Fetih

Fetih

Bu, Plutarhos'un rivayeti: Bir gün, Pyrrhus yer­yüzünü almak için düşler kuruyordu: "Önce Yunanistan'a baş eğdireceğiz" diyordu.

-Ya sonra? Diye Cineas sordu.

-Sonra Afrika'ya el atacağız.

-Afrika'dan sonra?

-Asya'ya geçeceğiz. Anadolu'yu, Arabistan'ı alacağız. -Sonra?

-Hindistan'a kadar gideceğiz.

-Peki, ondan sonra?

-Ah, dedi Pyrrhus, ondan sonra dinleneceğim!

-Niçin? Diye sordu Cineas. Niçin şimdiden dinlen­miyorsun?

(S. de Beauvoir, Denemeler, Payel Y. İst. 1976)

*

Bu anekdot, içi boş istila hevesiyle fetih olayının far­kını kavramamıza yardımcı oluyor.

Gayesiz ve maksatsız bir istila hevesiyle, bütün bir yer­yüzü işgal edilmiş olsa bile, insan, bu işi gerçekleştirene: "Peki sonra?" demekten kendini alamıyor.

İnsan, ne zaman başına bir bombanın düşeceği sıkın­tısını yaşarken, karşısında, böylesine başıboş bir işgal gü­cünü tahayyül ediyor olmalıdır. Faulkner, 1949 yılında, yaptığı Nobel ödülü konuşmasının bir yerinde böyle söy­lüyordu: Bu günün insanı, ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağım kaygısıyla yaşıyor, diyordu. Çünkü İkin­ci Dünya Savaşı' nın şartları, böylesine serseri güçlerin bü­tün insanlığa musallat olduğu bir süreci içermişti ve sa­vaşın olumsuz etkileri baskısını eksiltmeden sürdürü­yordu. Kimin nereye çarpacağı, serseri bir mayının kimin ayağına takılacağı, kimin başına ne zaman bir bombanın düşeceği belli değildi. Ve insan korku altında tutuluyordu: böylesi bir korkuysa, insan haysiyetini rencide eden fi­illerin en şeni olanlarından biriydi.

Elinde serseri ve hoyrat bir güç bulundurabilen bir ma­ceraperestin sağa sola saldırdığı, elindeki gücü bilinçsizce, çılgınca kullandığı görülmemiş olaylardan değildir. Da­hası, aklı başında sayılan birinin bile, böyle bir gücü eli­ne geçirmiş olduğuna kani olduktan sonra, komşularına saldırabileceği, komşusunun malım mülkünü talan ede­bileceği insanların tanık olmadığı bir şey değildir. Cen­giz, zamanında, nerdeyse bilinen dünyanın tümünü iş­gal ve istila edebilmişti. Ama onun unvanları arasında "cengâver" kelimesine yer verilmiş olsa bile, kimse onun bir "fatih" olduğunu düşünmemiştir. Timur, or­dusuyla Ankara yaylasına kadar geldi ve orada Bayezid Han'ı yendi ve onu esir aldı. Sonra da, dönüp ülkesine gitti. Peki niçin? Basit bir kuvvet gösteri için, bir bilek gü­reşi için bunca insanın kanım heder etmenin anlamına akıl erdirebilmek mümkün görünüyor mu?

Kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi askerlerinden biri sayılan Napolyon, Moskova'ya niçin girdi ve oradan niçin çık­tı? Bu soruyu, kimileri, Fransa'nın oralardaki hakimiye­tinin sağlanması için diye cevap verebilir. İyi de, sonra niçin ricat edildi? Çünkü Moskova'da ona karşı çıkan bir ordu bulunmuyordu. Napolyon, Moskova'ya kadar bü­tün Rusya'yı istila etti, ama Rusya'yı veya Moskova'yı fet­hetmeyi başaramadı. Ben burada, ileri sürülebilecek as­kerî gerekçelerin bizi ikna etmeye güç yetirebileceğine inanmıyorum. Bu istila olayı da Timur'unki gibi, bir kuv­vet gösterisinden ibaret kalmıştır. Bu kuvveti besleyecek manevî bir gücü içinde barındırmasını bilmeyen ve ner- deyse başıboş bir güç., bir heves.. Napolyon'a hayranlık duyanlar kabul etmekte zorlansalar bile, ortadaki ger­çeklik budur.

Demek ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, bir başına fetih sayılamayacağına dair bir kanaatimiz açığa çıkıyor. Fa­tih, bir ülkeyi acaba niçin kendisine ve kendi insanına açar? Mesele, bu sorunun cevabını doğru vermekte te­merküz ediyor. Eğer ulaşılan ülkelerin zenginliklerini ta­lan etmek veya o ülkelerin zenginliklerini zaman içinde sömürmek fetih sayılsaydı, Avrupa'nın bütün emperyalist ülkelerini ve onların komutanlarını fatih diye adlandır­mamız gerekecekti. Oysa onlar zaptiye olabilir, sömür­geci olabilir, şâgil olabilir, müstevli olabilir, ama fatih., asla! Bir sömürgecinin, sömürge haline getirdiği bir ül­keyi sonuna kadar sömürebilmesi ve işgalini meşru gösterebilmesi için oraya kendi medeniyetinin manevî de­ğerlerini getirdiğini ileri sürmesi bile, bu bağlamda inandırıcılıktan uzak duruyor. Çünkü emperyalistin sö­mürülen bir yere girmesi, yalnızca sömürme amacına matuf bulunuyor: bundan ötesi, sömürme işleminin kolay­laştırılması niyetini taşıyor.

Bir kere daha, diyoruz ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, ıstılah anlamıyla fetih sayılabilmesi için, oranın zengin­liklerini talan etmenin dışında bir amaca yönelmiş ol­masını esas alıyoruz. Medine, bu yüzden, Allah'ın Resulü (sav) tarafından fethedilmiştir, diyoruz. O'nun (sav), Me­dine'ye girişi savaşla değil ve fakat davetle ve sulh yo­luyla olmasına rağmen, burada bir fetih gerçekleştiril­miştir. Mekke'ye girilmesi ise savaş şartları içinde müm­kün olmuştur, ne var ki, bu savaşta kan dökülmemiştir. Ve Mekke, kansız bir savaşla fethedilmiştir. Her iki fet­hin özelliği de, bu sitelerin zenginliklerini talan etme ni­yetini gözetmemiş olmasıdır. O kadar ki, orada yaşayan insanların dinlerini değiştirmeleri hususunda bile bir zor­lama vaki olmamıştır. Ancak oralara, üstün tutulan, kut­sal bilinen manevî değerlerin taşınması esas alınmış, an­cak ve yalnız böyle bir hedef öne alınmıştır. Böylece bu kutsal değerlerle temas imkânı elinden alınmış olan o bel­delerin insanlarının söz konusu teması sağlamaları müm­kün kılınmıştır.

İstanbul'un fethi için de aynı mülahazalar söz konu­sudur. İstanbul, oranın zenginliklerini talan için ele ge­çirilmemiştir. Bilakis, orada yaşayan insanlar için oldu­ğu gibi, oranın hinterlandında bulunan ülkelerin de İs­lâm'la temas yolunun açılması önkabul olarak benim­senmişti. Niyet oralara İslâm'ı taşımak, orada bulunan yö­netimlerin, kendi insanlarının İslâm'la temasının önünü kesen engelleri bertaraf etmekti.

Bu bakımdan bir komutanın heva ve hevesini tatmin için gerçekleştirilen bir işgal ve istila eyleminin arkasından: "Peki sonra?" diye sorutabiliyor ve bu soru tekrar­landıkça, söz konusu eylemin saçmalığı ortaya çıkarı­labiliyor. Ama adına layık bir fatihin: "Peki sonra?" so­rusuna verebileceği cevaplar tüketilemez olarak duruyor. Çünkü onun dönüştürmeyi düşündüğü bir ülke, erişilen her amaçtan sonra, önünde gerçekleştirilmesi gereken baş­ka bir amaçla karşılaşıyor. Eğer fetih, insanlara "imanlarını bir imanla artırsınlar" (Kur'an/Fetih: 1-4) diye bahşe­dilmişse, böyle bir artırımın sonsuza kadar sonunu bul­mak imkân dışı kalır: bu da, fethin yalnız dışarıya dönük anlamına değil ve fakat onun insanın içine dönük anla­mına da işaret eder, delil olur.

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
Devamını Oku »

Feth'in 7 Harikası

Feth'in 7 HarikasıBüyük fethin siyasi değerinin altında barınan derin manasının yani hikmetinin (sagesse) yanında, dış manzarası cidden küçük 'ka­lıyor. İstanbul alınmış, Bizans’ın baş tacı olan belde Türkleştirilmiş, Asya’dan kopup gelen bir millet Avrupa’nın büyük kapısının bekçi­liğini ele geçirmiş. Islâm medeniyeti. Hıristiyan dünyasile karşı kar­şıya gelmiş, tarihte yeni bir devir başlamış, bütün bunlar, bu zafer­ler ve bu inkılâplar fethin ruh dünyasında yarattığı harikaların ya­nında sönük kalmaktadır. Ruhlardaki inkılâp, fethin asıl hikmetini teşkil ediyor. Zira bu inkılâbın kahramanı, sadece kılıçların fatihi değildir; o ilimle, imanile dimağların ve kalplerin fatihi olmuştur.

Fatih’in en büyük eseri olan ruhlardaki bu inkılâp, henüz safi­yeti bozulmamış bir ırkı sonsuzluğa yönelten ruh kudretlerinin hep­sini getirdi. Milletimizi sayısız ruhî servetlerin varisi yaptı. Ruhla­rın tarihindeki seyri değiştirdi. Biz fethin getirdiği harikalardan ye­di tanesini kaydedeceğiz:

Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmiiki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma karan, bu dev irade­si, Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tered­düt; ne yeis, ne de korku. O artık dünyalardan da kuvvetlidir. İstan­bul alınacaktır, mutlaka alınacaktır. Çünkü Allah’tan müjde gönde­rilmiştir. İman kuvveti tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. Bu hâdisede Cebrail’in yerinde Akşemseddin’igörüyoruz.

Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin felsefe te­meli ruhçulukdur (spiritualisme). Orta Asya’dan Anadolu kıyıları­na kadar akıp gelen istilâcı realizm, Malazgirt kapılarında idealiz­me yerini terketti. Kesilen kafalarla kule yapma hırsı, gönüller sul­tanı Alparslan’da yerini kazanılan kalplerden kale yapma aşkına bı­raktı. İslâm idealizmi, Asya'nın putperest realizmine galebe çaldı. Bu zamana kadar göğüslerinde hançerden başka bir şey taşımayan­lar, Anadolu’ya ayak bastıktan sonra kılıcı da kalplerin futühatı için vasıta olarak kullandılar. İslâm spirtualizmini, birkaç sarsıntı devri­nin üstünden sıçrayarak, tıpkı Peygamber’in getirdiği ruhla, Osmanoğullarını yeniden yaşattılar.

Fetih, doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın ka­pısı olacaktı. Fatih Mehmet, buradan Asya’ya bir aydınlık asrı ge­tirebilecek insandı. Yüksek âlim şahsiyeti, yaratıcı dehasile ilimler­de ve san’atlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü bu şehirden başlatabilirdi. Molla Hüsrev’lerin, Molla Zey­rek’ lerin, Hocazâde’lerin eliyle Fatih külliyesini Bizans’ta ilk İs­lâm üniversitesi olarak açan Padişah, mütefekkirler arasında yaptır­dığı İlmî münakaşalarla işe başlamıştı. Bunlardan Molla Zeyrek’ le Hocazâde arasında kendi tertiplediği Tehafüt münakaşası bir hafta sürdü. Bizzat kendisinin takip ettiği bu münakaşayı, filozoflara kar­şı îmamı Gazali’yi iltizam eden Hocazâde kazandı. Fikir hürriyeti­nin kudretli koruyucusu, Hocazâde’yi takdir etti ve bu fikirlerini bir eser halinde neşretmesini söyledi.

Topkapı Sarayı’ndan başlıyarak Türk dünyasının İstan­bul’da yeni bir san’at idealine kavuşacağını müjdeleyen rönesans sultanı batıdan MastoriParli, Matheos Bellini gibi şöhretli sanat­kârları getirtti. Cem Sultan babasına varis olsaydı, Sinan asrına ba­samak olması lâzım gelen bu hazırlık devri, Türk-Islâm dünyasının Giotto’larını, Mazoccis’leriniAndrea del Sarto’larını yetiştirebilir­di. O zaman bunlarla Leonardo de Vinci’ler, Michel-Ange’in doğu­daki muhteşem rakibi Sinan’a el vereceklerdi.

Hüdavendigâr’la Yıldırımlar’ın başlatığı Anadolu’nun millî birlik dâvası, Fatih’in kabzasına Allah adı yazılı kılıncile tamam­landı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu rönesansasnnda bir olan Allah idealine bağlı İslâm spirtualizminin temelleri üstüne kuruldu. Birliğin mu­hafazasına muktedir, otoriteli devlet prensibi, bütün ruhî ve ahlâkî zaafların sığınağı olan Yahudi rejimlerine yerini terkedinceye ka­dar, cihan tarihinin en büyük Türk-İslâm devleti Anadolu’da hâkim yaşadı. Ancak aklın otoritesi yerini içgüdülerin hürriyetine bırak­maya mecbur olduğu zaman Ulu Devlet parçalanacaktır.

Manevî iktidarın önünde eğilen Fatih, maddî kudretlerin hep­sine diz çöktürmenin halkı Hakk’a götürecek tek yol olduğunu ilimle, imanile kavrayan bir devlet dahisi idi. Bu görüşe sahip ol­mayan oğlu Beyazıd’ın ahlâkî şahsiyeti dahi devlette ilk tehlike be­lirtilerini yok edemezdi. İslâm dünyasının masonları demek olan Şiilere karşı Yavuz Selim imdada yetişmeseydi, Anadolu Türkü İs­lâm idealizmini Avrupa’nın ortasına kadar götüremiyecekti. İlk ça­ğın Yunan dünyasını yıkıp çökerten ayağa düşürülmüş iktidar ideal olduğu zaman, hak ve adalet prensiplerini okuyan Yıldırım’larla Fatih’lerin, Yavuz’ların güneş devleti hırsların oyuncağı olacaktı.

Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlâk idealinin usan­maz hizmetkârı olan bir hanedanın, bütün mânasile büyük olan bir sülâlenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu, fethettiği şeh­rin yeni açılan külliyesinde, bu külliyenin müderrisleri talimata uy­gun bulmayarak reddettikleri için, kendisine şerefe bahşişi diye is­tediği bir küçük odaya bile sahip olamamıştı. Vazifesini suistimal ettiği için kolunu kestirdiği bir Rum duvarcı tarafından hakkında dâva açılarak hâkim huzurunda alelâde bir fert gibi ayni ceza ile hükümlenen Hükümdar, cihad yolunda Hulagü’leri değil, en büyük Islâm idealisti Ömeru’l-Faruk’u kendisine örnek almıştı, işte bu adalet iktidarı, Rum cemaatinin kendileri için ayrı mahkeme kurul­ması hususundaki isteklerini, Fatih’in hâkimlerini dinledikten son­ra, yine kendilerine geri aldırttı. Bu, adaletin Hattâbın oğlundan beri görülmemiş zaferiydi.

II. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasî dehasile bir­leşen affu rahmet, fethin en emin bekçisi oldu. Bu şehir Hatemü’l- Enbiya’nın ruhundun kopup gelen affu rahmetle dolup taşmadan tam mânasileTürk’ün olamazdı. Ayasofya'nın kubbesinin üstüne konulan Bizans kızıl elması rahmet nurile aydınlanmadan ebedî ka­lamazdı. Genç Fatih’in kalbi kadar büyük dehası, mağrur ve mağ­lup Bizans’ın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi ol­du. Batan medeniyet merkezinin perişan halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selâmet sundu. Onlara her hususta serbest olduklarını, hattâ isterlerse camilerimizin duvarına bitişik kilise yaptırabilecek­lerini ilân etti. Bu hareket ile,kendisini öven büyük Peygamberin izinden yürüyordu. O Peygamber ki Mekke’yi fethettikten sonra İlâhî beldenin valiliğini, biraz önce kendisine diş bileyen Attâb İbni Esid’e vermişti, bu kalp harikasının meftunu olan II. Mehmet de, Hz. Muhammed gibi davranırken Peygamberinin yolunda yürüdü­ğünü isbat ediyordu. Kalbin harikası eseri ebedileştirdi. Fetihten sonra Bizans’tan Türkleri atmak gayretile Avrupa’da büyük bir haç­lı ordusu hazırlanıyordu. Onu Bizans’ın Fatih’i mi karşılayacaktı. Hâdise, kalpler Fatih’inin kalbine kâbus mu çöktürecekti. Hayır. Allah’ın evini koruma işini sahibine bırakan Peygamber ceddi gibi, fetholunan beldenin korunmasını da o, gerçek sahibine bıraktı. Haçlı hazırlığından Bizans halkı telâşlandı. Paris’e gönderilen pis­koposlar, orada hazırlanan yeni haçlı ordusunun önüne durdular. “Hayır, hıristiyan kardeşlerimiz” dediler, “bizi kurtarmağa gelme­yin. Biz Türk hükümdarı ile pek iyi anlaştık, sizi istemiyoruz.”

İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedî olmak iste­yen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Hepsinde “insanla Al­lah’ın terkibi olan hareket” insanüstü bir âleme uzanıyor. Bu yedi harikadan, daha yedi asır geçmeden elimizde kalan, sadece bu şeh­rin sakladığı bir tabiat harikasıdır.

 

Nurettin Topçu,Büyük Fetih
Devamını Oku »

Batılı bilincin "Top" korkusu

Batılı bilincin "Top" korkusu...11 Ekim 1098'de Anadolu'da Türklere karşı yürütülen savaşlara katılan bir Papaz'ın günlüğünde şu dehşet verici cümle kayıtlıdır: "Her yerde Türkler!" Ağustos 1100'de ise Roma'da Papa II. Baschalis bunu doğrularcasına şu fetvayı yayımlar: "Müslümanlar eşittir Türkler". Böyle bir ortamda 11. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'nın en önemli gündem maddesi ortaya çıkar: 'Türklere karşı sürekli savaş'. Bu savaşları finanse edebilmek için toplanan verginin adı: 'Türk vergisi'. Bir de bunlara 'top korkusu' eklenince Batılı aydının "tüm Avrupa'yı Türklere bırakıp sömürülmeye başlanan Yeni-Dünya'ya gitmeyi" teklif etmesi şaşırtıcı değildir. Şöyle dense yeridir: Bugün Amerika Birleşik Devletleri denilen Angloamerikan-yahudi devletinin kurucuları bu korkuyu yanlarına alarak gitmişlerdir yeni-dünyaya... Öyle bir korku ki batılı aydın Ankara savaşında Türkleri yenen adam olarak gördüğü Timur'u 'üstün-insan' kabul edip tüm tarihini, C. Marlowe'nin Tamburlaine'sinde izleneceği üzere, bir Timur aramasına yani bir üstün-insan aramasına dönüştürmüştür (ya da güçlü, toptan daha güçlü silah araması mı demeliydim. Batı teknolojisi [Timur'un 'demir' demek olduğu anımsanırsa], bir yönüyle, böyle bir aramanın sonucu olarak, yani Tükleri yenmek için geliştirilmiştir desem içimizdeki devşirmeleri şaşırtır mıyım acaba?). Öyle bir arayış ki bu, Marlowe'nin, Timur'un Yıldırım Bayezid'e davranışına dayanarak koyduğu ilke uyarınca, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak"ı mümkün kılacak bir arayış...

Batı bilinçaltındaki 'korku'nun esiri olarak saldırır Dünya'ya. Tüm amacı güç devşirmek, güçlü olmaktır. Bilimi doğaya; teknolojiyi insanlığa hakim olmak için üretir... F. Bacon'un İngiliz-Yahudi siyasetine çizdiği bilimle güç devşirme zihniyeti, K. Marx'ın işaret ettiği gibi, bilgiye emperyal bir form kazandırmıştı. B. Russell'in "Tüm modern bilimsel düşünce aslında kudret düşüncesidir; yani bilimsel düşünceyi harekete geçiren his kudret aşkıdır" derken kendi insanın bilinçaltındaki hakikat işaret ediyor gibidir. Bu zihniyette sevgi, saygı, merhamet, kısaca insanı insan kılan tüm değerler 'manipülatif'dir; kendi başlarına değil, kullanım değerleri itibariyle dikkate alınırlar. Angloamerikan-yahudi zihniyetinde tecessüm eden, daha doğru bir deyişle, bu zihniyeti temsil eden 'üst-insan'ın ana özelliği ne olabilir?

Russell bu soruya içten bir cevap veriyor: "Bilimin bir teknik olarak verdiği kudret İblis'e ibadet gibi bir fedakarlıkla, yani aşktan vazgeçmekle sağlanabilecektir". Bundan dolayıdır ki Angloamerikan-yahudi medeniyeti yıkıcı, yokedici, insanı aşağılayıcı kısaca Eflatun'un [Platon'un] uğramadığı, aşktan yani hikmetten/irfandan yoksun bir İblis Medeniyeti'dir. Yakın tarihimizdeki olaylar, yukarıda çizilen çerçevenin ne kadar şaşırtıcı, İblisvarî bir şekilde uygulandığına tanıklık ediyor. İslam dünyası, bahusus Türkiye bir aşağılama konusudur batılı aydının kafasında. Top korkusunun muharrik gücü solukbenizlinin eline istediği, peşinde olduğu yıkıcı imkanları, techno-science'i vermiştir. Artık Tanrı'ya yakarmasına gerek duymadan, Tanrı'yı da fazla dikkate almadan, kin ve nefretini kusabilir: Saraybosnayı yıkabilir, Kabil'i bombalayabilir, Çeçenistanı yerlebir edebilir, Kudüs-i Şerif'i çiğneyebilir, Bağdad'ı aşağılayabilir... Ancak soru şudur: İblis'in asıl hedefi neresidir? Yanıt oldukça basit: Batı'nın hedefi korkusunun ana kaynağını yok-etmektir. Bunu yapamadığı müddetçe korkusunu yenemeyecektir. Batılı güçler I. Dünya savaşı sonunda buna kalkışmış, ancak Kurtuluş Savaşı'yla pılını-pırtını toplayıp 'geldikleri gibi gitmişlerdi'. Fakat korku, korkanı korktuğu nesneyi nihai olarak ortadan kaldırmaya iter, sürükler. Korku neresidir: Korku, İstanbul'dur.

Öyle olmasaydı Fethin 550. Yıldönümünde ABD'nin Ohio eyaletindeki Grove City kentinde toplanan 43 bin Evangelistin ana konusu Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethi olur muydu? Yukarıda denildiği gibi, Batılı adam korkularını yanına alarak gitmiştir yeni-dünyaya. Kendisine göre oldukça zayıf yerli ahaliyi, içindeki aşağılık duygularını bastırmak için doğramış, yok etmiştir. Güç biriktirdikten sonra artık hesabı kapatmaya, bilinçaltındaki korkularının kaynağını yoketmeye hazırlanmaktadır. Nitekim Kuzey Carolina'daki Wake Forest Üniversitesi öğretim üyesi Charles Kimball bu durumu açıkça ifade ediyor: "İslam, Hıristiyanlığı tehdit eden tek din. Bu bizim bilnçaltımıza işlemiş; kültürümüze kazınmış". Fatih'e dil uzatıp Fethi karalamaya çalışan Evnagelistlerin bu tavrı ile Alman soyluları ve M. Luther'in tavrı arasında benzerlikler var: Alman soyluları ve Luther 'dua' için biraraya gelmişlerdi; Evangelistler ise 'bed-dua' için... Şöyle de denebilir: Alman soyluları ile Luther dil-duası için toplanmışlardı; Evangelistler el-duası yani savaş için... Çünkü savaş, el-duasıdır, elin-duasıdır; ama 'bad-dua'dır.

Gavur'a kızmak doğru değil; çünkü onlar gavurluklarını yapıyorlar; bu onların doğası: Korkularını yenmek için tarihî hesaplaşmaya hazırlanıyorlar. El-duasına kalkışacaklar; ama bugün ama yarın... Asıl sorun: Fethin 550. Yıldönümünde içimizdeki Angloamerikan-yahudi devşirmelerinin anlamdaşlarıyla bir olup, hem de İstanbul'da Fatih'e dil uzatıp, Fethi karalamaya çalışmaları... Ne denir bilmem? Ama Marlowe'nin, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak" ilkesinin herhalde anlamı bu olsa gerek.... Bu ilkeye şu da eklenebilir: Bir milleti bir kere değil, sürekli yenme hazzını tatmak için o milleti tarihine lanet etmeye alıştırmak yeterlidir.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »