruhtur, hasta bir varlıktır. Sihhatli yaşayışta Kinler yok, düşman davalar yoktur. Kin ve garaz, varlığın kendi kendine inanmadığı yerde doğan bir afettir.Mutlaak sahibini mahvedecektir .İnandığımız varlık, Bir, alemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı essiz eserdir. Biz ise O"nun en mükemmel parçasıyız. Artık felsefemizin formülünü ortaya koyabiliriz:

Hareket ediyorum, düşünüyorum, Birliği seviyorum, 0 halde varım.

Nurettin Topcu,Var Olmak
Devamını Oku »

İki Sanat İki Ahlak

osmanli-sanati

Avrupa, medeniyet bayrağı altında bize saldırmadan evvel büyük bir millettik İlk ceddimiz Alparslan, tarihimizin kuruluş gayelerini Malazgirt'te kazanmaya hazırlanırken imanına sığınmıştı. Sonra bu topraklara Yunus’un nefesleri sindi, Yıldırım'ın kanı karıştı. Hallacın kabrindeki secdesinden ayaklanan Türk çocukları, birkaç asırlık hamle ile Viyana’dan Mısıra kadar üç kıtanın kapılarını tuttular.

Üç kıtanın efendileri idik. Çünkü o zaman daha Avrupa ya el açmamıştık. Büyük, çok büyük sanatımız vardı. Şiirimizin en temiz ve ulvî uslûbuna örnek olan Yunus’un ilâhîleriyle Allah’ın hilkat eserine taş halinde nazire olan Süleymaniye o sanatın şahitleridir. Bu büyük bir milletti ve bu milletin dünyaya değişilmez bir ahlâkı vardı. Birbirimizi seviyorduk; çünkü Allah’ı seviyorduk.

Sonra ne oldu? Âlemin hayran olduğu bu millet saltanatının orta yerinde bir Bizans ve bu şehrin ortasında bir Tepebaşı yükseldi. Hakikatte bu bir çıbanbaşı idi. Biz buraya ehemmiyet vermedik, onu besledik, onunla zevklendik. Burası, bizi dıştan yıkıp çökertemeyen Avrupa'nın içimizden yıkmak için keşfettiği bir mikrop yuvası idi. Dünyada bu kadar ruh sıkıcı, bunaltıcı tepe olamazdı. Karanlık kuyulardan daha berbart bir havası var- Burada bizim lisanımızla ve bizim hayatımızın maskesine bürünmüş, bize suikast yapan yabancı ruh pusu kurmuştur. Her devrin kundakçısı olan çürütücü meşum hayalet orada barınır Tanzimattan beri her iki nesil mukaddes kurbanlarını orada feda etmiştir, Servet-i funun edebiyatının kahramanları hep o tepenin üzerinde dolaştılar. O neslin çocukları bütün kurbanlarını orada düşmana bıraktılar.

Bunlar düşmanlarını bilmiyorlardı; bilseler kurtulurduk. Meri ve siyah ın Aşkı memnu un ve Eylül’ün kahramanları bu tepede dinlenirler. Buranın havasını teneffüs ederlerdi. O devrin büyükleri garba bu tepeden bakıyorlardı. Memleketi asrileştirmek isteyenler rumca şarkıları burada dinlerdi. Devrin bütün rengi soluk, kalbi hasta çocukları burada ruh teneffüs etmeğe çalışırlardı. Günün birinde kaza ve kader neslin perişan çocuklarını bu tepenin zehirli havasından kurtardı. Vaktiyle kuruluşumuzun beşiği olan Malazgirt’ten daha yukarılara, Erzurum yaylasına geldi. Millette bir istiklâl iradesi uyandı. Bir neslin çürümeyen, çürütülmeyen çocukları düşmanı alkışlamamaya, gayretle el açmamaya yemin ettiler. İman muvaffak oldu.

Lâkin çok uzun sürmedi. Bir neslin kanı pahasına istiklâline kavuşan mukaddesat, bu sefer daha sefil ellere satıldı. Rengi kansız, ruhu renksiz, yüzlerindeki dejenere çizgilere kadar bize yabancı bir neslin çocukları Tepebaşında “Kafatasını, “Unutulan Adam”ı alkışladılar ve alkışlattılar. Bunlar, bizim bütün mukaddesattan soyarak avare bıraktığımız hastalıklı çocuklarımıza zevk vadettiler ve temin ettiler. Mektebi zindan ve sinemayı cennet diye tanıttılar; mabedi tımarhane, meyhaneyi mâbet diye tanıttılar, bizi çocuklarımıza düşman, kendilerini dost diye tanıttılar. Bunların eseri, oğulu babaya, kardeşi kardeşe tanıtmaz hale getirmek oldu. Kimdi bu adamlar? Bizim topraklarımızdan gelmeyen, yüzleri bize benzemeyen ve zevkleri bize ıztırap veren, istiklâl şairimizin tâbirile “Aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”i andıran ve nazarlarından taşan mâna “İbadullahı istihkar” olan bu düşman zümre nereden gelmişti? Bunları hatırlıyorum. Bunlar, çarıklı köylünün

Parası ile Parisin okutulan,kendini besleyen köylünün kendine yüzkarası olduğunu söyleyen ve kendisine hangi milletten oldğu sorulduğu zaman tefahürle ayağa kalkıp “Yugoslav!” diye haykıran gençlerdi.Bunlar garp

medeniyetinden eser diye bir frenk veya Yahudi kızı ile evlenerek memlekete dönen, askerlik yapmamak için doktorlara dost olan, Anadolu'ya gitmemek için İstanbul da dilini tutup vazife  efendisine el bağlayan münevver gençlerdi.Demokrasiye düşmanlık despot devletçilik itibarda olduğu zaman bunlar alkışçı idiler,demokrasi bir nizâmı sömüren yangın halinde anlaşıldığı anda bunlar körükçü oldular. Bunların tek bir gayeleri vardı.: Bu vatanı yakmak, bu devleti çöktürmek. Bir gün geldiki ilim müesselerinde ki ecnebi mütehassıslarının etrafında bunları bir vatandaş halkası halinde toplanmış gördük. Başka bir gün mahkemelerde katil alkışlanır ve omuzlarda taşınırken da bunlarda binalarımızı, sanatımızı yakıyorlardı. Mahkemelerde ‘bu milletin ahlakı olmaz” fermanını hakim kılmaya, ellerindeki ateşlerle de sanat  müesseselerimizin kül olan enkazına “bu milletin sanatı olmaz" meşum ibaresini yazmaya çalışıyorlardı.


Bunlar, Tepebaşında ki sahnede de aynı pervasızlıkla "bu milletin sanatı olmaz", "bu milletin ahlâkı olmaz!" ibaresini çalıştılar ve çalışıyorlar. Kızıl gömlekli, eli kanlı, vicdanı kanlı bir zümre var ki onlar bu eserin sahibidirler, onlar bu eserin muvaffakiyetinin saikidir. Oniki yaşından itibaren orta mektebe başlayan çocuklarımıza okunmasını sınıfta tavsiye edeceğimiz esere bakın; Ana ile baba arasındaki mükaddesatı sıfıra indiriyor. İyi ve fenayı öğretme yol ile terbiye tarzına bakın: Şekaveti, ahlâka hücumu ibret olsun diye talim ediyor. Masum insana, cinayetin fena olduğunu öğretmek için adam öldürtüyor. Hırsızlıktan iğrendirmek için izzetinefsii gence hırsızlık yaptırıyor. Görüyorsunuz ya, terbiye metodlarını Lâkin bu, onların sanatıdır. Sanatları her şeydir;ismi realist sanattır. Kör olası realite! Daha ne fena var ki tasvir edelim ! Lâkin dikkat ederseniz, ibret derslerimiz hep Şehvetin etrafında toplanmaktadır. Ya gençlerin alkışla aşınan elleri…Onlar en büyük hırsla şehvet sahnesini ve rakı masasını alkışladılar. Bu gün zavallı fazileti, hayatını hasrettiği selâmetinin tahakkuk edemez rüyası içinde sessizce ölenleri veya bu çılgın sele sade göğsündeki imanla karşı gelmek isteyenleri alkışlamak icap ederse ne yapacaklar? Ellerinde kuvvet kalmadıki, alkışlarında daha yüksek bir top bırakmadılar ki... Hem ayellerle mi alkışlayacaklar, şehvete çırpınan ellerle mi?..

İşte "Meyhanen, aç gözlü, dokuz yüzlü şerir”, ağzında piposu, yüzünde onun dumanından daha belirsiz, daha pis çizgilerle menfaatsız, şerefli yüzlere karşı “Menemen hâdisesi yapıyorsu­nuz. Size göstereceğiz!" diye hiç utanmadan, ama hiç, gözlerine ne bir insanlık alâmeti, yüzlerine ne de bir haya perdesi sirayet etmeden sataşıyor. Karşı taraf şereften ve namustan bir cephe halinde, telkinlerde yetiştirdiği nesle artık hareketiyle örnek ver­meğe hazırlanmış olanlar ikiye ayrılan cephenin ortasında vakarla savaş gününü bekliyorlar. Ruhlarda bir seferberlik hazırlığı var. Kendilerinin, Alparslan’ın, Yıldırımın ve bu neslin çocukları oldu­ğunu bilenler bir yana, eli ve vicdanı kan içinde lekeli kızıllar öbür yana ayrılıyorlar. Açıktan açığa safların teşekküle başlaması onları dehşetle endişeye düşürdü: Millet cephesini yıkmayı gaye edinmiş neşriyat mı var; onlara koşuyorlar. Cinayeti alkışlayabilecek bula­şık eller mi var; onları kiralıyorlar. Menfaatla kullanılır vicdanlar mı var; onları yokluyorlar.

Ne yapsalar boş... Cephe teşekküle başlamıştır. Bu cephenin namuskâr safları içerisine maskelenip giren çehreler, milletin safini içinden bozguna uğratmak ve dağıtmak endişesiyle çırpını­yorlar. Her yere nüfuz eden bu hüviyeti şüpheli şahıslar sağa sola, her tarafa şu şüpheleri sokmaya çalışıyorlar:

Hadisenin ne ehemmiyeti var ki? Yine büyütüyorlar? Ne mânâsız hareket?

Dünyanın her tarafında ahlâksızlık vardır? Bu ne telâş

Milletin huzurunu bozuyorsunuz!

Paris'te Sorbon un kapısında “Humanité” gazetesi satılırmış, bize ne oluyor?

Sanat hürdür, ahlâka uşak olamaz. Siz sanat bilmiyorsunuz.

- Medeni dünyadan haberiniz yok. Siz inkılâbı hazmetme­mişsiniz.

...Bunların hezeyanları çoktur. Ne sanatı, ne garbi, ne Sorbon’u, ne inkılabı, bunların hiçbirisini bilmeyen, görmeyen, anlamayan bu zümreye, tarihini, milletini, mukaddesatını, ailesini ve bu mukaddes varlıklarının bir zerresini her ne pahasına olursa olsun asla feda etmiyecek olan kahramanların safından şu hitap yükselecek: “Sanatınız, ahlâkınız, insanlık değerleriniz ve zevke hizmetkâr vicdanınız bize düşmandır. Bunlar her zaman bize düşman unsurlarla birleşmekte tereddüt etmemişlerdir. Bir millet artık bunlara son veriyor, paydos! Bir millet şuuruna sahip oluyor. Artık size, mukaddesatımızın çizgilerinden çıkıp bizden ayrılmak düşer, ahlâkımıza düşman olan sanata da sahneye de, garpçılığa da, böyle insanlığa da... Biz kendi hayatımıza kendimiz de örnek oluyoruz; kimsesiz, tarihsiz ve şöhretsiz bir millet değiliz!”

Bizim Türkiye, sayı: 7, 3 Mart 1948;
Devamını Oku »

Demokrasi-Kemiyet'in Hakimi

Demokrasi Kemiyet'in Hakimi'Demokrasi, keyfiyetin yerine kemiyeti koyduğu gibi ruhun ferisi de maddeye bağışlıyor. Çoğunluğun sözü geçerliği, kemiyetin hâkimiyeti  îdi. Bir toplumun ferdi ruhtaki akislerinin yerine toplumun madde olan kütlesinin hâkim oluşu ise ruhun yerine maddenin geçirilmesidir. Toplum içinde her ferdin dileklerini hâlda» kılmak gaye olmamalıdır. Çünkü toplum hayatında en bayağısından başlayarak iyi ve kötü bütün dilekler yaşatılmaktadır. Bunların, kültür ve ahlâk bakımından yükselmiş fertlerin ruhlarındaki akislerinin bizzat bu büyük ruhlar tarafından seçildikten, elendikten, ayıklandıktan sonra temiz ve Allah’a yararlı olanlarının ayrılıp cemiyette hâkim kuvvet haline getirilmesi ideali teşkil edebilir. Fert fert vatandaşların isteğini yerine getirmek için hükümet kapılarında dolaşmak temsil görevi değildir.

Millet iradesini temsil etmek, oy sahiplerine yaranmaktan bambaşka bir şeydir. Milletvekilinin, fertlere minnet ve müdahalesi olmamalıdır. O ancak büyük mesuliyeti omuzlarına yüklenmiş, vicdanına minnet borçlu olduğunu bilen ve yalnız bu mesuliyetin huzurunda eğilen insandır. Önünde eğileceği kuvvetler, ruhî kuvvetlerdir. En başta Allah emri, ondan sonra millet dâvâsı, anayasa ve devlet iradesi onun âmirleridir.

Nurettin Topçu,İradenin Davası
Devamını Oku »

Din Terbiyesi

Din terbiyesi şahsiyet terbiyesidir. Çok bilgiler, hikâyeler ve öğütler insanı dindar yapamaz. O, damarlara yapılan aşı halinde bir aşk terbiyesi verilir. Dindar çok seven ve sevgiden örülen bir şahsiyetin sahibidir. Dindarlık; ilmi, sanatı, ahlâkı ve insanlığı severek Allaha ulaşmaya kabiliyetli bir ruh örgüsüdür. Dindar için, din düşmanı yoktur. Sadece Lütuf dan mahrum olan gâfıl ve zavallılar vardır. Gerçek dindarın kalbinin kaidesi, Mevlâna’nın türbesine yazılı şu ilâhi davetten başka olmamalıdır:

Gel Gel. ‘nereden gelirsen gel! Kâfirsen de, rind isen de, put-perestsen de gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da gel.

Din terbiyesi hayâ terbiyesidir. Zamanımızda yeryüzünde silinmek üzere olan hayâ, siyasete atılarak hıncını almak için particilik yapan hocanın yüzünden, hepsinden kara bir süngerle silinmişe benziyor.

Din terbiyesi merhamet terbiyesidir. Hayâyı anlatmak da merhametle olur Çünkü hayâsızlık, en büyük merhametsizliktir. Büyük millet ve iman şairimize, nazarlardan taşan mâna ibadullahı istihkar! dedirten hayasızlık bugün kirli ayaklardan merhametsiz başlara tırmanmış bulunuyor. Cemaata “dur!” diyebilecek ses, ömrünü yalnız Allah sohbetiyle geçiren ruhun sesi olacaktır. Onun, Allah’ın kullarına merhameti de Allah sevgisinin ölçüsünde hudutsuz olmalıdır.

Din terbiyesi hörmet terbiyesidir. İnsana, eşyaya, toprağa ve bütün varlıklara hörmet edenin bu hâli, hiç durmadan içimize dolan merhamet dalgalarıyla beslendikçe Allah’ın bu emanetlerine kendimizden geçerek, menfaatsız, garazsız, karşılıksız hizmet etmemiz Allah’a ibadettir. Din terbiyesi bu ibadeti öğretmelidir, Çocuklara örneklerle ve telkin yoluyla sunulacak, ileri kültür basamaklarında ise felsefe ve hikmetle yoğrulacak olan din terbiyesi, İslâm’ın ruhunu yeniden hayata ve bugünkü sefaletten kurtararak kendi gerçeğine kavuşturacaktır.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Yavuz Sultan Selim’in İlme ve Âlime Hörmeti

Büyük atamız Yavuz Sultan Selim’in ilme ve âlime hörmetini ifade eden pek meşhur bir hâdiseyi de anlatmak istiyorum. Yavuz Mısır’ı aldıktan sonra bu ülkenin idaresini bir Kölemene teslim ederek İstanbul’a dönüyordu. Ordu, Adana civarında yürür ken, Padişah kendisinin sol tarafında at üstünde giden, Sinan Paşanın Mısır’da düşman tarafından katledilmesiyle tâyin ettiği yeni sadrazam Yunus Paşaya dönerek, “Ne dersin Yunus, Mısır ı da aldık,” diye söz açar. Bunu firsat bilen yeni sadrazam, “Evet Padişahım, Mısır’ı aldık ama eğer Firavunlar ülkesini bir Kölemen’e bağışlayacağınızı bilseydik kullarınız ardınız sıra gelmezdik” diye cevaplandırır.

Bu sözün altında belki de devleti sarsabilecek gizli bir fitne kazanının kaynadığını sezen hikmet sahibi hüküm­dar kılıcını çeker ve bir vuruşta sadrazamın kellesini düşürür. Yine de hırsını alamaz ve atını mahmuzlar. Padişahın sağ yanında at süren kazasker İbn-i Kemâl heyecan içindedir ve geride kalmıştır. Padişah ona dönerek yanına gelmesini işaret eder. Maalesef İbn’i Kemâl’in atı, Padişah’ın yanına vardığı anda yerdeki iri çamur yığı­nına basarak çamuru padişahın üzerine sıçratır ve kaftanını baştan aşağı çamura bulaştırır. Bu hareket üzerine korkudan titremeye başlayan kazaskerin hayret bakışları önünde Padişah atından iner, kaftanını çıkarır ve kaftancıbaşıyı çağırarak ona teslim ederken şu sözleri söyler: "Alınız bunu, tabutuma örtünüz. Zira ulemânın atı­nın ayağından sıçrayan çamur dahi bizim için şereftir.” Nesiller için bir ilim müzesi olacak o kaftan hâlâ onun tabutunu örtüyor. Lâkin ibret alacak ziyaretçiler yok, onlar ölmüştür.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Din Görevlisi Kimdir?

Din görevlisi ahlakı ile örnek olan kimsedir. Onun en başta görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak, ister vücutta ister ruhta gözüksün, lakin her halde ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara uzanıp onları yerden kaldırmaktır. Din görevlisi ruhların kurtarıcısı, ahlak yaramızın doktorudur. Kin ile kibirden temizlenmiş, menfaatlerden sıyrılmış, nefsini unutmuş, kalbi ve kafasıyla Allah'ın bütün kullarının imdadına koşmak isteyen, dünya gözüyle gönülsüz, Allah gözünde kahraman hizmet eridir.

Ayin, terennüm, teganni, temcit onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzak kalırlar.İslamın aslında ruhban sınıfı olmadığı gibi işi gücü merasim ve teganni olan din adamları sınıfı da yoktur.Bunlar sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır.İmam,öüezzin,müftü ancak bu görevleriyle kendilerini din adamı zannetmesinler.Esasen bunların ilahi görev organları olarak tanımadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlaması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyodu. Halkın böyle bir parazit sınıfından hoşlandığı kabul ediliyordu Halbuki bunların varlığının hiç olduğu meydandadır Onların görmede olduğu işleri yapmakla beraber, gerçek mânasıyla din görevlerini benimseyecek bir sınıf insanın yetiştirilmesine ve hayat sahnesine çıkarılmasına bugün her zamandan ziyade muhtaç durumdayız. Çünkü maddeyi putlaştıranlarm taşkınlığı ile madde putlarının fezalara yükselen heybeti, İlâhî dâvayı boğmak azmindedir. Çün­kü bedenlerden ve yünlerden silinen haya duygusu, şimdiden bir efsane olmak üzeredir, artık sefillerin feryadı ruhlarda bir iz bile bırakmıyor.

Böylesine duygusuz bir insanlığı kurtaracak olanlar, tehditçilerle terennümcüler değildir, Baba, Almanya'dan kaçırdı­ğı arabanın direksiyon zevklerine bağlanmış yaşarken, oğlu spor sirklerinde sarhoş dolaşan, tüccarı vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet teşkilâtı içinde helâl rızkını , kazanma sevgisi bir efsane, bir serap olmuşken, radyoda Kur’an okutulmasını dindarlık diye karşılayan; şehirler ve kasabalar, hattâ köylerın esiğine kadar henüz aşk ve iman çağında serseri, mücrim ve şaki olanlarla dolduğu bir devirde dolandırıcı tüccarları ile saf kalplı fukarası Hac yolunda günah çıkarmaya koşan; hoca talebesinden çekinirken delikanlı, talebe birliklerinde devletten saptıkları bol tahsisatı paylaşma yarışında yuvarlanan; gençliğe örnek olması lâzım gelen profesörleri fahiş fıatlarla kitap ihtikârı yapmaktan utanmayan, kürsüsü para, öğretimi para, gazetesi para, iktidarı para, seçimi para kuvvetiyle kazanılan bir cemaatın içinde telaffuz, terennüm ve taganni ile, efsanecilikle ve cansız öğütlerle yapılacak din görevi yoktur. Bugün bunlarla yapılacak hiçbir şey yoktur. Gerçekte din, asrın günden güne artırdığı bunca sefaletle­re karşı koyacak en kuvvetli silâhtır. Ancak bu silâhı kullanmasını bilenler din görevlisi olabileceklerdir. İslâm'ın bugünkü yetim ve elemli manzarası, böyle bir din adamları zümresinin yetişmemiş olmasındandır. Bu sebepten İslâm dünyası gerçekten sahipsiz bulunuyor. Din adına Hac yolunda bile soyulanlar, âdeta beyinlere kaynar yağ dökerek, mesuliyet duygusundan sıyrılmış, bilgisiz ve iradesiz bir sömürücü zümrenin, cemaatın başını çekip karanlık­lara sürüklediğini fark etmiyorlar.

Din adamı kalabalıktan değil, Allah'tan kuvvet alacaktır. Onun büyük Yalnız a iştirak vasıtası kendi ferdî ruhudur. Ruhu­nu köprü olarak kullanmakla Allah'ına ulaşacak ve cemaatı da bu yoldan geçirip Allaha ulaştıracaktır. Bunun için kendi ruhunun ıslahına, ihyasına çalışması lâzımdır. Ticarethaneyi, fabrikayı ve cemaatın başları üstünde sürülen saltanatı bıraksın. Yalnızlığı ile Allah'ın saltanatına sığınsın.

Nurettin Topçu, İslam ve İnsan
Devamını Oku »

İslâm Dünyasının Hali ve Bir Müşteşrikin Yorumu

MÜSLÜMANLIK

Her dinin esasında İlâhî iradeye iştirak ve ona teslim oluş var­dır. Bu halin gerçek gayesi, ruhun yükseltilmesidir. Buna ahlâklılık denir. Bütün dinler, insanların ahlâkını yükseltmeye çalışmışlardır. Ahlâkta ise pekçok dereceler ve sonsuz basamaklar vardır. Hayır­ların sayısı sayılmıyacak kadar çok ve üst basamakları alçaklardan bakanlara görülemiyecek kadar yüseklerdedir. En alt basamaklar, başkalarına zarar vermemekten, karıncayı bile incitmemekten başlar; en yukarılarda onun Allah iradesiyle kucaklaştığı görülür. Yine her dinin kendine özel ayrı bir ahlâkı vardır. Ancak bir ahlâk sisteminin dine bağlanabilmesi için zorunlu olan esaslar bulun­maktadır. Yani her din ahlâkında bulunması şart olan esaslar vardır ki onlarsız her hangi bir ahlâk sistemi dinî sayılamaz. Bu esaslar, ilâhîlik temeline dayanan menfaatsizlik, sonsuzluğa uzanma, aşk ve samimiliktir.

Menfenfaatlar, hırslarımızın zehirli yemişleridir. Herbiri ayakları­mıza vurulan birer zincirdir. Onlarla Allah'a gidilemez. İnsan için gerçek esirlik her taraftan gelen, her çeşit menfaatlara bağlanmak­tır. Hangi endişe ile ve hangi yüksek gayenin hayaliyle bezenmiş olursa olsun, menfaatla dostluk kuran, gece gündüz ibadet de yap­sa, Allah a dost olamaz. Bunda dini yükseltme veya cemaatı kur­tarma gayesini kalkan olarak kullananlar en büyük riyakârlardır; onlar en büyük günahkârlardır.

Sonsuzluğa uzanmıyan hareket de Allah'a götüremez. Sonu  olan hareketler ve tatminlerle tükenen istekler dünya hayatımı zın düzenini sağlayıcı olurlar; lâkin onlar mukadderatımızı gerçek gayesine ulaştırıcı değildirler. İstek bir tatminle giderilir. Sonsuz servet, sonsuz devlet, sonsuz şöhret Allah’a yolculukta bir karınca adımı kadar bile ilerletmiyor. Hattâ sonsuz ilim, sonsuz sanat bile, İlâhî eşikten atlamasını bilmiyenlerin sırtında kâbus gibi bir ağır­lıktır. Gerçek sonsuza varmak için, servetsiz, devletsiz, şöhretsiz, teknik hırsından kurtulamıyan ilimsiz, sanatsız sonsuzu istemek lâzım geliyor. Ancak bu mutlak sonsuzun isteğinde ilâhı iradeyle kucaklaşmak kabildir.

Sonu olan varlıklara ve tatmin ile nihayetlenen hareketlere bağlanırken Allah'tan ayrılıyor ve din dünyasının dışına çıkmış oluyoruz. Dünyadaki münasebetlerimizi düzenlerken varlıkların ve olayların gözüne bakıp onlardan işaret beklemek bizi Allah'tan ayırır. Dindar gibi davranmak, bu esnada ayağı toprağın üstünde iken gözlerini Allah’a kaldırıp Ondan ilham ve işaret istemek­tir. Eşyanın en hesaplı işaretini alan kurnaz hayat diplomadan, mahir muvaffakiyet simsarları, din adamı ve din büyüğü kisvesi altında da olsalar, Allahsız hareket adamlarıdır. Halk çoğunlu­ğunun kendine örnek edinmeye çalıştığı hayat müsabakasının bu mahir yarışçıları, ruhlarımıza musallat olarak onu kemiren kurtlardır.

Hıristiyanlıkla ruh dünyasının güneşi gibi parlayan ve Islâm’­da kemâline ulaşan aşk ise bize Allah’ı tanıtan yetidir. Allah’ı, peygamberliği onsuz anlamak, dinin hakikatlarına onsuz varmak kabil olmadığı gibi, aşk olmadan insan gibi yaşamak da boş bir iddiadır. Dinde kaideler ve ahkâm, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağ­lanmak taassup denilen körlüğe götürür, Allah’la dostluk bırak- maz. Bu tarzda kaideciiik ilerledikçe gaflet sebebiyle Allahsız daha berbat bir hoyratlığa ulaşılır. Mevlâ-na ‘’Aklı sat da aşkı satın al' diye Allah a götüren kılavuzu tavsiye etti. Kendi halini anlatırken o, “Aşk sözünü duyar duymaz canımı üa, gönlümü de, gözümü de onun yoluna koydum demiyor muy­du? Çıplak akılla ve bütün ömürleri boyunca kafalarına yerleştiri­len kalıplarla düşünenler, ilâhi denemeden hiçbir şey anlıyamazlar, ve ruhlarında Allah tecrübesini bir an bile yapamazlar. Sadece kafalarındaki klişe plâkları çalar dururlar ve gölgelere kumanda ederler.

Samimilik, dindarlıktan hiçbir zaman ayrılmaz. İnsan, sami­miliği kaybettiği anda Allah’tan uzaktadır. Samimilik, kendi ruhu­nun derindeki yaşayışını hareketleriyle ve bütün iradesiyle takip etmek, başka deyimle kalbinin yolunda yürümek demektir. Kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Sahtekâr aklın ve menfaatların galebesi onu ortadan kaldırır.

Hayat hazlarına ve muvaffakiyet cilvelerine haris olanlar, sami­milikten, kendi kendilerine oldukları gibi görünmekten ve kendi içsel iradeleriyle dostluktan korkarlar. Onlar, kendi vicdanlarından kaçıp uzaklaşmak isterken dönüp dönüp; ona kurşun atmaktan hoşlanan, kendi samimiyetlerinin katili zayıf ruhlardır. Samimi­yetsizlik kalbe karşı gelmektir. Kendi kalplerine karşı koyarken ya hırslarıyle zaaflarından, veya başkalarının telkininden veyahut da ilimleriyle otoritelerinden ferman alan gafiller, dinin ülkesine ayak bile basamayan bedbahtlardır. Blondel diyor ki: “Her günah affedi­lir, yalnız nefsine karşı samimiyetsizlik günahı affolunmaz"

Bu esaslar, aslını kaybetmemiş olan her dinde bulunuyor, özellikle Islâm ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerde müminin ruh yaşayışı bu dört esasın üstünde yükselmektedir. Dinin dairesi bunların içerisinde bulunuyor. Nefsinden sıyrılmak ve sonsuzluğa yönelmek, kendi kendisinin ıstırabından ayrılmıyan aşk ve hakikatların yanıltmaz kılavuzu olan samimilik, dindarlığımızın şartla­rıdır. İslâm dini, bu temellerin üstünde kurulan İlâhî âbide olduğu adını alanların ve özellikle kendilerine din adamı denilenlerin bu esaslardan uzaklaştıklarını görüyoruz.

Bunlar, hep dünya tarlasına gömülü emellerle hırsların yüzünü boyayarak İslâm'ın ruhuna yerleştirmeye çalışırlarken farkında olmadan büyük teknik yarışında koşan asrımızın canavar hırsla­rının müdafaasını yapmaktadırlar. Hem böylelikle yabancılar ve inanmayanlar tarafından beğenildiklerini düşünerek bu aşağılık duygusundan kuvvet alıyorlar. Asrımızda İslâm idealizminin yeni­den hayat kazanması bunlardan beklenemez. İslâm! diye ellerine geçen unsurları övmekten başka sermayeleri olmayan bu nesil, kendinden evvelkilerin medhiyyesini yapmaktan fazla bir ruhî güce sahip değildir.

İslâm dünyasının acıklı halini neşterliyen Ludwig V. Mises’in şu satırları ibretle okunmaya değer:

‘Müslümanlık bugün müminlerine, namaz kılmak, oruç tutmak, gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor, ruhlara hiçbir gıda vermiyor, sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri, içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor.

Ruhu eziyor;onu ne yükseltiyor,ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görülmüyor. İslam hala Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şeyledir; bunlar, din adamlarının ,daireninin dışını aydınlatmamaktadır. "Büyük ruhlar yetişmiyor, Müslümanları birbirlerine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır. Gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır, Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslâm dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkarılan bütün hareketler, hep yabancılar hakkında yaşattıkları kinin eseridir,»

Bu sözleri hepimizin şahit olduğu bir gerçek olarak kabul ettikten sonra, bu cemaatı sürükleyen zümrede aşka yer ayırmak kabil olur mu? Sakın onlar yanılıp da dâvalarının muvaffakiyeti diye benliklerine bağlı taassuplarının zaferinden doğan sevinci aşk ile karıştırmasınlar. Onları zıplatan, Sezar’ın kılıcı ile Enver Paşa'nın kadehini şakırdatan kaba bir şahlanmadır.

Aşk hiçbir zaman büyük kalabalığın hayranlığı ile kuşatılma­nı ıştır. O bilakis ıztırabın dostudur.

 

Nurettin Topçu - İslam ve İnsan
Devamını Oku »

Doğru Kitap Okuma

Okunan kitap, bir ambara doldurulan eşya gibi hafızamıza bilgiler aktarıcı olmamalı, şuur yetilerimizi bir bileyi taşı gibi bileyici olmalıdır. Bir yığın ve ya bir kitle değil de bir kuvvet ve içsel bir hareket cihazı olmalıdır. Okumadan önce eser seçmenin büyük önemi bilinmelidir. En çok kitap okuyan değil, okuduğu kitaptan görüşler çıkaran ve onu, bir tarlayı derince kazıp didik didik eden alet gibi işleyen kafanın çalışması değerlidir. Her çıkan kitabı okuduğunu söyleyen kimse, bir tehlikenin ve beklide bir uçurumun başına doğru yürüdüğünü unutmasın. Büyük düşünürler sonunda, birkaç kitabın, bir yazarın eserlerini, hatta yalnız bir tek kitabın ihtiraslı hayranı olarak yıllarını onun etrafında geçirirler ve o zirveden dehalarının eserini fışkırtırlar. Hafız; Kuranı üç günde bir hatmededursun, ömrünün sonuna kadar içini tükenmeyen, yüzyıllarca bile tükenmeyeceğini can gözüyle gören, Büyük Kitabı anlamıştır. Kuranı gerçekten okuyan işte odur.

Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Bilmek ve Düşünmek

Zamanımızın insanı, asrın dimağı ve duyguları şiddetle sarsan olaylar fırtınası içinde, sürekli kasırga altında bir türlü yeşeremeyen ağaçlar gibi sanki düşünmekten korkuyor, olayların kalıplaşmış bilgisine kolayca teslim oluyor. Aynı zamanda olayların ağır yükü altında bunalan şuurlara saldıran dış tesirler de düşüncenin yolunu tıkamaktadırlar. Kanunların yolluğu gibi çokluğunun da hak ve hürriyetlerimizin korunmasını tehlikeye sokabileceği kitap yokluğu kadar yayınlanan kitapların çokluğu da şuurların hür işleyişini köstekleyicidir.

Günümüzün meselelerini karşılayan çözüm yollarının çokluğu zihinleri tembelleştirip cesaretsiz yapıyor. Bu günkü bol gazete ve aşırı reklâmlarla yan yana yürüyen kontrolsuz neşriyat, genç beyinleri şaşırtıyor, yoruyor ve kendi kalıpları içinde kolayca dondurabiliyor. Bütün bu tazyiklerin altında zihni bunalan bir nesle yaranmakla şöhret yapan sahtekârlar, Sultan Abdülhamit in örnek hükümdar olduğuna. Yakın tarihin bunca belgelerine rağmen, halkı inandırabiliyorlar. İnsanlığımızın bin yıllık tecrübelerinden sonra. Anadolunun milli vatan olmadığını, milli vatanın Ortaasyada olduğunu söyleyen deliler, akıl hastalarının bol bulunduğu bir şehirde hala serbest dolaşıyorlar. En çok yüksek mühendis yetiştiren bu günkü maarifin zirvesi mühendislik tekniğinde sanki sembolleşen bir millet, şehirlerinde kümes aralarında dolaşanlar gibi yaşayabiliyor. Bu yolda sıralanacak örneklerin hepsi, her alanda bilgi toplayan, ancak düşünmekten kaçan berbat bir gelişmeyi ortaya koyucudur.

Nurettin Topçu, Var Olmak
Devamını Oku »

Bir Milletin Kendi Tarihini İnkar Etmesi

İnsanlığın iradesi ızdırabın eseridir, dedik. Izdırap bizi kâinatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kâinatın bütünü haline koyuyor: Buna aşk diyoruz. Izdırabımız aşkın eseri değil, aşk sonsuz ızdırabımızın çocuğudur; onun kendine bir mevzu bulmasıdır; varlıklardan birine bağlanarak kendindeki aşkın denize bir sükûn, muvakkat bir istirahat aramasıdır. Filozof Paliard’ın dediği gibi,“zenginliğin ve şöhretin âşıkları vardır, ilmin aşıkları, güzelliğin aşıkları vardır, bir de aşkın aşıkları vardır. Ve hepsinde gördüğümüz, onları pençesinde tutan mütehakim hayallerinden başka her şeye karşı bir kayıtsızlık, bir anlayışsızlık, bir asabiyet”. Aşk içinde ızdırabımızın bağlandığı varlıklar birer birer kutsallık kazanırlar. İradesi,. ızdırabı olmayan insanın gözünde birer tahlil ile hiçe indirilebilen varlıklar aşk içinde mukaddesâda yol olurlar ve kalbimizi, çırpınarak secdeye vardığı büyük huzura çıkarırlar. Fikir ve zekânın metodları ile, ilim yoluyla aklın kabul etmediği nice mukaddesat aşk yolunda kalb için kâbe oldular. Aşkın ifadesi olan secde, sığınmak demektir ve aşk insanın bütün irade kuvvetleriyle kendinden başkasına sığınmasıdır. Aşkımızın bir sonu, bir bittiği merhale bulunmadığı için onu arayan ızdırabımız da nihayetsizdir. En büyük ilme ulaşamamanın, en azametli varlığa sahip olamamanın ızdırabını çekiyoruz. Daha çok sevmeyişimizin, hatta dilediğimiz kadar acı çekmemiş olduğumuzun ızdırabını çekiyoruz. Dilek, ızdırabla hamleler yaparak, daha büyük ızdırap için aşk duraklarında mest olup dinlenmek suretiyle, bir sonsuzluğa, Allah’a doğru ilerliyor”

Bir milletin kendi tarihini inkar etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında bir fark yoktur. Ancak milletlere tarihlerini unutturmak kolay olmuyor. Böyle teşebbüsler, ona girişenlerle milletin ruhu arasında uçurum açıcı olmaktadırlar. Tarih, bir millet ruhunun kaynağıdır. Ecdat bizim irade sefaletlerimizn tutunacağı destektir ve bu manada ölüler bizi yaşatıyorlar. Yalnız bir fert kendi kendine bir millet sayılmadığı gibi, mazisi olmayan, yalnız bir an içinde tasavvur edilen millet de kabul olunamaz. Millet fizik ve sırf mekani bie unsur değil, ancak zaman içinde tasavvur edilen dinamik bir varlıktır.

Onun akan bir nehre benzetildiğini söyledik. Milletin mazisi ve istikbali ortadan kaldırıldığı anda benim  hayatımın kaynakları ve imanımın dalları kurutulmuş demektir. Mehmed Akif’in dediği gibi,

''Mefahir kaynasın, gitsin de vicdanlar kesilsin lâl

Bu izmihlal-i ahlakî yürürken durmaz istiklâl.''

Taklitçilik,milletin varlığını tepeden tırnağa kadar kavrar.Tanzimattan beri yaptığımız türlü islahat hareketlerinin muvaffak olamayışı,hepsinin de bizim için felaketlerin kaynağı olan Garb’ın taklidinden ibaret oluşu değil midir?

Bütün tahsil boyunca gencin okuduğu dersler arasında kendini tanıtanı,eşyayı tanıtanlara nisbetle hemen hiç kadardır.Hidrojen gazını öğreniriz de selam vermenin sebebini,büyüklere hürmetin hikmetini öğrenmeyiz.Çünkü birincisi kazanç getirecektir.Dışımızda daha refahla yaşamak uğruna insanlığımızı feda ediyoruz.Dini kültür ve öğretim bile,içten çıkıp bir dış kültür ve terbiyesi haline gelmiştir.Namazın ve her ibadetin harici erkanını bol bol sayısını ve şartlarıyla öğrenmekten hoşlanan din komisyoncuları,ibadetin hikmetini,onda insanın uluhiyetiyle alışverişini anlatmazlar,böyle bir iç alem münasebetiyle hatta alakanlanmazlar.

İnkılap yapıldı artık kımıldama yok,başka fikir,başka hareket yasak.Dünya işleri bitti,artık kimse düşünmeyecek.Düşünüldü. söylendi, yapıldı. Bundan sonra yalnız itaat!" İşte ruhlarımıza süngülü nöbetçi dikmek isteyen dâvanın gerçek tercümesi budur. Halbuki insan yaşıyor, düşünüyor, fikirler ilerliyor; birkaç formül halinde ezberleyip tekrar ettiğiniz şekle ait kat’i kumandalar gerilerde kalıyor. Size soruyorum:

Bu memlekette yeni bir fikir, bir sistem, bir felsefe doğsa da mazallah yalnız bir zümrenin inkılâp anlayışına uygun olmasa hemen sahibine ve ona inananlara hücum mu edeceksiniz? Başka türlü düşünceleri itham edici şiddetler, kuvvetler teklifi yüzünüzü kızartmıyor mu? Namuslu bir insanın uşağına bile yapamıyacağı bu nevi teklifleri millet huzurunda yapmaktan utanç duymuyor musunuz? Kara kitap çıkaracakmışsınız. Siz bilirsiniz. Ancak bu taktirde o kitabın renginin aksiyle kendi yüzünüzün ve prensip-lerinizin ebediyen ve insanlık karşısında kapkara olacağını, size acıdığım için hatırlatmak istiyorum.

Size bir kaç mantık ve iz'an suali:

1-Sevginin zorla ve zulümle aşılandığı, bir fikrin zorluk ve yumrukla sevdirildiği dünyamızda görülmüş müdür? Sevgiyi kökünden kazıyıp kalbe kini sokan bu vasıtaları kullanmakla inkılâba en büyük fenalığı yapan siz değil misiniz?

2-İnkılâp, milleti kurtarmak için bir yol olabilir. Millet kurtuluşu ise elbette birlikte aranacaktır. Milli birliğin bozulduğundan siz feryad ettiğiniz halde neden bu kullandığınız şiddet ve taassupla, yumruk ve hakaretle zorla milleti ikiye bölüyor ve kıyasıya kan dökmek hırsına kendinizi teslim ediyorsunuz? Milletin selâmeti için olsun merhametli olmanız icabetmez mi? Farzediniz ki aldanıyoruz. Biz nereden gelirse gelsin Hakikat a teslimiz; bizi kurtarın!

3-İnkılâp, herhalde şayan-ı hürmet fikirleri ortaya koymuşsa, o fikirlerin her şeyden önce bu millet efkârı tarafından benimsenmesı, millet çoğunluğunun ruhunu kurtarması lâzımdı. Zira bir içtimaî fikir veya hareketin değeri, onun ruhları kurtarıcı oluşu ile ölçülür. Şayet, bütün bir genç neslin hayatını içerisine alan inkılâp onları, sizin anladığınız mânada dahi olsa kurtarmadı ise, bu onun kurtarıcı olmadığını ortaya koymaz mı? Bir de sizin cep-henize bakacak olursak, sizin fikir ve kalp yoluyla ilim ve felsefe yoluyla, vatandaşlık sevgisi ile ve taassuplara tahammülle vatandaşlarımıza yaklaşmayıp da taş ve sopaya hasret saldırışlarla işe girişmeniz, bir ruh inkılabını asla geçirmemiş olduğunuzu bütün dünya ve insanlık karşısında, tarihin unutmıyacağı ve hiç affetmiyeceği şekilde ortaya koymuyor mu?

4-Milliyetçilik diye vasıflandırdığınız hareketlerinizde, en yakınınızda komünistlerin yer aldığına dikkat ediyor musunuz? Onlar da “inkılapçıyız” diyorlar. Lâkin muhafazakâr zümreye hiçbir zaman yaklaşamıyorlar. Onların, esasen şu çeyrek asır içe-risinde, birer birer inkılâpçı zümreden çıkarak varlık kazandıklarımız inkâr edebilir misiniz? Onlarla, mukaddesata ve maziye bağlı bütün müesseseleri yıkmak esasında ne kadar birleşiyorsunuz?

5-Büyük saydığımız elbette yalnız bir kişi değil. Dün de bugün de etrafınızda büyükler vardı. Memleketin büyükleri bugünkü gibi dün de iki cepheye ayrılmışlar. Dün inkılâbın cephesinde Ali Kılıçlar, Cevdet Kerimler, Falih Rıfkılar vardı. Onların karşısında ve sizin lânetlerinizin çevrildiği cephede ise Mehmet Âkifler, Ali Şükrüler, Hüseyin Avniler ve Ebüzziya Velidler vardı. Bugün yine inkılâbın cephesinde Haşan Âliler, Hüseyin Cahitler, Reşat Şemsettin’ler, Ahmet Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermiler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında Ali Fuat Başgiller ve bütün Hüseyin Avniler'in, Mehmet Âkifler in sahabesi duruyor. Kimlerle yan yana olduğunuzu ve kimlerle çatıştığınızı görmüyor musunuz ?

6-Hürriyet ve istiklal şairi,şehidi,kahramanı bir tarafta,bunlara karşı cephe alanlar da öbür safta duruyor.Siz hangi tarafın ideali ve iradesine bağlanıyorsunuz ?

7-Kurtardık ! Kurtardık ! Kurtardık ! Bu tam-takır teraneyi hiç zihninize malettiniz mi ? Milleti ruhu kurtulmamış diye ona saldırıyosunuz.O halde siz neyi kurtardınız.Kendinizi mi ? Bu hareketiniz ve cemiyet karşısında hadsiz teklifleriniz sizin de kurtarılmaya her bakımdan şiddetle muhtaç bir durumda bulunduğunuzu göstermiyor mu ?

Aklın bir harikası olan “tanımak için tanımak” ideali, henüz aklın yapısında dine benzer, zira akim kendisiyle açıklanmaz bir sırrın bulunduğunu ortaya koyuyor. Akıl sultanının bu ilâhî eserine ulaşamıyanlar, yani ondaki hakikat aşkım tammıyanlar için akıl sadece bir vasıta¬dır: Teknik, inkılâp veya kazanç vasıtası. Aklın gayesi, ancak kendi saltanatı olduğunu bilmiyenler, akıl prensiplerinin iskeletine sahip olarak, onun yardımiyle kendi manevî âlemlerinde bol bol vücuda ait isteklerini yarım ve silik tasavvurlarla birleştirmiş olan varlıklardır.

İşte arzımızdaki sefaletin çoğunu yaratan bu sefil ve çürümüş maneviyetlerdir. Bunlar her şeyden önce akıllariyle muayyen bir menfaate ulaşmak isterler: Tüccar olur, çok kazan¬masını bilirler. Düşman olur, vurmasını bilirler. Dost olur, aldat¬masını bilirler. Diplomat olur, kahbeliği bilirler. Bu akıl, hasta akıldır. Hasta aklın ilk alâmeti gururdur. Hasta akıl devletliyi olduğu gibi âlemi de, cahili de kendinden geçirtir, yüklediği ben¬lik gururundan sarhoşa benzetir. “Ben” der, “bilirim” der; “ben” der, “yaparım” der; “ben” der, “okurum” der; “ben” der, “ezerim” der. O “sen” demesini bilmez, çünkü onun bütün bilgi malzemesi, farkında olsun veya olmasın, vücuduna ait isteklerin şuur arkası karanlığındaki hoyrat yapıdan çıkarılmıştır. Haris diplomat “ben” diye tepinir; aç gözlü tüccar “paralarım” diye ter dökerken âşık “sen” diye ağlıyor; âlim “hakikat” diye, “aydınlık” diye can veriyor.  Âşıkla âlimin, gayesi sonsuzluk olan ideallere bağlanışlarını acaba  aklın yalnız kendisiyle izah kabil midir?

Nurettin Topçu, İradenin Davası
Devamını Oku »