Abdulkadir-i Geylani-el-Fethu'r-Rabbani 3. Sohbet


Hisle, duyguyla ve hevesle hareket eden yolda kalır. Varlığınızı ilimle koruyabilirsiniz





3. MECLİS

Bu konuşma, Cuma günü dershanede yapıldı.
Ko­nuşma tarihi: Hicri 8 Şevval 545, Miladi 1150.

Ey şahsına gereken şeyleri bulamayan! Bu hâlin geçip gitmesini şiddetle isteme. Belki gelecek şeylerde seni helak edecek nesneler vardır.

Ey hasta! Hastalığın geçmesini mutlak olarak isteme. Afiyetin her zaman yararlı olacağını sana kim dedi? Şimdi hastasın, imanın var; sağlam olunca bu imanı kaybetmeyeceğini kim temin eder? Dünyalığa dalar, Allah'ı, Peygamber’i unutursun. Akıllı ol; her olur olmaz şeyin peşine koşma.

Kalp ayık olunca işler mübarek olur, keder vermez

Kârını sakla. Kazandığın şeyin değerini bil. Bunda devam et; iş­lerin düzelir. Her işte başarı elde edersin. Elinde ne varsa, hırsı bir yana at; kanaatini ona yönelt. “Mutlaka artsın!” deme; fazla gelirse al. Olmadığı için üzüntü duyma. Allah’ın verdiğini ye ki, hoş ola. Şahsi isteklerini alırsan dertlenebilirsin. Dilencilik iyi değildir. Verilen alı­nır; ama dilenmek olmaz. Ancak iç âleminden kopup gelen arzu so­nunda istenebilir. Bu da bir nevi tecrübe olur. Kuvvet sahibine sığı­nıp istemek yerinde olur her hâlde. Bu hâlde isteyene değil, istene­ne bakmak gerektir. Bu istek zararsızdır; hele kalbin ayık olması mutlaktır. Kalp ayık olunca işler mübarek olur, keder vermez.
İstek­ler yalnız dünyalık işlere olmamalı, biraz da ahiret işlerine olmalı. En çok dileğin af ve afiyet olmalı. Din, dünya ve ahiret için iyilik dile. Bunları yapabilirsen sana yeter; fazlası sana ne lazım?

Allah hiç bir işi yapmaya mecbur değildir. O, mülkünde ancak dilediğini yapar. Allah'ı mülk sahibi bil. Bu sahip hayırlıdır. Başka­sını seçme. Senin için iyi olmaz. Bir ağır yük kaldırdığın zaman sırf kuvvetini görme. Allah'ın kudretini sez. O'nun gücü olmasa senin gençliğinin, kuvvetinin ne değeri olur? Malına da pek güvenme. Mal sana ne yapabilir? Malın özünde manevi tesir olmadan hiç bir de­ğer ifade etmez. Allah bir defa tutarsa bırakmaz.Maddiyatı bırak; biraz manevi ol. O'nun tutuşu manevi yollardan gelir.Maddi tedbir­lerin pek tesiri olmaz. Olsa olsa, yine O'nun tesiri ve izni ile olur.

Yazık, dilin müslüman gibi konuşuyor, kalbin onu doğrulamı­yor. Sözün Allah'a ve Peygamber’e inanmış gibi, özün tam tersine. İşlerin hiç birine uymuyor. Ne olacak hâlin? Halk arasına çıkınca, senden iyisi olmuyor; yalnız kalınca neden şeklin değişiyor? Bili­yor musun, yıllarca namaz kılsan, oruç tutsan sana hayır getirmez; ömrün boyunca hayırlı işlerde bulunsan hayır göremezsin; ancak, Allah rızasını gözeteceksin; bunu iyi bilmen gerek. Aksi hâlde yap­tıkların boşuna; bu duruma göre, sana damga, “münafık ve içi bo­zuk” sözleri olur. “Allah'tan uzak” mührünü alnına vururlar. Şu an­da yaptıklarından dön. Bir an bile yaşamana senedin yoktur. Ne kadar kötü işin varsa bırak, kötü sözlerden dön. Kötü niyetlerinden kendisini hemen çekiverir.


Onlar için cennet, tavanı çökmüş bir viranedir. Cehennemi, ateşi sönük, küllük bilirler


Allah yolcularının iç âleminde aksaklık göremezsin. Onlar, kur­tulmuşlardır. Onlar, tam imana sahiptir. Muvahhid onlardır. İhlâslı işi onlar tutar. Belaya onlar sabırla karşı koyar. Bir afet indiğinde sızlanmazlar; inlemezler. Metin ve vakur olarak işlerin sonunu beklerler. İyilik geldiği zaman şükür yoluna koyulurlar. İyiliği ilan eder, kötülüğü saklı tutarlar. Başlarında olan felaketli işlerden, kim­seye şikâyet etmezler. Ellerinde bir bolluk varsa, herkese dağıtırlar. Dağıttıkları elde kalandan fazladır. Bu verişi severek yaparlar. Ver­dikten sonra üzüntü duymazlar. Kendi kazançlarından diğer kardeş­lerine fayda sağladıkları için sevinirler.

Bu kullar ilk başta dilleri ile şükrederler. Sonra kalpleri ile, da­ha sonra da gönülleri ile... Halkı bilmezler. Halktan onlara bir eza gelirse sadece tebessüm ederler. Dünya şahları onların katında hiç­tir. Yeryüzünde gezenler, onlara fakir, hasta ve ölü görünür. Onlar için cennet, tavanı çökmüş bir viranedir. Cehennemi, ateşi sönük, küllük bilirler. Ne cennete yerleşmek için fazla arzu duyarlar; ne de cehennem korkusundan titrerler. Cennete girmekle cehennemde kalmak onlar için eşittir. Semanın yüceliği, onları Hak’tan ayrı ede­mez. Yer, tabii güzelliği ile onları aldatamaz. Onlar, yeryüzünde ya­şayanlarla gökyüzünde uçanlar arasında eşit şart görürler. Hepsini tek kuvvetin esiri bilirler. O da, Allah'tır.

Onları bir zaman dünya ehline karışmış görürsün. Gafillerden biri bilirsin; ama değil. Bir zaman sonra ahiret ehline karışırlar. Onlarla sohbet ederler. Az sonra kendi iç âlemlerine tabi olurlar. Gözlerinde dünya yok olur. Ahiret silinip gider. Her iki cihanın Rabbi ile olurlar; zaten aradıkları da bundan başka bir şey değildi. O'na gider ve koşarlar. Sevdikleri yalnız O'dur. Gönül kapıları bu kez Hakk'a açıktır. Başkasını ne ederler; yalnız Hak sevgisi ile dolarlar. Kalpleri Hakk'a karşı yürümeye koyulur. O’na tam vasıl oluncaya kadar yolculukları devam eder. Artık onlara Hak dostluğu hasıl olmuş olur.

Yukarıda belirtilen yolculuk mecazidir. Kalbin maddi yolu yok­tur. Yol tabiri, yolcuya anlatmak için kullanılır. Yoksa ne yol var, ne de yolculuk. Hepsi bir an işidir. Hakk'a varma arzusu akla ge­lince, yol görünmeden varılmış olur. Menzil alınır, yol kat edilir. Ka­pı açılmadan eve girilir.

Her şey Allah'ı anmakla başlar. Bu duygu kalpte yerleşince işler bitmiş olur



İşte hâl böyle… Her şey Allah'ı anmakla başlar. Bu duygu kalpte yerleşince işler bitmiş olur. Evvela anmak, son nefeste yine O... Herkes, Hakk'ı andığı kadar erebilir. Bu sebeptendir ki, büyükler daima Allah'ı anarlar. Bu anış onların benliklerini yıkar. İç âlemlerini kaplayan her cins kötülüğü eritir. Hak’tan gayrı ne ki var, ben­liklerinden silinir; kaybolur. Cümle varlık, Hak varlığı ile dolar. O büyük insanlar, Hak Teâlâ'nın şu emrini işitmişlerdir: “Beni anın; sizi anarım. Şükür yolumu tutun; küfür yolunu tutmayın.” (el-Bakara, 2/152)

O büyükler, Allah'ı anmak için ellerinden geldiği kadar doğru yola koşarlar. Bunu severek yaparlar. Onlar, şu yüce kelamı dinler­ler: “Ben, beni zikredenin yanındayım.”

O sevgili kullar, uygunsuz yerlerden kaçarlar, iyi şeylerle uğra­şırlar. Her hâllerinde Allah'ı anar ve O’nunla ülfet ederler.
* * *

Hisle, hevesle hareket eden yolda kalır



Ey cemaat! Kötü heveslere kapılmayın. Aklınızı, mantığınızı ça­lıştırın. Hisle, hevesle hareket etmeyin; bunlarla olan, yolda kalır.Si­ze bir hâl olmuş. Hep duygularınızla hareket etmektesiniz. Mantığınız ve aklınız çalışmaz olmuş. Önce bilgilerinizi geliştirin. İlim kaynaklarına kendinizi kavuşturun. İlme ererseniz işleriniz kolay olur. Varlı­ğınızı koruyabilirsiniz.Mücerret ve muayyen bilgi ile yetinmeyin. Her gün bir başkasını öğrenin. Sipsivri bir bilgi sizi kurtaramaz. Siyahla beyazı seçme kabiliyetini gösterebilecek bilgiyi elde etmeye bakınız.


Müftünün fet­vası ile değil, iç âleminizden kopan buyrukla hareket edin


Kendi varlığınızda istiklalini ilan edecek şeyi öğrenin. Müftünün fet­vası ile değil, iç âleminizden kopan buyrukla hareket edin. Bu bilgiyi Allah duygusu sağlayabilir. Hak irfana sahip olan, tam bilgi sahibi­dir. Akan suların miktarını ölçen ve toprak kalınlığını hesap eden, âlim değildir. Gerçi bu da bir ilimdir; ama bu ilimle birlikte yüce ve ulvi şeyleri de bilmek gerekir. İlk başta hak ilimle ruhunuzu bezeyin. Sonra, bu bilginin gerektirdiği gibi dış varlığınızı da Allah’ın emrine göre düzeltiniz. Allah, size neyi öğrenin diyorsa onu belleyin. İlk işi­niz bu olsun, sonra diğerleri... Gün gün, ay ay, O'nun yolunda iş tu­tun. Böyle olursanız, yaptıklarınızın iyi meyvesini alabilirsiniz.Aksi hâlde bir serap uğruna yokluğa gömülürsünüz; size yazık olur.

Ey evlat! Bildiklerinden sorumlusun. Yerinde kullanmadığın tak­dirde sahibi sana çıkışır. Ayrıca bilgi de senden davacı olur ve bağıra­rak:
“Beni iyiye kullan; yoksa hakkında şikâyetçi olurum.” der
. İyiye kullanırsan, öbür âlemde lehinde şehadet eder; över ve şöy­le der:
“Ben, buna şahidim, beni iyiye kullandı, onu bağışla Allah’ım!” Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur
:

“İlim, işi çağırır; iş, onun çağrısına uyarsa, iyi, uymadığı tak­dirde sahibinin boynunda çekilmez vebal olur.” İş böyle olunca, ahiret günü o ilmin yararını da göremez. Sahibi­ni yalnız bırakır. İlme sahip olmak gerek. O, bir defa yola çıktı mı, artık geri dönmesi güç olur. Bildiklerinle iş tut. Onun yalnız kabuğunu taşıma. Biraz da özü­ne vâkıf ol. Özsüz nesne payidar olmaz.

Peygamber'e (s.a.v) lafla uyulmaz. Onun çizdiği yola girmek ve yaptıklarını yapmak icap eder. Bunu yaptığın takdirde kalbin doğru­ya döner. Bundan sonra, nefis ıslah olur. Asıl ve öz varlık olan sır da katlanır ve Hakk'a uçar.

Kalbine ne oldu? Neden ilmin çağrısına uymuyor? Kalbini kö­relttin




Kalbine ne oldu? Neden ilmin çağrısına uymuyor? Kalbini kö­relttin. Ona yazık ettin.Bilgi sözünü kalp kulağı ile dinlemedin. Kalp kulağını ilme ver. Sırrını o tarafa yönelt. Ve fayda almaya bak. Bildiklerinle amel etmek, seni Hakk'a götürür. Bilgi sahibine, bil­gi ile gidilir.
Cahil yol alamaz. Hakk'ın ilim sıfatı âlimlerde tecelli eder. Ameller, Peygamber’in (s.a.v) emirleri gereğince olmalı. Ondan akan kaynaktan feyiz almak lazım…

Sözü başka, işi başka, bilgisi de hep­sinden ayrı olandan hayır gelmez

İçler onun risalet membaından akan nurla dolmak icap eder. Bu da bir bilgidir. Ve ilk öğrenilmesi ge­reken şeydir. İlmin kaynağını öğrenmeyen ilmi bulamaz. Bundan son­ra insan kendi iç varlığına girmelidir. Öğrenmeli, öğretmeli ve işleri ile bilgisini bir araya koymalıdır. Sözü başka, işi başka, bilgisi de hep­sinden ayrı olandan hayır gelmez. Kul, kendi irfanını Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ilim deryasına karıştırırsa artık ona yeter bir şey ol­maz. İlim bunun için olmalı... Çalış ve bul.


Bu hâle erdiğinde kalbini hikmetler kaplar. Zahir ve batın -iç ve dış- ilimlerini öğrenmiş olursun. Netice olarak bildiklerinin zekâ­tını vermek sana vacip olur. Din kardeşlerine Hakk'ı tavsiye edersin. Allah yolunu arayanlara yol gösterirsin. Her şeyin zekâtı ayrıdır. Ma­lın zekâtı, her yıl kırkta birini fakirlere vermektir. Bilginin ise, her zaman Allah âşıklarını Hakk'a ve hakikate çağırmaktır.
* * *

“Sabırlı kullara hesapsız mükâfat verilir” 

Ey evlat! Sabırlı adam, kuvvet sahibi olur. Buna işaret olarak Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Sabırlı kullara hesapsız mükâfat verilir.” (ez-Zümer, 39/10)

Dinini satarak geçime çalışma

Alın terinle kazandığını ye. Dinini satarak geçime çalışma. Kazan ve ye, başkalarına da dağıt. İman sahiplerinin kazancı, doğru kimse­lerin kârı bu yoldan gelir. İman sahibi için kazanç bir önem taşımaz. Ancak sadaka verirken ehlini bulmak zor olur. Asıl ihtiyaç sahiplerini çok aramak lazımdır. Ayrıca bir kazanç yolu arayan olursa gösterme­li; bu bir sadakadır. Çok kere düşkün olanlara yardım etmek yerinde olur. İnsan, daima Allah kullarının rahatını temenni etmelidir. Bu arzu, ruhu Hakk'a aparır. Kalbe ilahî sevgi aşılar. İman sahipleri, şu yüce sözün önünde tazimle dururlar: “Hak ehli ve bunlara çok yakın olanlar, çevresine faydası çok olanlardır.”

Allah'ın sevgili kulları, halkın dedikodusunu işitmez. Halk sözüne karşı onlar sağır ve dilsizdir

Allah'ın sevgili kulları, halkın dedikodusunu işitmez. Halk sözüne karşı onlar sağır ve dilsizdir. Hakk'a yakınlıkları onları bu hâle koy­muştur. Boş lafı ne işitirler, ne söylerler. Boş lafı neye söylesinler ve niçin işe yaramaz lafı duysunlar. Onların kalbi Hakk'a yönelmiştir. Ka­lıpları başkası ile olsa da kıymet ifade etmez; iç âlemleri bozulmaz.Hak heybeti onları bir hoş eder. Hak yakınlığı onları sarhoş eder. Sevgili yanında, sevgi onları dağlar. Onlar, şiddet ifade eden Celâl sı­fatı ile tatlılık ifade eden Cemal sıfatı arasında devrederler. Sağa ve sola arzuları ile dönemezler. Çünkü onlarda, arzu diye bir şey yoktur. Onlar birer öncüdür. Herkes onlara tabi olur. İnsanlar, bu gözle gö­rülmeyen cinler, melekler onlara hizmetçidir. İlim ve hikmet onlara hizmet eder. Herkes ilmi ve hikmeti ararken, bu büyükleri, ilim ve hikmet arar. Gıdaları fazilettir. Fazilet yemeği yer, hoşluk şarabı içerler. Onlara göre meşgale Hak kelamıdır. Halk onlara uzaktır. Yara­tılmışlar bir yana; onlar başka yerlerdedir. Tabii, bu uzaklık kalple olur.

Büyüklerin öyle nasibi vardır ki, bir kişiye ondan zerre miktar verilse başkasını istemez olur


Büyük insanlar, Allah emrettiği için hakkı söylerler. Gerçeği söy­lerken kimseden korkmazlar. Kötü şeylerden halkı sakındırırlar.Yolu­nu şaşıranları bunlar yola getirir. Her zaman için çalışmaları bu yol­da olur. İşlerini çeşitli vesile ile yaparlar. Bazen bizzat, bazen de baş­kalarının eli ile yaparlar. Onlar için her şey bir vasıtadır. Her zaman hakikati yerine getirmeye gayret ederler. Kulların hakkını kesip ken­dileri bol bol almazlar. Her kim ki fazilete lâyıktır, ona liyakatini ve­rirler. Nefislerinin hasis arzusunu desteklemezler. Tabii ve kötü arzu­larının ardından koşmazlar. Sevince, Allah için severler. Darılmak icap ederse, yine Hak için yaparlar. Onlar yalnız Allah yolunda olur­lar. Başka yol onlara göre yoktur. Onların öyle nasibi vardır ki, bir kişiye ondan zerre miktar verilse başkasını istemez olur. Bu nasip Al­lah dostluğudur. Allah dostunu, Allah'ın yaratmış olduklarının hepsi sever. Kurtuluş bu yola varanlaradır. Yer onların hatırı için yemişler verir.Sema onların gönlü hoş olsun diye rahmet yağdırır.
* * *

Söyleten O'dur

Ey içi dışına uymayan, kullara ve sebeplere dayanan zavallı, bu çirkin hâlinle sana o büyük nasip gelmez; Hak dostluğunu bulmak mümkün değildir. Bulunduğun, iyi olmayan hâl devam ettikçe hayır bekleme. İzzet senin için bir seraptır, önce İslâm ol. Doğruya bağ­lan. Tevbe et. İhlâs sahibi ol. Kurtuluş bu yoldadır. Aksi hâlde hida­yet yolu sana kapalıdır, uzaktır.

Sana acırım; benim sert konuşmam seni üzüyor; biliyorum. Ama yanılıyorsun. Aramızda düşmanlık yok. Yalnız şu var ki, ben gerçeği söylüyorum. Seni emir dışında görmem beni böyle söyletiyor. Büyükle­rin sözü seni sıkıyor. Haklısın; gurbet ilinde gezen, hak söze az dayanır. Fakirlerin pek azı engin gönüllü olur. En ufak öğüde gönül koyarlar. Benden bir şey işitince kabul et. Allah'tan bil. Ben de bir aletim. Söyleten O'dur. Beni aradan çıkar, O'nu gör. Bir kuru taşı bile ko­nuşturmak O'nun kudreti dâhilindedir.

Hakiki bir basirete sahip olsaydın, beni, cümle varlığım­dan soyunmuş, Hak varlığı ile var olmuş görürdün

Bana geldiğin zaman sade gel. Nefsini bir yana at. Şahsi istekle­rini terk et.Hakiki bir basirete sahip olsaydın, beni, cümle varlığım­dan soyunmuş, Hak varlığı ile var olmuş görürdün. Lakin hasta ve hatalı anlayışın, bunu sezmeye yeterli değildir. Hak yolcusu, sohbetime gel.Sohbetimden faydalan. Hâlimde dün­yalık göremezsin. Dünya ve ahiret iç âlemimden uzaktır. Elimde, tevbekâr olan arzusunu bulur. Bana karşı iyi düşünce şarttır. Sözlerim­le amel etmek gerek. Bunları yapan aradığını bulur. Hak yola az zamanda varmış olur.

İlham velilere, kelam da Peygam­berlere gelir

Allah Teâlâ, Peygamberi’ni kelam sıfatı ile terbiye eder. Sevdiği kulları ise ilham yoluyla ıslah eder. İlham velilere, kelam da Peygam­berlere gelir. Peygamberlerin vasileri, veli kullardır. Onlar Peygam­berlerin hakiki vekilleridir. Veli olanlar, Peygamberlerin evladıdır.

Allah, konuşur. Musa Peygamber’le konuştu. O'nun konuşması maddi yapılı değildir. O kelam sıfatının ölçüsü, tartısı, kalıbı yoktur. O’nun kelam sıfatı yaratır; fakat o sıfatı bir şey yaratmış değildir. O sıfatın yaratıcısı Hak'tır. Hakk'ın kelam sıfatı derin manalar taşır. İşitenin fehmine göre renk alır. Musa Peygamber’e aklı kadar konuştu. Vasıta kullanmadı. Bizim Peygamberimiz’le de (s.a.v) vasıtasız ko­nuştu; bizzat kelam sıfatının tecellisini gösterdi. Ya Rabbi, hidayet yolunu, bütün kullara nasip eyle. Hepsine mer­hamet et. Cümlenin tevbesini kabul buyur. Âmin!
* * *

İşlerin yakın zamanda mendil gibi önüne açılır

Halife Mu’tasım'ın bir hikâyesi anlatılır. Mu’tasım vefatı anında yanında bulunanlara şöyle dedi: “İmam-ı Ahmed b. Hanbel'e yaptığım eza dolayısıyla tevbe edi­yorum. Ben, Kurân'ın hiç bir harfini değiştirmedim. Buna özenenler çok oldu; ama hiç biri yapamadı.”

Zavallı, sana yararlı olmayan sözü bırak. Taassubu -batıl şeye yapışmayı- da bırak. Dünya ve ahirette sana yarayana bak. İşine ya­ramayacak işi ne yaparsın? Faydasız şeyleri toplamak nene gerek? Yaptığın işleri iyi tut. Ayarsız iş tutarsan, yakında seni yere serecek haber gelebilir. İşlerin yakın zamanda mendil gibi önüne açılır. Sözü­mü unutma, her kötü şeyin meydana çıktığı zaman hatırlarsan yara­rını bulman kabil olmaz. O dem seni koruyacak bir kalkan buluna­maz. Sen nasıl korunursun o dem? Şimdiden çareler ara.

Dünya dertlerinden soyun. Kalbini temizle. Hatalardan, arzunla ayrıl. Nasıl olsa ayrılacaksın. Parasız kalırsın, ihtiyar olursun; bunlar da olmasa ölürken bırakırsın. Bir lokma için bin defa yalvarma. Acından ölen yoktur. Varlığını esirge. Yaratan’a teslim ol. Kalbini O'na ver. Mutlaka iyi geçim ara. İyi geçim olmayabilir; olması da kabildir. Sa­na gereken, olması veya olmaması değil, aramaktır. Eline gelen için de, “iyidir” de. Daha iyisini de aramadan kalma. Bunları yaparken cid­diyetini elden bırakma. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “İyi geçim, ahiret için temenni edilmeli; rahat orada beklen­meli.”

Ümitlerin için bir köşk yap. En güzeli, zühd hâlidir. Bu hâl, önünden sonuna kadar şahane bir ülkedir. Emellerini kıs. Dünyada sana hemen zühd gerek. Çünkü baştan sona zâhidlik, az emelli olmaktan ibarettir.


Seni yıkan kötü arkadaşların olduğunu biliyor musun? Onları bırak. Onlarla arana yarlar aç. Sevgi duygularını onlardan uzak tut. Yakın olacağın kimseler salih kişiler olmalıdır. Kötüler sana ne ka­dar yakın olmak istiyorlarsa, sen o kadar uzak dur. İyiler de sen­den ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, ara ve bulmaya gayret et. Her kime bir sevgi duyuyorsan aranızda manevi bir bilgi hasıl olur. Bu bağlılığın ve ilginin kimlere ve nelere olduğunu ve olması gerektiği­ni iyi öğren. İşlerini ona göre düzenle. Birçok büyükler: “Sevgi yakınlıktır, yakınlık ise sevgidir.” derler. Bunlar, maddi sebeplerle uzak da olsa, manen yakındırlar.


“Allah'ın kula verdiği büyük cezalardan biri de, kulun ken­dine nasip olmayacak şeyi aramasıdır.”


Verilen veya verilecek olan şeyler seni yormamalı. Verilmesi mukadder olan şeyi aramak, yorgunluktan başka nedir ki? Keza, senin kısmetine gelmesi imkânsız şeyi beklemek ele ne geçirir? İn­san için olmayacak işlerin peşinde koşmak, sadece hüsran getirebi­lir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buna işaret ederek şöyle buyurur: “Allah'ın kula verdiği büyük cezalardan biri de, kulun ken­dine nasip olmayacak şeyi aramasıdır.”
* * *

Derin düşüncelere dal. Düşüncen derinlere kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin



Ey evlat! Kâinatın her zerresinde Allah'ın güzel sanatı vardır. Bu güzel sanatların her biri Hakk'a vardıran delildir. Bu delillere yapışan herkes Hakk'a varabilir. Derin düşüncelere dal. Düşüncen derinlere kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin.

İman sahibinin, hem zahir –dış- hem de batın –iç- gözü var­dır. Dış gözleri ile Allah'ın yarattığı, tabii manzaraları görür. Yere serpilen sonsuz hikmetli işlere bakar. İç gözüyle de, madde ötesin­deki varlıklara bakar. Sema ve ötesinde saklı duran ulvi, ruhani var­lıkların seyrine dalar. İşte bu iki göz görmeye başladıktan sonra, bir göz daha hasıl olur ki, o da kalp gözüdür. Kalp gözünün açılması için iç ve dış gözünün, salim duyguya sahip olması gerekir. İş­te bundan sonradır ki ensiz ve boysuz bir deme geçer. Yakınlık mefhumu anılmayan bir yakınlığa erer. Dış manası ile bilinmesi kabil olmayan bir sevgi âlemine varır. Artık o kul sevgilidir; ondan sak­lı hiç bir şey yoktur.

Ancak, bu hâle ermek kolay değildir. Kalbin yaratılmış nesneler­den ve nefsin tabii istek ve cümle şehvet arzularından uzak olması icap eder. Her cins şeytani duygudan âri ve beri olması gerekir. Bu­na ruh temizliği derler. Bu temizliğe erene, yer hazineleri açık olur. Sema yolları onun uğruna döşenir.Ona göre, taşla toprak arasında fark yoktur. Ve çamurla altın ona eşittir.


Sözlerim birer cevherdir. Zaman ve zemine göre binlerce mana taşır


Akıllı ol; söylediklerimi iyi düşün. İyi anlamaya çalış. Dikkat et: Ben sözün özünü söylerim. Sözlerim birer cevherdir. Daima bü­yüme istidadındadır. Zaman ve zemine göre binlerce mana taşır.
* * *

Ey evlat! Allah'ı kula kesme. Kul hata işlerse elinden tut, Hakk'a götür. Allah'ın kula gücü yeter. Ama kul Allah'a bir şey edemez.

Saklanması gereken birçok şeyler vardır. Saklanması gereken şe­yi saklamak insanı hazine sahibi kılar. Sır saklamak büyük iştir. Her­kesin kârı değildir. Musibet anını sabırla gizlemek, hastalık anında Allah'a yalvarmak en büyük iştir. Bunlar saklı ve gizli yapılmalıdır. Saklı tutulması gerekenler arasında sadaka da vardır. En önemli şey de budur. Birine yapacağın iyilik olursa sağ elinle ver; fakat sol eli­ne duyurma. Mümkün olduğu kadar bunu yapmaya çalış. Sonra, şey­tanın ve dünyanın tuzaklarına kapılırsın.



Baştan sona kadar kötülüklerle dolu olan dünya denizine dalma. Ona her dalmak isteyen, az sonra boğuldu ve kayboldu. Buna çokla­rı düştü. Ancak tekler kurtuldu. Bu kurtulan tekler, halk arasında özellikle seçilmiş olanlardır. Dünya denizi derindir. Herkesin ona yanaşması mukadderdir.Allah'ın kurtarmak istediği kimseler kendini saklar. Allah, kulları arasından dilediğini kurtarır. Dünyada pislikle­re dalanların öbür âlemdeki yeri cehennemdir. Onların pisliklerini ancak ateş temizler. O ateşin üstünde bir köprü vardır. Cümle kul­lar onun üstünden geçerler. Pisler aşağı yuvarlanır, temizler de kur­tulur. Kurtulanlar Allah'ın sevdiği ve seçtiği kimselerdir. Bunu ha­ber veren şu ayetin manasını iyi düşün: “Sizden herkes cehenneme uğrayacak.” (Meryem, 19/71) Yine dinle: “Ey ateş, serin ve selâmet ol!” (el-Enbiya, 21/69)


“Ey dünya denizi ve seli, şu adamı boğma. O sevgili kuldur. O tarafımdan istenen zattır. Onu zatıma bırak.”


İkinci hitap, dünyada İbrahim (a.s) Peygamber’e oldu. Öbür âlemde ise, cümle iman sahiplerine olacaktır. Şöyle rivayet edilir: Kıyamet koptukta cehennem üzerine köprü kurulur. Herkesin geçmesi için ferman çıkar. O anda ateşe de şu ferman verilir: “Ey ateş, serin ve selâmet ol. Bu hâli iman sahipleri için göster. Bana ibadet edenler geçsin. Beni arzulayanlar rahat yürü­sün. Öbür âlemde benim için arzularını atanlar buradan gitsinler.”

Nemrud'un ateşine de bu hitap vaki idi. Alevler saçılırken gül-gülistan oldu.Keza, cehennem ateşine erişen bu hitap da onu iman sahiplerine dokunmaz kılar. Kendini bataklığa kaptırma. Allah’a güven ve O'nun yoluna gir. O’nun yolunda devam ettikçe, seni dünya yutamaz. Kötülük selleri seni sürükleyemez. Çünkü ona, şu hitap gelir: “Ey dünya denizi ve seli, şu adamı boğma. O sevgili kuldur. O tarafımdan istenen zattır. Onu zatıma bırak.” Bu hitabın eriştiği zat boğulmaz. Musa'yı (a.s) deniz yuttu mu? Kavmi denizde boğuldu mu? Allah fazlını dilediğine verir. “Sevdik­lerini hesapsız rızıklandırır.” (el-Bakara, 2/212) Bütün hayır onun elindedir. Hâl böyle olunca nasıl başkasına gidersin? O'nun yolunu nasıl bırakırsın?


Hâlık’ı darıltıp halkı sevindirmek ha!


Sana verilen, O'nun eli ile gelir; alan yine O'nun kuvvet elidir. Kendinde bir kuvvet mi biliyorsun? O dilerse zengin eder; dilerse fakra düşürür. Öyle mi biliyorsun ki, izzet başkasından gelir, zillete başkası düşürür! O'nunla boy ölçüşmek kimin haddine? O'nunla kim cenge hazırlanır? Meğerki aklını yitirmiş ola. Akıllı adam, O'nun kapısına koşar. Başka kapıları aklının köşesinden bile geçir­mez. Ey tedbir eden kişi, yolun yanlışa çıkıyor. Yaptığın iş halkı se­vindirmekten ibaret mi olmalı idi? Hâlık’ı darıltıp halkı sevindirmek ha! Öyle mi? Dünyayı yapmak için ahireti yıkmak! Bu iş sana yakışmıyor. Yakında her şeyin elinden çıkacak. Yakalayışı çetin olan biri, her varını senden alacak. O alıcı, biz­zat Allah'tır. O, tuttuğunu bırakmaz. O'nun tutuşu başka şeye ben­zemez. O’nun tutuşu bir yönden gelmez; birçok şekli vardır. Senin tek renk ve düzensiz işlerine benzemez.

İlk defa bulunduğun makamdan atılmanla olur. Uslanırsan pek­âlâ! Uslanmazsan hasta eder. Sonra fakir eder. Zelil eder; kimsenin yanında yüzün kalmaz. Perişan ve derbeder olursun. Bunlar da seni yola getirmezse, artık dert ve belanın çeşitleri üzerine yıkılmaya başlar. Hepsinden büyüğü, iç sıkıntısı gelir. Öyle zaman olur ki, içinden kopup gelen sıkıntı, seni bir yana bile oynat­maz. Bunların dışında, bir de halkın diline düşmek var. Sokağa dö­külen bir sürü reziller seni dillerine dolarlar. Şerefini bir paraya indirirler. Allah, herkesin eli ve dili ile seni yıkıp viran etmeye muk­tedirdir. Yeryüzünde gezen ufak bir karınca, seni ve yuvanı dağıtmaya kâfidir. Allah'ın, en ufak bir mahlûkunda en büyük kuvveti gizlidir. Uyan, ey gafil! Uykuyu bırak, ey zavallı! Allah’ım, bizi sen uyandır; uyanıklığımız seninle ve senin için olsun. Âmin!
* * *

Ey evlat! Dünyalık toplarken dikkatli ol. Dikkati elden bırakma. Gece odun toplayan gibi olma. Elini attığın zaman, neyi alacağını ön­ceden kestirmelisin. Gece odun toplayan eline gireni bilmez. Seni de ona benzetiyorum. Ayık ol; sonra felâketin azim olur.

Dünya geceleri karanlık olur. O gece gelince güneş kaybolur. Işık bulmak lâzım… Kendiliğinden aydınlık geç olur. Kendine ışık bul. Son­ra yırtıcı hayvanlar seni perişan eder. Bataklık da olur. İnişli çıkışlı yolları da olur.Karanlıkta kalırsan ilk sürçmede yere serilmen müm­kündür. Zaten ne kuvvetin var ki, zavallı! Sana düşen, gece yolculuğunu tasarlamadan evvel, gece için ya­kacak temin etmektir. Gece lâzım olması muhtemel olanı, gündüzden bulman gerektir ki, karanlık basınca, yerden bir şeyler aramaya kalkmayasın; zararlı şeyleri toplamaktan kurtulasın.

Bütün hâlinde tevhid -Allah'ın birliği- güneşini ara. Onun nu­ruyla dolaş. Onun nurundan çok faydalan. İslâm dininin esaslarına iyi yapış. Kötü şeylerden sakınmayı kendine huy edin. Bu hâl seni muhtemel felâketlerden korur; nefse uydurmaz. Şeytana da kapılmaz­sın. Şirkten kurtulursun. Halkın şerrinden emin olursun. Yolda yü­rümeye seni alıştırır; aceleciliği benliğinden siler.

Yazık sana, acele etme. Aceleci hatadan kurtulamaz. Aceleci ya hata eder veya hataya meyli artar. Dikkatli ve düşünceli giden, er-geç aradığını bulur yahut bulmaya yakınlaşır. Aceleyi kalbe şeytan geti­rir. Dikkatli hareket etmek, Rahman olan Allah tarafından kalbe gelir. Seni aceleye iten şey, mutlaka dünya hırsı olmalı; çünkü başka acele edecek ne var? Hırsı olmayan adam, her şeyin kendi iradesi dı­şında olup bittiğini sezer ve ona göre hareketlerini ayarlar. Şunu iyi bilmek gerek ki, hırs, insanı içinden çıkılması kabil olmayan felâket­lere sürükler.

Rabb’in sana bilmediğin şeyleri öğretir



İnsan olan, hırs değil kanaat sahibi olmalıdır. Kanaat tükenmez bir hazinedir. Dünyada senin için olan şeyler muayyendir. Başkasına gitmez. Hırsı bırak; sebebe yapış. Ama o sebebin sahibini de kalbin­den çıkarma. Günlük işlerine devam et. Katî olarak senin olacağına inanmadığın şeyler peşinde hırsla koşup durma. Her şeyi hâline bı­rak; sadece çalış.

Nefsine sahip ol. Elinde olan mevcutla yetin. Bu hâle devam et. Ta ilâhî hikmetlere arif oluncaya kadar… İrfan sahibi olduğun zaman işlerin kolay olur. Hırs kalmaz o zaman. Kalbin kuvvet bulur. İçin nurla dolar. Rabb’in sana bilmediğin şeyleri öğretir. Dünya işlerini kolay çevirirsin. Dış gözünü dünyaya verir, iç gözünü âhirete yönel­tirsin. Mâsivâ -Hakk’ın zatından gayrisi- derununa tesir etmez. Hiç bir kimse, büyüklüğüne seni inandıramaz; olduğundan fazla göstere­mez. Sana göre, yalnız Allah yücedir. Devam et; göreceksin ki, her varlık sana karşı saygı hissi besliyor.

Her arzunun yerine gelmesini istiyorsan, Allah'ın yasak ettiği şeylere yanaşma



İnsanlar biraz tuhaftır. Her arzularını tatmin yolunu ararlar. Ama doğru yol gösterilince gelmek istemezler. Hele biraz da güçlük olursa... Hâlbuki her tatlının önü sıra az da olsa acı olur. Bir tatlıyı yemek için önce yorulmak icap eder.İşte bu sebeple deriz ki; ey evlat, her arzunun yerine gelmesini istiyorsan, Allah'ın yasak ettiği şeylere yanaşma.Önünde duran kapıların açılmasını istiyorsan, muttaki -kö­tü şeylerden sakınan- ol. Her hayır kapısının anahtarı, Allah'ın ya­sak ettiği haram işlere yanaşmamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Bir kimse kötülükleri bırakırsa ona kurtuluş yolları açılır. Tahmin etmediği yollardan rızkı gelir.” (et-Talak, 65/2-3)
* * *

Sen mi fazla biliyorsun, yoksa O mu?

Hak'la çekişme. Nefsin için onu kötüleme. Çocukların için Hakk'a çıkış yapma. Malın azaldı diye O'nu itham etme. İnsanlar sana yüz vermiyor diye O'nu suçlu bulma. Suçu evvela kendinde ara. Allah'a emir mi vereceksin? Bunu yapmaktan utanmaz mısın? Her iş senin keyfine göre olsun, istiyorsun. En büyük hüküm, senin mi olmalı, yoksa O'nun mu? Sen mi fazla biliyorsun, yoksa O mu? Senin merha­metin O'ndan çok mu? Yazık sana, sen ve bütün yaratılmışlar, O'nun kulu, kölesidir. Hepinizin yöneticisi O’dur.


Dünyada O'nunla sohbet istiyorsan sessiz ol. Sakin ve sessiz ol.Allah'ın sevgili kulları edeplidir. O'nun gözünde en büyük edep gerek­lerini yerine getirirler. Attıkları her adım, açık izne bağlıdır. Kalplerini hoş etmeyecek hiç bir işe yakın durmazlar.


Yaptıkları mübah iş, onlara ilham yoluyla anlatılır. Giyecekleri elbise manen gösterilir. Alacakları hanım onlara işaret yoluyla anlatı­lır

Yaptıkları mübah iş, onlara ilham yoluyla anlatılır. Giyecekleri elbise manen gösterilir. Alacakları hanım onlara işaret yoluyla anlatı­lır.Bütün sebepler onlara, kalp canibinden gösterilir. İzinsiz ve emirsiz hiç bir işe yanaşmazlar.

Hak’la kaimdirler. Kalpleri O’na bağlıdır. Basiretleri Hak yolda açıktır. Hakk’ın kudreti önünde karar yetkisini kendilerine hoş gör­mezler. İşte dünyada böylece Allah’lık olurlar. Varlıkları dünyada nur olur. Hakk’a vasıl olurlar, öbür âlemde ise bizzat ereceklerine ererler. Allah’ım, bize dünya ve ahirette, sana ermiş olmayı nasip et. Sana yakınlık tadını ver. Seni görmeye kavuştur. Gayrı görmeden, Zat’ınla yetinen kişilerden kıl. “Dünyanın iyiliğini ver, Öbür âlemin hoşluğu­na erdir. Bizleri ateşten koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!



Devamını Oku »

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Ebu Cafer Muhammed b. Musa ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ben dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Allah'a varan yolun başı nedir?"

Dedi ki: "Allah'ın bildirdiği şekilde Allah'a dönmektir."

Ben: "Peki, Allah’a dönmenin manası nedir?" dedim.

O: "Tevbedir delikanlı!" dedi ve ekledi: "Bak, Said b. Cübeyr; ‘Allah tevbe edenler için çok bağışlayıcıdır.'(isra, 17/25) ayetindeki 'tevbe edenler' kelimesinin anlamının, Allah a dönenler' olduğunu söylemiştir."

Bunun üzerine ben, "Tevbe nedir?" diye sordum, şöyle cevap verdi: "İşlenen kötü fiillerden pişmanlık duymak, bir daha böyle bir şey yapmamaya, günahta ısrar etmemeye, tevbeyi bozmamaya azmetmek, günaha götürecek sebeplerden korkup uzaklaşmaktır. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘Onlar yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler*’ (Al-i imran, 3/135)

Sonra şöyle sordum: "İnsan tevbeye nereden başlama­lıdır?"

Şöyle cevap verdi: "Önce günahı işlemeyi terk etmelidir, içinden geçen günah arzusunu temizlemelidir, insanlarla ve

Allah'la olan ilişkilerinde münafıklık yapmamalıdır, başkalarına yaranmak için her türlü görüşe evet dememelidir, haklıya hakkını teslim etmeli, zulme karşı durmalıdır, Allah'a ve kullara karşı tüm görevlerini yerine getirmelidir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve bunu beyan edenler müstesna. İşte bunları bağışlarım. Evet, ben çok bağışlayıcıyım, merhamet sahibiyim(Bakara, 2/160)

Dedim ki: "Peki sonra ne yapmalıdır?"

Dedi ki: "Rızkını ıslah etmeli, helal yoldan kazanmalıdır; çünkü helal rızkın dindeki konumu, başın vücuttaki konumu gibi önemlidir. Baş sağlıklı ise vücut da sağlıklı olur. İşte bunun gibi, nzık helal olursa insanın dini de sahih olur delikanlı!Uzuvlar Allah'a itaat ile arınıp temizlenir."

Dedim ki: "Peki ya sonra?"

Dedi ki: "Geçmişte yapılan kötülüklere ve kaybedilen se­vaplara üzülmek ve geleceği ıslah etmeye bakmak gerekir. Yani geçmişte yapılan hatalara pişman olmak ve gelecekte günah işlememeye çalışmak gerekir. Geçmiş günahların afft için dua etmek, o günahlara yönelik arzulan kalpten silip atmak, helal olmayan şeyleri bir daha yapmamaya azmetmek, işlenmiş olan haramlar için pişmanlık duymak ve Allah'tan af dilemek gerekir.İnsan bu şekilde devam ettiği sürece, özrünün ve tevbesinin kabul edileceği kimseler arasına girmesi umulur."

Dedim ki: "İnsanı tevbeye yönelten şey nedir? Ne zaman artık tevbe etmem gerektiğini, tevbe etmenin benim için farz olduğunu anlayacak ve tevbede geç kalmaktan korkar olacağım?"

Dedi ki: "Allah'ın tevbe etmeyi farz kıldığını O'nun kitabından öğrendiğinde bunu yaparsın, nitekim tevbenin farz olduğu şu ayetlerde açıkça beyan edilmiştir:'Ey İman edenler! Topluca Allah'a tevbe ediniz. Böylece umulur ki kurtuluşa erersiniz.'(Nur, 24/31), 'Ey İman edenler! Nasuh bir şekilde (samimiyetle) Allah'a tevbe ediniz' (Tahrim, 66/8)

Delikanlı! İnsan kendisine tevbenin farz olduğunu Yüce Allah'ın ayetlerinden anlamadıktan sonra en hikmetli vaazlardan bile nasiplenemez. Şu ayeti hiç duymadın mı: 'Tevbe etmeyen­ler var ya! İşte onlar zalimlerin ta kendileridir., (Hucurat, 49/11)

İşte bu ayetler sana tevbeyi farz kılmakta ve eğer tevbeden geri kalırsan zalimlerden olacağını bildirmektedir. Bu yüzden gerçek kul, tevbeyi kendisine zorunlu kılar ve ondan geri kalmanın korkusunu hep hisseder."

Dedim ki: "Peki bu tevbe isteğini bende güçlendirecek olan şey nedir?"

Şöyle cevap verdi: "Ölümün çok yakın olduğunu, ecelin aniden gelip yakalayacağını, Allah'tan isteyeceğin şeyleri istemeden öleceğini her daim düşünmek ve günahta ısrar etmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkanlara verilecek azabın korkusunu her daim hissetmek tevbe isteğini güçlendirir. Bak, Lokman evladına nasıl nasihat veriyor: 'Evladım! Sakın tevbeyi erteleme, unutma ki, ölüm insana ansızın geliverir.'

Bundan başka sendeki tevbe arzusunu kuvvetlendirecek üç haslet daha vardır:

Birincisi; geçmişteki günahlarını hatırlamak, şehvetleri terk etmek ve yeme içmeyi azaltmak,
İkincisi; hep ölümü hatırlamak ve bütün kalbinle Allah'tan dilediğin şeye yönelmek,
Üçüncüsü ise bütün bunlan hep hatırda tutmaya ve yap­maya çalışmaktır. Bunlar sana tevbe etme yönünde güçlü bir tesir bırakacaktır."

Bunun üzerine: "İnsanı tevbeye yönelten ve gaflet uyku­sundan uyandıran şey nedir?" diye sordum.

"Allah'ın azabından her zaman korkmak ve onun vaat ettiği ödülü hep ümit etmektir. Çünkü Allah kullarını korku ve ümit vererek kendisine davet etmiştir, onlara cehennem azabını bildirerek korku vermiş, cennet nimetlerini sayarak ümitlerim artırmıştır. İşte kulu durumunu göden geçirip ıslah etmeye ve kendisî için, en iyi olana yönelmeye sevk edecek şey budur.' diye cevap verdi.

Dedim ki: “İnsanın tevbesinde sadakat sahibi olduğunun alameti nedir?”

Dedi ki: "Tembellik ve oyun-eğlence içinde geçen ömre hayıflanmak, tevbesinin kabul edilip edilmediği konusunda her daim endişe içinde olmak, amellerini sadece Allah rızası için yapmak ve bunlarla beraber; bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendisine dar geleceği ve Allah'tan başka sığını­lacak hiçbir makam olmadığın anlayacağı gün gelmeden önce her zaman hüzünlü ve boynu bükük halde olup hevadan ve günahlardan kaçarak devamlı surette salih amel işlemeye gayret etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. ‘Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah'ın azabından yine O'na sığınmak­tan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.' (Tevbe, 9/118)İşte sadakat ile tevbe eden kimsenin özellikleri bunlardır."

Dedim ki: "Bundan başka?"

Dedi ki: “Evet, bundan sonra kalbinden başlamalıdır. Allah'ın kendisine tevbe imkânı nasip etmiş, kendisini buna muvaffak kılmış olmasından dolayı şükrü kalbinden eksik etmemelidir. Böylece kalbi hep Allah nzası için amel etmeye yönelir. Hatta belki de tevbe ile kalbine dolan bu ferahlık, tevbeye başlarken hatırında tuttuğu bu nimetleri itiraf ediyor ve şükrünü eda ediyor olmanın verdiği bir ferahlıktır."

Dedim ki: "İnsan tevbede bu dereceye ulaştığı zaman yapması gereken başka bir şey var mıdır?"

Dedi ki: "Evet, asla müstağni kalamayacağı bir şey vardır; O da Allah'ın kendisine icabet edip tevbe etme imkânı bah­şetmiş olmasına karşı şükürdür."



2.Fetret (Gevşeklik)

Dedim ki: "Peki tevbeden sonra en gelir?”

Dedi ki: "Fetrete dönmek, gevşekliğe düşmek gelir.”

Dedim ki: "Allah sana rahmet etsin, fetrete dönmenin ilk adımı nedir?”

Dedi ki: "Hevanm isteklerinin yeniden ortaya çıkması ve nefsinin ona icabet etmesi sonucunda, çaba ve gayreti terk etmenin verdiği ruh ile fetret haline girip gevşekliğe düşmendir.”

Dedim ki: "Bu gevşeklik insana böylesine yoğun bir şe­kilde nereden gelir?”

Dedi ki: "Kaçırdığı İlahî nimetler hakkındaki bilgisinin azlığından, Allah'tan kendisine gelen devasa nimetleri azım­samasından.”

Dedim ki: "Peki be gevşeklik insanı nereden yakalar?"

Dedi ki: "Kalbin dünya vadilerine girip dolaşmasından, her şeyin kolay ve ruhsat yanma meyletmesinden yakalar. İşte o zaman insan fetrete meyleder, gaflet onu kuşatır ve kendisine esir eder.”

Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, fetretin belirtisi nedir? Kalp bunu anlayabilir mi?"

Dedi ki: "Evet, anlayabilir delikanlı! Fetretin başı tembellik­tir. Eğer vazifelerine riayet ederse bu tembellik yok olur gider, aksi takdirde tembellik gittikçe artar ve nihayetinde yerini yas ve mateme bırakır. Eğer bu durumda iken Allah korkusu kendisine galip gelip de onu bu halde kurtarırsa ne ala, aksi takdirde bu tasa hali artar ve İlahî emirlere itaat etmekten uzaklaşmaya dönüşür. Eğer bu durumda iken kalbindeki salih niyet onu ıslah ederse ne ala, aksi takdirde bu uzaklaşma gittikçe artar ve nihayetinde hakkı terk etmiş avare dolaşan ve doğru yoldan iyice kopmuş biri olur çıkar. Allah cümlemizi böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin.

Neticede bu duruma düştüğünde Allah korkusunun egemenliğinden çıkar ve kendisini emniyet içinde hissetme ve halinden memnuniyet duyma durumuna geçer. Böylece hataları, günahları onu helake sürükleyecek kadar genişler, çoğalır, artık alenen günah işlemeye başlar, halinden mem­nuniyet ve kendini beğenme durumu onu rezil perişan eder. Bütün bunlar insanın kendi nefsini çok fazla hesaba çekme­mesinden kaynaklanır."



3.Nefis muhasebesi ve Hevanın kalpten temizlenmesi

" Allah sana merhamet etsin, muhasebe nedir?" diye sordum.

"Aklın harekete geçip nefsi kontrol etmesi, onun hıyanetine karşı nefsi muhafaza etmesi, eksiğini fazlasını incelemesidir" şeklinde cevap verdi.

Dedim ki: "Biraz daha açık bir şekilde anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Yaptığın her işi şöyle bir gözünün önüne getir­melisin: bunları ne için ve kimin için yaptığını düşünmelisin? Eğer bu amelleri Allah için yapıyorsan devam edersin, aksi takdirde o amelden vazgeçmelisin. Bu durumda seni hevaya sürüklediği ve bu sonuca getirdiği için nefsini kınamalı, ceha­letini yüzüne vurmalı, aklın karşısında ne kadar rezil rüsva halde olduğunu beyan etmelisin. Böylece nefsinin sana düşman olduğun anlarsın; çünkü seni yaratanından uzaklaştıracak olan kötü fiillere çağırmış bulunmaktadır."

Dedim ki: "İnsanı muhasebeye yönelten şey nedir?"

Dedi ki: Kusurların ve noksanlıkların korkusundan, ihmallerin utancından ve daha fazla ilahi rıza kazanma arzu- sundan kaynaklanır. Nitekim ortaklar birbirini herhangi bir ihmal veya zarar ortaya çıkmasın ve kar oranı artsın, sermaye çoğalsın diye kontrol eder, hesaba çekerler. Zünnûn-ı Mısrî (vf. h. 245) ibadet ehli bir kadına, 'İlahî rızaya daha fazla nasıl ulaşılır?' diye sormuş ve ‘nefsi kontrol ve muhasebe etmekle' şeklinde cevap almıştır.’'

Dedim ki: "Peki, Hz. Ömer'in, ‘Mizana çekilmeden önce nefsinizi mizana çekiniz' sözünün anlamı nedir?"

Dedi ki: "Bunun anlamı; nefsi zerre kadar dahi olsa bâtıla meyletmesine firsat vermeyecek şekilde hesaba çekmek
demektir."

Dedim ki: "Muhasebe'nin bize kazandıracağı şey nedir?"

Dedi ki: "Basiretin artar, fetanetin gelişir, marifetin genişler.Tabi bütün bunlar kalbini ne kadar teftiş ettiğine bağlıdır."

Dedim ki: "Kul nefsini muhasebe konusunda nasıl güç kazanır?"

Dedi ki: "Üç haslet ile:

Birincisi; kendisini tamamen muhasebeye vermesini engelleyen şeylerden ilişkisini kesmektir. Çünkü kendisini
günahları konusunda hesaba çekmek isteyen kimse kalbini diğer meşguliyetlerden arındırır.

İkincisi; muhasebeden umduğu şeyi elden kaçırma korkusu ile hareket etmesi ve kendi irade ve ihtiyarı ile sadece muhasebeye yönelmesidir.

Üçüncüsü ise; Hz. Peygamberin;'Mü'minin önem vermesi gereken dört vakit vardır. Bunlardan biri nefsini muhasebe edeceği vakittir...' sözünde buyurduğu gibi muhasebede kusur ettiği mevzularda Yüce Allah tarafından hesaba çekilmekten korkmasıdır."

Dedim ki: "Kalpler neden nefis muhasebesinden geri durur?"

Dedi ki: "Şehvet ve hevanın galebe çalmasından dolayı.Çünkü bu ikisi ilim, nazar ve beyana (düşünmeye, anlamaya ve gerçeğin ortaya çıkmasına) engeldirler, bu yüzden de insanı nefis muhasebesinden geri bırakırlar, nazarı köreltirler. Artık nefis, istek duyacağı bir güzellik veya kaçınacağı bir çirkinlik göremez olur."

Dedim ki: “Allah sana merhamet etsin, bana insanı nefis muhasebesinden alıkoyan hevadan bahset"

Dedi ki: "Heva; nefsin şehvetlere tutkun ve rahata meyilli olmasıdır. Şehvetler ne kadar çoğalırsa nefis o kadar zaafa uğrar ve gitgide heva oraya hâkim olur."

Dedim ki: "İşlediklerine karşı nefsimi nasıl cezalandırı­rım?"

Dedi ki: "Onu istediklerinden uzaklaştır, haşyet kamçı­sıyla ve her yaptığı işte devamlı kontrol ederek onu cezalar­dır, evradını kat kat artırarak onu zorla, meşakkatini artır, lezzet ve gıdasını azalt keyif aldığı şeylerden onu uzak tut. İlahî tehditlerle onu sıkıştır ki, senin gözetiminin gücü onun kibrinin gücüne üstün gelsin. İşte bunu başardığın zaman ey delikanlı, nefsin boyun eğecek, kibrine son verecek, şerrinde vazgeçecek, yaratıcısına doğru yola koyulacaktır.” Muvaffa­kiyet Allah’tandır.



4.Düşmana (Şeytana) karşı müdafaa ve muhalefet

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, nefis ve hevaya karşı muhalefeti açıkladın, şimdi de insanı, düşma­nına, yani şeytana karşı muhalefet etme konusunda güçlen­direcek şeylerin neler olduğunu söyler misin?"

Dedi ki: "Düşman olan şeytana karşı mücadelede en güçlü ve etkili sebep, Allah'ın onunla mücadele ve muhalefet etmeyi bizlere farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:''Şeytan sizler için apaçık düşmandır, o halde siz de onu düşman belleyin.'' (Fatır, 35/6);''Kim şeytanın adımlarını iz­lerse bilsin ki şeytan insana hep kötülüğü emreder.''(Nur, 24/21)

İşte bu ayetler, Yüce Allah'ın bizlere şeytanla mücadele etmeyi emrettiğinin delilleridir ve bu farziyet, ona karşı mü­cadelede seni güçlendirecektir. Çünkü Allah'ın sana emrettiği şeyi yerine getirmemenin korkusu her daim içinde mevcut olacaktır.

Görmez misin ki, Allah sana şeytana muhalefet ve düş­manlık etmeyi, onunla savaşmayı emretmiştir. Bu durumu biliyor olman seni ona muhalif olma hususunda kuvvetlendi­recek, ona olan öfkeni artıracak, nefsini ondan muhafaza etme gayretini çoğaltacak, seni yoldan çıkarmasından ve bildiğin yahut bilmediğin bir şekilde seni nefsinin meylettiği şeylere sürüklemesinden, Rabbinin katındaki değerini düşürmesinden, imanını zayıflatmasından, düşmanınla mücadelede sadakatini azaltmasından duyduğun korkuyu büyütecektir.

Dedim ki: "Bana düşmanıma muhalefet etme, onun ves­veselerini savma hususunda yardım edecek olan hal nedir? Bunu biraz açıklar mısın?"

Dedi ki: "Allah'ın buyurduğu şeylere çağıran ile şeytanın isteklerine çağıran arasındaki farkı iyi anla ve hangisinin uyulmaya daha layık olduğunu bir düşün! Seni helak olmana, uzun yaşamın boyunca nefsini telef etmene, maişet ve kazanç hususunda seni yoran, yıpratan ve seni fakirlikle korkutup kuruntulara düşüren şeytana uyman mı daha hayırlıdır; yoksa ezelî vahdaniyetinde seni unutmayan, başından beri sana büyük nimetler ihsan eden, ebedi-ezelî ilminin gaybı içerisinde seni iman ile şereflendiren, seni cennetine, fazl-ı keremine, sonsuz ihsanına ve sana olan nimetini tamamlamaya çağıran Yüce Allah'ın çağrısına icabet etmen mi daha hayırlıdır?

Şeytanın bütün istediği, seni su-i zannıyla, ümitsizliğiyle, şüpheleriyle ve hileleriyle, boş kuruntularıyla aldatmak, nefisinin isteklerini yerine getirmeni sana hoş göstermek ve böylece seni Rabbinden, Mevla'ndan, efendin olan Allah Teâlâ'dan uzaklaştırmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:'Şeytan onlara amellerini süsleyip güzel gösterdi ve onlan doğru yoldan alıkoydu.' (Nem, 27/24)

Evet, o seni Mevla'ndan uzaklaştırmak, Allah'a ve O'nun nihai nimetlerine varan dosdoğru yoldan saptırmak ister, sana şüpheler ve vesveseler ilga eder, içindeki sekînet ve huzuru alır, yerine ıstırap ve sıkıntı verir, ciddiyet ve vakarını alır, yerine gevşeklik ve malayanilik verir.

Allah'a olan güvenini, O'nun vaadine olan itminanını alır, seni hırsa boğar, başına fakirlik korkusunu ve bitmez tükenmez arzulan sarar, Rabbinin vaatleri hakkında su-i zatı ptmpnp sebep olur, niyetini bozar, azimetini, kararlılığını kırar, tevbeyi hep ertelemene ve Allah'ın istediği şeyleri yapma hususunda gevşek ve duyarsız davranmana sebep olur. Neticede o, senin, Mevlan olan Yüce Allah katında rezil rüsva olmanı ister.

İşte onu bu şekilde tanır, sana düşman olduğunu iyice beller ve gerektiği gibi onunla mücadele edersen ondan tiksi­nirsin. Hatta bu marifetin sana verdiği ‘şeytan nefreti', onu dış görünüşü ile görecek olsan sende uyanacak olan tiksintiden bile daha fazla olur. Artık onunla herhangi bir şekilde uzlaş­maktan ve bu sebeple İlahî azaba maruz kalmaktan korkar hale gelirsin."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, insan nasıl olur da kendisine düşman olan bir varlığın davetini kabul eder? Nasıl olur da kendisini helake sürükleyen varlığa itaat eder?"

Dedi ki: "Gaflet yüzünden tabii ki! Zira insan aslında inan­cında dolayı şeytana muhalefet ediyor iken gafleti nedeniyle furû konularda ona uyar. Nitekim iman etmekle her insan şeytana düşman olmuş, ona buğz etmiş olur. Ona düşman olmaya inanmış, onun nasihatini kabul etmemeye, vesvese ve fitnelerine icabet etmemeye ahd etmiş olur. Bunlar asıl olan iman meseleleridir. Ama iş ayrıntılara, fiırûât konularına gelince, işte insan orada gaflete düşer ve şeytanın isteklerini kabul eder, onun çağrılarının pek de zararlı olmadığını dü­şünür. Zira heva ona baskın çıkmış, gaflet onu esir almıştır. Artık bu furûât konularında şeytanın egemenliğine girdiği için hep ruhsatlara sarılır ve gitgide basireti körelir. Oysa iman konularında ona muhalefet etmektedir.

Böyle bir tehlikeden kurtuluşun yolu, şeytana her zaman muhalefet etmek, onun aldatmasına karşı hep uyanık ve dikkatli olmak, en ufak haramlara dahi düşmemek için azami dikkat ve gayret göstermekten (vera'dan) geçer."

......

11.Akıl ve özellikleri

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl nedir?”

Dedi ki: "İnsanlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir.”

Dedim ki: "Senin cevabın nedir?”

Dedi ki: "Akıl Allah'ın kalplere yerleştirdiği basiret nurudur. Kul onun sayesinde, kalbine gelen düşüncelerin hak olanlannı bâtıl olanlarından ayırt eder, düşmanının, yani şeytanın ve nefsinin vesveselerini fark eder ve kulluğunu yaparken nelere riayet etmesin gerektiğini bilir.”

(Dedim ki):"Akıl insanın kazandığı, elde ettiği bir şeydir, isteyen herkse onu elde eder, o halde akim bu bilgisi nereden geliyor? Beni şu hususta aydınlatınız: Akıl Allah tarafından mı verilir, yoksa kul kendisi mi onu kazanır. Ayrıca akıl kadim/ezelî midir yoksa yaratılmış mıdır?" diye sordum.

Dedi ki: "Yüce Allah akıllan yaratmış ve kullarına taksim etmiştir. Neticede akıl, Allah'ın kalbe yerleştirdiği bir İlahî lütuftur. Dolayısıyla kalp bu ilahı lütuf sayesinde Allah'tan ilim öğrenir, aklı sayesinde en güzel İlahî lütuflara mazhar olur ve onun sayesinde ciddiyetle çalışıp gayret eder ve rızkını kazanır."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Akıl nedir söyler misin?”

Dedi ki: "Evet delikanlı! Akıl, doru sözün doğruluğunu, yanlış sözün yanlışlığını gösteren bir özelliktir. O bir cisim veya duyu değildir. Gözle görülmez. Fakat insan gözle gördüğü cimin varlığını anladığı gibi gözle görmediği ‘tabiat'm varlığını da anlar. Nitekim insan 'midem bulanıyor' veya ‘içim kuruyor’ dediği zaman ona ‘bu senin vücudunun tabiatından gelen bir şeydir’ denilir. Evet delikanlı! İşte bunun gibi insanın dili ve konuşmaları de aklının varlığına işaret eder. Eğer konuştuğu şeyler doğruysa ona ‘akıllı’ derler, yok eğer konuştukları yanlışsa ‘ahmak' derler. Demek ki dil/konuşma, insan bedeninde bir nurun var olduğunu göstermektedir. İşte bu nur, akıldır.”

Dedim ki: "Anladığım kadarıyla siz aklın bedende bulunan bir hal olduğunu, fakat sınırının olmadığını söylüyorsunuz."

Dedi ki: "Evet, ama aklın sınırı olarak beden vardır ya, daha başka sınıra ne hacet!"

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl artar ya da eksilir mi, yoksa olduğu gibi mi kalır?"

Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Aferin sana! Baban seni çok güzel eğitmiş, hem güzel bir edep ve terbiye kazandırmış hem de küçük yaşta birçok meseleyi öğretmiş, imdi; bilesin ki akıl bizatihi yaratılmış bir huydur ve iki türlüdür. Birincisi huy şeklinde olan, yani Allah tarafından verilmiş olan akil, İkincisi ise tecrübe ile edinilen akıldır, insan ikinci aklını/tec­rübelerini birinci aklıyla, yani Allah'ın verdiği akıl ile kazanır. Diğer taraftan Allah'ın verdiği aklın ne olduğunu da tecrübe sayesinde, yani kazandığı aklı ile idrak eder."

.....

19.Sabır
Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, sabır nedir?”

Dedi ki: "Sızlanıp şikâyet etmeyi bırakarak Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmakta kararlı ve sabit olmaktır. Bunu açıkla­mak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Rablerinin rızasını umarak sabah akşam dua edenlerle birlikte sen de sabret! (Kehf,18/28). Tabiin âlimlerinden Mücahid bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: Sabret demek kendini tut demektir. Burada sabrın anlamı, nefsi ubudiyet makamında tutmak, hapsetmek ve bu arada şikâyet ve sızlanmayı kesmektir. Çünkü şikâyet ve sızlanma sabrın tam tersidir. Nitekim ‘kul sızlanmayı kesti' dediğin zaman, onun artık sabırda ubudiyet makamına varmış olduğunu ifade etmiş olursun.”

Dedim ki: "Sabır neye karşı olur?”

Dedi ki: "Üç şeyde sabır söz konusu olur: Allah'a itaat etme konusunda sabırlı olmak, Allah'a isyan etmeme konusunda sabırlı olmak ve dünya musibetlerine karşı sabırlı olmak."

Dedim ki: "Sabırlı olma konusunda beni güçlendirecek olan şey nedir?”

Dedi ki: "Birçok şey vardır.”

Dedim ki: Bazılarını söyler misiniz?”

Dedi ki: "Birincisi, Allah'ın sana sabrı farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:'İçinizden sabredenleri ve cihad edenleri ortaya çıkarmak üzere sîzleri imtihan edecek ve sözlerinizi doğruluğunu sınayacağız.'(Muhammed, 47/31)

İkincisi, sabır karşısında elde edeceğin sevabın ne kadar büyük olduğunu bilmektir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: 'Sabretmelerine karşılık onlara cennet ve ipek giysiler bahşetmiştir." (İnsan, 76/12)

Dedim ki: "Peki nasıl sabredeceğim? Hangi sebeple sabredeceğim? Sevap ümidiyle sabretme haline ne zaman ulaşırım?"

Dedi ki: "Şu ayeti hiç duymadın mı?:'Musa ona, ‘Bildiğin dosdoğru ilimden bana öğretmene karşılık sana tabii olayım mı?' dedi. O ise: 'Sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, hakkında bilgi sahibi olmadığın şeylere nasıl sabredebilirsin ki?'dedi.(Kehf, 18/66-68). Neticede ne için sabrettiğini bilmezsen, sabrın sıkıntılarına tahammül edemezsin."

Dedim ki: "Peki sabnn sıkıntılarına ne zaman katlanabi­lirim, bu sıkıntılar ne zaman gözümde hafifleşir?"

Dedi ki: "Allah'ın vereceği sevap için sabrettiğini ve sab­redenlerin Allah katındaki değerinin ne kadar üstün olduğunu bilsen, bu bilgi kalbinde yer etse işte o zaman sabra tahammül edersin, bütün o sıkıntılar gözünde küçülür, hepsinin üstesin­den gelmek sana kolay gelir. Bütün uzuvların gönüllü olarak Allah'a itaat etmeye başlar ve bundan lezzet alır."

Dedim ki: "Hangi manevî/batınî ilimler sabır gücünü artırır?"

Dedi ki: "Kalp ile ahireti müşahede ilmi ve yakîn nuru sabrını artırır. Nitekim Sahabeden Hz. Harise şöyle demiş­tir: '...sanki Rabbimin arşını ayan beyan görüyor ve ona bakıyordum, sanki cennet ehlinin nimetler içindeki halini ve cehennem ehlinin çektikleri azabı apaçık görüyordum. Bu sebeple artık gündüzleri su içmekten ve geceleri uyumaktan bile imtina ediyorum."

Dedi ki: "İnsan nasıl olur da uzun süren zorluklara, meşak­katlere katlanır ve bütün bu zorlukların acısını hissetmez?"

Dedi ki: "Bu sık sık olur, zira İlahî heybet kalbe yerleşir ve marifet orayı kaplarsa işte o zaman kalp, Allah'a yakın kimse­lerin makamlarına ulaşacağına ve bütün gayretleri ile ibadet eden kimselere verilen İlahî lütuflara nail olacağına dair kesin inanç ile aydınlanır. Sonra İlahî kudretin gücü ve yaratılıştaki mükemmellik karşısında hayrete düşer, sonra düşünceler kalbini kaplar,nihayet içine düştüğü bu şaşkınlık, hayret, marifet ve yalan sayesinde bütün yorgunluğunu unutur, artık kendisini yoracak şeyleri düşünmeye bile firsat bulamaz. Zira kalp gözüne inkişaf etmiş olan şeyler o kadar muazzamdırlar ki, artık başka bir şeyi düşünemez olmuştur."

Dedim ki: "Daha iyi anlayabilmeme için bir örnek vere­bilir misiniz?"

Dedi ki: "Yusuf kıssasını bilmez misin? Nitekim Mısır Azizinin kansı o kıssada şöyle demişti: ‘Çık onların karşısına. Kadınlar onu görünce şaşkına döndüler ve ellerini kestiler. Ve dediler ki: ‘Aman Allah'ım! Bu insan değil, olsa olsa yüce bir melektir.' (Yusuf, 12/31)

Delikanlı! Görmez misin ki, kadınların kalpleri ve akılları, Yusufu ansızın karşılarında görünce şaşkına dönmüşler ve farkına varmadan ellerini kesmişler, bunun acısını bile duymamışlardır. Ancak bu hal geçince acıyı hissetmeye baş­lamışlardır.

İşte bunun gibi insanın kalbi de Allah'ın kudret ve nimetleri karşısında şaşkına döner ve acılarını unutur, sıkıntılarını his­setmez hale gelin çünkü ilahî azametin, kudretin ve nimetlerin büyüklüğü bu acılan hissetmesine engel olur."

Dedim ki: “Peki sabrı kuşanmak nedir?“

Dedi ki: "Sabn kuşanmak nefsi zorluklara, acılara, hoşlan­madığı şeylere zorlamaktır. İnsan bunu yaparak sevap kazan­mak ve günahlarını temizlemek ister. Sabırlı kimsenin amacı, ibadet ve itaatlerin en ileri derecesini yerine getirmektir.

Sabrı kuşanan insan birçok acı ve kederle karşılaşır, sab­reden kişi ise artık bu acı ve ıstırapları hissetmez olmuştur. Artık onun amelleri, her şeyi hoş karşılama ve güzel düşünme anlayışına dayalıdır.“

Dedim ki: “Sabır ve sabrı kuşanma arasında bir başka hal de var mıdır?“

Dedi ki: “Evet, bu ikisi arasında 'nimetlenme' denen bir hal vardır.“

Dedim ki: “İnsan böylesine zor bir halde iken nimetlenme ne demektir?“

Dedi ki: “Kul sabrı kuşandığında Allah onun bu uzun gayretini bilir ve ona ahirette sabırlı kimselerin ulaşacağı makamları bildirir. Böylece o kul, sabra devam etmenin tadını hisseder, ibadet ve itaatin değerini anlar ve bu durumun Allah tarafından kendisine ihsan edilmiş bir nimet, bir lütuf oldu­ğunu kavrar. İşte bu noktada marifet ile nimetleri mülahaza etme hali bir araya gelir ve kalp, bu nimetlerin sevinci ile dolar. İşte bu hal de onu, sabrı kuşanma makamından sabır makamına yükseltir.

Dedim ki: “Sabır hali üzere olanlar hep aynı mıdırlar, yoksa aralarında derece farkları var mıdır?"

Dedi ki: “Elbette vardır, bazıları diğerlerinden daha faziletlidir.“

Dedim ki: “Peki bu farklılık nereden kaynaklanır?“

Dedi ki: “Akıllarının ve himmetlerinin farklılığından kaynaklanır delikanlı! Düşünsene, bir adama yorucu bir iş karşılığında belli bir ücret verilse, diğer bir adama ise aynı iş karşılığında bunun iki katı ücret verilse ve bir diğerine de kat kat daha fazlası verilse ne düşünürsün? Bunların üçünün de aynı işi yaptıklarını mı düşünürsün?”

Dedim ki: "Nasıl yani? Biraz daha anlatsanız?”

Dedi ki: “Bunlardan her biri, alacağı ödülün büyüklüğünü bilmesine bağlı olarak işinde ciddiyet ve sabırla çalışacaktır. İşte sabır makamında bulunanlar da böyledir. Bunlar bu makama yerleştiklerinde, Allah'ın vereceği sevap ve ödül hakkındaki marifetlerine göre birbirlerinden farklılık arz ederler, buna bağlı olarak da sıkıntılara ve zorluklara katlanma güçleri farklılaşır."

Dedim ki: "Sabrımı artıracak bir hal anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Sen sıkıntılara katlanıp sabrederken Allah'ın sana nazar etmekte olduğunu, onun gözetiminde olduğunu bilmen seni bu hususta güçlendirecektir. Nitekim rivayetlere göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:'Zorluklara katlananlar, benim rızam için sıkıntılara tahammül edenler benin ilmim ve gözetimim dâhilindedir. Onların amellerini zayi edeceğimi yahut onları unutacağımı mı sanırsın?! Nasıl böyle yaparım! Ben ki kerem ve ihsan sahibiyim, benden yüz çevirenlere bile ihsan ederim. Bana yönelmiş olanlara nasıl olurda ihsan etmem?!

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Sabır yolu çok az insanın yürüyebileceği zor bir yoldur. Bana bu yolda yürürken güç verecek bir hal tarif etseniz."

Dedi ki: "el-Hakîm'in şu sözünü duymadın mı?;

Razıyım, yeter ki beni kızdıracak şey,

Rabbimi razı eden bir şey olsun, ondan da razıyım,

Günlerim sabırla geçiyor ki sonu hayırlı olacaktır,

Sabır tıpkı adı gibi sabırdır.

Dedim ki: Kul, sabır halinden sonra hangi makama geçer?"

Dedi ki: "Rıza makamına." ,



Haris el Muhasibi - Tevbenin İlk Adımı,syf;49-59 , 79-81 , 99-105
Devamını Oku »

Günah, istiğfarla imha edilmezse kalbi ısırır



Bismillahirrahmanirrahim


"Eyyüb de hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: 'Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.'" (Enbiyâ Sûresi: 21:83.)

SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda (Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.) demeliyiz.

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: "Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor" diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş.

İşte bu Lem'ada Beş Nükte var.

BİRİNCİ NÜKTE

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyübiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i İmân olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (Lemalar, 2. Lema)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »

Zafer

 

Bir millet zafere kavuşmak istiyor. Bir insan zafere kavuşmak istiyor. Milletlerin ve fertlerin hayatı her adımda bu istekle idare ediliyor. Bir millet, bir diyar, bir ülke istiyor. Bir milletin insanları para, mevki, şeref, aile ve dâva istiyorlar. Gazeteler bu zaferleri yazıyorlar. Halk kütleleri bu zaferleri alkışlıyor. "Filân adam şef, başkan oldu... Filân pehlivan birinciliği kazandı... Filân takım maçı kazandı... Filân genç yüzme yarışını kazandı... Filân tayyare bileti büyük ikramiyeyi kazandı... Bilmem ne palası filân satın aldı... Filân millet harbi kazandı... Filân parti seçimi kazandı... Filân adam hakaret dâvasını kazandı.” Bu adamlar ne kazanıyorlar ve insanlığa ne kazandırıyorlar?

“Bir gazete baskı adedini artırmaya çalışıyor. Bir öğret¬men dil kurumuna aza olmaya çalışıyor. Bir memur âmirinden hulûs kazanmaya çalışıyor. Bir tüccar sermayesini arttırmaya, bir asker rütbesini yükseltmeye çalışıyor. Bir küçük büyük olup âmirleşmeğe çalışıyor. Bir siyasî rakibini aldatmaya, bir kadın âşıkını aldatmaya çalışıyor. Bir esnaf da müşterisini kandırmaya çalışıyor.” Bu insanların hepsi çalışıyor. Neye yarıyor bu çalışmalar, kendileri için ve insanlık için?

Filhakika bu kazançlar ve bu çalışmalar gerçekten zafere ulaştırıyorlar mı? Ruhumuzun, ama hepimizin ruhumuzun aradığı sükûn ve selâmete kavuşturuyorlar mı? Bize öyle geliyor ki kazandıkça kaybediyoruz. Kaybetsek kazanacaktık. Başkanlığı, maçı, ikramiyeyi, harbi küçük gören, ruhumuza yabancı ve ona nazaran bayağı gören bir irademiz olsaydı ve bu irade bütün kuvvetiyle kendine sarılarak kendini isteseydi, kendi ruhunu ve bütün insanlıkta müşterek olan külli ruhu isteseydi kurtulacaktık; hakikata ulaştığımızı anlıyacak ve selâmete kavuşacaktık.

Varlığımızın en trajik hâdisesi olan mukadderatımız meselesi en doğru ve ruh ile aranan çözümüne kavuşacaktı. Ruh ile ruhu istemesini bilmiyor, sonra sürünüyoruz. Nihayet yine bir ıztırap kurtarabiliyor. Ruhu inkâr edip ancak balta ile, yumrukla istemesini bilenler, İskender’ler, Napolyon’lar ve Sezar'lar, kendi ruhlarım bomboş ve milletlerini âtîsiz ve talihsiz bıraktılar, kıtaların yıkımına sebep oldular. Bunların arasından, “ruhunuzu yapınız, dünya yapılacaktır'’ diyebilen bir müjdeci çıkmadı. Bize ebedilik vadeden âyetleri bunlar getirmediler. Felâket içinde bile ruhunu muhafaza eden şu millete bakın: Ellerindeki varlık hep alınmıştır; lâkin ruhları duruyor.

Zulüm görüyorlar; lâkin ıztırap silâhlarıdır. Kaybetmiştirler; fakat kazanacaklardır. Onlar inanıyorlar ve inandıkları için, şerefleri çiğnenmiş, hayatları çiğnenmiş, ümitleri çiğnenmiş olduğu halde onlar ayaktadır. Zaferle etrafa çevrilip parıldamıyan ve toprağa çivilenmiş dolaşan meyus, muztarip gözleri birbirlerine çevrildiği zaman sanki şöyle söylüyor: “Ne güzel ıztırap! Zafer geldiği zaman da bunu duyacak mıyız? Bu İlâhî rüyayı, bu ıztırabı kaybetmeseydik.

Heyhat zafer geldiği zaman gaflet de geliyor. Muzaffer gözler etrafi görmüyorlar. Milyoner tüccar çok fakirdir. Onda servet arttıkça varlıklar tükeniyor, tokluklar tükeniyor. Şöhret zavallısı, mektep budalası âlim bilmiyor... Arzın her köşesinde ateşe dokunan eller biliyor; öğrenen bilmez, yaşıyan bilir. Zaferi kazanan zaferi bilmez. Kaybeden bilir o metaın değerini.

Kullandığını kaybeden, kullandığı azar azar yokluğa karışan beden için hayat her an elden giden bir nesnedir. Ruh için o her an kazanılmaktadır. Onu ruh ile karşılamış ve ruh ile yaşamakta olan hakim öyle söylüyordu: “Demek ki hayata mahkûm oldum. Demek ki ebedîliğe mahkûm oldum ve artık kan bahasına bile yokluğu ele geçiremem...”

Zaferimiz ebedî olmalıdır ve iyi araştırılırsa her zaferin gayesi ebedîliği kazanmak, ebedîlik âleminde bir ülkeyi ele geçirmektir.

Siz çok istiyorsunuz ve sanki iradenizle bir şey istemiyorsunuz. Sizin elinizden bir ekmeğiniz alınmış... Onun yerine iki ekmek istiyorsunuz. Çok bir şey isteyebilmiş değilsiniz ve iradenin sonsuzluğa giden hareketini bu noktada durdurup bitiriyorsunuz. Halbuki bir ekmeğinizi elinizden alana siz bir ekmek daha verseniz, hem ruh inceliğiyle hem de güler yüzle verseniz, iradeniz sonsuzluğa doğru gidişinde yol alacaktır. Senirkent köylüleri gibi olunuz; size zulmeden candarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz, aynı ahenkte birleşir ve kendinden geldiği Allah’a doğru ilerler. Gandi dünyaya, Dr. Tola Anadolu insanına ruhunu tanıtmak istedi.

Ne küçük isteklere kurban gidiyorsunuz?.. Bir memuriyet, adi bir şöhret, bir miktar para, bir müsabaka zevki, bir ev, bir kadın, herhangi bir saadet, bir rahatlık sanki... Bunları ancak bir iradeyle istememesini bilseniz sonsuzluğu isteyeceksiniz. Bir bahçıvan bir ağaç kazanır; bir ressam dünyanın bütün ormanlarını kazanmıştır. Bir genç bir güzel kazanır; bir âşık dünyanın bütün güzelliklerini... Her ihtiras fani bir şey kazanıyor; ruhuna hükmetmesini bilen ve onu hâkimiyetle yedip sahibine teslim eden insan herşeyin sahibi olur. Kendi kendine sığmaz. Ey kalbi kendi göğsüne sığmayan, Rabb’ine kavuşmuş insan! Başın sonsuz boşlukta vecd ile raksedi- yor. Yalnız sırrını fâşetme. Zira halk anlamaz, küçülürsün.

Siz zafer arıyorsunuz, değil mi? Herşeyden vazgeçmelisiniz. Kan, kardeş ve akrabanızdan, ikbalinizden, istikbalinizden, şervet ve şöhret heveslerinizden. Bu olmayan şeylerin hepsi size düşmandır. Bunların iğreti olduğunu bildiniz mi, ruhunuzu kendi kendine zulümden kurtardınız, demektir. Zavallı fersiz gözler, sen daha bir diploma ile bir şehvet merakından kurtulamadın. Senin mürşidin yoktur, senin hayatın yoktur.

Zaferin ikinci şartı da, sabretmektir. Sabrın erkânı üçtür: Sonu olmamak, yanıp yakılmamak, mükâfat ummamak. Buna da tahammülün yoksa yanıp kül olursun. Ruh sahibi olanlar böyle oldular: Eyüp Peygamber Rabb’inin verdiği bütün hastalıklardan bir kere şikâyet etmedi. Gandi düşmanı olan Ingilizlere bile garazkârlık gütmedi, kendi katiline karşı zalim olmadı. Erzurumlu Hüseyin Avni yirmi beş yıllık hüsranın içinde bir kere yese kapılmadı. Dostlarına, yetiştirdiği çocuklara kadar hepsi onu inkâr ettiler. Bir kere de o kâfir olmadı. Iztırabı tattıkça seveceksiniz. Halbuki ruhun düşmanı olan saadete siz hemen teslim oluyorsunuz.

Zaferin üçüncü şartı af ve şükürdür. Şahsınıza yapılan zulümleri affediniz ki zalim olmayasınız. Elinizden kapanı affediniz ki hain olmayasınız. Yoksa dost, kardeş, akraba ve ortak olduğunuz halde hep birbirinize düşman olursunuz. Düşmanlıkta ise iradeniz küçük ve fani varlıkları kendine siper yaparak sade yol kesmeye çalışır ve bütün iradelerden aynı ilâha doğru götüren yollar tıkanmış olur. Hiçbiriniz bir şey kazanmış olmazsınız. Nefisinize yaklaştıkça zaferden uzaklaşıyorsunuz. Hallaç a göre: “Ruh, nefis ve şehvet bağlarından sıyrıldı mı, insan Allaha yaklaşır ve kendisinden insanın doğduğu İlâhî ruh o adama girer. Ondan sonra o adamın her hareketi Allah'ın hareketidir ve onun her emri Allah’ın emridir.”

Beşerin sefil ihtirasları ile meydana getirilen hareketlerin kâbusundan İlâhî iradenin saltanatına doğru yol almak: İşte bizim için asi zafer budur.

Kaynak:

Nurettin Topçu - Yarınki Türkiye
Devamını Oku »