Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma

Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma


Bil ki,

mü'minin sadâkati her hâlde denenmektedir. Nefsi belâlarla incelenmektedir. (Onun) üzerinde Allah'ın murakıbı (denetleyicisi) vardır. O hâlde,Hakk'a götüren yolda sâbit ol; çünkü sen, yardımı murâd edilensin.

Talebinde sâdık ol ki basiret ilminin vârisi olasın. (O  zaman) sana marifet pınarları açılır.Allah'ın hâlis tevfîki ile senin için seçtiği ilmi kendine ayır. Muhakkak çalışan öne geçecektir.

Haşyet, bilen kimsede,

tevekkül, güvenende,

havf ise yakın sâhibinde bulunur.

Şükredenin (nimeti) artırılır.

Bil ki,

kulun ulaşabildiği anlayış (fehm) derecesi,aklını (hevâsına) tercih etmesi, mevcût ilmi,Allah'a karşı takvâsı ve tâati ölçüsündedir.

Allah her kime akıl ihsân eder,onu îmândan sonra ilimle ihyâ eder ve kusurlarını yakin ilmiyle gösterirse,onun için artık iyilik/hayır hasletleri sıraya dizilir.

O halde;

birr'i takvâda ara,

ilmi haşyet ehlinden al,

sıdk'ı, tefekkür diyârında onu araştırarak celbet.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Biz İbrahim'e, yakîne erenlerden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gös­teriyorduk.(En'âm 75)

Resûlullah da (sa): "Yakîni öğren(meye çalış)ın. (Çünkü onu) ben de öğrenmekteyim." buyurmaktadır.

Bil ki,

kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan akıl, hilekâr bir akıldır.

Tâati mâsiyete tercih etmek,

ilmi cehâlete tercih etmek,

Dîni dünyâya tercih etmek.

Kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan ilim, insanın aleyhindeki delilleri artırır:

(Mâsiyete, mâlâyanîye olan) rağbeti kesip, kendine ezâ vermekten alıkoymak,

Haşyetle ameller işlemek,

Cömertlik ve rahmetle herkese insâflı davranıp elinden geleni esirgememek.

Bil ki,

hiç kimse akıl gibi bir zînetle süslenmedi ve ilimden daha güzel bir elbise giymedi. Çünkü Allah ancak akılla bi­linir ve O'na ancak ilimle itâat edilir.

Bil ki,

mârifetullah ehli, hâl(ve hareketlerinin temellerini ilmi gerçeklikler üzerine binâ etmiş ve fürû'u iyice anlamış/kavramıştır.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de verir."Bunun alâmeti, ilim ile birlikte endîşenin ve (yapabilme) kudretinin de artmasıdır. İlmi artıran her şey havfı da artırır. Ameli artıran şey de tevâzuu artırır.



(Büyüklerimizin) yolunda, üzerine başka şeyler binâ edile(bile)n temeller şunlardır:

Emri bi'l-ma'rûf ve neyhi ani'l-münkere sıdk ile sarılmak,

ilmi nefsin hazlarından üstün tutmak,

bütün yarattıklarına karşı, Allah ile müstağni olmak.



Kendisinde,

ilmin haşyeti,

amelin basireti,

aklın mârifeti artırdığı kişilerin eserlerini tercih et.Ede­binin yokluğu seni onların yolundan engelliyorsa, nefsini zemmetmeye dön. Muhlis kulların vasfı ilim ehline gizli kalmaz.

Bil ki,

her fikirde/düşüncede bir edeb vardır. Her işârette de bir ilim vardır. Bunu da yalnız Allah'ın (cc) murâdını anla­yanlar ve hitâbından yakînin ürünlerini toplayanlar ayırd edebilir.

Bunun "sâdık (insan)"daki alâmeti şudur:

Baktığı zaman ibret alır,sustuğunda tefekkür eder,konuştuğunda zikreder,verilmeyip men edildiğinde/engellendiğinde sabreder, verilince şükreder,belâya uğrayınca istircâ eder ("innâ lillah ve innâ iley- hi râciûn" âyetini okur; Allah'a sığınır),biri ona câhilce davranırsa hilmle karşılık verir,bil(gilen)diğinde tevâzu gösterir,öğrettiğinde rıfk ile,(bir şey) sorulduğu (veya istendiğinde de cömertçe davranır.

Yolda bulunan/kendisine başvuran için şifâ,(doğru) yolun gösterilmesini isteyene yardıma olur.(O,) sâdık bir müttefik ve hayırlı bir sığmaktır.Kendi hakkı söz konusuysa kolayca râzı olur;Allah Teâlâ'nın hakkı husûsunda ise endişelidir.Onun niyeti amelinden efdal, ameli ise sözünden daha beliğdir.Hak üzeredir.Sığındığı/bağlandığı hayâ,bildiği verâ',Delili/şâhidi ise güven(ilirlik)dir.

Onun nûrdan basireti vardır, onunla görür,ilimden hakikatleri vardır,onunla konuşur ve yakînden delilleri vardır,onunla (mes'eleleri) yo­rumlar.

Bu mertebeye ancak Allah Teâlâ için nefsiyle cihâd eden,tâat ederken niyeti istikamet üzere olan,gizli ve açık işlerinde Allah'tan korkan, emelini kısaltan,tehlikeden sakınmak için tetikte olan,niyaz denizinde yelken açıp,necât rüzgarını ardına alan kişi ulaşabilir.

Artık onun vakitleri ganimet, ahvâliyse emniyettir. Gurûr diyârının gösterişine kapılmaz. Onun [gurûr diyârının]  sîmâsının serâbının parıltısı, mahşer gününün hâllerini  unutturmaz.

Bil ki,

akıl sâhibinin ilmi sahih, yakîni de sâbit olduğu zaman, kendisini Rabbin(in gazâbın)dan ancak sıdk'ın kurtaracağı­nı anlar; onu elde etmek için çaba sarf eder. Ölmeden önce ihyâ olmak isteğiyle sıdk ehlinin ahlâkım araştırır ki, vefâtından sonraki ebediyet yurdu için hazırlansın ve Rabbinin: "Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını sa­tın almıştır." (9/Tevbe 111) kavlini duyduğu zaman nefsini ve malım O'na satsın.

Bundan sonra da câhilken ilim öğrenir,fakirlikten sonra zenginleşir,vahşetten ünsiyyete geçer,uzaklıktan sonra yakınlık olur,yorgunken istirâhata geçer,işleri düzelir,kaygıları cem olur/birleşir.

Artık (bu kişinin) şiârı güvenilirlik,hâli murâkabe olur.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: "Allah'a, (sanki) O'nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor"

(Gerçek akıl ve yakîn sâhibi) sustuğu zaman, câhil onu konuşmayı beceremiyor, merâmını anlatamıyor zanneder Oysa onu susturan hikmettir.

(Konuştuğu zaman,) ahmak onu saçmalıyor sanır; hâlbuki onu Allah için nasihat etme isteği konuşturmaktadır.

(Câhil,) onu zengin zanneder; ama onun zenginliği iffetli olmak'tır.

(Bâzen de) fakir zannedilir; ancak tevâzuundan dolayı öyle görünmektedir.

Üzerine vazife olmayan şeye kalkışmaz; gerektiğinden fazla, tâkatinin üstündeki bir yükün altına girmez.Muhtâc olmadığı şeyi almaz;korumaya vekil olduğu şeyi de bırakmaz.

İnsanlar ondan yana râhattadırlar;fakat o ise nefsinden bıkmıştır.Hırsını verâ ile öldürmüştür.Takvâsı ile tamahkârlığına son vermiştir.ilim nûruyla, (nefsi) arzu ve ihtiraslarım tüketir, yok eder.

İşte sen de böyle ol!

Onlar gibilerle arkadaşlık et,

onların izlerine tâbi ol,

onların ahlâkıyla edeblen.

İşte bunlar güvenilir hazînelerdir; onları verip de dün­yâyı satın alan aklanmıştır.

Onlar, belâlara karşı hazırlıklıdır.Güvenilir dostlardır onlar.Fakir düşersen yardımcı olurlar.Rablerine duâ edince seni unutmazlar.

"İşte onlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar umduklarına erenlerin ta kendileridir." (58/Mücâdele 22)

Allah kalbini anlayış (fehm) ile genişletsin, göğsünü ilimle aydınlatsın ve niyetini/himmetini yakîn ile cem et­sin... Bil ki, ben, kalbe giren her belânın kesinlikle fuzûlî iş­lerin sonuçlarından olduğunu gördüm.

Bunun temelinde de

cehâlet ile dünyâya dalmak,

öğrendikten sonra varış yerini (meâd'ı) unutmak yatar.

Bundan kurtuluşun yolu ise,

verâ (makamın)da her şüpheliyi/bilinmeyeni terk etmek,

yakînde de her malûmu (bilineni) almak, kabul etmektir.



Ben şunu tesbît ettim ki, kalbin fesâdı dînin fesâdıdır. Resûlullah'ın (sa) şu sözünü görmez misin: "Dikkat edin! Be­dende bir et parçası var ki, eğer o doğru/sağlıklı olursa bedenin ta­mamı doğru/sağlıklı olur; eğer o bozulursa bedenin tamamı bozu­lur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir." buyurmuştur. "Be­den" in burada kastedilen mânâsı "dîn"dir. Çünkü organla­rın salâhı ve fesâdı dîn iledir.

Kalbin fesâdının kaynağı, nefs muhâsebesini terk et­mek ve tûl-i emel ile aldanmaktır. Eğer kalbinin salâhını is­tersen,havâtır ânında irâdenle (karşı) dur.

Allah için olan işi yap, başkasını bırak.Emelini kısaltmak ve ölümü devâmlı hatırlamak için (Allah'tan) yardım iste.

Tesbît ettim ki,

temeli ve sâiki kalp olan fuzûlî işler kulakta, gözde, li­sânda ve gıdâda tezâhür etmektedir.



Kulağın fuzûlîliği, sehve ve gaflete yol açar.

Gözün fuzûlîliği, gaflete ve kafa karışıklığına/şaşkına dönmeye yol açar.

Dilin fuzûlîliği, sözü çoğaltmaya/mübâlâğa etmeye ve bid'ate yol açar.

Gıdânın fuzûlîliği, oburluğa ve (aşırı) isteklere yol açar.

Elbisenin fuzûlîliği ise övünmeye ve kendini beğenme­ye sebep olur.



Bil ki,

âzâları korumak farzdır. Fuzûlî işleri terk etmekse fazi­lettir.

Bundan önce ise "tevbe etmek" farzdır. Onu Allah ve Resûlü farz kılmıştır. Celîl (olan Allah) şöyle buyuruyor. "Ey îmân edenler, Allah'a nasûh bir tevbe ile tevbe edin." (66/Tahrîm 8) "Nasûh"un mânâsı, kulun Rabbine tevbe et­tiği şeyi artık dönmemecesine terk etmesidir. Resûlullah da (sa) şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Ölmeden önce Rabbinize

tevbe edin. Meşgûl edilmeden önce sâlih amel ile Allah'a yaklaşın.’’

Tevbe ise ancak şu dört şeyle sahih olur:

1- Kalbin (işlemeyi âdet edindiği günâha) dönmekte­ki ısrârını çözmek,

2- Pişmanlık duyarak istiğfâr etmek,

3- Kul haklarını ve zulmettiklerinin hakkını iâde etmek,

4- Yedi duyudan oluşan organları korumak: (Yani) kulağı, gözü, dili, burnu, iki eli, iki ayağı ve onla­rın emîri olan kalbi ki, bedenin salâhı ve fesâdı kal­be bağlıdır.



Allah (c.c) her âzâya fariza olarak bir emir ve nehiy  yüklemiştir. İkisinin arasında (ise) bir genişlik ve mübâhlık  vardır; bunun terki dahi kul için fazilettir.

îmân ve tevbeden sonra kalbin vazifesi (farz’ı)

Allah için amellerinde ihlâslı olmak,şüphe ânında hüsn-i zan beslemek,Allah'a güvenmek,azâbından korkmak ve fazlını ümit etmektir.



"Kalb"in mânâsı hakkında birçok haber rivâyet edilmiştir. Bunlardan birinde Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor:

"Mü'minler içerisinde öyle kimseler vardır ki, kalbim kendileri  için yumuşar’’’

Yine Resûlullah (sa): "Hak, nûr üzerinde olduğu hâlde ge­lir. Öyleyse kalplerin sırlarına dikkat ediniz." buyuruyor.

İbn Mes'ûd (ra) şöyle demektedir: "Kalplerin bir 'arzulu/istekli' ve 'bahtlı' (ikbâl) hâlleri; bir de 'bezgin/gevşek' (fetret) ve 'bahtsız' (idbâr) hâlleri vardır. Arzulu ve bahtlı ânında ondan yararlanın; bezgin ve bahtsız ânında ise onu bırakın."

[Abdullah] İbnu'l-Mübârek (rh) diyor ki: "Kalp ayna gibidir; uzun süre elde durursa paslanır. Hayvan gibidir; ondan gâfil olursan sapıtır."

Hükemâdan biri de şöyle söylemiştir: "Kalp, altı kapik bir ev gibidir. (Sâhibine) denir ki, 'Sakın bu kapılardan bir şey girip de evini senin ifsâdına sebep kılmasın.’ Kalp, işte o evdir. Kapılan da gözler, dil, kulaklar, zihin (basar), eller ve ayaklardır. Ne zaman bu kapılardan biri bilgisizce açılır­sa, ev zâyi olur."



Dilin vazifesi;

rızâda da gazapta da doğru olmak (sıdk), gizlide ve açıkta ezâdan sakınmak, hayırda da şerde de sözü uzatmamak/abartıya kaçma­maktır.

Resûlullah (sa) şöyle buyurur: "Kim bana çeneleri ile ba­cakları arasındakiler husûsunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm."

Resûlullah (sa), Muâz b. Cebel'e de (ra) şöyle demiştir: "İnsanları yüzlerinin üstüne ateşe atan, dilleriyle kazandıkların­dan başka bir şey midir?"

Yine Resûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: "Sizi fuzûlî ko­nuşma husûsunda uyarırım. Her birinize ihtiyâcını karşıladığı kadarıyla söz yeter. Çünkü kişiye fuzûlî maldan (hesap) sorulaca­ğı gibi, fuzûlî konuşmalardan da (hesâp) sorulur."

"Allah, her konuşan kişinin konuşmasında hazırdır. (Öyley­se) kişi, söylediği şeyi bilmesinden dolayı Allah'tan sakınsın."



Gözün vazifesi;

harâm(a bakmak)dan korunmak, örtülü ve perdeli şeyleri araştırmayı terk etmektir. Huzeyfe (ra), Resûlullah'ın (sa) şöyle söylediğini haber verir: "(Harâma) nazar, İblîs'in oklarından bir oktur. Kim onu Allah korkusundan dolayı terk ederse, Allah ona, halâvetini kal- binde bulacağı bir îmân verir.’’

Ebû'd-Derdâ (ra) ise şöyle der: "Kim gözünü harâma bakmaktan korursa, çok sevip isteyeceği hûrilerle evlendiri­lir. Ve kim insanların evlerini, bacalarından (ve pencere gi­bi yerlerinden) gözetlerse, Allah onu kıyâmet gününde âmâ olarak haşreder."

Dâvud et-Tâî, baktığında çokça [uzun süre] bakan bir adama şöyle demiştir: "Ey kişi! Gözünü kendine çevir. Çün­kü bana ulaşan bir bilgiye göre, insan fuzûlî amelinden so­rulduğu gibi fuzûlî bakışından da sorulup hesâba çekilecek­tir."

Denilir ki, "Birinci bakış şenindir; fakat diğeri senin değil­dir."

Yâni farkında olmadan (göze çarpma şeklindeki) ilk bakış kuldan affedilir; ancak (nesneyi) algılamaya/fark et­meye (fehm'e) yol açan bir akledişle yapılan bakıştan kul muâheze edilir.



Kulağın vazîfesine gelince; kulak), konuşmaya ve ba­kışa tâbi olduğundan, bakılması yâhut konuşulması helâl



olmayan her şeyi dinlemek ve bundan tad almak/hoşlanmak da harâmdır. Senden gizlenen bir şeyi araştırman ise tecessüsdür (ki harâmdır). Lehv, şarkı ve Müslümanlara ezi­yet veren şeyleri dinlemek, lâşe ve kan (yemek) gibi harâmdır.

Abdullah b. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Gıybetten ve onu dinlemekten de, nemime ve onu dinlemekten de nehye- dildik."

Kasım b. Muhammed [b. Ebî Bekr es-Sıddîkl'a şarkı dinlemenin hükmünü sordular; şöyle dedi: "Allah kıyâmet günü hak ile bâtılın arasım ayırdığı zaman şarkı nerede olur?" Denildi ki: "Bâtıl tarafında." O da, "Fetvâyı nefsiniz­den isteyin." dedi.

Kul için -dilden sonra- kulağından daha zararlı bir or­gan yoktur. Çünkü o kalbe giden en süratli elçidir. Fitne oluşumuna da yatkındır.

Veki' b. el-Cerrâh diyor ki: "Bir bid'atçıdan bir söz duydum, yirmi seneden beri onu kulaklarımdan atama­dım/'

Tâvûs [b. Keysân] da, yanma bir bid'atçı gelince onun sözünü duymamak için kulaklarını kapatırdı.



Burnun vazîfesi(ne gelince; burun), kulağa ve göze tâ­bidir. Bakmanın ve dinlemenin helâl olduğu şeyi koklaman da câizdir.

Ömer b. Abdülaziz'den (ra) rivâyet edildiğine göre, kendisine bir misk getirilmiş. Onu burnundan uzakta tut­muş. Bu husûs kendisine sorulduğunda şöyle demiş: "Bu­nun ancak kokusundan faydalandır, değil mi?



Ellerin ve ayakların vazifesi; onları 'mahzûrlu olana' uzatmamak ve haktan alıkoymamaktır. Mesrûk [b. Ecdâdl der ki: "Kul hiçbir adım atmaz ki, kendisine bir sevâb ya da günâh yazılmış olmasın."

Süleymân'ın kızı, Hâlid b. Ma'dân'ın kızı Abde'ye: "Beni ziyâret et" diye yazmıştı. Abde ise ona şöyle cevap yazdı: "İmdi, merhûm babam Allah'ın kefil olmadığı bir yü­rüyüşle yürümekten ve kıyâmet günü sorulduğunda bir çı­kış yolu bulamayacağı yemeği yemekten hoşlanmazdı. Bundan dolayı ben de babamın hoşlanmadığı şeyden hoş­lanmıyorum. Selâm üzerine olsun."



Birisi de, "Peki, (kurtuluşa götüren) ameller işlemenin yolu nedir?" diye sorarsa, deriz ki:

Muttaki imâmların yolundan ayrılmamak,gidişâtını bilmek için müsterşidînin âdâbına bakmak,muhasebe ile teyakkuz halinde olmak,hakkı gözeterek/adâlet ile amel etmek, eziyetten korunmak,başa kakmadan, minnet altında bırakmadan 'fazla ola­nı' vermek,hasetten uzak güzel tavır takınmak,kamufle etmekten hoşlanarak kanâat etmek,selâmet için uzunca susmak,yabancılaşmadan/ilişkilerde soğukluk oluşturmadan halka tevâzu göstermek,halvette zikir ile ünsiyyet kurmak,hizmet etmek (iştiyâkıyla dolması) için kalbini boşaltmak,niyeti/endîşeyi murâkabe ile cem etmek ve kurtuluşu istikamet yolunda aramak.



Allah (cc) şöyle buyurur: "Şüphesiz, "Rabbimiz Al- lah'tır" deyip de sonra istikamet üzere olanlara, (evet) on­lara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklar­dır" (46/Ahkâf 13)

Süfyân b. Abdullah es-Sakafî (ra): "Yâ Resûlallah! Ba­na, kendisine tutunacağım bir iş söyle." deyince, (Resûlul-lah (sa) şöyle) buyurdu: "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğ­ru ol.’’

Ömer b. el-Hattâb (ra) diyor ki: " "İstikamet üzere (dos­doğru) oldular" demek, "Allah'a itâat edip, tilkinin (avcıdan) kaçması gibi (sağa sola saparak) kaçmadılar", demektir.' Ebû'l-Âliye er-Riyâhîy de şöyle diyor: " 'Dosdoğru oldu­lar'; (yâni) dinde, dâvette ve amelde Allah için ihlâslı oldu­lar"

İstikametin aslı üç şeydedir.

Kitâb'a tâbi olmak,

Sünnet’e tâbi olmak ve cemâatten ayrılmamak.



Bil ki,

kul için en kurtarıcı yol;

ilimle amel,havf ile korunma ve Allah (cc) ile yetinmektir.

Artık sen de hâlini (buna göre) ıslâh ile meşgûl ol.Rabbine karşı muhtaç (fakır) bulun.Şüpheli şeylerden uzak dur.İnsanlara olan ihtiyâcını azalt.



Kendin için sevdiğini onlar için de sev;

hoşlanmadığın şeylerde de aynı şekilde davran.

Örtülü bir şeyi de açma.

Bir günâhı nefsinde (içinden) bile söyleme, [veya; sakın bir günâha niyetleneyim deme.]

Hiçbir küçük günâhta ısrâr etme.

Bütün ihtiyâç/yoksunluklarda Allah'a sığın.

Her durumda, muhtâçlığın (sâdece) O’na olsun.

Her işte O'na tevekkül et.

Hevâyı bırak; nefsinin tuzak kurduğu/pusuda bekle­diği şeylere kanma.

Zikrini gizle.

Allah'a şükretmeye devâm et.

İstiğfârı çoğalt.

Düşünerek ibret al.



Acele edilecek yerlerde teenni ile,dostluklarında/arkadaşlıklarında (insanlarla olan iliş­kilerinde) hüsn-i edeble hareket et.

Nefsin için insanlara öfkelenme;

Allah için nefsine öfkelen.

Kötülük husûsunda kimseye denk olma [diğer bir ifâ­deyle; kötülüğe kötülükle karşılık verme].

Câhili yüzüne karşı methetmekten sakın;kimsenin de seni yüzüne karşı methetmesine râzı olma.

Gülmeni azalt, mizâhtan uzak dur.

Acılan gizle.

Nâmûsluluğu/iffeti izhâr et.

Güven hakkında kapsamlı bilgiye sâhip ol.



İnsanların elindekinden) ümit kesmeyi ve "güzel fa­kirliği" (kendine) şiâr edin.

Sana isâbet eden şeylere sabret.

Allah'ın sana taksim ettiği şeye râzı ol.

Allah'ın va'dine karşı yakîn,kendi yaptıkların hakkında korku üzere ol.

Kâfi derecede bulduğun zaman kendini külfete sokma.

İstemekle görevlendirildiğin şeyi zâyi etme.

(Sana yönelik) her vergi'sinde (ihsan ve ikrâmında) Allah'a muhtâc olduğunu hatırla;

kurtuluşu O’ndan iste.

Sana zulmedeni affet.

(Vermeyerek) seni mahrûm edene ver.



Sana gelmeyene Allah için git.

Seni seven kişiyi, sen de Allah için (kendine) tercih et. Kardeşlerin için canını malını fedâ et.



Dînin hakkında da Mevlâ'nın hukûkuna riâyet et.

İyilik (ma'rûf) olarak yaptığın büyük bir şey de olsa gö zünde büyütme;yaptığın bir münkeri ise küçük de olsa küçümseme.

Amel ile gururlanmaktan sakındığın gibi, ilimle de caka satmaktan sakın.

Zâhirî ilmin geçersiz kıldığı bâtınî bir usûle (edeb’e)  inanma.

İnsanlara isyân etmek gerekse de Allah'a itâat et;ancak Allah Teâlâ'ya isyân pahasına insanlara itâat etme.

Allah için gayretinden bir şey esirgeme.

Allah için (yaptığın) amellerde nefisinden hoşnut olma.

(Allah'ın huzûrunda) namâza her şeyinle (bir bütün olarak) dur.

Allah'ın sana farz kıldığı zekâtı neşeli/istekli olarak ver.

Orucunu yalandan ve gıybetten koru.

Komşunun, miskinin ve yakınlarının haklarına riâyet et.

Ehlini (âile halkını) terbiye et/edeblendir.

Sâhibi olduğun, kontrolün altında bulunanlara [hiz­metçi, işçi vs.] rıfk ile davran.

Emrolunduğun gibi canlı/aktif/(fiziki ve zihnî olarak) güçlü bir şekilde dimdik ayakta ol.

Bir hayır için harekete geçtiğinde acele et.

Seni şüphelendiren şeyi bırak.

Mü'minlere merhameti elden bırakma.

Nerede olursan ol hakkı söyle.

Doğru (söylüyor) da olsan çok yemin etme.



Beliğ konuşan birisi de olsan, sözü genişletmemeye/lâfı uzatmamaya dikkat et.

Alim de olsan, dinde külfetli/zahmetli iş görmekten (tekellüf ten) sakın.

İlmi her sözün önüne geçir.

İçtihâdından sonra endîşeyi/tedirginliği elden bırakma.

Dînin selâmette olduktan (dînine halel gelmedikten) sonra insanları idâre et.

Dalkavukluktan/yağcılıktan ise kesinlikle kaçın.

İnsanlarla olan geçimin güzel ahlâk ile olsun.

Bilmediğin bir konu hakkında "Allah bilir" demekten utanma.

Anlatacaklarını (dinlemeye) istekli olmayanların ya­nında söz söyleme.

Sana buğz edecek olanların yanında dînini anlatma.

Güç yetiremeyeceğin bir belâya karışma/müdâhale etme.

Nefsine, onu hor gören şeylerden ikrâm et.

Himmetini kötü ahlâktan uzak tut.

Emîn olandan başkasını dost/kardeş edinme.

Sırrını her insana açma.

İnsanların hâlini (dikkate alarak davran, kapasitelerini) zorlama.

(İnsanlara) aklının almayacağı/tahammül edemeyece­ği ilimden bahsetme [veya; İlmî bir lisânla söz söyleme.]

Çağrılmadığın işe gidip hemen dâhil olma.

Ulemâ meclislerinde saygılı/ciddi ol.

Hükemânın kadrini bil.

Zanaatkârı/Sanatkârı mükâfâtlandırmadan bırakma.

Câhillerden yüz çevir.

Sefihlere karşı hilm ile davran.

İşlerin hakkında, Allah'a (karşı) huşû duyanlarla istişâre et.



Mazlûm kardeşine yardım et;eğer zâlim ise onu hakka çevir.

Onun sende hakkı varsa fazlasıyla ver;fakat senin ondaki hakkın için peşine düşme.

Borçluya kolaylık göster.

Dul ve yetimlere rıfk ile davran.

Fakirlerden sabırlı olanlara ikrâm et.

Zenginlerden de belâya uğrayana merhamet et.

Kimseye, elde ettiği bir nimet sebebiyle hased etme.

Hiç kimseyi de gıybetle anma.

Soruna yol açar korkusuyla kendine sû-i zan kapışım kapalı tut.

Te'vîli (hayra yormayı) genişleterek hüsn-i zan kapısı­nı açık tut.

(Başkalarından) ümidine keserek tamâ kapışım kilitle.

Kanâat ile istiğnâ kapısını aç.

Allah için yapacağın zikri, O'na nâhoş şeyler izâfe et­mekten uzak tut.



Vakitlerini değerlendir.

Gecen ve gündüzün (senden neleri) götürüyor, uzak­laştırıyor farkına var.

Her vakitte tevbeni yenile.

Ömrünü üç zamâna ayır: Bunlar, ilim zamânı, amel za-mânı ve nefsinin haklarına ve sana lâzım olacak şeylere ayı­racağın zamân olsun.

Geçip giden (vakitlerden ibret al.



İki fırkanın Allah Teâlâ'nın huzûrunda varacakları ye­ri tefekkür et: "Bir fırka O'nun rızâsıyla cennette; bir fırka da kızgınlığı ile alevli ateşte (cehennemde)."

Allah'ın sana yakınlığını farket.

Yazıcı hafaza meleklerine ikrâm et.

Allah'ın nimetlerinden -anlayarak- faydalan;geriye O'na hüsn-i senâ ve şükür gönder.

Nefsini herhangi bir makamda görmekten sakın [veya; töhmet altında olması sebebiyle nefsini, makamları/mevkileri görmesi ile birlikte ikâz et].

İnsanların (onu) küçümsemesinin te'sirinde kalıp da, 'hakk'ı saçma/tutarsız görmekten kaçın.

Muhakkak bu öl­dürücü bir zehirdir.

(Allah'ın) nefretini çekme korkusu ile, insanların gö­zünden düşme korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

Ecelin yakınlığı gerçeği ile, fakirlik korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

İyi işler yaptığında gücün yettiğince gizli tut.

İstişâre ânında (doğruyu bulmak için) çokça gayret et.



Allah için (severken) kararlılıkla sev;(o şeyden) Allah için ilişkiyi kestiğin zaman da etkili/kararlı bir şekilde ayni.

Ancak muttaki ve âlim olanı dost edin.

Ancak akıllı ve şuurlu/bilinçli insanlarla birlikte ol.

Senden önceki (müctehid) imâmlara tâbi ol.

Senden sonraki ümmete de muallim ol.

Muttakîlere imâm,irşâd edilmek isteyenlere sığınak ol.



Şikâyetini kimseye ilân etme.

Dünyân için dînini yıpratma/tüketme [veya; dînini istismâr ederek dünyâ(lıklar)ı kazanma].

Uzletten nasibini al.

Helâlden başkasını alma.



İsrâftan uzak dur.

Dünyâ(lık)dan yeteri kadarına kanâat et.



Edebi, ilim bostanlarında;

ünsü, halvet diyârında;

hayâyı, nefsin patikalarında;

ibret almayı, tefekkür vâdîlerinde;

hikmeti ise havf bahçelerinde ara (talep et.)



Emrine muhalefet ettiğin hâlde, Allah'ın ihsânının devâm ettiğini;zikrinden yüz çevirdiğin hâlde (sana) halim davrandığını,hayânın azlığına rağmen günâhlarını örttüğünü ve sen O'na muhtâc olduğun hâlde,Onun sana ihtiyâ­cının olmadığını iyi bil.

Nerede Rabbini bilen?!

Nerede günâhından korkan?!

Nerede (Allah'a) yakınlığı ile sevinen?!

Nerede O'nun zikriyle meşgûl olan?!

(O'na) uzak kalmaktan (korkup) ürperen nerede?!

Mağfûr (bağışlanmış) olan işte budur! Ey mağrûr (al­danmış kul), örtüleri yırttığım Celil olan (Allah) görmedi mi (zannediyorsun)?!



Ey kardeşim!Bil ki,

günâhlar gafleti,

gaflet, (kalp) kasvettini),

kasvet Allah'tan uzaklaşmayı,

Allah'tan uzaklaşma cehennem âteşini mîrâs bırakır. Ancak bunu diriler tefekkür eder. Ölülere gelince; onlar kendilerini dünyâ sevgisiyle öldürmüşlerdir.



Bil ki,

gündüzün ışığı âmâya nasıl fayda vermiyorsa; bunun gibi, ilmin nûru ile de ancak takvâ ehli aydınlanabilir.

Ölüye ilâcın fayda vermediği gibi, edep de iddiâcıya fayda vermez.

Sağanak halindeki yağmur kayada ekin bitirmediği gi­bi, hikmet de dünyâyı sevenin kalbinde yeşermez.

Kim hevâsıyla samîmî/senli benli olursa edebi azalır. İlminin gösterdiklerine muhâlefet edenin cehâleti artar. (İlâcı) kendine fayda etmeyen, başkasmı nasıl tedâvî edebilir?



Bil ki,

insanların bedenen en râhatı, dünyâ (hakkın)da zühd ehli olanlardır.

Kalben insanların en yorgunu ve meşgûliyeti çok olam da, dünyâya ihtimâm gösterenlerdir.

Emeli kısaltmak, zühde en çok yardıma olan ahlâktır. Mârifet ehlinin (Allah'a) en yakın hâlleri, kıyâmda Al­lah'ı (cc) zikretmeleridir.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah sizin üzerinizde rakîbdir." (4/Nisâ 1)



Şunu bil ki,

sıdktan daha yakın bir yol,ilimden daha başarı sağlayıcı bir delil ve takvâdan daha önemli bir erzak yoktur.

Vesvese verene (şeytana) karşı, fuzûlî olanı terkten, kalbin nûrlanması için, sadrın selâmetinden daha fay­dalı bir şey görmedim.

Anladım ki,

mü'minin kerâmeti takvâsıdır, hilmi sabrıdır,

aklı güzelliğidir,

dostluğu hoşgörüsü ve affıdır,

şerefi ise tevâzuu ve rıfkıdır.



Bil ki,

Allah bir kula fakirliği seçip uygun görmüşse, onun zenginliği sevmesi (Allah'ı) öfkelendirmektir. Allah kuluna zenginliği seçtiyse, o kulun fakirliği istemesi ise zulüm- dür/haddi aşmaktır. Bütün bunlar, mârifet azlığından dola­yı şükürden kaçmak ve ilmin yetersizliğinden dolayı vakit­leri ziyan etmektir. Çünkü zenginin îmânını fakirlik, fakirin îmânını da zenginlik ıslâh edemez, uygun değildir.



Bize ulaşan habere göre Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kullarımdan öyleleri vardır ki onun îmânını ancak fakirlik ıslâh eder. Eğer onu zengin kılsaydım, hu zenginlik onları ifsâd edecek­ti. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki onun îmânını ancak zen­ginlik ıslâh eder. Eğer onları fakîr kılsaydım, hu (fakirlik) onun îmânını ifsâd edecekti." Bu durum, hastalık ve sıhhat için de böyledir.



Kim Allah'ı(n hikmetsiz iş yapmayacağım) bilirse O'nu ithâm etmez. Allah'ı(n neyi kasdettiğini) anlayan [veyâ; Al­lah hakkında keskin/ince bir zekâya sâhip olan], kazâsına râzı olur. Eğer şu âyetten başkası olmasaydı, yine de ilim sâ-hiplerine yeterdi: "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. On­lar için ise (Rablerine karşı böyle) muhayyerlik yoktur/' (28/Kasas 68)



Câhillerin ahlâkından,

günâhkârların meclislerinden [veya; sizlerle olan sos­yal ilişkilerinden],

şaşırmışların propagandasından, aklanmışların (affedileceklerine dâir) ümitlerinden, (affedilmekten) ümit kesenlerin ye'sinden sakın.

Hak ile âmil ol.

Allah'a îtimâd et.

Ma'ruf ile emret, münkeri nehyet.

Kim Allah'a sâdık olursa, (Allah) ona nasihat eder. Kim de başkası(na hoş görünmek) için süslenirse, onun ayıbını/kusurunu gösterir, ortaya çıkarır.



Bil ki

(kendisine) tevekkül edene O kâfidir; başkasına güveneni (ise) sevmez/iğrenir.

Ondan korkana emniyet verir.

Şükredenin (nimetini) çoğaltır,îtâat edene ikrâm eder.

Onu tercih edeni sever.

Allah'a (sâdece) akıl ile itâat etmekten/boyun eğmekten, hevâ ile amel etmekten, hakkı terk etmekten/hesâba katmamaktan, bâtıla sığınmaktan [veya; bâtıl ile kabûl görmekten/bir yerlere gelmekten],

tevbeyi unutup mağfiret temenni etmekten sakın.



Bil ki,

kökü yakîn ile sâbit değilse,dalları sıdktan,meyvesi ve nebâtı verâdan,delili kaygı ile ayakta durmakta (kaim) ve perdesi haşyet ile örtülü değilse o ilim ve amelden râzı olunmaz.

Gevşeklik göstermek sûretiyle nefsinden râzı olma. Muhakkak ifrata düşme (tefrît) konusunda kimsenin özrü yoktur. Zîrâ kimse Allah'tan müstağni değildir.



Bil ki,

Allah Teâlâ'nın katindakilere güzel niyetler beslemek ve (niyetleri O’nun) sevdiği şeylere uygun hâle getirmek ki­şinin saâdetindendir.

Allah kime hayır dilerse ona akıl ihsân eder, ilmi sevdirir, şefkat ile mükâfâtlandırır, ona rıfk ile muâmele eder, kanâat ile zenginleştirir, kusurlarım gösterir.



Bil ki,

-Allah sana merhamet etsin- her halin aslı sıdk' ve "ihlâs"dır. Şöyle ki,

sabır, kanâat, zühd, rızâ ve üns sıdk' tan; yakın, havf, muhabbet, iclâl, hayâ ve tâzîm de ihlâs'dan kaynaklanır/şûbelenir.

Her mü'minin bu makamların içinde bir yeri vardır ki, onun hâli bununla bilinir. (Bir mü'mine;) recâ içinde olduğu halde hâif, havf içinde olduğu halde râcî, rızâ içinde olduğu halde sâbir, hayâ içinde olduğu halde muhibb denir.



Her hâlin kuvvetli ya da zayıf olması, kulun îmân ve mârifeti miktârıncadır.

Bu hallerin her birinin aslı için, hâlin kendisiyle bilindi­ği üç alâmet vardır.

Sıdkın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey şunlardır:

Kalbin sıdk'ını belli eden tahkiki îmân,

Niyetin sıdk'ını açığa vuran ameller,

Sözün sıdk'ını dışarıya aksettiren konuşmalar. [Kalbî, amelî, kavlî sıdk]



Sabrın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey vardır:

Allah'ın harâm kıldıklarına karşı sabır,

Allah'ın emirlerine uymakta sabır,

Musibet anında (Allah için, Allah'tan sevap uma­rak) sabır.



Kanâat de üç şeydedir:

(Yiyecek) varken bile azıyla yetinmek,

Yoklukta ve sebeplerin yetersizliğinde (dahi) fak/ı korumak.

Mahrûmiyet ânım yaşasa bile, Allah'a (cc) ayırdığı vakitte sükûn bulmak.



Kanâatin bir başlangıcı bir de sonu vardır. Başlangıcı, imkânı varken dahi fuzûlî olanı terk etmektir. Sonu ise, se­beplerin yokluğuyla berâber müstağni olmaktır. Bundan dolayı bazıları "kanâat, rızâdan üstündür" demişlerdir. On­lar bununla tam bir kanâati kastederler. Çünkü takdire rızâ gösteren (râzî), verilene, men edilene karışmaz. Kani' ise, Rabbi ile ganîdir. Allah ile berâber -O'ndan gelen hâriç- baş­ka bir nasîb istemez.



Zühd üç şeydedir. Bunlar olmaksızın kimseye zâhid denmez:

Elini maldan mülkten çekmek,

Nefsini helâlden bile uzak tutmak,

Vaktinin çoğunda dünyâdan gâfil olmak.



Kişi başka üç şeyle de zâhid olabilir:

İrâdât sağanağında nefsini korumak,

Gına bölgelerinden kaçmak,

İhtiyâç ânında, (şüpheli olanları değil) 'bilinen' şeyleri almak.



Üns de üç şeydedir

Halvette ilim ve zikir ile üns,

Halvetle berâber yakın ve marifet ile üns,

Her halde Aziz ve Celîl olan Allah ile üns.



Rızâ muhabbetin ölçüsüdür. Tevekkülün özü, yakînin rûhudur. Eyyûb es-Sehtiyânî ve Fudayl b. Iyâz'dan (rh.a) naklen anlatırlar: O ikisi derlerdi ki: "Rızâ tevekküldür."

Bu ilimle vasıflanmak sıdkın bir şûbesidir. Sıifyân es- Sevrî de (rh) der ki: "Sâdıkın sıdkı kemâle erdiğinde, artık o kendi elindekine bile mâlik değildir."



İhlâs'ın şubelerine gelince... Allah'ı (cc) benzerlikten, denklikten, eşten ve evlattan ayırt etmedikçe ihlâs sâhibine "muhlis" denmez. Sonra tevhidi ikame etmekle Allah'ı dile­mesi, nâfilede ve farzda himmetini O'nun için ve O'nunla cem etmesi gerekir.



Yakîn'in sıhhati üç şeydedir:

Allah'a güvenmekle kalbin sükûn bulması,

Allah'ın emrine boyun eğme,

Sâbık ilimden [Allah'ın gelmiş geçmiş her şeyi, olacaklarıda bilmesinden] korkma, ürkme.



Yakîn'in de bir başlangıcı ve sonu vardır. Başlangıcı, it-mînân (kalp huzûru), sonu da sâdece Allah ile yetinmektir. Çünkü Allah (cc) şöyle buyurur: "Ey peygamber! Sana da, müzminlerden sana tâbi olanlara da Allah yeter." (8/Enfâl 64) Âyette geçen "hasbü", 'kâfi’ demektir. İktifâ eden de, Al­lah'ın kazâsına râzı olan kuldur.



Diyoruz ki "yakînin sonu" demek, kulun vasıflarının îmân makamında bulunması demektir; ilimde yakînin sonu demek değildir. Zîrâ buna Allah'ın yarattıklarından kimse ulaşamaz.



Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor: "Allah'ın künhüne kim­se varamaz."



Dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bize ulaşan bilgiye göre Meryem oğlu îsâ (as) suyun üzerinde yürürmüş?" (Efendi­miz) buyurdu ki: "Eğer havf ve yakîni daha da artsaydı havada bile yürürdü.



Havf ancak yakînden sonra olur. Yakînen bilmediği şeyden korkanı gördün mü?

Havf üç şeydedir:

îmân korkusu: Bunun alâmeti, isyânlar ve günâhlardan ayrılmadır ki, mürîdlerin havfı budur.

Geçmişin korkusu: Bunun alâmeti de haşyet, endî­şe ve verâdır. Bu da ulemânın havfıdır.

Elindekini kaçırma korkusu: Alâmeti, heybet ve iclâlin nezâretinde Allah'ın (cc) rızâsını talep için tüm gücünü harcamaktır. Sıddîkların havfı budur.

Havfta dördüncü bir derece daha vardır ki, Allah (cc) onu meleklerine ve peygamberlerine (as) has kılmıştır. Bu­na "havfü'l-zam" denir. Çünkü onlar kendi nefislerinde Al­lah'ın emânıyla güven içindedirler. Onların korkulan, iclâlen ve i'zâmen kullukta bulunmalarıdır.



Muhabbet de üç şeydedir ki, bunlar olmadan kişiye ("Allah (cc) için seven" denemez.

Allah (cc) için mü'minleri sevmek: Bunun alâmeti, onlardan ezâyı def etmek ve onlara menfaati celb etmektir.

Allah (cc) için Resûl'ü (sa) sevmek: Bunun alâmeti, Sünnet'e tâbi olmaktır. Çünkü Allah (cc) şöyle bu­yurur: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin." (3/Âl-i Imrân 31)

Tâati mâsiyete tercih ederek Allah'ı (cc) sevmek: Denilir ki; nimeti anmak muhabbeti getirir.



Muhabbetin de bir başlangıcı ve sonu vardır. Muhab­betin başlangıcı, nimetleri ve ihsânlarıyla Allah'ı sevmektir.

[Abdullah] İbn Mes'ûd (ra) der ki: "Kalpler, kendine ihsânda bulunanı sevecek şekilde yaratılmıştır."



Muhabbetin bundan daha yücesi ise, Allah'ın (cc) hak­kı bunu gerektirdiği için O'nu sevmektir. Ali b. el-Fudayl (rh.a) şöyle der: "Allah (cc), Allah olduğu için sevilir."



Bir adam Tâvûs [b. Keysân'a: "Bana öğüt ver." dedi. {Tâvûs) dedi ki: "Sana şunu öğüt veririm: Allah'ı öyle bir sevgiyle sev ki, hiçbir şey sana O'ndan daha sevgili olmasın, O'ndan öyle kork ki, hiçbir şey sana O'ndan daha korkup olmasın. Allah'tan öyle bir ümitle ümitlen ki, bu ümit, korkuyla senin aranda perde olsun. Nefsin için râzı olduğa şeye (başka) insanlar için de râzı ol. Dikkat et! Sana Tevrâtı, İncıl'i, Zebûr'u ve Furkân'ı cem ettim."



Bedene göre başın yeri ne ise, hayâya göre iclâl ve ta'zî-min yeri de odur. Yâni biri olmaksızın diğeri de olmaz. Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman O'nu hakkıyla yüceltmiş (iclâl etmiş) olur. Hayânın en efdali de Allah'ı (cc) murâkabedir.

Murâkabe üç şeydedir:

Amel etmek sûretiyle tâatinde Allah'ı murâkabe,

Terk etmek sûretiyle isyânında Allah'ı murâkabe,

Niyetlerde ve havâtırda Allah'ı murâkabe.



Çünkü Nebî (sa): "Allah'a, (sanki) O'nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O'nu görmesen de O seni görü­yor." buyurur.



Kalp için, Allah'ı (cc) murâkabe etmek; geceyi kıyâm, gündüzü sıyâm ile geçirmekten ve Allah yolunda malmı in-fâk etmekten daha zahmetli gelir.



Ali b. Ebî Tâlib'in (ra) şöyle dediği nakledilir: "Muhak­kak Allah'ın yeryüzünde bir kabı vardır. İşte bu kab kalp­lerdir. O ancak 'saf, 'sağlam' ve 'ince' (rikkat) kalpleri kabûl eder." Bunun mânâsı şudur:



Kalbi Allah (cc) için saflaştırmak; Allah'ın emir ve nehylerine ittibâ ile, sıdk ve endîşeyi müşâhede etmekle mümkündür.



Kalbi Resûlullah (sa) için saflaştırmak; söz, amel ve ni­yet boyutunda, o'nun getirdiğini kabul ederek sağlanır. Ve

kalp mü'minler için, onlardan ezâyı def edip menfaati ulaş­tırarak saflaştırılır.



(Kalpteki) "Sağlamlık"ın mânâsı, "Allah Teâlâ için hadleri uygulamada ve emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münkerde sağlam" demektir.



"İncelme"nin (rikkatin) mânası ise iki şekildedir. Ağ­lamakla olan rikkat, merhamet etmekle olan rikkat.

Tevfik Allah'tandır. O bize yeter. O ne güzel vekildir.



Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma

Devamını Oku »

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Tevbenin ve Allah'a yönelmenin başlangıcı

Ebu Cafer Muhammed b. Musa ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ben dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Allah'a varan yolun başı nedir?"

Dedi ki: "Allah'ın bildirdiği şekilde Allah'a dönmektir."

Ben: "Peki, Allah’a dönmenin manası nedir?" dedim.

O: "Tevbedir delikanlı!" dedi ve ekledi: "Bak, Said b. Cübeyr; ‘Allah tevbe edenler için çok bağışlayıcıdır.'(isra, 17/25) ayetindeki 'tevbe edenler' kelimesinin anlamının, Allah a dönenler' olduğunu söylemiştir."

Bunun üzerine ben, "Tevbe nedir?" diye sordum, şöyle cevap verdi: "İşlenen kötü fiillerden pişmanlık duymak, bir daha böyle bir şey yapmamaya, günahta ısrar etmemeye, tevbeyi bozmamaya azmetmek, günaha götürecek sebeplerden korkup uzaklaşmaktır. Çünkü Allah şöyle buyurur: ‘Onlar yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler*’ (Al-i imran, 3/135)

Sonra şöyle sordum: "İnsan tevbeye nereden başlama­lıdır?"

Şöyle cevap verdi: "Önce günahı işlemeyi terk etmelidir, içinden geçen günah arzusunu temizlemelidir, insanlarla ve

Allah'la olan ilişkilerinde münafıklık yapmamalıdır, başkalarına yaranmak için her türlü görüşe evet dememelidir, haklıya hakkını teslim etmeli, zulme karşı durmalıdır, Allah'a ve kullara karşı tüm görevlerini yerine getirmelidir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve bunu beyan edenler müstesna. İşte bunları bağışlarım. Evet, ben çok bağışlayıcıyım, merhamet sahibiyim(Bakara, 2/160)

Dedim ki: "Peki sonra ne yapmalıdır?"

Dedi ki: "Rızkını ıslah etmeli, helal yoldan kazanmalıdır; çünkü helal rızkın dindeki konumu, başın vücuttaki konumu gibi önemlidir. Baş sağlıklı ise vücut da sağlıklı olur. İşte bunun gibi, nzık helal olursa insanın dini de sahih olur delikanlı!Uzuvlar Allah'a itaat ile arınıp temizlenir."

Dedim ki: "Peki ya sonra?"

Dedi ki: "Geçmişte yapılan kötülüklere ve kaybedilen se­vaplara üzülmek ve geleceği ıslah etmeye bakmak gerekir. Yani geçmişte yapılan hatalara pişman olmak ve gelecekte günah işlememeye çalışmak gerekir. Geçmiş günahların afft için dua etmek, o günahlara yönelik arzulan kalpten silip atmak, helal olmayan şeyleri bir daha yapmamaya azmetmek, işlenmiş olan haramlar için pişmanlık duymak ve Allah'tan af dilemek gerekir.İnsan bu şekilde devam ettiği sürece, özrünün ve tevbesinin kabul edileceği kimseler arasına girmesi umulur."

Dedim ki: "İnsanı tevbeye yönelten şey nedir? Ne zaman artık tevbe etmem gerektiğini, tevbe etmenin benim için farz olduğunu anlayacak ve tevbede geç kalmaktan korkar olacağım?"

Dedi ki: "Allah'ın tevbe etmeyi farz kıldığını O'nun kitabından öğrendiğinde bunu yaparsın, nitekim tevbenin farz olduğu şu ayetlerde açıkça beyan edilmiştir:'Ey İman edenler! Topluca Allah'a tevbe ediniz. Böylece umulur ki kurtuluşa erersiniz.'(Nur, 24/31), 'Ey İman edenler! Nasuh bir şekilde (samimiyetle) Allah'a tevbe ediniz' (Tahrim, 66/8)

Delikanlı! İnsan kendisine tevbenin farz olduğunu Yüce Allah'ın ayetlerinden anlamadıktan sonra en hikmetli vaazlardan bile nasiplenemez. Şu ayeti hiç duymadın mı: 'Tevbe etmeyen­ler var ya! İşte onlar zalimlerin ta kendileridir., (Hucurat, 49/11)

İşte bu ayetler sana tevbeyi farz kılmakta ve eğer tevbeden geri kalırsan zalimlerden olacağını bildirmektedir. Bu yüzden gerçek kul, tevbeyi kendisine zorunlu kılar ve ondan geri kalmanın korkusunu hep hisseder."

Dedim ki: "Peki bu tevbe isteğini bende güçlendirecek olan şey nedir?"

Şöyle cevap verdi: "Ölümün çok yakın olduğunu, ecelin aniden gelip yakalayacağını, Allah'tan isteyeceğin şeyleri istemeden öleceğini her daim düşünmek ve günahta ısrar etmiş bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkanlara verilecek azabın korkusunu her daim hissetmek tevbe isteğini güçlendirir. Bak, Lokman evladına nasıl nasihat veriyor: 'Evladım! Sakın tevbeyi erteleme, unutma ki, ölüm insana ansızın geliverir.'

Bundan başka sendeki tevbe arzusunu kuvvetlendirecek üç haslet daha vardır:

Birincisi; geçmişteki günahlarını hatırlamak, şehvetleri terk etmek ve yeme içmeyi azaltmak,
İkincisi; hep ölümü hatırlamak ve bütün kalbinle Allah'tan dilediğin şeye yönelmek,
Üçüncüsü ise bütün bunlan hep hatırda tutmaya ve yap­maya çalışmaktır. Bunlar sana tevbe etme yönünde güçlü bir tesir bırakacaktır."

Bunun üzerine: "İnsanı tevbeye yönelten ve gaflet uyku­sundan uyandıran şey nedir?" diye sordum.

"Allah'ın azabından her zaman korkmak ve onun vaat ettiği ödülü hep ümit etmektir. Çünkü Allah kullarını korku ve ümit vererek kendisine davet etmiştir, onlara cehennem azabını bildirerek korku vermiş, cennet nimetlerini sayarak ümitlerim artırmıştır. İşte kulu durumunu göden geçirip ıslah etmeye ve kendisî için, en iyi olana yönelmeye sevk edecek şey budur.' diye cevap verdi.

Dedim ki: “İnsanın tevbesinde sadakat sahibi olduğunun alameti nedir?”

Dedi ki: "Tembellik ve oyun-eğlence içinde geçen ömre hayıflanmak, tevbesinin kabul edilip edilmediği konusunda her daim endişe içinde olmak, amellerini sadece Allah rızası için yapmak ve bunlarla beraber; bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendisine dar geleceği ve Allah'tan başka sığını­lacak hiçbir makam olmadığın anlayacağı gün gelmeden önce her zaman hüzünlü ve boynu bükük halde olup hevadan ve günahlardan kaçarak devamlı surette salih amel işlemeye gayret etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. ‘Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah'ın azabından yine O'na sığınmak­tan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.' (Tevbe, 9/118)İşte sadakat ile tevbe eden kimsenin özellikleri bunlardır."

Dedim ki: "Bundan başka?"

Dedi ki: “Evet, bundan sonra kalbinden başlamalıdır. Allah'ın kendisine tevbe imkânı nasip etmiş, kendisini buna muvaffak kılmış olmasından dolayı şükrü kalbinden eksik etmemelidir. Böylece kalbi hep Allah nzası için amel etmeye yönelir. Hatta belki de tevbe ile kalbine dolan bu ferahlık, tevbeye başlarken hatırında tuttuğu bu nimetleri itiraf ediyor ve şükrünü eda ediyor olmanın verdiği bir ferahlıktır."

Dedim ki: "İnsan tevbede bu dereceye ulaştığı zaman yapması gereken başka bir şey var mıdır?"

Dedi ki: "Evet, asla müstağni kalamayacağı bir şey vardır; O da Allah'ın kendisine icabet edip tevbe etme imkânı bah­şetmiş olmasına karşı şükürdür."



2.Fetret (Gevşeklik)

Dedim ki: "Peki tevbeden sonra en gelir?”

Dedi ki: "Fetrete dönmek, gevşekliğe düşmek gelir.”

Dedim ki: "Allah sana rahmet etsin, fetrete dönmenin ilk adımı nedir?”

Dedi ki: "Hevanm isteklerinin yeniden ortaya çıkması ve nefsinin ona icabet etmesi sonucunda, çaba ve gayreti terk etmenin verdiği ruh ile fetret haline girip gevşekliğe düşmendir.”

Dedim ki: "Bu gevşeklik insana böylesine yoğun bir şe­kilde nereden gelir?”

Dedi ki: "Kaçırdığı İlahî nimetler hakkındaki bilgisinin azlığından, Allah'tan kendisine gelen devasa nimetleri azım­samasından.”

Dedim ki: "Peki be gevşeklik insanı nereden yakalar?"

Dedi ki: "Kalbin dünya vadilerine girip dolaşmasından, her şeyin kolay ve ruhsat yanma meyletmesinden yakalar. İşte o zaman insan fetrete meyleder, gaflet onu kuşatır ve kendisine esir eder.”

Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, fetretin belirtisi nedir? Kalp bunu anlayabilir mi?"

Dedi ki: "Evet, anlayabilir delikanlı! Fetretin başı tembellik­tir. Eğer vazifelerine riayet ederse bu tembellik yok olur gider, aksi takdirde tembellik gittikçe artar ve nihayetinde yerini yas ve mateme bırakır. Eğer bu durumda iken Allah korkusu kendisine galip gelip de onu bu halde kurtarırsa ne ala, aksi takdirde bu tasa hali artar ve İlahî emirlere itaat etmekten uzaklaşmaya dönüşür. Eğer bu durumda iken kalbindeki salih niyet onu ıslah ederse ne ala, aksi takdirde bu uzaklaşma gittikçe artar ve nihayetinde hakkı terk etmiş avare dolaşan ve doğru yoldan iyice kopmuş biri olur çıkar. Allah cümlemizi böyle durumlara düşmekten muhafaza eylesin.

Neticede bu duruma düştüğünde Allah korkusunun egemenliğinden çıkar ve kendisini emniyet içinde hissetme ve halinden memnuniyet duyma durumuna geçer. Böylece hataları, günahları onu helake sürükleyecek kadar genişler, çoğalır, artık alenen günah işlemeye başlar, halinden mem­nuniyet ve kendini beğenme durumu onu rezil perişan eder. Bütün bunlar insanın kendi nefsini çok fazla hesaba çekme­mesinden kaynaklanır."



3.Nefis muhasebesi ve Hevanın kalpten temizlenmesi

" Allah sana merhamet etsin, muhasebe nedir?" diye sordum.

"Aklın harekete geçip nefsi kontrol etmesi, onun hıyanetine karşı nefsi muhafaza etmesi, eksiğini fazlasını incelemesidir" şeklinde cevap verdi.

Dedim ki: "Biraz daha açık bir şekilde anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Yaptığın her işi şöyle bir gözünün önüne getir­melisin: bunları ne için ve kimin için yaptığını düşünmelisin? Eğer bu amelleri Allah için yapıyorsan devam edersin, aksi takdirde o amelden vazgeçmelisin. Bu durumda seni hevaya sürüklediği ve bu sonuca getirdiği için nefsini kınamalı, ceha­letini yüzüne vurmalı, aklın karşısında ne kadar rezil rüsva halde olduğunu beyan etmelisin. Böylece nefsinin sana düşman olduğun anlarsın; çünkü seni yaratanından uzaklaştıracak olan kötü fiillere çağırmış bulunmaktadır."

Dedim ki: "İnsanı muhasebeye yönelten şey nedir?"

Dedi ki: Kusurların ve noksanlıkların korkusundan, ihmallerin utancından ve daha fazla ilahi rıza kazanma arzu- sundan kaynaklanır. Nitekim ortaklar birbirini herhangi bir ihmal veya zarar ortaya çıkmasın ve kar oranı artsın, sermaye çoğalsın diye kontrol eder, hesaba çekerler. Zünnûn-ı Mısrî (vf. h. 245) ibadet ehli bir kadına, 'İlahî rızaya daha fazla nasıl ulaşılır?' diye sormuş ve ‘nefsi kontrol ve muhasebe etmekle' şeklinde cevap almıştır.’'

Dedim ki: "Peki, Hz. Ömer'in, ‘Mizana çekilmeden önce nefsinizi mizana çekiniz' sözünün anlamı nedir?"

Dedi ki: "Bunun anlamı; nefsi zerre kadar dahi olsa bâtıla meyletmesine firsat vermeyecek şekilde hesaba çekmek
demektir."

Dedim ki: "Muhasebe'nin bize kazandıracağı şey nedir?"

Dedi ki: "Basiretin artar, fetanetin gelişir, marifetin genişler.Tabi bütün bunlar kalbini ne kadar teftiş ettiğine bağlıdır."

Dedim ki: "Kul nefsini muhasebe konusunda nasıl güç kazanır?"

Dedi ki: "Üç haslet ile:

Birincisi; kendisini tamamen muhasebeye vermesini engelleyen şeylerden ilişkisini kesmektir. Çünkü kendisini
günahları konusunda hesaba çekmek isteyen kimse kalbini diğer meşguliyetlerden arındırır.

İkincisi; muhasebeden umduğu şeyi elden kaçırma korkusu ile hareket etmesi ve kendi irade ve ihtiyarı ile sadece muhasebeye yönelmesidir.

Üçüncüsü ise; Hz. Peygamberin;'Mü'minin önem vermesi gereken dört vakit vardır. Bunlardan biri nefsini muhasebe edeceği vakittir...' sözünde buyurduğu gibi muhasebede kusur ettiği mevzularda Yüce Allah tarafından hesaba çekilmekten korkmasıdır."

Dedim ki: "Kalpler neden nefis muhasebesinden geri durur?"

Dedi ki: "Şehvet ve hevanın galebe çalmasından dolayı.Çünkü bu ikisi ilim, nazar ve beyana (düşünmeye, anlamaya ve gerçeğin ortaya çıkmasına) engeldirler, bu yüzden de insanı nefis muhasebesinden geri bırakırlar, nazarı köreltirler. Artık nefis, istek duyacağı bir güzellik veya kaçınacağı bir çirkinlik göremez olur."

Dedim ki: “Allah sana merhamet etsin, bana insanı nefis muhasebesinden alıkoyan hevadan bahset"

Dedi ki: "Heva; nefsin şehvetlere tutkun ve rahata meyilli olmasıdır. Şehvetler ne kadar çoğalırsa nefis o kadar zaafa uğrar ve gitgide heva oraya hâkim olur."

Dedim ki: "İşlediklerine karşı nefsimi nasıl cezalandırı­rım?"

Dedi ki: "Onu istediklerinden uzaklaştır, haşyet kamçı­sıyla ve her yaptığı işte devamlı kontrol ederek onu cezalar­dır, evradını kat kat artırarak onu zorla, meşakkatini artır, lezzet ve gıdasını azalt keyif aldığı şeylerden onu uzak tut. İlahî tehditlerle onu sıkıştır ki, senin gözetiminin gücü onun kibrinin gücüne üstün gelsin. İşte bunu başardığın zaman ey delikanlı, nefsin boyun eğecek, kibrine son verecek, şerrinde vazgeçecek, yaratıcısına doğru yola koyulacaktır.” Muvaffa­kiyet Allah’tandır.



4.Düşmana (Şeytana) karşı müdafaa ve muhalefet

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, nefis ve hevaya karşı muhalefeti açıkladın, şimdi de insanı, düşma­nına, yani şeytana karşı muhalefet etme konusunda güçlen­direcek şeylerin neler olduğunu söyler misin?"

Dedi ki: "Düşman olan şeytana karşı mücadelede en güçlü ve etkili sebep, Allah'ın onunla mücadele ve muhalefet etmeyi bizlere farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:''Şeytan sizler için apaçık düşmandır, o halde siz de onu düşman belleyin.'' (Fatır, 35/6);''Kim şeytanın adımlarını iz­lerse bilsin ki şeytan insana hep kötülüğü emreder.''(Nur, 24/21)

İşte bu ayetler, Yüce Allah'ın bizlere şeytanla mücadele etmeyi emrettiğinin delilleridir ve bu farziyet, ona karşı mü­cadelede seni güçlendirecektir. Çünkü Allah'ın sana emrettiği şeyi yerine getirmemenin korkusu her daim içinde mevcut olacaktır.

Görmez misin ki, Allah sana şeytana muhalefet ve düş­manlık etmeyi, onunla savaşmayı emretmiştir. Bu durumu biliyor olman seni ona muhalif olma hususunda kuvvetlendi­recek, ona olan öfkeni artıracak, nefsini ondan muhafaza etme gayretini çoğaltacak, seni yoldan çıkarmasından ve bildiğin yahut bilmediğin bir şekilde seni nefsinin meylettiği şeylere sürüklemesinden, Rabbinin katındaki değerini düşürmesinden, imanını zayıflatmasından, düşmanınla mücadelede sadakatini azaltmasından duyduğun korkuyu büyütecektir.

Dedim ki: "Bana düşmanıma muhalefet etme, onun ves­veselerini savma hususunda yardım edecek olan hal nedir? Bunu biraz açıklar mısın?"

Dedi ki: "Allah'ın buyurduğu şeylere çağıran ile şeytanın isteklerine çağıran arasındaki farkı iyi anla ve hangisinin uyulmaya daha layık olduğunu bir düşün! Seni helak olmana, uzun yaşamın boyunca nefsini telef etmene, maişet ve kazanç hususunda seni yoran, yıpratan ve seni fakirlikle korkutup kuruntulara düşüren şeytana uyman mı daha hayırlıdır; yoksa ezelî vahdaniyetinde seni unutmayan, başından beri sana büyük nimetler ihsan eden, ebedi-ezelî ilminin gaybı içerisinde seni iman ile şereflendiren, seni cennetine, fazl-ı keremine, sonsuz ihsanına ve sana olan nimetini tamamlamaya çağıran Yüce Allah'ın çağrısına icabet etmen mi daha hayırlıdır?

Şeytanın bütün istediği, seni su-i zannıyla, ümitsizliğiyle, şüpheleriyle ve hileleriyle, boş kuruntularıyla aldatmak, nefisinin isteklerini yerine getirmeni sana hoş göstermek ve böylece seni Rabbinden, Mevla'ndan, efendin olan Allah Teâlâ'dan uzaklaştırmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:'Şeytan onlara amellerini süsleyip güzel gösterdi ve onlan doğru yoldan alıkoydu.' (Nem, 27/24)

Evet, o seni Mevla'ndan uzaklaştırmak, Allah'a ve O'nun nihai nimetlerine varan dosdoğru yoldan saptırmak ister, sana şüpheler ve vesveseler ilga eder, içindeki sekînet ve huzuru alır, yerine ıstırap ve sıkıntı verir, ciddiyet ve vakarını alır, yerine gevşeklik ve malayanilik verir.

Allah'a olan güvenini, O'nun vaadine olan itminanını alır, seni hırsa boğar, başına fakirlik korkusunu ve bitmez tükenmez arzulan sarar, Rabbinin vaatleri hakkında su-i zatı ptmpnp sebep olur, niyetini bozar, azimetini, kararlılığını kırar, tevbeyi hep ertelemene ve Allah'ın istediği şeyleri yapma hususunda gevşek ve duyarsız davranmana sebep olur. Neticede o, senin, Mevlan olan Yüce Allah katında rezil rüsva olmanı ister.

İşte onu bu şekilde tanır, sana düşman olduğunu iyice beller ve gerektiği gibi onunla mücadele edersen ondan tiksi­nirsin. Hatta bu marifetin sana verdiği ‘şeytan nefreti', onu dış görünüşü ile görecek olsan sende uyanacak olan tiksintiden bile daha fazla olur. Artık onunla herhangi bir şekilde uzlaş­maktan ve bu sebeple İlahî azaba maruz kalmaktan korkar hale gelirsin."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, insan nasıl olur da kendisine düşman olan bir varlığın davetini kabul eder? Nasıl olur da kendisini helake sürükleyen varlığa itaat eder?"

Dedi ki: "Gaflet yüzünden tabii ki! Zira insan aslında inan­cında dolayı şeytana muhalefet ediyor iken gafleti nedeniyle furû konularda ona uyar. Nitekim iman etmekle her insan şeytana düşman olmuş, ona buğz etmiş olur. Ona düşman olmaya inanmış, onun nasihatini kabul etmemeye, vesvese ve fitnelerine icabet etmemeye ahd etmiş olur. Bunlar asıl olan iman meseleleridir. Ama iş ayrıntılara, fiırûât konularına gelince, işte insan orada gaflete düşer ve şeytanın isteklerini kabul eder, onun çağrılarının pek de zararlı olmadığını dü­şünür. Zira heva ona baskın çıkmış, gaflet onu esir almıştır. Artık bu furûât konularında şeytanın egemenliğine girdiği için hep ruhsatlara sarılır ve gitgide basireti körelir. Oysa iman konularında ona muhalefet etmektedir.

Böyle bir tehlikeden kurtuluşun yolu, şeytana her zaman muhalefet etmek, onun aldatmasına karşı hep uyanık ve dikkatli olmak, en ufak haramlara dahi düşmemek için azami dikkat ve gayret göstermekten (vera'dan) geçer."

......

11.Akıl ve özellikleri

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl nedir?”

Dedi ki: "İnsanlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir.”

Dedim ki: "Senin cevabın nedir?”

Dedi ki: "Akıl Allah'ın kalplere yerleştirdiği basiret nurudur. Kul onun sayesinde, kalbine gelen düşüncelerin hak olanlannı bâtıl olanlarından ayırt eder, düşmanının, yani şeytanın ve nefsinin vesveselerini fark eder ve kulluğunu yaparken nelere riayet etmesin gerektiğini bilir.”

(Dedim ki):"Akıl insanın kazandığı, elde ettiği bir şeydir, isteyen herkse onu elde eder, o halde akim bu bilgisi nereden geliyor? Beni şu hususta aydınlatınız: Akıl Allah tarafından mı verilir, yoksa kul kendisi mi onu kazanır. Ayrıca akıl kadim/ezelî midir yoksa yaratılmış mıdır?" diye sordum.

Dedi ki: "Yüce Allah akıllan yaratmış ve kullarına taksim etmiştir. Neticede akıl, Allah'ın kalbe yerleştirdiği bir İlahî lütuftur. Dolayısıyla kalp bu ilahı lütuf sayesinde Allah'tan ilim öğrenir, aklı sayesinde en güzel İlahî lütuflara mazhar olur ve onun sayesinde ciddiyetle çalışıp gayret eder ve rızkını kazanır."

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Akıl nedir söyler misin?”

Dedi ki: "Evet delikanlı! Akıl, doru sözün doğruluğunu, yanlış sözün yanlışlığını gösteren bir özelliktir. O bir cisim veya duyu değildir. Gözle görülmez. Fakat insan gözle gördüğü cimin varlığını anladığı gibi gözle görmediği ‘tabiat'm varlığını da anlar. Nitekim insan 'midem bulanıyor' veya ‘içim kuruyor’ dediği zaman ona ‘bu senin vücudunun tabiatından gelen bir şeydir’ denilir. Evet delikanlı! İşte bunun gibi insanın dili ve konuşmaları de aklının varlığına işaret eder. Eğer konuştuğu şeyler doğruysa ona ‘akıllı’ derler, yok eğer konuştukları yanlışsa ‘ahmak' derler. Demek ki dil/konuşma, insan bedeninde bir nurun var olduğunu göstermektedir. İşte bu nur, akıldır.”

Dedim ki: "Anladığım kadarıyla siz aklın bedende bulunan bir hal olduğunu, fakat sınırının olmadığını söylüyorsunuz."

Dedi ki: "Evet, ama aklın sınırı olarak beden vardır ya, daha başka sınıra ne hacet!"

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, akıl artar ya da eksilir mi, yoksa olduğu gibi mi kalır?"

Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Aferin sana! Baban seni çok güzel eğitmiş, hem güzel bir edep ve terbiye kazandırmış hem de küçük yaşta birçok meseleyi öğretmiş, imdi; bilesin ki akıl bizatihi yaratılmış bir huydur ve iki türlüdür. Birincisi huy şeklinde olan, yani Allah tarafından verilmiş olan akil, İkincisi ise tecrübe ile edinilen akıldır, insan ikinci aklını/tec­rübelerini birinci aklıyla, yani Allah'ın verdiği akıl ile kazanır. Diğer taraftan Allah'ın verdiği aklın ne olduğunu da tecrübe sayesinde, yani kazandığı aklı ile idrak eder."

.....

19.Sabır
Dedim ki: Allah sana merhamet etsin, sabır nedir?”

Dedi ki: "Sızlanıp şikâyet etmeyi bırakarak Allah'ın razı olacağı şeyleri yapmakta kararlı ve sabit olmaktır. Bunu açıkla­mak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Rablerinin rızasını umarak sabah akşam dua edenlerle birlikte sen de sabret! (Kehf,18/28). Tabiin âlimlerinden Mücahid bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: Sabret demek kendini tut demektir. Burada sabrın anlamı, nefsi ubudiyet makamında tutmak, hapsetmek ve bu arada şikâyet ve sızlanmayı kesmektir. Çünkü şikâyet ve sızlanma sabrın tam tersidir. Nitekim ‘kul sızlanmayı kesti' dediğin zaman, onun artık sabırda ubudiyet makamına varmış olduğunu ifade etmiş olursun.”

Dedim ki: "Sabır neye karşı olur?”

Dedi ki: "Üç şeyde sabır söz konusu olur: Allah'a itaat etme konusunda sabırlı olmak, Allah'a isyan etmeme konusunda sabırlı olmak ve dünya musibetlerine karşı sabırlı olmak."

Dedim ki: "Sabırlı olma konusunda beni güçlendirecek olan şey nedir?”

Dedi ki: "Birçok şey vardır.”

Dedim ki: Bazılarını söyler misiniz?”

Dedi ki: "Birincisi, Allah'ın sana sabrı farz kılmış olmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:'İçinizden sabredenleri ve cihad edenleri ortaya çıkarmak üzere sîzleri imtihan edecek ve sözlerinizi doğruluğunu sınayacağız.'(Muhammed, 47/31)

İkincisi, sabır karşısında elde edeceğin sevabın ne kadar büyük olduğunu bilmektir; çünkü Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: 'Sabretmelerine karşılık onlara cennet ve ipek giysiler bahşetmiştir." (İnsan, 76/12)

Dedim ki: "Peki nasıl sabredeceğim? Hangi sebeple sabredeceğim? Sevap ümidiyle sabretme haline ne zaman ulaşırım?"

Dedi ki: "Şu ayeti hiç duymadın mı?:'Musa ona, ‘Bildiğin dosdoğru ilimden bana öğretmene karşılık sana tabii olayım mı?' dedi. O ise: 'Sen benimle beraber olmaya sabredemezsin, hakkında bilgi sahibi olmadığın şeylere nasıl sabredebilirsin ki?'dedi.(Kehf, 18/66-68). Neticede ne için sabrettiğini bilmezsen, sabrın sıkıntılarına tahammül edemezsin."

Dedim ki: "Peki sabnn sıkıntılarına ne zaman katlanabi­lirim, bu sıkıntılar ne zaman gözümde hafifleşir?"

Dedi ki: "Allah'ın vereceği sevap için sabrettiğini ve sab­redenlerin Allah katındaki değerinin ne kadar üstün olduğunu bilsen, bu bilgi kalbinde yer etse işte o zaman sabra tahammül edersin, bütün o sıkıntılar gözünde küçülür, hepsinin üstesin­den gelmek sana kolay gelir. Bütün uzuvların gönüllü olarak Allah'a itaat etmeye başlar ve bundan lezzet alır."

Dedim ki: "Hangi manevî/batınî ilimler sabır gücünü artırır?"

Dedi ki: "Kalp ile ahireti müşahede ilmi ve yakîn nuru sabrını artırır. Nitekim Sahabeden Hz. Harise şöyle demiş­tir: '...sanki Rabbimin arşını ayan beyan görüyor ve ona bakıyordum, sanki cennet ehlinin nimetler içindeki halini ve cehennem ehlinin çektikleri azabı apaçık görüyordum. Bu sebeple artık gündüzleri su içmekten ve geceleri uyumaktan bile imtina ediyorum."

Dedi ki: "İnsan nasıl olur da uzun süren zorluklara, meşak­katlere katlanır ve bütün bu zorlukların acısını hissetmez?"

Dedi ki: "Bu sık sık olur, zira İlahî heybet kalbe yerleşir ve marifet orayı kaplarsa işte o zaman kalp, Allah'a yakın kimse­lerin makamlarına ulaşacağına ve bütün gayretleri ile ibadet eden kimselere verilen İlahî lütuflara nail olacağına dair kesin inanç ile aydınlanır. Sonra İlahî kudretin gücü ve yaratılıştaki mükemmellik karşısında hayrete düşer, sonra düşünceler kalbini kaplar,nihayet içine düştüğü bu şaşkınlık, hayret, marifet ve yalan sayesinde bütün yorgunluğunu unutur, artık kendisini yoracak şeyleri düşünmeye bile firsat bulamaz. Zira kalp gözüne inkişaf etmiş olan şeyler o kadar muazzamdırlar ki, artık başka bir şeyi düşünemez olmuştur."

Dedim ki: "Daha iyi anlayabilmeme için bir örnek vere­bilir misiniz?"

Dedi ki: "Yusuf kıssasını bilmez misin? Nitekim Mısır Azizinin kansı o kıssada şöyle demişti: ‘Çık onların karşısına. Kadınlar onu görünce şaşkına döndüler ve ellerini kestiler. Ve dediler ki: ‘Aman Allah'ım! Bu insan değil, olsa olsa yüce bir melektir.' (Yusuf, 12/31)

Delikanlı! Görmez misin ki, kadınların kalpleri ve akılları, Yusufu ansızın karşılarında görünce şaşkına dönmüşler ve farkına varmadan ellerini kesmişler, bunun acısını bile duymamışlardır. Ancak bu hal geçince acıyı hissetmeye baş­lamışlardır.

İşte bunun gibi insanın kalbi de Allah'ın kudret ve nimetleri karşısında şaşkına döner ve acılarını unutur, sıkıntılarını his­setmez hale gelin çünkü ilahî azametin, kudretin ve nimetlerin büyüklüğü bu acılan hissetmesine engel olur."

Dedim ki: “Peki sabrı kuşanmak nedir?“

Dedi ki: "Sabn kuşanmak nefsi zorluklara, acılara, hoşlan­madığı şeylere zorlamaktır. İnsan bunu yaparak sevap kazan­mak ve günahlarını temizlemek ister. Sabırlı kimsenin amacı, ibadet ve itaatlerin en ileri derecesini yerine getirmektir.

Sabrı kuşanan insan birçok acı ve kederle karşılaşır, sab­reden kişi ise artık bu acı ve ıstırapları hissetmez olmuştur. Artık onun amelleri, her şeyi hoş karşılama ve güzel düşünme anlayışına dayalıdır.“

Dedim ki: “Sabır ve sabrı kuşanma arasında bir başka hal de var mıdır?“

Dedi ki: “Evet, bu ikisi arasında 'nimetlenme' denen bir hal vardır.“

Dedim ki: “İnsan böylesine zor bir halde iken nimetlenme ne demektir?“

Dedi ki: “Kul sabrı kuşandığında Allah onun bu uzun gayretini bilir ve ona ahirette sabırlı kimselerin ulaşacağı makamları bildirir. Böylece o kul, sabra devam etmenin tadını hisseder, ibadet ve itaatin değerini anlar ve bu durumun Allah tarafından kendisine ihsan edilmiş bir nimet, bir lütuf oldu­ğunu kavrar. İşte bu noktada marifet ile nimetleri mülahaza etme hali bir araya gelir ve kalp, bu nimetlerin sevinci ile dolar. İşte bu hal de onu, sabrı kuşanma makamından sabır makamına yükseltir.

Dedim ki: “Sabır hali üzere olanlar hep aynı mıdırlar, yoksa aralarında derece farkları var mıdır?"

Dedi ki: “Elbette vardır, bazıları diğerlerinden daha faziletlidir.“

Dedim ki: “Peki bu farklılık nereden kaynaklanır?“

Dedi ki: “Akıllarının ve himmetlerinin farklılığından kaynaklanır delikanlı! Düşünsene, bir adama yorucu bir iş karşılığında belli bir ücret verilse, diğer bir adama ise aynı iş karşılığında bunun iki katı ücret verilse ve bir diğerine de kat kat daha fazlası verilse ne düşünürsün? Bunların üçünün de aynı işi yaptıklarını mı düşünürsün?”

Dedim ki: "Nasıl yani? Biraz daha anlatsanız?”

Dedi ki: “Bunlardan her biri, alacağı ödülün büyüklüğünü bilmesine bağlı olarak işinde ciddiyet ve sabırla çalışacaktır. İşte sabır makamında bulunanlar da böyledir. Bunlar bu makama yerleştiklerinde, Allah'ın vereceği sevap ve ödül hakkındaki marifetlerine göre birbirlerinden farklılık arz ederler, buna bağlı olarak da sıkıntılara ve zorluklara katlanma güçleri farklılaşır."

Dedim ki: "Sabrımı artıracak bir hal anlatır mısınız?"

Dedi ki: "Sen sıkıntılara katlanıp sabrederken Allah'ın sana nazar etmekte olduğunu, onun gözetiminde olduğunu bilmen seni bu hususta güçlendirecektir. Nitekim rivayetlere göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:'Zorluklara katlananlar, benim rızam için sıkıntılara tahammül edenler benin ilmim ve gözetimim dâhilindedir. Onların amellerini zayi edeceğimi yahut onları unutacağımı mı sanırsın?! Nasıl böyle yaparım! Ben ki kerem ve ihsan sahibiyim, benden yüz çevirenlere bile ihsan ederim. Bana yönelmiş olanlara nasıl olurda ihsan etmem?!

Dedim ki: "Allah sana merhamet etsin, Sabır yolu çok az insanın yürüyebileceği zor bir yoldur. Bana bu yolda yürürken güç verecek bir hal tarif etseniz."

Dedi ki: "el-Hakîm'in şu sözünü duymadın mı?;

Razıyım, yeter ki beni kızdıracak şey,

Rabbimi razı eden bir şey olsun, ondan da razıyım,

Günlerim sabırla geçiyor ki sonu hayırlı olacaktır,

Sabır tıpkı adı gibi sabırdır.

Dedim ki: Kul, sabır halinden sonra hangi makama geçer?"

Dedi ki: "Rıza makamına." ,



Haris el Muhasibi - Tevbenin İlk Adımı,syf;49-59 , 79-81 , 99-105
Devamını Oku »

On haslet

On haslet

Şimdi sayacağım hasletler, nefislerini muhasebe eden azimet sahibi Allah dostlarının tecrübe etmiş oldukları şeylerdir. Onlar bu hasletlere sahip olduklarında, bunları yerine getirdiklerinde, Allah'ın izni ile yüksek derecelere ulaşmışlardır:

Bunlar elbette ki azimetin kuvvetine, heva ile mücadele­deki kararlılığa göredir. Yani azimeti kuvvetli olan, kararlılık sahibi olan kimse, Allah'ın izni ile hevasına karşı muhalefet etme konusunda kuvvetlenir. Azimeti kuvvetli olan kimse çok geçmeden kalp faziletlerine sahip olur, Allah ona kapılar açar, yardım eder. İşte burada sayacaklarım, tecrübe edilmiş hasletlerdir. Senden önce Allah'ın nice kullan bunlarla ken­dilerini terbiye etmişler ve bu sayede çok şerefli makamlara ulaşmışlardır.

Bu hasletlerin ilki; ister doğru söz üzerine, ister yalan üze­rine, ister kasten ister sehven Allah adına yemin etmemendir. Zira Allah'ın adını anarak yemin etmeme konusunda hassas davranırsan bu hassasiyet senin Allah adına doğru-yanlış, kasten veya sehven hiçbir şekilde yemin etmemeni, bu tür yeminleri terk etmeni sağlar. İşte bu ahlakı edinir ve bunu alışkanlık haline getirirsen, o zaman Allah sana birtakım kapılar açar ve sen bu kapılar sayesinde hem dinini, azimetini, basiretini, kardeşler arasındaki övgünü, komşular arasındaki saygınlığını artıracak hem de Allah katındaki dereceni yükseltecek şey­lere sahip olursun. Seni görenler sende bir heybet-mehabet görürler ve sana uyarlar.

ikinci haslet, şaka veya gerçek, her türlü durumda yalan­dan uzak durmandır. İşte bu ahlakı edinir ve bunu alışkanlık haline getirirsen, o zaman Allah senin göğsünü açar, amelini saf ve berrak kılar. Sonuçta sanki yalanı hiç tanımamış gibi olursun. Birinin yalan söylediğini işittiğinde onu ayıplar ve düzeltmeye çalışırsın, böylece sevabını alırsın.

Üçüncü haslet, insanlara söz verip de o sözü yerine ge­tirebilme kudretine sahip olduğun halde yerine getirmemek gibi bir şeyden uzak durmandır. Eğer bir söz verirsen, çok açık bir özrün bulunmadıkça o sözü yerine getirmelisin. Hatta en doğrusu, hiç söz vermemendir. Böylesi daha sağ­lam ve emindir. Çünkü verdiğin sözü yerine getirmemen, bir tür yalandır. Eğer bu hususta hassas davranırsan Allah sana bolluk kapılarını açar, haya mertebesi bahşeder, sadık insanlar arasına alır ve seni sever, katında yüce bir makam verir inşallah.

Dördüncü haslet, hiçbir mahlûka lanet okumaman ve zerre kadar bir şeyi dahi incitmemendir. Doğrusu bu, iyilik sahibi (ebrâr) ve sadık kimselerin ahlakıdır. Ahlaka sahip olmanın, Allah tarafından dünyada muhafaza edilmek gibi güzel bir akıbeti vardır. Aynca Allah'ın senin için ahirette hazırlayacağı büyük dereceler de vardır. Bu ahlaka sahip olursan Allah seni helak olmana sebep olacak şeylerden ve insanların şerrinden muhafaza eder, ibadet ve itaat ehli (abid) kullarına olan rah­meti ile seni rızıklandırır, hem kendi katında hem insanlar nezdinde yer edinmeni sağlar.

Beşinci haslet, Allah'ın yarattığı hiçbir şeye beddua etmemendir. Sana haksızlık etseler bile, onların bu kötülüğünden dolayı beddua etme, sırf Allah rızası için bunlara tahammül et, sözlü ya da fiili olarak onlara karşılık verme.

Unutma ki, bu hasletler insanı yüksek mertebelere ulaştırır. İnsan bu hasletlerle kendisini terbiye ettiği, bunları alışkanlık edindiği zaman hem dünyada hem ahirette çok şerefli merte­belere sahip olur, bütün mahlûkatın kalbinde sevgi kazanır onları hayra davet ettiği zaman karşılık bulur, mü’minlerin gönlünde hürmet ve izzet uyandırır. Allah cümlemize, lütfü ve keremi ile böyle hasletler bahşetsin.

Altıncı haslet, kıble ehli Müslümanlardan hiçbirinin müşrik, kâfir veya fasık olduğunu söylememen, bu hususta şehadet etmemendir. Çünkü bu davranış hem daha merhametlicedir, hem sünnete daha uygundur. Ayrıca böyle yapmak, Allah'ın ilminde olan şeylere müdahale etmemek, dolayısıyla Allah'ın gazabını çekmemek, onun rızasına ve rahmetine nail olmak demektir. Bu haslet çok şerefli bir kapıdır ve buna sahip olan kişiye Allah bütün mahlûkata yönelik rahmet bahşeder. Bu yüzden bu haslete dikkat et ve sakın Allah'ın koyduğu çizgiyi aşıp aşırı gitme. Allah cümlemizi bu haslete sahip olanlardan, göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa sünnetten ayrılmayanlardan eylesin.

Yedinci haslet, Allah'ın haram kıldığı günahların hiçbirine göz dikmemen, el uzatmaman, gizli-açık her durumda onlardan bütün uzuvlarını uzak tutmandır. Şunu bilesin ki bu haslet, insana dünya hayatında en hızlı şekilde mükâfat getirecek olan kalp ve uzuv amellerinden biridir. Üstelik bunun ahirette de çok büyük ödülü vardır. Allah cümlemize böyle ameller nasip etsin, kalplerimizden şehveti söküp çıkarsın.

Sekizinci haslet, kimseye küçük ya da büyük hiçbir sıkıntı vermemendir. Senden kaynaklanabilecek hiçbir sıkıntının ve zorluğun hiçbir mahlûka isabet etmesine firsat verme. Gücün yettiğince bunu yapmaya çalış. Çünkü bu, ibadet ve itaat ehli (abid) kulların izzetini tamamlayan, takva sahiplerinin şerefi olan hususlardandır. Bunu yaparsan, insanlara iyiliği emre­dip onları kötülükten sakındırma [emri bil maruf nehyi anil münker) konusunda işin kolaylaşır, bütün mahlûkat senin gözünde, hak itibariyle eşit düzeyde olur. Eğer böyle olursan Yüce Allah senin makamını yükseltir, seni zenginlik, yakın ve kendisine güven makamına ulaştırır.

Sırf kendi arzularına, hevana uyarak hiç kimseyi yüceltme, hiç kimseyi alçaltma, hak itibariyle insanlar senin gözünde aynı seviyede olsun. Bil ki bu haslet, takva sahiplerinin izzeti, mü'minlerin şerefidir ve ihlâsa en yakın olan kapıdır. Allah cümlemize bu hasleti bahşetsin, günahlarımız nedeniyle bizi bundan mahrum eylemesin. Bunu bahşetme gücü ve kudreti yalnız Allah'a aittir.

Dokuzuncu haslet, insanlardan beklentilerini kesmendir. Onlann elinde olan hiçbir şeye tamah etme. İşte en büyük izzet ve en saf zenginlik, en yüce saltanat ve en ulu kıvanç/övgü budur. Saf ve kâmil yakîn, sahih ve şâfî tevekkül budur. Bu, zühdün kapılarından biridir. Vera' bu sayede kazanılır, yap­tığın ibadetler bununla mükemmelleşir. Bu haslet, kendisini tamamen Allah'a adamış kimselerin alametlerinden biridir.

Onuncu haslet ise ibadet ve itaat ehli (abid) kulların derecesini yükselten, onlan tevazu bineğine bindiren, hem Allah katında hem insanlar nezdinde onlara yüksek izzet ve konum sağlayan, Allah'ın izni ile her dilediklerine kadir hale getiren bir haslettir.

Bu haslete sahip olmadıkça, buraya kadar sayılan dokuz hasletten hiçbirine sahip olamazsın. Çünkü bu haslet bütün ibadetlerin aslı-esasıdır. Takvanın kemal noktasıdır. Allah'tan gizli-açık her durumda razı olan salih kulları, bulundukları menzile ulaştıran şey budur.

Bu haslet şudur; . Belki de -sen öyle olmadığını düşünsen bile- karşılaştığın kişi Allah katında senden daha hayırlıdır, senden daha yüksek derecelere sahiptir.

Eğer bu kişi yaş olarak senden daha küçük ise şöyle de­melisin: Ben bu kadar yıl yaşadım ve Allah'a çok isyankârlık ettim, çok günahlar işledim, oysa bu benden daha az yaşadı ve benden daha az günah işledi. Dolayısıyla benden daha hayırlıdır.

Eğer karşılaştığın kişi yaş olarak senden büyük ise o zaman da şöyle demelisin: Bu, Allah'a ibadet etmeye benden daha önce başladı.

Eğer karşılaştığın kişi âlim bir zat ise şöyle demelisin: Bu kişi benim sahip olmadığım şeylere sahip olmakla na- siplenmiştir, benim ulaşamadığım şeylere nail olmuş, benim bilmediğim şeyleri öğrenmiştir. Amellerini ilim ile birlikte yapmaktadır.

Eğer karşılaştığın kişi cahil ise şöyle demelisin: Bu kişi Allah'a isyan edip günah işlemiş olsa bile, o günahları ceha­letten dolayı yapmıştır, oysa ben günahları bilerek işledim. Üstelik ömrümün sonunda benim sonum nasıl olacak, onun sonu nasıl olacak bilemem.

Eğer karşılaştığın kişi kâfir ise şöyle demelisin: Kim bilir belki de bu şahıs -Allah'ın ilminde mukarrer olduğu üzere- Müslüman olacak ve ömrünü bu şekilde tamamlayacak, ben ise (Allah muhafaza) kâfir olup ömrümü öyle tamamlayacağım! Böyle düşünerek, seni küfürden ve dalaletten muhafaza bu­yurduğu için Allah'a hamd etmeli, Allah'ın emrine itaat ederek kâfir kişiye buğz edip ondan uzak durmalı, bununla beraber kendi sonunun kötü olmasından da korkmalısın.

Gerçek şu ki, senin nefsinin seni meşgul edecek o kadar çok hali vardır ki, bu durumda başkasını küçük veya kötü görmen mümkün değildir. O halde, -eğer karşındaki kişini gerçekten kâfir ve sapkın olduğunu ve Allah'ın iman sayesinde seni ona üstün kılmış olduğunu, seni küfürden muhafaza etme nimetini ihsan etmiş, sana tevhid lütfunda bulunmuş olduğunu bildiğine göre- ahir ömründe bu hal üzere olarak ölüp ölmeyeceğin hususunda emin olmamalı, kâfir kişinin de iman etmeden öleceği konusunda emin olmamalısın. Bu durumda, nefsinin akıbetinden endişe duyduğuna, ömrünü nasıl tamamlayacağından emin olmadığına göre, nefsinin kesin olarak kurtuluşa ermiş olduğunu düşünmemeli, o kâfir gibi küfür üzere ölme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu unutmamalısın. Eğer böyle düşünürsen kibrini yok olur, gu­ruru bırakırsın ve nefsinin seni azaba sürükleyecek türden bir değişikliğe asla uğramayacağı konusunda emin olmazsın.

Eğer karşılaştığın kişi bidat ehlinden ise de aynı kâfir kişide davrandığın gibi davranmalısın. Her ne kadar bu kimselere buğz beslemen, onlardan uzak durman, onların bâtıl ve sapkın inançlarından seni muhafaza buyurmak suretiyle Allah’ın seni onlara üstün kıldığını bilmen gerekiyorsa da kalbinden şunu hiç çıkarmamalısın: Senin de işlemiş olduğun nice günahlar vardır. Üstelik gaybı bilen Allah'ın ilminde senin geleceğin kim bilir nasıl yazılmıştır? Bunu bilemediğine göre, kendini şu andaki durumda kâfir ve bidat ehli kimselerle mukayese edip de ahirette onlardan daha hayırlı bir durumda olacağından, sen kurtuluşa ererken onların helak olacağından emin olamazsın. Çünkü gelecekte onların ve senin hallerinizin nasıl olacağı ile ilgili ilmi Allah sana bahşetmemiş, bunu senin için "gayb" kılmıştır. Evet, bu kimselere buğz beslemeli, onlardan uzak durmalı, onların bâtıl ve sapkın inançlarından seni muhafaza buyurmak suretiyle Allah'ın seni onlara üstün kıldığını bilme­lisin; ama bu arada, sanki geleceği biliyormuş gibi, kesin bir şekilde kendini kurtuluşa ermiş, onları ise helak olmuş olarak görmemelisin. Böyle yaparsan kibirden uzak durmuş, onları küçümsemekten kurtulmuş, kendini onlardan daha hayırlı zannetme yanlışına düşmemiş olursun.

İşte bu; şefkat ve korku kapısıdır, nasihatin ve tevazuun başı da sonu da budur. Eğer bu hale vasıl olursan -inşallah- Allah, rahmetiyle seni bütün şerlerden muhafaza buyurur. Böylece Allah için nasihat eden kimselerden, Rahman'm dostlarından ve sevdiklerinden, Allah düşmanı olan şeytanın ise düşmanlarından olursun.

Bu vuslat ve rahmet kapısıdır. Bu kapıya ulaşırsan kibir ve kendini beğenme (ucb) yollannı geçmiş, din ve dünya ko­nusunda kendini aziz bilme noktasını aşmış, yüce makamlara ulaşmış bulunursun.

İbadetin özü, esası budur. Abidlerin, zahidlerin ve kendini Allaha kulluğa adamış olanların (nâsiklerin) varabileceği nihai şeref makamı budur. Bundan öte fazilet yoktur.

Bununla beraber bütün mahlûkat karşısında dilini tutmasını bilmelisin. Amellerin ancak böylelikler tamama erer. Kalpteki kin, haset, kötülük ve kibir ancak böylelikler çıkar. İnsan her halinde bu tür kötülüklerden ancak böylelikle kurtulur. Dilin, konuşman, yürüyüşün ve davranışların gizli açık her durumda bir/aynı olmalıdır, bütün insanlar nasihat konusunda senin gözünde aynı olmalıdır.

Allah'ın yarattığı herhangi bir varlığı kötü bir şekilde anıp yahut onu ayıplayıp ya da yanında onun kötü bir şe­kilde anılmasını isteyip veya buna razı olup da diğer taraftan insanlara nasihat eden kimselerden olma. Unutma ki böyle bir davranış ariflerin afeti, nâsiklerin ve zahidlerin helakidir. Ancak Allah'ın kalbini ve dilini muhafaza buyurduğu kimseler bu afetten beri olurlar.

İşte burada saydığımı on hasleti esas al, bunları muha­faza et Böyle yaptığın takdirde müjdeler olsun sana; zira bu hasletler seni Allah'a daha yaklaştıracak, onun fazlından dana çok nasiplenmene vesile olacaktır. Allah cümlemize bu hasletlere sahip olmayı, bunlarla amel etmeyi lütfetsin. Doğ­rusu bu hasletlerden mahrum olan kimse, helak olmuş, hem de sonsuza dek helak olmuş demektir.

Şunu bil ki, şeytan ve yandaşları her fırsatta seni helake sürüklemek istemekte, bunun için her vesileyi değerlendir­mektedirler. Ne zaman bir hayra yönelsen şeytan hemen onu boşa çıkarmaya çalışır. Seni hem dünyada hem ahirette mahrum etmek ister. Bu sebeple çok dikkatli olmalı ve ona karşı muhalefette çok ciddi ve gayretkeş davranmalısın.

Haris el Muhasibi – Tevbenin İlk Adımı,syf;182-188

Devamını Oku »

Hz.İbrahim ve Ölüm Meleği Azrail



İbn Abbas'ın şöyle dediği İkrime’den rivayet edilmektedir: Hz. İbrahim çok hayırhah birr zattı. İbadet edilen bir evi vardı. Evinden çıktığı zaman kapısını kilitlerdi bir gün kilitleyip dışarı çıkmış. Sonra geri dönmüştü.Bir de ne görsün, evde bir adam var. Hz. İbrahim:

-Benim evimde ne arıyorsun?

-Beni bu eve sokan, evin sahibidir.

-Eee, evin sahibi benim, bu nasıl olur?

-Hayır, beni bu eve sokan senin ve benim Rabbimdır.

-Tamam, anlaşıldı. Peki sen hangi meleksin?

-Ben ölüm meleğiyim.

-Mü’minlerin canlarını aldığın vakitteki göründüğün surette bana görünebilir misin? Diye sordu.

Ölüm meleği; “Evet, Ama bana arkanı dön. O da döndü. Bir sûre sonra baktı ki,karşısında bir genç. Hz. İbrahim Onu yüzünün güzelliğinden, elbisesinin alımlılığından ve mis kokusundan tanıdı ve şöyle dedi: “Ey ölüm meleği şayet bir mümin ölüm esnasında seni bu halinle görüyorsa, bu ona yeter." Sonra Hz. İbrahim devam etti sözlerine; “Ey ölüm meleği, günahkar (facir) bir kimsenin canını aldığın o anı bana gösterebilir misin?

-Ölüm meleği, “Buna dayanamazsın” dedi.

-Hz. İbrahim “Dayanırım, sen bunu bana göster “dedi.

-Ölüm meleği: Yüzünü çevir deyince, Hz. İbahim döndü. Bir süre sonra, Hz. İbrahim, karşısında simsiyah ve pejmürde saçlı bir adam gördü. Özerinden ağır bir koku yayılıyordu. Giysileri kapkara, ağızından ateş ve duman fışkırıyordu. Hz. İbrahim bu manzara karşısında dehşete düşüp kendinden geçti. Ölüm meleği, eski haline dönünce Hz. İbrahim ona şöyle dedi: Ey ölüm meleği, günahkar bir kimse ölüm anında seni bu hal ve yüzünle görüyorsa, doğrusu bu ona yeter.”

Haris el Muhasibi, Er-Riaye(İnsan yay.)
Devamını Oku »