Benlik

Benlik
“Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus Emre

Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur. Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir. İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.

Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir. Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor:

Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz. İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.

Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.

İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz. Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?

Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur. Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.

Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”

İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor. Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.

Var Olmak,Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Var Olmak

Var Olmak
Var olmak, düşünmek ve hareket etmek demektir. Vakıa hayvanlar da hareket ediyorlar. Lakin onların hareketleri şuurlu değildir; alelade yer değiştirmeden, kımıldanmadan ibarettir. Yalnız insana mahsus olan hareket (action) ise, kendi kendisini ve başka varlıkları değiştirmek demektir. Bununla insanın hareketleri hür oluş vasfını kazanıyor. Ancak hareketlerimin hür oluşu, kendisinden evvel var olan ve kendisine hakim bulunan hürriyet diye bir prensibin varlığını gerektirmez mi? Halbuki hareketten önce hürriyeti var kılacak başka bir hadise mevcut değildir. Hürriyetim, hareketimin varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir. Hareketin tahlili ise insanı daha büyük bir muamma ile karşılaştırmaktadır. Varlık, sanki hareketle beraber var olmuştur ve ebediyen ondan ayrılmamaya mahkumdur. Hareket denizinin kıyılarında durup onun ufuklarına dalmışken filozof Moris Blondel"in bu temasadaki vecdini dinliyelim: "Hareket ediyorum, lakin hareket nedir bilmiyorum. Yaşamak istiyor değilim. Kim olduğumu, hatta var olduğumu hakkiyle bilmiyorum. Bende dalgalanan bu varlık tezahürü, bu bir gölgenin Silik ve yakalanmaz hareketleri, işitiyorum ki bunlar kendilerinde ebediyen ağır bir mesuliyet taşıyorlar; deniliyor ve hatta kan pahasına bile yokluğu ele geçiremem; çünkü o artık benim için yok olmuştur. Demek ki hayata mahkum oldum, ölüme mahkum oldum, ebediliğe mahkum oldum! Nasıl ve ne hakla? Bunu önceden ne bilmiş, ne de iştemiştim."

Hareketi, insanın kainata hür bir iltifatı gibi telakki etmek yanlıştır. Hayatımızın en öemli hadisesi olan hareket, aynı zamanda en zaruri hâdisedir. Yine Blondel"i dinleyelim: "Hiç olmazsa durnak çaresini bulacak mıyım? Hayır, yürümek lazım. Hiçbir şeyden vazgeçmemek için kararımı sonraya bırakabilecek miyim? Yok, herşeyi kaybetmek pahasına da olsa yine her şeyi omuzlarına yüklenmek lazımdır; kendi kendini mahkum etmek lazımdır Beklemeğe hakkım yok, yahut da artık seçim ve tercih yapmaya kudretim yok. Eğer bizzat kendi hareketimle kımıldanmazsam, bende veya dışarıda bana muhtaç olmadan hareket edecek şeyler var; ve bensiz hareket eden her halde benim aleyhime hareket edecek. Sulh bozgunluktur; hareketin mühleti ancak ölümdür."

Var olmak, insanın samimi olarak sahip olduğu isteklerin bütününü içerisine almaktadır. Belki onların tam bir toplamıdır."Eğer ben var olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben var değilim.Var olmak istemek ve sevmektir"Hareket, varlığı yalnız bir tarafindan çekip götüren veya varlığımızda yalnız bir noktayı kazıyan kuvvet değildir. Kendi kendisine kapanan, kendi inhisarcılığına yine kendini mahkum eden hareket, ölmeğe mahkum olur. Ancak bir yönden, kendi varlığını lezzetle dolduran tek kımıldatıcının istikametinden harekete geçmek, varlığı doyurucu olmuyor. Bir menfaatin tatmini, bütün varlığı darlığa düşürücüdür. Yalnız bir ihtirasın tahriki insan ruhunun bütün diğer bölgelerinde felç yaratıyor. İskender ölürken, büyük istilâlarının bulutu altında bunalmıştı. Sezar, saadet terennümü ile ölmedi. Napolyon, Yena"da değil, filozof Volney"i tokatladığı sırada yenilmişti.
"Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor." Bunları kendi isteğimizle vermezsek, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini âlemin dileği yapmaya çalışmak, âlemin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, kâinatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak âlemin dileğini kendi dileği yapmak istemek,âlemin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak: İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardır! Onlar asla bedbin değildirler. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü ona ümitler ve vehimler kalıyor. Zengin olanlar sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemiyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler, zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakiyetler, bu da ne? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmıyacak. Bu mahrum, ümitsiz kalanlar, yalnız ihtiyarlıyanlar, sade duyularının hizasından aşağı inemiyerek hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler en çok duyanlar en çok bilenler muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkar ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çiziginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir düyada yaşamaktan ıztırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazan alemin külli varlığına bağlanmıyan, kaynağı onda aramıyan cüz"i ve ferdi isteklerimiz, alemşümul ve gerçek varlığı unutturarak tatmini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yasadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi kainatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kainattan ancak kendi anlayışiyle alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşıyabiliyorlar. Mevlana"nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış, ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da, sonu da yoktu.çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu.Sonu olan saadet gerçek saadet olurmu? O olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensipi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yaylış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zeka ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastir.Böyle olmıyan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.
***
Düşünceye gelince, o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlanmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket, her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda kendimizi, hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptıgı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder; sonra elimizi aleme acarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmıyarak fikirler; haklar, hakikatler savunuruz.Varliğımızı esir ederek arkasından sürükliyen zavallı ihtiraslanmızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığızı iddia ederiz. Alemin bütünüüne bağlanmayarak bu tarzda düşünür, varlığınn ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kainatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünüş, varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmıyacaktı. 0 bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

"Herkes düşünüyor" diyorlar. Acaba öyIe mi? Hareket hakkındaki görüşümüzü düşünceye de tatbik edeceğiz. Kainatin bütününe bağlanmıyan, sonsuzluktan cevap getirmiyen düşünceler, gerçek düşünce değildir. Olsa olsa muvaffak olamamış, gayesine ulaşamamış düşünme denemeleridir. Düşüncenin en umumi şekli. yakınlaşma suretiyle yapılanıdır. Bu düşünce, tabiatla yanyanadır. Kendisiyle tabiat arasında bir nevi komşuluk kurucudur. Alemin ve alemde hakikatler arayan şuurun çalışması böyle oluyor. Paskal"ın dediği gibi, "Eğer insan bütün tabiat olmasaydı, herşeyle ilgilenmeye kabiliyetli olamazdı."Düşüncenin ikinci basamağında, eşyaya yönelme yoluyla verdiğimiz hükümler geliyor. Eşyaya yönelişlerimiz, bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır. Bu sebepten bu tarzda düşünme, insan denen ve fert olduğu halde bütünle birleşen bu tezatlı varlığı ahlaklı yapmaktadır. Birincisinde yalnız eşya arasında münasebetler kurduğumuz halde düşüncenin bu ikinci işleyişinde münasebetler kurmaktan daha öteye gidiyoruz. Alemle, yalnız verici olan bir alışverişe girişiyoruz. İnsan öyle bir ağaçtır ki meyve vermezse kuruyor

Üçüncü basamak, aşk ve ihtiras yoluyla düşüncenin basamağıdır. Madame de Sevigne", bir mektubunda kızına, "göğsünüzde ıztırap çekiyorum" diye yazıyordu ihtirasın bütün zeka bütün anlayış olması kabildir. Ancak bunun için insan kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi, şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gerekildir. İnsan ruhu aleme doğru yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir. Dimağın ve kalbin darlıklarından sıyrılmalı, işin içinde yaşattığı vehimlerden kurtulmalıdır. Başka varlıklarin kendinde metafizik tecrübesine yer bırakmak için, bizzat kendi kendisinden boşalmalıdır. Şüphesiz ki bu hal azaplıdır, Öldücüdür, lakin hakikatlara kendinde hayat vericidir. Varlığı ölümden kurtarıcı, sonsuz ve ebedi yapıcıdır. Nihayet düşüncenin son basamağında hareketle düşünmeyi buluyoruz. Bu, fert olan varlığımızın bütün duygularının üstünde duran bir dileğin hakimiyetidir.

Hareketle alemin bütününe bağlanan varlık, böylece düşünce yönünden yine aleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyorlar. Bu mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış demektir. Bu düşünüş, alemşümul iradenin hududuna kadar gelen ve kendini ona bağlayan insani ferdi hırslarından, zümre menfaatlerinden, kinlerinden ve hasetlerden temizliyor. Alemi bir varlık gibi birleştiriyor. Son ağırlık olan kendi varlığını da sahibi olan bütüne, bütün hareketler içinde, teslim ediyor. Alemşümul merhametin kendi içindeki bir sonsuzlukta yaşaması sonunda, kendini alemden ve alemi kendinden ayıramıyor. Bu düşünüşün büyük sırrına erenlerden Saint Pierre, ilk Hıristiyanları zalim Neron"a bırakarak Roma"dan kaçarken, Mesih"in kendini karşılayan hayali karşısında yere kapandı ve mazlum cemaatle birlikte ölmenin sevinçli iradesine sığındı, tekrar Roma"ya döndü ve düşmanlarına teslim oldu. Var olmak gerçek manasıyla var olmak, hareketleriyle düşüncesini sonsuzluğa istinat ettirmek demektir ve böylelikle kendi varlığını sonsuzlukta aramak demektir.İnsanların, ruh ve irade bakımından parça parça bölünüp ayrılmaları, insanlığın bunca sefaletlerini yaratıyor. Hele bir milletin fertleri arasında zümreleşmeler her gün yeni felaketler doğurucudur. Varlıklar arasındakı ayrılıklar zahiridir; varlık birdir. İnsanlar arasındaki başkalıklar, aynada görülen hayal gibi aldatıcıdır; insan birdir. Bir milletin fertleri, aynı vücudun organları olduklarını, aynı iradenin emrinde bulunduklarını unuttukları zaman millet yıkılır. Birlikten ayrılan, birliği bozan hasta bir ruhtur, hasta bir varlıktır. Sihhatli yaşayışta Kinler yok, düşman davalar yoktur. Kin ve garaz, varlığın kendi kendine inanmadığı yerde doğan bir afettir.Mutlaak sahibini mahvedecektir .İnandığımız varlık, Bir, alemşümul ve sonsuz Varlık, aşkın var kıldığı essiz eserdir. Biz ise O"nun en mükemmel parçasıyız. Artık felsefemizin formülünü ortaya koyabiliriz:

Hareket ediyorum, düşünüyorum, Birliği seviyorum, 0 halde varım.

Nurettin Topcu,Var Olmak
Devamını Oku »