Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu

Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufunda "Çifte Kanat" Metaforu [i]

Doç.Dr. Vefa TAŞDELEN [ii]

Öz

Batı Tefekkürü ve İslam. Tasavvufu, Necip Fazıl Kısakürek’in kitaplaştı- rılmış konferans metinlerinden biridir. Kısakürek bu çalışmasında Batı kültürünün temel üreticilerinden biri olan felsefe ile İslam kültürünün temel üreticilerinden biri olan tasavvuf arasında bir karşılaştırma yapar. Doğulu ve Batılı zihin biçimleri üzerine bir çözümleme denemesi olarak da görülebilecek olan bu eser, kültür tarihinde önemli bir sorun oluşturmuş olan akıl ve vahiy, din ve felsefe ilişkilerine de değinir; bu çerçevede Batı ve İslam kültürlerindeki temel kriz noktalarına işaret eder ve çözüm yolları önerir. "Çifte kanat" metaforu, Doğu ve Batı kültürlerinde yaşanan uygarlık krizi karşısında bir çözüm önerisi olarak da ortaya çıkar.
Devamını Oku »

Yunan Ordusunun Anadoluda Gerçekleştirdiği Kıyım

Yunan Ordusu'nun Anadolu'da Gerçekleştirdiği Kıyım

Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu topraklan birçok ülkenin işgaline uğramışsa da Yunan askerleri tarafından gerçekleştirilen cinayet ve katliamlara hiçbiri tevessül etmemiştir, işgal ettikleri topraklardan çekilirken târihi İzmir şehrini yok etmek üzere kundaklayan Yunan askerlerinin Anadolu topraklarında gerçekleştirdiği cinayet ve katliamlar uzun yıllar boyunca hafızalarda derin izler bırakmıştır.

Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından bir devlet politikası olarak Yunanistan ile yakınlaşma safhası ortaya çıkınca Yunanlıların Anadolu'da gerçekleştirdikleri bu cinayet ve katliamlar sistemli bir uygulamayla hafızalardan silinmeye, unutturulmaya çalışılmıştır.

Yunan Ordusu'nun Anadolu'da gerçekleştirdiği kıyım, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çeşidi eserlerde kaleme alınmışsa da Devlet katında alınmış yunan Dostluğu' kararı mucibince bu yayınlar zaman içerisinde fiili varlıklarını kaybetmişlerdir.

'Yanıp kül olmuş Alaşehir'in viraneleri arasında saçını başını yolarak ve 'Ah Adilem' diyerek kızını arayan aklını yitirmiş ananın acısı'(1),

Edremit'te odun istifi gibi yığılarak yakılan insanlardan geriye kalan kömürleşmiş et ve kemikten müteşekkil tepecikler; tahrip edilmiş camiler, Ayvalık'ta öldürülerek denize atılmış 16 yaşlarındaki Türk kızının içler acısı hali, Haymana'da düşman askerinin çantasından çıkan kanlı altın yüzükler ve ziynet eşyaları, Bandırma'da Haydar Çavuş Camii'nde toplanarak camiyle birlikte yakılan 3.500 kişinin hatırası"(2) resmî ideolojinin bir halka biçtiği yeni role kurban edilmiştir.

Her şeyi yeni baştan düzenleyip yeniden inşa edenler, Anadolu halkının birçok değerini devre dışı bırakırken, acılarını da bu kategoriye sokmakta bir mahzur görmememişlerdir.

(1)-Reşef, Ünaydın, Atatürkü Özleyiş, syf;55

(2)Gençoğlu, A. Galip; Kurtuluş Savaşı Günlüğü,syf;67-94-103-104

 

Hüseyin Yürük, Türkiye Demokrasi Tarihi 1
Devamını Oku »

Cihan Harbi Nedir?

Anadolu'nun hayatında Birinci Dünya Harbi tarihi bir kasırgaydı. O büyük fırtına bir nesli tarih sahnesine çıkardı. İstiklâl mücadelemizin ruh ve hareket sahasında serdarları olan o devrin büyükleri, son neslin babalarıdır. Onları tanıyabilmek için, bize intikal eden tezli vesikaları okumak kâfi gelmez, hattâ çok kere yanıltır. Onları doğrudan doğruya tanımıyanlar için hiç olmazsa eserlerinin ciddî ve derinden tahlillerini yapmak zarureti vardır.

Onlar, Cihan Harbi denilen beşeri gaileden bayrağı kılıçlarına sararak ayrılmış meyus kahramanlardı. İstiklâl mücadelecinden sonra yaptıkları eseri, hakikî sahibi olan millete teslim ederek yine evvelki mütevazi hayat sahnesine çekildiler. Dâvanın saflarında herbirisi bir nefer gibi çalışmasını bilen bu insanlar, İlmî bir kültürün verdiği vukuf ile olmasa da millete, mukaddesata ve istikbâle inanıyorlardı. Onlarda, hayatın tehlikeli demlerinde bile düşmanla göğüs göğüse şerefle döğüşmek için arkadan vurmaya tenezül etmeyen Kılıçaslanların, Yıldırımların erkek kanı vardı. Hepsinde Türk ün isyankâr ruhu bir inkılâba hazırlanıyordu. Aşk, ümit ve iman eşsiz terkibini bu neslin hayatında ortaya koydu. Onlar Allah ın yardımına inanıyorlardı; onun için birleştiler. Hayatın temizliğine inanıyorlardı; onun için aldandılar. İstikbalin büyüklüğüne inanıyorlardı; onun için döğüştüler. Toprağın kutsallığına inanıyorlardı; onun için öldüler.

Mücadeleden sonra da herbirisi bir köşede bırakıldı, terkedildi. Kimi bir hastahane köşesinde, kimi sefaletin pençesinde, kimi de gündelik hayatın yükü altında ezildi. Hareketinin doktrinini meydana getirmek şöyle dursun, geriye dönüp eserini zevk ile temaşa edecek huzuru kendilerinde bulamadılar.

Kısaca denecek bir zaman içinde onlar hayat sahnesinden çekilirken son nesil bu sahnede gözükmeye başladı. Lâkin evvelkinin çocukları olan bu son neslin tam teşekkül devrindeki simasını olduğu gibi çizmek de güçtür. Tam bu oluş çağında, yani evvelkinden kopup ayrılırken bu nesilde yıkılan taraflar o kadar çok ve şaşıma idi ki, yıkım sarsıntısının şiddetiyle ümitsiz kalıyorduk. "Haramın, helâlin aslı yokmuş; şimdi öğrendik” diyen köylüden tutunuz da bir yumrukta babasını öldüren mektepli delikanlıya kadar her çeşit yıkım hadisesi istikbali kapkara gösteriyordu. Bu son neslin kendisini insan yapacak kadar mistisizmi, aşkı ve romantızmi olmıyacağına inanmıştık.

Eski devîrlerin Yunandan bugüne kadar akıl ve hikmet diye takdis ettiği ideal,onda kurnazlıkla siyasete yerini terk edecek diyorduk. İman onun kalbinden, bir çıban imiş gibi iddialı isimler taşıyan ameliyatla çıkarılıp atılmıştı. Fert olarak da cemiyet olarak da herkeste müşterek ideal, tek gaye, teknik denen hükümdarın huzuruna kavuşarak iltifatına nail olmaktı. Yediden yetmişe kadar her kalbe bir damla tekniğin hürmet ve ibadeti sunulurken ondan bir katre iman sökülüp atılıyordu. “Dindarsın, o halde teknikten hoşlanmazsın; teknik dostusun, yani medenisin, şu halde dinsizsin". Neslin parolası buydu. Dinî ibadetten teknik ziyafetine geçi-yorduk. Hayatı yaşanmaya değerli yapan şeyleri bir sistem halinde ortaya koyucu felsefî bir bütünlük, bir hayat hikmeti araştıracak yerde makinenin sesine koştuk. Bütün bu şaşkınlıklarla hataların sonunda hayat sahnesinde peyda olan hercümerc de şimdi durulur gibi olurken bu sahnede yer alan zümrelerin çokluğu ve başkalığı karşısındayız. Bugün artık köylü deyince saf ve beceriksiz, makineden şeytan diye korkan insanlar göremezsiniz. Sizi haklarının huzurunda sigaya çeken, makineye maharetle kumanda etmesini bilen, hem de eski dostu gibi onunla bağdaşmış, makine sevgisinde hiç de ağırkanlı olmayan insandır. Onun peşindedir ve yarınki Anadolu’nun makineye pek maharetle intibak ve kumanda edebileceğini düşündürücü bir alışkanlık yapmıştır.

Okuyan şehir gençliğinin bir kısmı milliyetçiliği inkılapçılıkla birleştirmeye çalışırken, diğer bir zümre millete dudak büken bir materyalist hümanizmin kucağındadır. Yabancı kültür müesselerinin yetiştirdiği, millet mefhumundan bir şey anlamayan bugünün yeni dünya hayranlarıyla beraber bunların hepsi de ruhunun bütün bölgelerine tatmin getirebilmiş bir spiritualizm terbiyesinden derece derece mahrumdurlar. Yabancı mektepde ve yabancı dilde öğretimin, bir tarih ve bir millet meyvesi olan gencin ruhunu tabaka tabaka koparıp kuruttuğu yolunda idrake ulaşamayiş bu buhranı devam ettirirken, Freud ile Sartrenin sabaha kadar ayakta duran ecdadın sistemlerinden koparılarak alınan çürütücü unsurlar.Kur’an huzurunda sabaha kadar ayakta duran ecdadın torunlarını içgüdülerine sonsuz serbestlik bağışlıyan Amerikalı zenci ruhunun meftunu yapmaktadır.

Görülüyor ki bu nesil evvelkinden ayıran muazzam bir uçurum vardır: Önce bu son nesli birliğe sürükleyici zaruretler yok.Bir kısmı ticarette saadet ararken bir başka zümre siyasette, daha başkaları büyük ve zengin Amerikan kıtasına sığınmakta selâmet aramaktadır. Bunlar içtimai terbiye ve ideal olarak hayatta muvaffakiyet sırlarını, vaktiyle Verter’in okunduğu ciltlerin arasından öğrenerek kurnazlaşmışlardı. Hayat temizliğine inanacak kadar safdil değildirler. Sirkten üniversite sıralarına muvaffakiyet sırlarını elde etmekle öğünen bu genç zümre kendi kendisini otomatlaştırdığının, bir teknik unsur haline getirdiğinin farkında değildir. Hayata karşı, vermeden isteyen iddialı yürüyüşleri, ona hürmetten doğacak aşkı da yıpratmıştır. İstikbal deyince bunlar, eskiler gibi köy ufuklarına değil, Atlantik'in ötesine gözlerini çeviriyorlar: Toprağın kutsallığına inanmak bir efsanedir, müsbet düşünüşle bağdaşmaz.

Lâkin sahne bundan ibaret değil. Böyle olsa, eğer kendileri için düşünülecek mesele kalmıyan bu ruhunu kaybetmiş zümre yalnız başına hayata hakim olsa, meselemiz kalmayacak, öyle bir zümre de var ki meselelerini arıyor ve meselelerini ararken kendini aramaktadır. Bu meseleler çok; birkaç tanesini gelişigüzel sıralayalım: Garpten neler alacağız? Teknik karşısında durumumuz ne olacak? Kurtarıcı mücadeleye nereden başlamalıyız Dinde neleri esas diye alıp hangilerinin hurafe olduğunu bilelim.. Daha, daha...

Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, Huzurlu bîr yaşayışı nasıl sağlayabiliriz. Nasıl hır aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri okuyatan? Zamanımızı nasıl kullanalım?

Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan bir milletin kalbinde bir afet gizlidir. O da iradi kudretinin noksan oluşudur Çünkü hayat onları demir örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı, Ancak biz inanıyoruz, ki millet kalbinin sahibi olan bu muztarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşad ve işaret bekliyor Onlar bizim beklediğimiz, yarınki kuvvettir.

Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan-Fetö Gerçeği

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan

Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan’ın senâsına mazhar olan ve bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan kahraman Türk Milletinin kurduğu şanlı Osmanlı Devletinin inkırazı ile birlikte yeni bir devir başlar. Bu devir, “Ahirzaman” diye işaret olunan zaman diliminin, çok önemli bir evresini teşkil etmektedir.

Bu devir, islami müesseselerin topyekün ortadan kaldırıldığı, islami şeairlerin birer birer tahrip ve tağyir edildiği, islami kanunların batı hukuku ile tebdil edildiği, batının nursuz, ruhsuz prensiplerinin, inkar-ı ulûhiyet’e dayanan bir eğitim sistemi ile körpe zihinlere zerk edildiği bir devredir.
İslam itikadına ve hayatına karşı, eğitim müesseseleri, basın, zabıta kuvvetleri ile külli bir taarruz yapılır. Fertten, aileden ve cemiyet hayatından islamiyet silinmeye çalışılır.. “Allah’ın Kitabında “belhum edall” dediği hayvandan aşağı taklitçilerin” meydanlarda cirit attığı bir devre..
Âlim bilinen bir çok zâtın, zaman; ahirzamandır, yevmil beterdir, her gelen gün daha da kötü olacak diye sustuğu, susturulduğu ve köşesine çekilip kıyameti beklediği bir zamandır.
Kurt gövdenin içine girmiş, imansızlık salgını, hususan mektepli gençlere sirayet etmektedir.
Elli sene sonra gelecek neslin Kur’an’la alakasının kalmaması hedeflenmiştir.
İngiliz müstemlekât nazırı Gladiston’un ingiliz Avam Kamalrasında dile getirdiği arzu ve hedefi tahakkuk ettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu şenaatler karşısında feveran edip, kuvvete başvurmaktan başka bir çare de bilmeyen bazılarının Devlete karşı isyan teklifine karşı “maddi kuvvet harice karşı kullanılır. Dahilde menfice hareket olmaz. Bu zamanın cihadı, cihad-ı manevidir” diyen Bediüzzaman, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya göstermek için devrinin şerirlerine karşı başlattığı cihadının, yeni bir evresindedir artık.
Hz Ali (K.V) “o zamana yetişirseniz, onlarla muharebe-i bis’süyuf değil, muharebe-i bil’huruf yapınız” tavsiyesinde bulunuyor.
Bediüzzaman, Anadolu’nun tenha bir bölgesine sürgün edilmesini “ben Türk milletinin sinesine gidiyorum” diye karşılar. Mekke ve Medine gibi beldelere gitmesi tekliflerine “ Mekke ve Medinede de olsam buraya gelmek iktiza ediyordu” diye mukabelede bulunur.
Nihayet, islamın hasmı olan devletler ve onların himaye ettiği ifsat komitelerine ve yerli uşaklarına karşı tarihte emsali görülmemiş bir mücadele başlar. Bir tarafta, Devletin bütün imkanlarını kullanan şer cephesi, diğer tarafta, elinde Kur’an, ve zor bulunan kâğıt ve kalemden başka bir şeyi olmayan Bediüzzaman ve etrafında bir kaç saf ve temiz Anadolu insanı vardır.
Matbaalarda basımı yasak olduğu için Kur’an hattı ile elle yazılarak çoğaltılıp muhtaç gönüllere ulaştırılan “Nur Risaleleri” neşrolunmaya başlar.
Kur’an-ı Hakimin manevi bir tefsiri ve elmas bir kılıncı olan Risale-i Nur’lar, muhtaç ve müştak gönüllere ulaştıkça hizmet halesi genişler. İnkişaf eden bu Kur’an ve iman hizmeti, ehl-i ilhadı rahatsız eder.
Bulunduğu yerin emniyet müdürü tarafından Bediüzzaman hakkında doğrudan Devletin zirvesine haftalık raporlar gönderilir. Faaliyetleri adım adım takip edilmektedir.
Fütuhatına mani olamadıkları Risale-iNur’un masum ve fedakâr talebelerinden bir kısmını, başlarında Üstadları Bediüzzaman olmak üzere 1935 senesinde 130 kişi olarak Eskişehir hapsine sevkederler. Bu büyük dava adamını, büyük mücahidi sürgün durduramadığı için hapse atarlar.. Hapiste de durmayan asrın mücahidi, Kur’an nurlarından ibaret eserlerini, hapishane köşelerinde de yazdırmaya ve çoğaltmaya devam eder.
Hapisten sonra bir başka yere, Kastamonu’ya sürgün edilir. Sene 1936 dır. Kastamonuda 2-3 ay karakolda tutulur. Bu süre için Üstad; “beni iki üç ay kadar karakolda misafir ettiler” der. Çünkü, memurlar onun düşmanı değildir. Onların da imanının kurtulmasına çalışır. Karakolun tam karşısında bir eve yerleştirilir. Adresi şöyledir; “ Kastamonu Polis Karakolu Eliyle”
1942 yılına kadar Kastamonu’da tarassut altında hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’ye çok zor şartlar altında devam eder. Ta ki, Denizli Hapsine sevk edilinceye kadar. Denizli hapsinde de bu iman hizmeti devam eder, eserler elle yazılarak çoğaltılıp neşredilir.
1943 te Denizli hapsinden tahliyeden sonra mecburi ikamet yeri bu defa Emirdağ’dır. Burada da Risale-i Nur’la milletin ebedi hayatının kurtulmasına çalışır.
Nihayet 1947 de Afyon Hapsi başlar, Bu büyük dava adamı, o tarihte 75 yaşındadır. Hapiste yine zehirlenir. Yirmi aylık tevkiften sonra tahliye edilir. Afyon hapsi, hayatındaki son hapistir. Ancak sürgün,takip tarassut hayatının sonuna kadar devam eder. Tâ ki 23 Mart 1960 da Urfa’da vefatına kadar.
Bir türlü dizginleyemedikleri bu büyük mücahidin sadece dirisinden değil, ölüsünden de korkarlar. Nitekim, vefatından üç buçuk ay kadar sonra 27 Mayıs 1960 darbecileri, 1960 Temmuz'unda mezarını kırıp mübarek naaşını bir mechule doğru sürgüne gönderirler.
Devletin bütün imkânlarına sahip şer cephesi olan ifsat komiteleri, bu ihtiyar adamdan neden bu kadar korkuyorlardı. Hatta mezarına bile tahammül edemeyecek kadar... Halbuki vefat edip gitmişti.
Ne yapmıştı da ehli ilhadın bitmeyen husumet ve hücumuna maruz kalıyordu.
Memlekette başka ulema ve şeyhler de vardı. Onlardan korkmak yerine, bir kısmına makam ve mevki bile veriyorlardı.
Bu dünyadan göçüp gitmiş olsa bile, bu derece hasım bilmeleri ve hâlâ hücum etmelerinin sebebi şudur; rejimi bina ettikleri ideolojilerinin temel taşlarını tarumar etmiştir. Bunu eserleriyle yapmıştır, yetiştirdiği talebeleriyle yapmıştır.
1923 ten itibaren tesis edilmeye çalışılan rejim, iki temel esas üzerine bina edilecekti. 
1- Allah’ı inkâr, 
2- Ahireti inkâr
İddiaları şuydu;
İnsan ve varlık, kendi kendine veya tabiat veya sebeplerle meydana gelmiştir. Bir yaratıcı yoktur. Hayat da bu dünyadan ibarettir. Doğumla başlar, ölümle biter. Ahiret diye bir hesap yeri yoktur. Dolayısıyla günah-sevap, haram - helal diye bir kavram manasızdır. İbadet lüzumsuzdur.(Haşa)
Fert, aile ve cemiyet hayatı, buna göre şekillendirilecek, buna göre müesseseler teşekkül ettirilecekti. İslamiyetin getirdiği, ahiret merkezli, dünyayı bir misafirhane kabul eden uhrevi bakış açısı yerine, tamamen dünyevi bakış açısına sahip, dünya odaklı bir ideoloji ve hayat tarzı hakim kılınacaktı.
Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin başlarında ilk telif ettiği eser, Allah’ın varlık ve birliğini yani tevhid hakikatını anlatan “Tabiat Risalesi”dir, ikinci telif ettiği eser, 1926 yılında ahiret akidesini anlatan ve ispat eden “Haşir Risalesi”dir. 
Bediüzzaman bundan dolayı,rejim için tehlikeli görülmüştür. Yoksa Devlet idaresi ve siyasete karışmamıştır. İman hakikatlarının izah ve ispatı temel hedefi olmuştur. Fertlere Tahkiki imanı kazandırmayı hedeflemiştir. Kuvvetli, tahkikî bir imana sahip olan mü’mini, dünyevi hiç bir cereyan kandıramazdı çünkü. Tıpkı sahabe-i kiram hazeratının imanı gibi.
Bu büyük dava adamı susturulamamış, mağlup edilememiştir. Fikirleri ve eserleri Vatan sathına ve âlem-i islam aktarına yayılmıştır. Gönüller ve akıllar üzerinde büyük tesirler husule getirmiş ve getirmeye devam etmektedir. Şahsa bağlı bir hareket olmayıp, fikir ve eser odaklı bir iman davası olduğundandır ki, vefatı ile hizmeti durmaz, artarak devam eder.

“SAĞDAN YAKLAŞMA” DÖNEMİ

İfsat komitelerinin hapis, işkence, sürgün, tarassut gibi cepheden hücüm yöntemi ile durduramadıkları Bediüzzaman ve onun eserleri Risale-i Nur’a karşı, vefatından sonra, bu defa “sağdan yaklaşma” metodunu uygulama koydukları anlaşılıyor.
Bu münafıkâne bir yoldur.
Bu taktik, asr-ı saadatte de uygulanıp netice alınmış bir taktiktir. Biraz uzun zaman gerektiren, başlangıçta herkesin anlayamayacağı, anlayanların da diğer insanları ikna etmekte zorlanacağı, ancak sürecin tamamı görüldüğünde farkedilebilen, farkedildiğinde de artık yapacağı tahribatı yapmış olan bir taktik.
İslam halifesi Hz. Ömer ve emsali sahabelerin bile keşfedip farkedemediği münafıkların çağdaş versiyonları devreye sokulur
27 Mayıs darbecileri Diyanet İşleri Başkanlığından Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar aleyhine fetva isterler. Hiç bir Başkan bunu kabul etmez, Bu baskıların yapıldığı dönemlerde Diyanette 1960-1965 arasında beş başkan değişir. Bu sürede değişmeyen bir başkan yardımcısı vardır, “Yaşar Tunagür”. Bu isme daha sonra tekrar değineceğiz.

Darbeciler, arzularına nail olamayınca bir Paşa’yı başkan yardımcısı olarak tayin ederler ve onun girişimiyle Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin ağzındanmış gibi,
Risale-i Nur’a bir reddiye hazırlatırlar ve dağıtırlar. Dağıtırlar ama Mustafa Sabri Efendi’nin vefatından beş yıl sonraki olaylarla ilgili olarak da Mustafa Sabri Efendi konuşturulunca bu broşürün Merhum Mustafa Sabri Efendi ile bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılır ve plan akîm kalır. Dolayısıyla beklenen tesir görülmez.

1955 yılından Erzurumda Nur Talebeleri ile Fetullah Gülen adında bir medrese talebesi tanışır. Çok sık olmasa bile temasını devam ettirir.
O yıllarda her Nur Talebesinin ziyaret edip, görüşmek ve dersinde bulunmak için can attığı Bediüzzaman'ı, kürt olduğu gerekçesiyle gidip ziyaret etmek istemediğini sonraki yıllarda kendisi ifade eder.
Aradan zaman geçer, Üstad vefat eder. F. Gülen, Diyanetin imtihanlarına girer ve imam olarak Edirne’ye atanır. Edirne’de Amerikalılarla tanıştığını söyler.
Sınav belgesinde tahrifat yapılarak1964 yılında vaiz olarak İzmir’e getirilir. (Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Görmez'in açıklaması). Bu süreçlerde Yaşar Tunagür, Diyanet İşleri Başkan yardımcısıdır ve Gülen'in hamisidir.. F. Gülen, İzmir de Nur Talebeleri ile temas kurar, Risale-i Nur derslerine iştirak eder, eline kitap verildiğinde okur.

Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda kalır. Vaazlarında sahabenin fedakârlığı üzerinde durur, hislere hitap eder, göz yaşı döker. Talebelerine Risale-i Nur’ların imani bahislerini okutur, ancak, Risale-i Nur hareketinin istikamet çizgisini belirleyen ictimai meselelere dair bahislerinden uzak tutar.
Etrafta yavaş yavaş Mehdi olduğu, hatta Hz. İsa olduğu yönünde rivayetler dolaşır.
Kendisine, bu duruma neden meydan verdiği sorulduğunda, tevilli cevaplar verir. Şahsiyetini öne çıkarması, Risale-i Nur’ un hizmet düsturlarına uymayan tarzı, Nur Talebelerinin ileri gelenlerinde rahatsızlığa sebep olmakla birlikte, Madem ki, Risale-i Nurdan istifade ediyor diye, bazı Nur Talebelerince hepten tavır konulmaz, zamanla düzelmesi umulur.

12 Mart1971 muhtırası sonrası sıkıyönetim döneminde Nur Talebeleri ile birlikte İzmirde tutuklanır. Mahkeme savunmalarında, şahsının kurtulmasından ziyade, Risale-i Nurları savunan Nur talebeleri gibi bir savunma yapması beklenirken, kendisini kurtarmaya dönük savunma yapması diğer Nur Talebelerinde hepten hayal kırıklığına sebep olur. Duygusal kopuş artar. Hapis sonrası kendi yolunu çizeceğini, ayrı hizmet yapacağını söyleyerek yolunu ayırır.

MÜTTAKİ BİR TAVIRLA MEŞRUİYET SAĞLAMA DÖNEMİ

Ayrılma sonrası, ayrılmaya sebep olarak, Üstadın Talebelerinin onun yolundan sapmaya başladığını, Nur Dersanelerinde eskiden hasır serili iken, kilim serilmeye başlandığını, sonraları halı serildiği, onunla da yetinilmeyip koltuk, kanepe de konulduğu, halbu ki, kendisinin Ebu Zer gibi yaşadığını, bunun için imtizaç edemeyip ayrıldığını söyler.

Vaaz verdiği Cami cemaatinden ve hocalık yaptığı Kur’an Kursu talebelerinden İzmir merkezli bir cemaat oluşturmaya başlar. 1970 li yıllarda Ege Bölgesinde faaliyet gösterirken, yetmişlerin sonuna doğru diğer bölgelere de yayılmaya başlarlar. 
Hitap ettikleri insanlara, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söyleyerek celp edip, F. Gülen’in vaaz kasetlerinin merkeze alındığı bir hizmet tarzı yürütürler. Risale-i Nurları okuduklarını göstermek için kitaplıkta bulundururlar, ancak dışını gözükmeyecek şekilde kaplarlar. Gerekçe olarak da, bazı insanların Risale-i Nur’dan çekindiğini, onun için görünür olmasını istemediklerini söylerler.

İçinde alkol var diye kola içilmez, içinde domuz yağı olabilir diye margarin yenmez. Hazır tavukların nasıl kesilip temizlendiği belli değil diye içinde tavuk eti olan yemek yemezler Gece teheccüt namazına kalktıkları söylenir. Beş vakte ilave olarak akşamdan sonra evvabin namazı kılarlar. Suret caiz değil diye Sızıntı Dergisinde bastıkları insan fotoğraflarının boğazına çizgi çekerler.
Kızların üniversite okumasına karşıdırlar. Tesettürün tam olabilmesi için el ve ağzın da kapatılması gerektiğini söyler ve uygularlar.

Tesettürlü olanlar üniversitede okuyamıyorlar, baş örtüsüz olarak okusalar da ilerde bir hizmete vesile olsalar diye fetva isteyenlere “baş örtüsü farzdır. İlerde hizmete vesile olmak ise bir ihtimaldir. İhtimal için farz terk edilemez, terk edene de ben bacım diyemem” diyordu F.Gülen 

Mensupları tâ o yıllarda kod isimler kullanırlar. Gerekçe olarak da, Devletin durumu mâlum diyerek , zarar görmemek için bunu yaptıklarını söylerler. Aslında o yıllarda dahi cemaat kisveli “örgüt” teşekkül etmektedir.

Seksenli yıllarda Dershanecilik sektörünün gelişmesinden istifade ederek dershanecilik işine girmeleri, okullar ve yurtlar açmaya başlamaları, geniş kitlelere ulaşmalarını sağlar. Peşinden Gazete ve Televizyon sahibi olmaları, reklam ve propaganda imkanlarını genişletir.

Risale- i Nurları okuduklarını söyledikleri halde Risale-i Nur’un hizmet düsturları ile uyuşmayan halleri, Nur Talebeleri tarafından eleştirildiğinde, bu eleştirileri dinleyen üçüncü kişiler; “adamlar sizden daha takva yaşıyorlar, sizin yapamadığınızı yapıyorlar, siz yapamadığınız için kıskanıyorsunuz” tepkisini verirler.

Halbu ki, Nur Talebeleri cemaat olarak, F. Gülen grubunun yaptığı okul, dershane, banka ve diğer ticari faaliyetleri yapmak isteyip de yapamamış değillerdi. Bu tür faaliyetlerin cemaat olarak yapılmasına karşıydılar. Bu tür faaliyetleri ancak, şahısların kendi adlarına yapabileceklerini savunuyorlardı. Çünkü, Risale-i Nur hizmetinin dünyada hiçbir şeye alet edilmemesi gerektiğini, esaslı bir hizmet düsturu olarak kabul ediyorlar ve uygulamaya çalışıyorlardı.

Nur Talebeleri o yıllarda da F. Gülen grubunun tarzlarının yanlış olduğunu dile getiriyorlar, ancak propaganda ve şaşaalı gözüken faaliyetlerinin gölgesinde kaldığı için tesirli olmuyordu.
Yoksa F. Gülen'e karşı ilkesel anlamda en tutarlı eleştiriyi, o yıllarda dahi Nur Talebeleri yapmışlardı.

Bu durumun, dışarıda yeterince bilinip fark edilmemesinde Nur Talebelerinin hizmet tarzı olan “ müsbet hareket” düsturunun da payı vardır. Müsbet hareket düsturu; başka meslek ve meşreplerin adaveti yerine, kendi meslek ve meşrebinin muhabbetiyle hareket etmek demektir. Yani başkasının yanlışı ile uğraşmak yerine kendi doğrusunu yapmaktır.

Risale-i Nur’u da kullanarak, doksanlı yıllara kadar olan dönemlerde sergiledikleri tavır ile millet nezdinde kabul görürler. Bu kabul ve hüsnüzan neticesinde yanlış hareketleri de iyi niyetle karşılanır.
Cumhuriyet döneminde, Devletin dine ve dindarlara karşı olumsuz tavrı, bunların bazı yanlışlarının, dindar camia tarafından açıkça eleştirilmesini engeller.

“AÇILIM” ADI ALTINDA GERÇEK YÜZÜN ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLAMASI

Doksanlı yılların ortalarına doğru yeni açılımlar yapmaya başlanır.
Artık tesettür, füruat olmuştur. Baş örtüsü çıkarılmış, hatta hizmet gerektiriyorsa bikini bile giyilebilirdi. Kola içmemeyi bırakın, gerektiğinde alkol bile içilir hale gelmişti. Margarindeki domuz yağı artık problem bile değildi. İnsan fotoğrafının caiz olup olmamasını tartışmak şöyle dursun, açık-saçık kadınların görüntüsü gazete ve televizyonlarının reklamlarında kullanılıyor ve “hizmet”için para kazanılıyordu.

F. Gülen'in, Nur Talebelerinden ayrılmaya gerekçe gösterdiği Ebu Zer hayatı yaşama tutkusu, mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı.
Artık gazetelere, televizyonlara, bankalara, ticari şirketlere sahiptiler. Altlarında son model arabalar, üzerlerinde pahalı elbiseler vardı. Çünkü,”hizmet”öyle gerektiriyordu.

Ordu, Emniyet, Yargı başta olmak üzere Devletin kritik kurumlarında kadrolaşma tamamlanmış, Kemalist vesayet kurumları ele geçirilmiş, Devlet imkânları örgüt amacı doğrultusunda kullanılır olmuştur.. Bunlara yakın olmadan kamu görevine girebilmek, yükselebilmek, iş ve ekonomik hayatta başarılı olabilmek, zor görülmeye başlanmıştır. Bu realite, onlara kalben taraftar olmayanlarda bile, onlara yakın olma zaruretini doğurmuştur.


Bu aşamada, Risale-i Nur açısından bakıldığında ilginç bir durum söz konusudur.
Geçmiş yıllarda, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söylemekle birlikte, nazarların o tarafa çevrilmemesi için Risale-i Nur eserlerini itina ile görünür olmaktan uzak tutan, kitaplığa koyma zarureti varsa bile, dışı kaplanmış halde ancak bulunduran F. Gülen müntesipleri, muktedir oldukları yeni dönemde F.Gülen’in konuşmalarını yayınladıkları televizyon programlarında Gülen’in hemen arkasında, omuz hizasındaki kitaplıkta Risale-i Nur eserlerini görünür şekilde vermeleri dikkat çekiciydi. Tıpkı, DEAŞ’ın kelle kesme videolarında, arkada fon olarak kelime-i tevhid bulunan bayrağın ihmal edilmemesi gibi.

Yeni dönemdeki sahiplenme ihtiyacının sebebi ne olabilirdi? 
Halbuki, artık muktedir durumdaydılar, toplumsal meşruiyyet için referans olacak böyle bir sahiplenmeye de ihtiyaçları yoktu. Bundan sonra müntesiplerine Risale-i Nur’ları okutmayı hedeflediklerini düşündürecek bir tavırları da yoktu. Çünkü, Risale-i Nur’ları okumayı hepten bırakmışlardı. Artık F.Gülen’in kitap serisi vardı ve müntesiplerine ısrarla onları okutuyorlardı.

Yeni dönemde, televizyon ekranlarından görünür şekilde, Risale-i Nurları sahipleme görüntüsünün sebebi kısa süre sonra anlaşılacaktı.
Sadeleştirme adı altında, hem muhteva, hem de üslup bakımından, Kur’an-ı Hakîm’in muhteşem bir tefsiri olan Risale-i Nur’ları tahrif.

2010-2011 yıllarında, artık açıktan açığa söyledikleri şuydu; Risale-i Nurlar anlaşılmıyor, biz anlaşılır hale getireceğiz. Halbuki kendiler zaten okumuyorlardı, okuma ihtiyacı da duymuyorlardı. Bu durum, namaz kılmayanların, anlaşılmıyor diye ezanı Türkçeleştirmelerine benziyordu.

F. Gülen, geçmiş dönemlerde Üstad Bediüzzaman’dan bahsetmesi gerektiğinde, Üstadın adını zikretmez ve onun yerine “Söz Sultanı” derdi. Söz sultanı diye vasıflandırdıkları Zat, birden anlaşılmaz olmuştu! Kendileri anlaşılır hale getirecekti!
İki yüzlülük zirvedeydi.

Bu durum, Abdullah İbn-i Sebe’nin müslümanlar arasında güven ve itibar sağladıktan sonra, ifsat faaliyetlerine başlayıp fitne tohumlarını ekmeye başlamasıyla paralellik arzediyordu.
Bilindiği üzere Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe, müslüman olduğunu söylemiş, takva bir tavır sergiliyor, sabah namazına bile mescide en erken gelip ön safta oturuyor, ilim sahibi bir kişilik olması, ona ayrı bir itibar sağlıyordu.
Müslümanlar nezdinde itibarlı hale gelince sosyal bünyedeki asabiyet zaafından da istifade ederek, yavaş yavaş fitne tohumlarını ekmeye başlıyor. "Aslında hilafet Hz.Ali’nin hakkı idi"den başlayıp, tâ "Hz. Ali’nin uluhiyyeti"iddiasına kadar giden bir süreç... Bu günkü Şiiliğin doğuş sebebi.

Tekrar günümüze geldiğimizde, asr-ı saadetteki bazı olayların, ahirzamandakilerle paralellik taşıdığını görüyoruz. Bulunduğumuz noktadan geriye doğru baktığımızda, her iki zamandaki ifsad faaliyetlerinin arkasındaki aklın, aynı akıl olduğu anlaşılıyor.

Münafıkane bu taktik neticesinde maalesef, İslamın hikmet yönünü öne çıkarıp, akıl ve kalbi birlikte doyurup, hususan okumuş, mektepli kitle üzerinde büyük tesir husule getirmiş, islamiyeti; sadr-ı islamdaki saffet-i aslisi ile anlatıp ders veren Risale-i Nur’a muhatap olabilecek Anadolunun saf ve temiz bir kitlesi çalınıp, vatan ve milletine, alem-i islama ihanet eder bir duruma getirilmiştir.

Sahabe-i güzin, o zamandaki müfsid münafıkları, tam olarak nasıl keşfedemedi ise günümüzde de o sebeple tanınmadılar. Onun için, gerek siyasilerin, gerek ilim çevrelerinin ve dindarların FETÖ'ye karşı neden daha önce tavır almadıklarını sorgulamak hakkaniyetle bağdaşmaz. Taa baştan beri farkedilememe sebepleri uzun bir yazının konusu olduğu için burada detaya girilmedi.

Risale-i Nur’u sahiplenir görüntüsü vermenin ikinci amacı;
Cumhurıyetin başından bu yana gelmiş geçmiş hükümetler arasında en dindar ve dine hürmetkâr olan Ak Parti ile girmeyi planladıkları kavgada bir siper ihtiyacı ve Risale-i Nur’ları tahrif etme amaçlarına AK Partinin engel olacak ve Risale-i Nurları sahiplenecek olmasıdır.
Kavgada kendiler galip gelirse, zaten Ülkeye sahip olacaklar ve Risale-i Nur’ları hepten tahrif edeceklerdi. Mağlup olurlarsa da, Risale-i Nurlar, FETÖ nün sahiplendiği kitaplardır, FETÖ cülerle bunları okuyanların hepsi aynı, bunların birbirinden farkı yok algısını oluşturup,AK Parti Hükümetine Nur Talebelerini ezdirmek hedefi vardı.

Onun için AK Parti Hükümetinin Diyanet vasıtasıyla Risale-i Nurları sahiplenmesinden hiç hoşlanmadılar. Hatta o tarihteki Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez aleyhine başlattıkları yıpratma kampanyasının önemli bir sebebi buydu. AK Parti Hükümetinin Risale-i Nur’ları korumayı amaçlayan Kanun çıkarmasını hazmedemediklerinden, Kanun’un iptal edilmesi için, CHP ye Anayasa Mahkemesinde dava açtırdılar. CHP, güya Risale-i Nurların özgürlüğünü düşünüyordu!.

Bu süreçte, ilginç bir FETÖ operasyonu da Yeni Asya Gazetesinde gerçekleşmişti.
Yeni Asya Gazetesi, yetmişli yıllarda Nurcuların naşiri efkârı olarak yayınlanmış ve öyle de bilinmiş bir gazete iken, seksenlerin başından itibaren bu özelliğini kaybetmiş, sonraki yıllarda da F.Gülen ve Cemaatine karşı muhalif tavır sergilemiş küçük trajlı bir gazeteyken, artık arkasında cemaat denilecek pek kimsenin kalmadığı 2010 dan sonra imtiyaz ve sahiplik hakkını elinde bulunduranlar FETÖ’nün kontrolüne girmişti.
FETÖ, kendi gazetesi Zaman’da dile getirmek istemediği fikirleri Yeni Asya Gazetesinde yazdırıyordu.. Çünkü ne de olsa, olayların aslına vakıf olmayan üçüncü kişiler, Yeni Asya Gazetesini hâlâ Nurcuların gazetesi diye biliyorlardı. FETÖ de işte bu algıdan yararlanmak istiyordu. Yani, bakın bu kavgada Nurcular da benim yanımdalar ve Hükümete karşılar mesajı verilmek isteniyordu. Gerçi, AK Parti Hükümeti olayların farkında ve Nur Talebelerinin tavrını biliyordu. Ama yine de FETÖcüler halkın kafasını karıştırmayı hedefliyorlardı.

Nur Talebelerinin kendileri ile beraber olduğu algısını oluşturup Risale-i Nur’lara karşı dindar camianın tavır almasını sağlamak ve AK Parti Hükümeti eliyle Nur Talebelerini ezdirerek, CHP zihniyetinin cepheden yapamadığı şeyi, sağdan yaklaşmak suretiyle AK Parti eliyle yaptırmak.

Fetullah Gülen’in, Nurculuk ve Risale-i Nur’larla ilgisinin esası, özeti budur.

FETÖ BENZERİ OLUŞUMLAR

1985 yılında hukuk fakültesi talebesi iken hocamız olan ve 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanlığını da yapan Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı bir hafta derse gelmemişti. Takip eden hafta derse girdiğinde, önceki hafta derse girememe gerekçesinin, o hafta kollegyum tarzı (bir çeşit panel) bir toplantıya davetli olarak Fransa’ya gitmesi olduğunu ifade ettikten sonra, toplantıya, Fransa’nın akademisyenlerinden, entellektüellerinden ve devlet adamlarından katılım olduğunu, toplantıda, Fransada artan müslüman nüfusa karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin konuşulduğunu, çünkü, o tarih itibariyle Fransadaki nüfus artış hızı ve müslümanlaşma tirendi dikkate alındığında 2050 yılında Fransada müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturacağı, bu duruma karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin tartışıldığını söylemişti. (Kendisi, müslümanlardan korkulmaması gerektiğini, Anadolu’da yüzyıllarca diğer din mensupları ile müslümanların barış içinde birlikte yaşadıklarını ifade ettiğini de ekleyerek.)
Bu konu, şüphesiz ki sadece Fransa ve o tarihle sınırlı değildir. Batıda hristiyanlığın gerilemesi, gençlerinin ve entellektüellerinin hristiyanlıktan uzaklaşması ve akıllara ve kalplere hitap eden islamın, yükselen değer olması, batı insanının aradığı hakikate cevap verir özelliği sebebiyle, batının siyasetçilerini ve derin mahfillerini islama karşı tedbirler almaya sevk ettiği anlaşılıyor. Batının, hakikat arayan insanlarına daha uygun bir alternatif sunamadığından, uygun alternatif olan islamı kötü, gaddar, vahşi gösterme yolunu seçtiği anlaşılıyor.

Küresel ölçekte El Kaide, Deaş, Boko-Haram gibi örgütlerin bu rolü oynaması için organize edildiği, müslüman olan Türkiye’de ise, bu sayılan örgütler ve benzerleri işe yaramayacağından, müslüman kitleyi dine bağlayan ve islamî şuur kazandıran, ehl-i sünnet çizgisindeki sahih cemaat ve tarikatlardan, dolayısıyla islamdan uzaklaşmasını sağlayacak fetö ve benzeri yapıların oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu tür yapıların kötü neticeleri gösterilerek, vatandaşlarımızın her türlü islamî cemaat ve tarikatlardan uzak durmalarının sağlanması amaçlanmıştır.

İslamın ana omurgasını oluşturan ehl-i sünnet çizgisindeki cemaat ve tarikatlardan uzaklaşma halinde, tam da küresel ifsad komitelerinin oyununa gelinmiş olunacaktır.
Böylesine sofistike bir saldırıya maruz kalan islam dünyası, buna karşı laiklikle, sahih islamı temsil eden cemaat ve tarikatlardan uzak durmakla cevap veremez. 

Bir hastalığın aşısı kendi cinsi içinde saklıdır. İslami bünyeyi bu tür parazit yapıların oluşturduğu hastalıklardan korumak için, “doğru islamiyeti ve islamiyete layık doğruluğu” yaşayan ve telkin eden cemaat ve tarikatlar daha çok teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Doğru ve sahih olanı seçmekteki kriterimiz ve mihengimiz, Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.” 
Kimseye, mihenge vurmadan körü körüne itaat ve teslimiyet gösterilmemelidir.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.
C- Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”

Bunu anlamak için sorumluluk sebebimiz olan aklımızı kullanmalıyız.

Yine Bediüzzaman’ın “Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara'yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev'-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.” İkazını unutmadan.

Konuya, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri açısından bakıldığında,
Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’ın, bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-iNur’a karşı insanların, hususan Anadolu halkının teveccühünü kırmak için teşekkül ettirilen yapılar Fetö den ibaret değildir.

Yetmişli yıllarda Nur talebeleri’nin içine girmeye çalışan ancak,nur dersanelerinden kovulan Müslüm Gündüz adındaki kişinin garip kıyafetler ve elinde sopasıyla aczimendilik adıyla Bediizzaman’ın adını kullanarak ortaya çıkması ve yirmisekiz şubat sürecinde verilen rolü oynaması,
Adnan Oktar’ın yine yetmişlerin sonunda “Adnan Hoca” namıyla ortaya çıkıp Risale-i Nur ları referans aldığını söyleyerek fikirlerine alet etmeye çalışması,
Kendini peygamber ilan eden sahte peygamber Iskender Evrenosoğlu’nun kendine geldiğini söylediği “kitabına” “Risalet Nurları” adını vermesi ile Risale-i Nur’lara karşı zihinlerde oluşturmaya çalıştığı karmaşa,
Kendisini tarikat şeyhi olarak gösteren bir parti Baş’ının Atatürk’ü islamiyet hamisi ve hafız ilan edip, Bediüzzaman’ı ingiliz ajanı gibi gösterme çabaları,
sıradan, tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkan hareketler olmasa gerek.
Bütün bunlar, islamiyet düşmanı ifsad komitelerinin, Kur’an müdafii Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a karşı, cepheden vurulamayan darbenin , sağdan yaklaşma taktiği ile vurulabilmesi için tasarlanan aparatlardır. Ekilen fitne tohumlarıdır. Fitne tohumunun hangisi neşvü nema bulursa onun üzerinden ilerleme taktiğidir.

“YENİ DEVLETİN” TAVRI

AK Parti ve onun İslam kahramanı lideri Tayyip Erdoğan, olayların ve sinsi planların farkında olduğundan bu dessas plan, O’nun feraseti, Allah’ın inayeti ile akîm kaldı.

FETÖ’nün Devlet’te yaptığı tahribat, kısa sürede giderilebilir. Hatta Devletin yeniden dizayn edilmesi için fırsat olarak da görülebilir. Ama sosyal ve dini bünyede yaptıkları tahribat kısa sürede giderilecek gibi gözükmüyor.
Bugün, aileler çocuklarını üniversiteye gönderirken sıkı sıkı şu tenbihte bulunuyorlar “aman yavrum, cemaat ve tarikat gibi şeylerden uzak dur”.
Bu uyarıya muhatap olup, cemaat ve tarikatlardan uzak duracak gençleri, bugün sokakta, medyada, internet vasıtasıyla bilgisayar ve cep telefonunda nelerin beklediği, cemaat ve tarikatlara uzak olanların nelere yakın olacağı, hamiyetli insanların en büyük endişesi olmalıdır.

FETÖ’den sonra, Adnan Oktar ve çetesine yapılan ve bundan sonra benzer oluşumlara yapılacak operasyonların amacı, “eski Devlet” ve arkasındaki derin güçler tarafından, ehl-i sünnet çizgisinde faaliyet gösteren ve müslüman toplumun omurgasını teşkil eden sahih cemaat ve tarikatları ifsad etmek için kurulup, kontrol edilen yapıların “Yeni Devlet”tarafından tasfiye operasyonudur.
Yeni Devlet ve onu idare etmek için seçilenler, hilafetin sahipleridir. Onun gereğini yerine getireceklerdir inşaallah.

Selim Alpdoğan
http://adar.org.tr/tr-TR/kose-yazilari/6314/risale-i-nura-karsi-munafikane-plan-feto-gercegi
Devamını Oku »

Derin ve Gerçek Müslüman

Derin ve Gerçek Müslüman

• İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

• Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İste bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

• Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde sahsî ruh ve akıl…

• Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her sey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

• Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların isareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

• Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet vehakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmıs bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir.
Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçeklestiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl…

• Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmis, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmus, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmis, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemis, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmıs, en uzak buğday basağının ucundaki taneden günesin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmis ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermis, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmis, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmus, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmıs; kısaca, insan basını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamıs, plânlaştırmıs ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmıs, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.

GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlayamayacağını anladığı yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamayan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamayacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartıyla, anlayamadığını anlayarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allah’ın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlayacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...



Necip Fazıl Kısakürek - İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Gruplar arasında gerçekleşen önemli görüş farklılıklarından bir diğeri de İstiklâl Mahkemeleri konusunda açığa çıkar. İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920’de, “Firariler Hakkında Kanun"la, gittikçe büyüyen asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kurulur. Asker kaçakları o günlerin en önemli sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında her sekiz firariden birisi idam edilerek cephelerin çökmesi önlenmiştir. Buna rağmen firarilerin sayısı gittikçe artar ve 300.000’i bulur. Meclis bu sorunu çözmek için ilk planda 8 ayrı İstiklâl Mahkemesinin kurulmasına karar verir. Bu mahkemeler sadece asker firarilerini yargılamakla ilgilenmeyecek, aynı zamanda hırsızlık, şekavet, gasp gibi can ve mal güvenliği ve kamu düzenini ilgilendiren suçlara da bakacaklardır. İstiklâl Mahkemeleri son derece geniş yetkilerle donatılırlar. Bunun önemli bir göstergesi olarak hâlen TBMM arşivinde saklanmakta olan “İstiklâl Mahkemesi mücadelesinde sadece Allah'tan korkar” levhası oldukça önemlidi» Bu levha Ankara İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin arkasında yıllarca asılı durmuştur.

11 Eylül 1920’de kurulan İstiklâl Mahkemeleri görevlerine 17 Şubat 1921 Ve kadar devam ederler. Fakat, İnönü Savaşları sırasında İstiklâl Mahkemelerine tekrar ihtiyaç hissedilir. 24 Temmuz 1921’de Konya, Kastamonu, Samsun ve Yozgat’ta yeni İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin zamanla görev alanını genişletmek istenir. Ancak, İkinci Grup, meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanış biçimi konusundaki hassasiyeti dahilinde, İstiklal Mahkemeleri’nin görev alanının genişletilmesi ve yeni istiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davranır.

Konuyla ilgili olarak Birinci Gruba sert eleştiriler yöneltir 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığa getirilmesi üzerine, istiklâl Mahkemeleri doğrudan Başkumandan olan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanır, ikinci Grup bunu “Hakimiyet-i Milliye” açısından büyük bir problem olarak görür. 14 Ocak 1922 tarihli gizli oturumda Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, geniş yetkilerle donatılan bu mahkemelere karşı çıkarak, hukukun üstünlüğünü ön plana taşıyan bir konuşma yapar.

Konuşmasında şunları söyler: “Olağanüstü önlem almak için İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Fakat, bir zaman oldu ki, hükümet bütün icraatı İstiklâl Mahkemelerine verir bir şekilde, bize bir kanun kabul ettirdi. Artık İstiklâl Mahkemelerinin el uzatmadığı, el koymadığı şey kalmadı ve bütün hükümetin icraatını eline aldı ve Meclis adına hükümler verdi. Efendiler, siz memleketi kurtarmak istiyorsanız, siz mahkemeleri yaşatmak istiyorsanız, işte burada 350 mahkememiz var. Onun kudretini artırın, onun kudreti olmazsa dört mahkeme, beş mahkeme, devletin bütün teşkilatını yürütemez. İhtilâlin de hukuku var. Fakat böyle kendi oyuyla hüküm sürecek maddî ve manevî suç, zarar takdiriyle hüküm sürecek bir kuruluş dünyada mevcut değildir. Bu, dünyanın adaletine sığacak şeylerden değildir. Asker kaçakları için gerekli ise, yalnız onunla sınırlayalım. Böyle maddî, manevî zarar takdirine yetkili; genel cümlelerle, sınırsız yorum ve ters düz etmeye müsait cümlelerle verilen yetkiyle ve kendi oyuyla her şeyi hüküm altına almak, her şeye hüküm vermek yetkisini artık ortadan kaldırmak, üzerimize farzdır”.

İkinci Grup üyelerinden Sinop mebusu Hakkı Hami (Ulukan) Bey de konuyla ilgili olarak görüşlerini dile getirir:

“Memlekette vâzıı kanun (kanun koyucu) çoğaldıkça memleket felakete, izmihlale gider. Bugün Meclis-i Âlîniz kanun vazeder ve haddi zatında vazıı kanun selahiyyetine haizdir. Kendisini Meclisi Âlînin fevkinde görenler Meclisin vücudunu inkâr etmiş olurlar. Bunlar hain-i vatandır. Hareketleri Meclise taarruzdur... Bunların önüne geçmek lâzımdır.

Yoksa Efendiler! Emin olunuz İstiklal Mahkemeleriyle, Hıyanet Kanunuyla, adam asmakla biz gayemize vasıl olacaksak emin olunuz ki bu, hayaldir... Efendiler, bendeniz eminim ve katiyen kaniim ki bugün pek masum olarak asılan vardır.,, Efendileri Meclisi Aliniz her şeye kadirdir. Düşmanla harp eder, memleketle para bulur, asker bulur Fakat Meclisi Âlîniz bir tek nefere hayat vermez. Yaptığımız nedir? Arzu ettiğimiz şey nedir? Onun için Efendiler; hayat çok yüksektir... Köyleri baykuş yuvası yapmak için mi yoksa mesut ve müreffeh bir devre açmak için mi çalışıyoruz? istiklâl Mahkemelerine de ve hiçbir kimseye de adam asmak selahiyyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk değildir, hayat çok yüksektir”

Hakkı Hami Bey’in de konuşmasında değindiği üzere, İkinci Grubun temsilcisi sıfatıyla bilhassa Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri’ne başından beri karşı olduğunu, Meclise bile verilmeyen “kişisel görüşe dayanarak adam asma yetkisini”, Meclisin bu mahkemelere vermesinin kendisini hayrete düşürdüğünü söyler.

Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri hakkındaki eleştirilerini şöyle sürdürür: “Efendim, birinci günden beri İstiklâl Mahkemelerinin aleyhindeyim. Bir kere TBMM’ne Allah'ın vermediği salahiyeti kendisi başkasına verdiğine hayretteyim... Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi idare ediliyor? Efendiler, her kazada bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır. Memleketin bir tarafında kanaati vicdaniyesiyle üç adamı idam eder, diğer tarafında hayatını idame eder. Ne güzel müsavat, ne güzel adalet (!)...

Şimdi Efendiler; bendeniz kanaatime göre bu suretle kendi hukuku adlimizin olmadığını iddia etmektir. Bu millet umüri adliyesi için iki buçuk milyon lira sarf ediyor. Mekteplere para veriyor. Mektepte okutuyor ve yetiştiriyor. Mebus olmakla her türlü evsafı aliyesi, her türlü ilmi iktisap mı eder, rica ederim. Lâlettayin üç kişiye “kanaati zatiyenizle siz hükmü verin” deyip salâhiyyet vermek, ilmi inkâr etmek milletin hukukunu tepelemek demektir. İhtilâlin de bir hukuku vardır. Her milletin her zaman bir hukuku vardır. Hüner isyan ettirmemektir... Kanun hakim olmalı. Şahısların hakimiyeti payidar olamaz... Samsun ve havalisinde 30-40 mahkememiz vardır. Bu mahkemeler ilimle mücehhezdir. Bu mahkemeler hakim hakkına bihakkın haizdir ve bu meslekte çalışan adamlardır. Bu vazifeyi meslek edinmişlerdir. Herhangi bir şahıs sanat yapamazsa, mahkemeyi de yapamaz. Bu daha incedir, daha dakiktir, daha mantıkîdir... Elinizde bir kanun vardır. Bunu seyyanen tatbikle mükellefsiniz. İçinizde hususi emel taşıyan, hükümetimizi yıkmak isteyen bu gibi kimselere kanunu cezamız gayet vasi cezalar tayin etmiştir. Bunları ehline tevdi ile mütehassisini adaletle muvafık bir şekilde tatbikata muvaffak olursanız, hükümet manası çıkar.- Yoksa onlara karşı muamele yaparsak hükümet sisteminden ayrılmış oluruz ki, millet onu bizden istemez . Millet hükümetten adalet ister. O zaman meşru vekil olduğumuzu ispat ederiz…«

Artık memlekette İstiklal Mahkemelerinin vazifelerine hitam verilmelidir, Memlekette kanunu hakim kılmalıyız.

İstiklal Mahkemeleri savcılarına, mahkemelerin kararlarına itiraz hakkını sınırlayan ve sadece cezalandırılan suçun mahkemelerin görev alanına girip girmediği konusunda itiraz hakkı veren kanun maddesi de önemli tartışmalara yol açar. Kararlara sadece bu açıdan itiraz edilebileceğinin açıklanması üzerine Hüseyin Avni Bey karşı çıkarak şunları der: *Efendiler, İstiklâl Mahkemesi deyince onu memleketin içinde bir cellat mı yapmak istiyoruz. Bir mahkeme kuruyoruz ve biz bir devletiz. Biz adalet dağıtmak için mahkeme kuruyoruz, yoksa engizisyon zulmü yapmak için heyetler göndermeyeceğiz. Onlar yanılmaz insan değildir. Onun içindir ki, savcıların şikayet hakları, hiçbir zaman dünyanın hiçbir yerinde iptal edilemez, savcıların gördükleri her türlü haksızlıklar için itiraz kapıları açıktır.

Onlar için itiraz kapılarının kapanması imkânı yoktur, istiklâl Mahkemeleri şiddet gösterecek engizisyon mahkemeleri değildir. Biz bu mahkemeleri işlerinin hızlı ve daha güvenle sonuçlandırılabilmesi için kuruyoruz. Dolayısıyla, savcılar itiraz mercii olan Büyük Millet Meclisine karşı; yani o güç ve yetkiye sahip olan makama karşı “mahkeme şu noktadan adaleti uygulayamamıştır. Şu kanunun ruhunu uygun şekilde hüküm vermediler ve benim iddiam şu oldu” diye bize bildirilmesin mi? Yoksa İstiklâl Mahkemelerimin yanılmaz olduğunu mu kabul ediyorsunuz. Savcılar kanun dairesinde milletin hürriyet hakkını, yaşama hakkını koruyacaktı. Kendilerine güvenebilmek için kanun gücümüzün korunmasına memur olan savcılarımıza şikayet hakkı verilmelidir. Onlar gördüklerini söylemelidirler. Sonra bunun manasına hükümet denmez, iyi düşünüyor musunuz, efendiler! ''

Tüm bunların sonucunda İstiklâl Mahkemeleri’ni Meclis’in denetimi altına alan “İstiklâl Mehakimi Kanunu”nun kabul edildiği 31 Temmuz 1922’den sonra, Heyet-i Vekile’nin çeşitli girişimlerine rağmen, muhalefetin başarılı engellemeleri sayesinde sadece Elcezir’de, o da görevi sadece asker kaçaklarını cezalandırmakla sınırlandırılan, bir istiklâl Mahkemesi kurulabilir.
Devamını Oku »