İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

İslam Tarihine Kanlı Belası Sayan Adliye Vekili

Yıl 1925.33 yaşında genç bir Adliye Vekili.. Hukuk İnkılâbı  yapılacak, bunun için de önceki vekil İzmir Mebusu Seyyid Beye  sahneden el çektiriliyor. Bu genç hukukçu sahneye çıkıyor. Zaten bu ikinci mecliste hep genç mebuslar ön safları alıyor. Çünkü Nisan 1923 başlarında ilk millî meclis "sine-i millete” dönmek ve "ta­rihî vazifesini yapmak" gerekçesi ile kendini fesh ediyor. Halk fır­kasının kendi adamlarını bırakmak ve muhalifleri saf dışı kılmak suretiyle ikinci meclisi teşekkül ettiriyor. Böylece mecliste istedi­ğini daha iyi yapacak kanaati ile hareket ediyor.

Bu Adliye Vekili, 1920'den beri meclistedir. 1922 -1923 ara­sında İktisat Bakanlığı da yapmış. Ama asıl şöhretini bu Adliye Vekilliğinde yapmıştır. Çünkü medenî bir kanun yapılması gere­kiyordu. Yeni ve genç hukukçular açıkça ve cesurane bir tarzda ye­ni bir hukuk sisteminin teşekkülünü istemiş, eski hukuk sistemi­nin, yani Mecelle'nin artık bu inkılâb devrinde tarihe karışmasını istiyorlardı. Bu fikre karşı çıkmakta ileri dereceye varanlar yok de­ğildi. Ama iş işten çoktan geçmiş, ilk meclisin ruhu ile bu ikinci meclisin karakteri ayrı ayrı şeylerdi, birbirine zıttı. Bu zıddiyet or­tadan kalktığına göre yeni bir hukuk sistemi ortaya koymak kolay­laşmış oluyordu. Zaten baştan sona her şeyi değiştirmekte kararlı idiler Adliye Vekili. Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışı sırasında verdiği beyanatla devlet yapısı ve hukuk anlayışlarını açıkça orta­ya koyuyordu:

"Türk ihtilâlinin kuran, Batı medeniyeti kayıtsız şartsız kendisine mal etmek,benimsemektir .Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip  bakımından kanun­larımızı oldukları gibi Batı dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun İradesine uygun hareket etmiş olacağız." (Türk Medenî Kanunu nasıl hazırlandı? M.E. Bozkurt, sh: 11)

Türk Milletinin iradesine, bu yolla, uygun hareket ettiklerine inanıp, karşı çıkanları da demirle, ateşle yok etmeye çalışanların başında işte bu Adliye Vekili gelmektedir. "Vakit" gazetesinde ye­ni çıkartılan kanunlar hakkında bir beyanat gözlere çarpar. Bu, Adliye Vekili Mahmud Esad (Bozkurt)’undur. Der ki:

"Bunlardan en mühimi yeni kanunların (Lâik Devlet) prensiplerine göre yapılmış olmasıdır. Yalnız (Hukuk-i Aile) kararnâmesinde taaddüt-i zevcat bazı kayıt ve şartlarla kabul edilmiştir ki, buna muvafakat etmeyeceğim Taaddüt-i zeva­tın mutlaka kaldırılması lâzımdır, fikrindeyim. Buna sebep pek çoktur. Şu kadarını söyleyebilirim ki taddût-i zevcatı, aile hayatının medeni bir surette inkişafına engel sayıyorum."

Bunlar söylendiği zaman daha anayasa değişmemiş, 1924 anayasasına göre devletin dini İslâm'dı. Halbuki Adliye Vekili yaptıkları kanunların (Lâik Devlet) esasına göre olduğunu söylü­yordu.

lnkılâb mantığının hukuk anlayışına göre, Türk milletinin batı medeniyeti ile bağdaşma göstermemesi milletin kabiliyetsizliğin­den değil, onu tufeyli ve boş yere asırlarca meşgul etmiş olan dinî kanunlardır. Onun için bunları ortadan kaldırmalıydı, devrimci­ler... Engeller ortadan kalktıktan sonra adapte veya okluğu gibi dı­şarıdan batı menşeli kanunlar almak kolaydı ve bunlar hiç bir engelle de karşılaşmıyordu. Zaten devrim mantığı da bunu böyle ka­bul eder. Müzakere olmadan, üzerinde düşünmeden ve olduğu gi­bi, parmak hesabiyle kabul... Çünkü Türk milletini muasır mede­niyet seviyesine çıkarmak gerekti. Bunun için de kanunlar da me­denî olmalıydı. Medenî Kanûn bu şartlar içinde kabul edildi. He­men İsviçre Medenî Kanunundan iktibasla Türkçe'ye geçirildi. Son senelerde (Yurttaşlar Yasası) diye lanse edilen bu kanunun meclise takdimi sırasında esbab-ı mucibeyi (gerekçeyi) hazırla­yan Adliye Vekili Mahmud Esad Bey özetle şöyle diyordu:

"Hayat yürür, ihtiyaçlar sür'atle değişir. Din kanunları mutlaka ilerleyen hayatın karşısında şekilden ve ölü kelime­lerden fazla bir kıymet, bir mânâ ifade edemezler. Değişme­mek dinler için zarurettir. (...) Esaslarını dinden alan kanun­lar tatbik edilmekte oldukları cemiyetleri nazil oldukları ilkel devirlere bağlarlar. Ve ilerlemeye engel belli başlı müessir amiller sırasında bulunurlar. (...) Günümüz devleti dini dünya işlerinden ayırmakla, insanlığı tarihin bu kanlı belâsından kurtarmıştır. Türk medenî kanunu yürürlüğe girdiği gön, milletimiz on dört asırdır kendini çeviren sakat ve karışık inançlardan kurtulmuş, hayat veren medeniyetin içine girmiş bulunacaktır."

Mahmud Esad'ın hukuk anlayışı bu idi. Ve bu anlayış geçerli sayıldı. 1930a kadar bu bakanlıkta kaldı. Sonra üniversitede "Türk Devrim Tarihi" okuttu. 1943'de İstanbul’da öldü.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

Bir Milletin Kendi Tarihini İnkar Etmesi

İnsanlığın iradesi ızdırabın eseridir, dedik. Izdırap bizi kâinatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kâinatın bütünü haline koyuyor: Buna aşk diyoruz. Izdırabımız aşkın eseri değil, aşk sonsuz ızdırabımızın çocuğudur; onun kendine bir mevzu bulmasıdır; varlıklardan birine bağlanarak kendindeki aşkın denize bir sükûn, muvakkat bir istirahat aramasıdır. Filozof Paliard’ın dediği gibi,“zenginliğin ve şöhretin âşıkları vardır, ilmin aşıkları, güzelliğin aşıkları vardır, bir de aşkın aşıkları vardır. Ve hepsinde gördüğümüz, onları pençesinde tutan mütehakim hayallerinden başka her şeye karşı bir kayıtsızlık, bir anlayışsızlık, bir asabiyet”. Aşk içinde ızdırabımızın bağlandığı varlıklar birer birer kutsallık kazanırlar. İradesi,. ızdırabı olmayan insanın gözünde birer tahlil ile hiçe indirilebilen varlıklar aşk içinde mukaddesâda yol olurlar ve kalbimizi, çırpınarak secdeye vardığı büyük huzura çıkarırlar. Fikir ve zekânın metodları ile, ilim yoluyla aklın kabul etmediği nice mukaddesat aşk yolunda kalb için kâbe oldular. Aşkın ifadesi olan secde, sığınmak demektir ve aşk insanın bütün irade kuvvetleriyle kendinden başkasına sığınmasıdır. Aşkımızın bir sonu, bir bittiği merhale bulunmadığı için onu arayan ızdırabımız da nihayetsizdir. En büyük ilme ulaşamamanın, en azametli varlığa sahip olamamanın ızdırabını çekiyoruz. Daha çok sevmeyişimizin, hatta dilediğimiz kadar acı çekmemiş olduğumuzun ızdırabını çekiyoruz. Dilek, ızdırabla hamleler yaparak, daha büyük ızdırap için aşk duraklarında mest olup dinlenmek suretiyle, bir sonsuzluğa, Allah’a doğru ilerliyor”

Bir milletin kendi tarihini inkar etmesiyle ferdin intihara karar vermesi arasında bir fark yoktur. Ancak milletlere tarihlerini unutturmak kolay olmuyor. Böyle teşebbüsler, ona girişenlerle milletin ruhu arasında uçurum açıcı olmaktadırlar. Tarih, bir millet ruhunun kaynağıdır. Ecdat bizim irade sefaletlerimizn tutunacağı destektir ve bu manada ölüler bizi yaşatıyorlar. Yalnız bir fert kendi kendine bir millet sayılmadığı gibi, mazisi olmayan, yalnız bir an içinde tasavvur edilen millet de kabul olunamaz. Millet fizik ve sırf mekani bie unsur değil, ancak zaman içinde tasavvur edilen dinamik bir varlıktır.

Onun akan bir nehre benzetildiğini söyledik. Milletin mazisi ve istikbali ortadan kaldırıldığı anda benim  hayatımın kaynakları ve imanımın dalları kurutulmuş demektir. Mehmed Akif’in dediği gibi,

''Mefahir kaynasın, gitsin de vicdanlar kesilsin lâl

Bu izmihlal-i ahlakî yürürken durmaz istiklâl.''

Taklitçilik,milletin varlığını tepeden tırnağa kadar kavrar.Tanzimattan beri yaptığımız türlü islahat hareketlerinin muvaffak olamayışı,hepsinin de bizim için felaketlerin kaynağı olan Garb’ın taklidinden ibaret oluşu değil midir?

Bütün tahsil boyunca gencin okuduğu dersler arasında kendini tanıtanı,eşyayı tanıtanlara nisbetle hemen hiç kadardır.Hidrojen gazını öğreniriz de selam vermenin sebebini,büyüklere hürmetin hikmetini öğrenmeyiz.Çünkü birincisi kazanç getirecektir.Dışımızda daha refahla yaşamak uğruna insanlığımızı feda ediyoruz.Dini kültür ve öğretim bile,içten çıkıp bir dış kültür ve terbiyesi haline gelmiştir.Namazın ve her ibadetin harici erkanını bol bol sayısını ve şartlarıyla öğrenmekten hoşlanan din komisyoncuları,ibadetin hikmetini,onda insanın uluhiyetiyle alışverişini anlatmazlar,böyle bir iç alem münasebetiyle hatta alakanlanmazlar.

İnkılap yapıldı artık kımıldama yok,başka fikir,başka hareket yasak.Dünya işleri bitti,artık kimse düşünmeyecek.Düşünüldü. söylendi, yapıldı. Bundan sonra yalnız itaat!" İşte ruhlarımıza süngülü nöbetçi dikmek isteyen dâvanın gerçek tercümesi budur. Halbuki insan yaşıyor, düşünüyor, fikirler ilerliyor; birkaç formül halinde ezberleyip tekrar ettiğiniz şekle ait kat’i kumandalar gerilerde kalıyor. Size soruyorum:

Bu memlekette yeni bir fikir, bir sistem, bir felsefe doğsa da mazallah yalnız bir zümrenin inkılâp anlayışına uygun olmasa hemen sahibine ve ona inananlara hücum mu edeceksiniz? Başka türlü düşünceleri itham edici şiddetler, kuvvetler teklifi yüzünüzü kızartmıyor mu? Namuslu bir insanın uşağına bile yapamıyacağı bu nevi teklifleri millet huzurunda yapmaktan utanç duymuyor musunuz? Kara kitap çıkaracakmışsınız. Siz bilirsiniz. Ancak bu taktirde o kitabın renginin aksiyle kendi yüzünüzün ve prensip-lerinizin ebediyen ve insanlık karşısında kapkara olacağını, size acıdığım için hatırlatmak istiyorum.

Size bir kaç mantık ve iz'an suali:

1-Sevginin zorla ve zulümle aşılandığı, bir fikrin zorluk ve yumrukla sevdirildiği dünyamızda görülmüş müdür? Sevgiyi kökünden kazıyıp kalbe kini sokan bu vasıtaları kullanmakla inkılâba en büyük fenalığı yapan siz değil misiniz?

2-İnkılâp, milleti kurtarmak için bir yol olabilir. Millet kurtuluşu ise elbette birlikte aranacaktır. Milli birliğin bozulduğundan siz feryad ettiğiniz halde neden bu kullandığınız şiddet ve taassupla, yumruk ve hakaretle zorla milleti ikiye bölüyor ve kıyasıya kan dökmek hırsına kendinizi teslim ediyorsunuz? Milletin selâmeti için olsun merhametli olmanız icabetmez mi? Farzediniz ki aldanıyoruz. Biz nereden gelirse gelsin Hakikat a teslimiz; bizi kurtarın!

3-İnkılâp, herhalde şayan-ı hürmet fikirleri ortaya koymuşsa, o fikirlerin her şeyden önce bu millet efkârı tarafından benimsenmesı, millet çoğunluğunun ruhunu kurtarması lâzımdı. Zira bir içtimaî fikir veya hareketin değeri, onun ruhları kurtarıcı oluşu ile ölçülür. Şayet, bütün bir genç neslin hayatını içerisine alan inkılâp onları, sizin anladığınız mânada dahi olsa kurtarmadı ise, bu onun kurtarıcı olmadığını ortaya koymaz mı? Bir de sizin cep-henize bakacak olursak, sizin fikir ve kalp yoluyla ilim ve felsefe yoluyla, vatandaşlık sevgisi ile ve taassuplara tahammülle vatandaşlarımıza yaklaşmayıp da taş ve sopaya hasret saldırışlarla işe girişmeniz, bir ruh inkılabını asla geçirmemiş olduğunuzu bütün dünya ve insanlık karşısında, tarihin unutmıyacağı ve hiç affetmiyeceği şekilde ortaya koymuyor mu?

4-Milliyetçilik diye vasıflandırdığınız hareketlerinizde, en yakınınızda komünistlerin yer aldığına dikkat ediyor musunuz? Onlar da “inkılapçıyız” diyorlar. Lâkin muhafazakâr zümreye hiçbir zaman yaklaşamıyorlar. Onların, esasen şu çeyrek asır içe-risinde, birer birer inkılâpçı zümreden çıkarak varlık kazandıklarımız inkâr edebilir misiniz? Onlarla, mukaddesata ve maziye bağlı bütün müesseseleri yıkmak esasında ne kadar birleşiyorsunuz?

5-Büyük saydığımız elbette yalnız bir kişi değil. Dün de bugün de etrafınızda büyükler vardı. Memleketin büyükleri bugünkü gibi dün de iki cepheye ayrılmışlar. Dün inkılâbın cephesinde Ali Kılıçlar, Cevdet Kerimler, Falih Rıfkılar vardı. Onların karşısında ve sizin lânetlerinizin çevrildiği cephede ise Mehmet Âkifler, Ali Şükrüler, Hüseyin Avniler ve Ebüzziya Velidler vardı. Bugün yine inkılâbın cephesinde Haşan Âliler, Hüseyin Cahitler, Reşat Şemsettin’ler, Ahmet Eminler, Nadir Nadiler, M. Nermiler, Behçet Kemaller var. Onların karşısında Ali Fuat Başgiller ve bütün Hüseyin Avniler'in, Mehmet Âkifler in sahabesi duruyor. Kimlerle yan yana olduğunuzu ve kimlerle çatıştığınızı görmüyor musunuz ?

6-Hürriyet ve istiklal şairi,şehidi,kahramanı bir tarafta,bunlara karşı cephe alanlar da öbür safta duruyor.Siz hangi tarafın ideali ve iradesine bağlanıyorsunuz ?

7-Kurtardık ! Kurtardık ! Kurtardık ! Bu tam-takır teraneyi hiç zihninize malettiniz mi ? Milleti ruhu kurtulmamış diye ona saldırıyosunuz.O halde siz neyi kurtardınız.Kendinizi mi ? Bu hareketiniz ve cemiyet karşısında hadsiz teklifleriniz sizin de kurtarılmaya her bakımdan şiddetle muhtaç bir durumda bulunduğunuzu göstermiyor mu ?

Aklın bir harikası olan “tanımak için tanımak” ideali, henüz aklın yapısında dine benzer, zira akim kendisiyle açıklanmaz bir sırrın bulunduğunu ortaya koyuyor. Akıl sultanının bu ilâhî eserine ulaşamıyanlar, yani ondaki hakikat aşkım tammıyanlar için akıl sadece bir vasıta¬dır: Teknik, inkılâp veya kazanç vasıtası. Aklın gayesi, ancak kendi saltanatı olduğunu bilmiyenler, akıl prensiplerinin iskeletine sahip olarak, onun yardımiyle kendi manevî âlemlerinde bol bol vücuda ait isteklerini yarım ve silik tasavvurlarla birleştirmiş olan varlıklardır.

İşte arzımızdaki sefaletin çoğunu yaratan bu sefil ve çürümüş maneviyetlerdir. Bunlar her şeyden önce akıllariyle muayyen bir menfaate ulaşmak isterler: Tüccar olur, çok kazan¬masını bilirler. Düşman olur, vurmasını bilirler. Dost olur, aldat¬masını bilirler. Diplomat olur, kahbeliği bilirler. Bu akıl, hasta akıldır. Hasta aklın ilk alâmeti gururdur. Hasta akıl devletliyi olduğu gibi âlemi de, cahili de kendinden geçirtir, yüklediği ben¬lik gururundan sarhoşa benzetir. “Ben” der, “bilirim” der; “ben” der, “yaparım” der; “ben” der, “okurum” der; “ben” der, “ezerim” der. O “sen” demesini bilmez, çünkü onun bütün bilgi malzemesi, farkında olsun veya olmasın, vücuduna ait isteklerin şuur arkası karanlığındaki hoyrat yapıdan çıkarılmıştır. Haris diplomat “ben” diye tepinir; aç gözlü tüccar “paralarım” diye ter dökerken âşık “sen” diye ağlıyor; âlim “hakikat” diye, “aydınlık” diye can veriyor.  Âşıkla âlimin, gayesi sonsuzluk olan ideallere bağlanışlarını acaba  aklın yalnız kendisiyle izah kabil midir?

Nurettin Topçu, İradenin Davası
Devamını Oku »