Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan-Fetö Gerçeği

Risale-i Nur'a Karşı Münafıkane Plan

Kur’an-ı Mu’ciz’ul Beyan’ın senâsına mazhar olan ve bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan kahraman Türk Milletinin kurduğu şanlı Osmanlı Devletinin inkırazı ile birlikte yeni bir devir başlar. Bu devir, “Ahirzaman” diye işaret olunan zaman diliminin, çok önemli bir evresini teşkil etmektedir.

Bu devir, islami müesseselerin topyekün ortadan kaldırıldığı, islami şeairlerin birer birer tahrip ve tağyir edildiği, islami kanunların batı hukuku ile tebdil edildiği, batının nursuz, ruhsuz prensiplerinin, inkar-ı ulûhiyet’e dayanan bir eğitim sistemi ile körpe zihinlere zerk edildiği bir devredir.
İslam itikadına ve hayatına karşı, eğitim müesseseleri, basın, zabıta kuvvetleri ile külli bir taarruz yapılır. Fertten, aileden ve cemiyet hayatından islamiyet silinmeye çalışılır.. “Allah’ın Kitabında “belhum edall” dediği hayvandan aşağı taklitçilerin” meydanlarda cirit attığı bir devre..
Âlim bilinen bir çok zâtın, zaman; ahirzamandır, yevmil beterdir, her gelen gün daha da kötü olacak diye sustuğu, susturulduğu ve köşesine çekilip kıyameti beklediği bir zamandır.
Kurt gövdenin içine girmiş, imansızlık salgını, hususan mektepli gençlere sirayet etmektedir.
Elli sene sonra gelecek neslin Kur’an’la alakasının kalmaması hedeflenmiştir.
İngiliz müstemlekât nazırı Gladiston’un ingiliz Avam Kamalrasında dile getirdiği arzu ve hedefi tahakkuk ettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu şenaatler karşısında feveran edip, kuvvete başvurmaktan başka bir çare de bilmeyen bazılarının Devlete karşı isyan teklifine karşı “maddi kuvvet harice karşı kullanılır. Dahilde menfice hareket olmaz. Bu zamanın cihadı, cihad-ı manevidir” diyen Bediüzzaman, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün dünyaya göstermek için devrinin şerirlerine karşı başlattığı cihadının, yeni bir evresindedir artık.
Hz Ali (K.V) “o zamana yetişirseniz, onlarla muharebe-i bis’süyuf değil, muharebe-i bil’huruf yapınız” tavsiyesinde bulunuyor.
Bediüzzaman, Anadolu’nun tenha bir bölgesine sürgün edilmesini “ben Türk milletinin sinesine gidiyorum” diye karşılar. Mekke ve Medine gibi beldelere gitmesi tekliflerine “ Mekke ve Medinede de olsam buraya gelmek iktiza ediyordu” diye mukabelede bulunur.
Nihayet, islamın hasmı olan devletler ve onların himaye ettiği ifsat komitelerine ve yerli uşaklarına karşı tarihte emsali görülmemiş bir mücadele başlar. Bir tarafta, Devletin bütün imkanlarını kullanan şer cephesi, diğer tarafta, elinde Kur’an, ve zor bulunan kâğıt ve kalemden başka bir şeyi olmayan Bediüzzaman ve etrafında bir kaç saf ve temiz Anadolu insanı vardır.
Matbaalarda basımı yasak olduğu için Kur’an hattı ile elle yazılarak çoğaltılıp muhtaç gönüllere ulaştırılan “Nur Risaleleri” neşrolunmaya başlar.
Kur’an-ı Hakimin manevi bir tefsiri ve elmas bir kılıncı olan Risale-i Nur’lar, muhtaç ve müştak gönüllere ulaştıkça hizmet halesi genişler. İnkişaf eden bu Kur’an ve iman hizmeti, ehl-i ilhadı rahatsız eder.
Bulunduğu yerin emniyet müdürü tarafından Bediüzzaman hakkında doğrudan Devletin zirvesine haftalık raporlar gönderilir. Faaliyetleri adım adım takip edilmektedir.
Fütuhatına mani olamadıkları Risale-iNur’un masum ve fedakâr talebelerinden bir kısmını, başlarında Üstadları Bediüzzaman olmak üzere 1935 senesinde 130 kişi olarak Eskişehir hapsine sevkederler. Bu büyük dava adamını, büyük mücahidi sürgün durduramadığı için hapse atarlar.. Hapiste de durmayan asrın mücahidi, Kur’an nurlarından ibaret eserlerini, hapishane köşelerinde de yazdırmaya ve çoğaltmaya devam eder.
Hapisten sonra bir başka yere, Kastamonu’ya sürgün edilir. Sene 1936 dır. Kastamonuda 2-3 ay karakolda tutulur. Bu süre için Üstad; “beni iki üç ay kadar karakolda misafir ettiler” der. Çünkü, memurlar onun düşmanı değildir. Onların da imanının kurtulmasına çalışır. Karakolun tam karşısında bir eve yerleştirilir. Adresi şöyledir; “ Kastamonu Polis Karakolu Eliyle”
1942 yılına kadar Kastamonu’da tarassut altında hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’ye çok zor şartlar altında devam eder. Ta ki, Denizli Hapsine sevk edilinceye kadar. Denizli hapsinde de bu iman hizmeti devam eder, eserler elle yazılarak çoğaltılıp neşredilir.
1943 te Denizli hapsinden tahliyeden sonra mecburi ikamet yeri bu defa Emirdağ’dır. Burada da Risale-i Nur’la milletin ebedi hayatının kurtulmasına çalışır.
Nihayet 1947 de Afyon Hapsi başlar, Bu büyük dava adamı, o tarihte 75 yaşındadır. Hapiste yine zehirlenir. Yirmi aylık tevkiften sonra tahliye edilir. Afyon hapsi, hayatındaki son hapistir. Ancak sürgün,takip tarassut hayatının sonuna kadar devam eder. Tâ ki 23 Mart 1960 da Urfa’da vefatına kadar.
Bir türlü dizginleyemedikleri bu büyük mücahidin sadece dirisinden değil, ölüsünden de korkarlar. Nitekim, vefatından üç buçuk ay kadar sonra 27 Mayıs 1960 darbecileri, 1960 Temmuz'unda mezarını kırıp mübarek naaşını bir mechule doğru sürgüne gönderirler.
Devletin bütün imkânlarına sahip şer cephesi olan ifsat komiteleri, bu ihtiyar adamdan neden bu kadar korkuyorlardı. Hatta mezarına bile tahammül edemeyecek kadar... Halbuki vefat edip gitmişti.
Ne yapmıştı da ehli ilhadın bitmeyen husumet ve hücumuna maruz kalıyordu.
Memlekette başka ulema ve şeyhler de vardı. Onlardan korkmak yerine, bir kısmına makam ve mevki bile veriyorlardı.
Bu dünyadan göçüp gitmiş olsa bile, bu derece hasım bilmeleri ve hâlâ hücum etmelerinin sebebi şudur; rejimi bina ettikleri ideolojilerinin temel taşlarını tarumar etmiştir. Bunu eserleriyle yapmıştır, yetiştirdiği talebeleriyle yapmıştır.
1923 ten itibaren tesis edilmeye çalışılan rejim, iki temel esas üzerine bina edilecekti. 
1- Allah’ı inkâr, 
2- Ahireti inkâr
İddiaları şuydu;
İnsan ve varlık, kendi kendine veya tabiat veya sebeplerle meydana gelmiştir. Bir yaratıcı yoktur. Hayat da bu dünyadan ibarettir. Doğumla başlar, ölümle biter. Ahiret diye bir hesap yeri yoktur. Dolayısıyla günah-sevap, haram - helal diye bir kavram manasızdır. İbadet lüzumsuzdur.(Haşa)
Fert, aile ve cemiyet hayatı, buna göre şekillendirilecek, buna göre müesseseler teşekkül ettirilecekti. İslamiyetin getirdiği, ahiret merkezli, dünyayı bir misafirhane kabul eden uhrevi bakış açısı yerine, tamamen dünyevi bakış açısına sahip, dünya odaklı bir ideoloji ve hayat tarzı hakim kılınacaktı.
Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin başlarında ilk telif ettiği eser, Allah’ın varlık ve birliğini yani tevhid hakikatını anlatan “Tabiat Risalesi”dir, ikinci telif ettiği eser, 1926 yılında ahiret akidesini anlatan ve ispat eden “Haşir Risalesi”dir. 
Bediüzzaman bundan dolayı,rejim için tehlikeli görülmüştür. Yoksa Devlet idaresi ve siyasete karışmamıştır. İman hakikatlarının izah ve ispatı temel hedefi olmuştur. Fertlere Tahkiki imanı kazandırmayı hedeflemiştir. Kuvvetli, tahkikî bir imana sahip olan mü’mini, dünyevi hiç bir cereyan kandıramazdı çünkü. Tıpkı sahabe-i kiram hazeratının imanı gibi.
Bu büyük dava adamı susturulamamış, mağlup edilememiştir. Fikirleri ve eserleri Vatan sathına ve âlem-i islam aktarına yayılmıştır. Gönüller ve akıllar üzerinde büyük tesirler husule getirmiş ve getirmeye devam etmektedir. Şahsa bağlı bir hareket olmayıp, fikir ve eser odaklı bir iman davası olduğundandır ki, vefatı ile hizmeti durmaz, artarak devam eder.

“SAĞDAN YAKLAŞMA” DÖNEMİ

İfsat komitelerinin hapis, işkence, sürgün, tarassut gibi cepheden hücüm yöntemi ile durduramadıkları Bediüzzaman ve onun eserleri Risale-i Nur’a karşı, vefatından sonra, bu defa “sağdan yaklaşma” metodunu uygulama koydukları anlaşılıyor.
Bu münafıkâne bir yoldur.
Bu taktik, asr-ı saadatte de uygulanıp netice alınmış bir taktiktir. Biraz uzun zaman gerektiren, başlangıçta herkesin anlayamayacağı, anlayanların da diğer insanları ikna etmekte zorlanacağı, ancak sürecin tamamı görüldüğünde farkedilebilen, farkedildiğinde de artık yapacağı tahribatı yapmış olan bir taktik.
İslam halifesi Hz. Ömer ve emsali sahabelerin bile keşfedip farkedemediği münafıkların çağdaş versiyonları devreye sokulur
27 Mayıs darbecileri Diyanet İşleri Başkanlığından Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar aleyhine fetva isterler. Hiç bir Başkan bunu kabul etmez, Bu baskıların yapıldığı dönemlerde Diyanette 1960-1965 arasında beş başkan değişir. Bu sürede değişmeyen bir başkan yardımcısı vardır, “Yaşar Tunagür”. Bu isme daha sonra tekrar değineceğiz.

Darbeciler, arzularına nail olamayınca bir Paşa’yı başkan yardımcısı olarak tayin ederler ve onun girişimiyle Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin ağzındanmış gibi,
Risale-i Nur’a bir reddiye hazırlatırlar ve dağıtırlar. Dağıtırlar ama Mustafa Sabri Efendi’nin vefatından beş yıl sonraki olaylarla ilgili olarak da Mustafa Sabri Efendi konuşturulunca bu broşürün Merhum Mustafa Sabri Efendi ile bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılır ve plan akîm kalır. Dolayısıyla beklenen tesir görülmez.

1955 yılından Erzurumda Nur Talebeleri ile Fetullah Gülen adında bir medrese talebesi tanışır. Çok sık olmasa bile temasını devam ettirir.
O yıllarda her Nur Talebesinin ziyaret edip, görüşmek ve dersinde bulunmak için can attığı Bediüzzaman'ı, kürt olduğu gerekçesiyle gidip ziyaret etmek istemediğini sonraki yıllarda kendisi ifade eder.
Aradan zaman geçer, Üstad vefat eder. F. Gülen, Diyanetin imtihanlarına girer ve imam olarak Edirne’ye atanır. Edirne’de Amerikalılarla tanıştığını söyler.
Sınav belgesinde tahrifat yapılarak1964 yılında vaiz olarak İzmir’e getirilir. (Diyanet İşleri eski başkanı Mehmet Görmez'in açıklaması). Bu süreçlerde Yaşar Tunagür, Diyanet İşleri Başkan yardımcısıdır ve Gülen'in hamisidir.. F. Gülen, İzmir de Nur Talebeleri ile temas kurar, Risale-i Nur derslerine iştirak eder, eline kitap verildiğinde okur.

Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda kalır. Vaazlarında sahabenin fedakârlığı üzerinde durur, hislere hitap eder, göz yaşı döker. Talebelerine Risale-i Nur’ların imani bahislerini okutur, ancak, Risale-i Nur hareketinin istikamet çizgisini belirleyen ictimai meselelere dair bahislerinden uzak tutar.
Etrafta yavaş yavaş Mehdi olduğu, hatta Hz. İsa olduğu yönünde rivayetler dolaşır.
Kendisine, bu duruma neden meydan verdiği sorulduğunda, tevilli cevaplar verir. Şahsiyetini öne çıkarması, Risale-i Nur’ un hizmet düsturlarına uymayan tarzı, Nur Talebelerinin ileri gelenlerinde rahatsızlığa sebep olmakla birlikte, Madem ki, Risale-i Nurdan istifade ediyor diye, bazı Nur Talebelerince hepten tavır konulmaz, zamanla düzelmesi umulur.

12 Mart1971 muhtırası sonrası sıkıyönetim döneminde Nur Talebeleri ile birlikte İzmirde tutuklanır. Mahkeme savunmalarında, şahsının kurtulmasından ziyade, Risale-i Nurları savunan Nur talebeleri gibi bir savunma yapması beklenirken, kendisini kurtarmaya dönük savunma yapması diğer Nur Talebelerinde hepten hayal kırıklığına sebep olur. Duygusal kopuş artar. Hapis sonrası kendi yolunu çizeceğini, ayrı hizmet yapacağını söyleyerek yolunu ayırır.

MÜTTAKİ BİR TAVIRLA MEŞRUİYET SAĞLAMA DÖNEMİ

Ayrılma sonrası, ayrılmaya sebep olarak, Üstadın Talebelerinin onun yolundan sapmaya başladığını, Nur Dersanelerinde eskiden hasır serili iken, kilim serilmeye başlandığını, sonraları halı serildiği, onunla da yetinilmeyip koltuk, kanepe de konulduğu, halbu ki, kendisinin Ebu Zer gibi yaşadığını, bunun için imtizaç edemeyip ayrıldığını söyler.

Vaaz verdiği Cami cemaatinden ve hocalık yaptığı Kur’an Kursu talebelerinden İzmir merkezli bir cemaat oluşturmaya başlar. 1970 li yıllarda Ege Bölgesinde faaliyet gösterirken, yetmişlerin sonuna doğru diğer bölgelere de yayılmaya başlarlar. 
Hitap ettikleri insanlara, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söyleyerek celp edip, F. Gülen’in vaaz kasetlerinin merkeze alındığı bir hizmet tarzı yürütürler. Risale-i Nurları okuduklarını göstermek için kitaplıkta bulundururlar, ancak dışını gözükmeyecek şekilde kaplarlar. Gerekçe olarak da, bazı insanların Risale-i Nur’dan çekindiğini, onun için görünür olmasını istemediklerini söylerler.

İçinde alkol var diye kola içilmez, içinde domuz yağı olabilir diye margarin yenmez. Hazır tavukların nasıl kesilip temizlendiği belli değil diye içinde tavuk eti olan yemek yemezler Gece teheccüt namazına kalktıkları söylenir. Beş vakte ilave olarak akşamdan sonra evvabin namazı kılarlar. Suret caiz değil diye Sızıntı Dergisinde bastıkları insan fotoğraflarının boğazına çizgi çekerler.
Kızların üniversite okumasına karşıdırlar. Tesettürün tam olabilmesi için el ve ağzın da kapatılması gerektiğini söyler ve uygularlar.

Tesettürlü olanlar üniversitede okuyamıyorlar, baş örtüsüz olarak okusalar da ilerde bir hizmete vesile olsalar diye fetva isteyenlere “baş örtüsü farzdır. İlerde hizmete vesile olmak ise bir ihtimaldir. İhtimal için farz terk edilemez, terk edene de ben bacım diyemem” diyordu F.Gülen 

Mensupları tâ o yıllarda kod isimler kullanırlar. Gerekçe olarak da, Devletin durumu mâlum diyerek , zarar görmemek için bunu yaptıklarını söylerler. Aslında o yıllarda dahi cemaat kisveli “örgüt” teşekkül etmektedir.

Seksenli yıllarda Dershanecilik sektörünün gelişmesinden istifade ederek dershanecilik işine girmeleri, okullar ve yurtlar açmaya başlamaları, geniş kitlelere ulaşmalarını sağlar. Peşinden Gazete ve Televizyon sahibi olmaları, reklam ve propaganda imkanlarını genişletir.

Risale- i Nurları okuduklarını söyledikleri halde Risale-i Nur’un hizmet düsturları ile uyuşmayan halleri, Nur Talebeleri tarafından eleştirildiğinde, bu eleştirileri dinleyen üçüncü kişiler; “adamlar sizden daha takva yaşıyorlar, sizin yapamadığınızı yapıyorlar, siz yapamadığınız için kıskanıyorsunuz” tepkisini verirler.

Halbu ki, Nur Talebeleri cemaat olarak, F. Gülen grubunun yaptığı okul, dershane, banka ve diğer ticari faaliyetleri yapmak isteyip de yapamamış değillerdi. Bu tür faaliyetlerin cemaat olarak yapılmasına karşıydılar. Bu tür faaliyetleri ancak, şahısların kendi adlarına yapabileceklerini savunuyorlardı. Çünkü, Risale-i Nur hizmetinin dünyada hiçbir şeye alet edilmemesi gerektiğini, esaslı bir hizmet düsturu olarak kabul ediyorlar ve uygulamaya çalışıyorlardı.

Nur Talebeleri o yıllarda da F. Gülen grubunun tarzlarının yanlış olduğunu dile getiriyorlar, ancak propaganda ve şaşaalı gözüken faaliyetlerinin gölgesinde kaldığı için tesirli olmuyordu.
Yoksa F. Gülen'e karşı ilkesel anlamda en tutarlı eleştiriyi, o yıllarda dahi Nur Talebeleri yapmışlardı.

Bu durumun, dışarıda yeterince bilinip fark edilmemesinde Nur Talebelerinin hizmet tarzı olan “ müsbet hareket” düsturunun da payı vardır. Müsbet hareket düsturu; başka meslek ve meşreplerin adaveti yerine, kendi meslek ve meşrebinin muhabbetiyle hareket etmek demektir. Yani başkasının yanlışı ile uğraşmak yerine kendi doğrusunu yapmaktır.

Risale-i Nur’u da kullanarak, doksanlı yıllara kadar olan dönemlerde sergiledikleri tavır ile millet nezdinde kabul görürler. Bu kabul ve hüsnüzan neticesinde yanlış hareketleri de iyi niyetle karşılanır.
Cumhuriyet döneminde, Devletin dine ve dindarlara karşı olumsuz tavrı, bunların bazı yanlışlarının, dindar camia tarafından açıkça eleştirilmesini engeller.

“AÇILIM” ADI ALTINDA GERÇEK YÜZÜN ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLAMASI

Doksanlı yılların ortalarına doğru yeni açılımlar yapmaya başlanır.
Artık tesettür, füruat olmuştur. Baş örtüsü çıkarılmış, hatta hizmet gerektiriyorsa bikini bile giyilebilirdi. Kola içmemeyi bırakın, gerektiğinde alkol bile içilir hale gelmişti. Margarindeki domuz yağı artık problem bile değildi. İnsan fotoğrafının caiz olup olmamasını tartışmak şöyle dursun, açık-saçık kadınların görüntüsü gazete ve televizyonlarının reklamlarında kullanılıyor ve “hizmet”için para kazanılıyordu.

F. Gülen'in, Nur Talebelerinden ayrılmaya gerekçe gösterdiği Ebu Zer hayatı yaşama tutkusu, mazide tatlı bir anı olarak kalmıştı.
Artık gazetelere, televizyonlara, bankalara, ticari şirketlere sahiptiler. Altlarında son model arabalar, üzerlerinde pahalı elbiseler vardı. Çünkü,”hizmet”öyle gerektiriyordu.

Ordu, Emniyet, Yargı başta olmak üzere Devletin kritik kurumlarında kadrolaşma tamamlanmış, Kemalist vesayet kurumları ele geçirilmiş, Devlet imkânları örgüt amacı doğrultusunda kullanılır olmuştur.. Bunlara yakın olmadan kamu görevine girebilmek, yükselebilmek, iş ve ekonomik hayatta başarılı olabilmek, zor görülmeye başlanmıştır. Bu realite, onlara kalben taraftar olmayanlarda bile, onlara yakın olma zaruretini doğurmuştur.


Bu aşamada, Risale-i Nur açısından bakıldığında ilginç bir durum söz konusudur.
Geçmiş yıllarda, kendilerinin de Risale-i Nur okuduklarını söylemekle birlikte, nazarların o tarafa çevrilmemesi için Risale-i Nur eserlerini itina ile görünür olmaktan uzak tutan, kitaplığa koyma zarureti varsa bile, dışı kaplanmış halde ancak bulunduran F. Gülen müntesipleri, muktedir oldukları yeni dönemde F.Gülen’in konuşmalarını yayınladıkları televizyon programlarında Gülen’in hemen arkasında, omuz hizasındaki kitaplıkta Risale-i Nur eserlerini görünür şekilde vermeleri dikkat çekiciydi. Tıpkı, DEAŞ’ın kelle kesme videolarında, arkada fon olarak kelime-i tevhid bulunan bayrağın ihmal edilmemesi gibi.

Yeni dönemdeki sahiplenme ihtiyacının sebebi ne olabilirdi? 
Halbuki, artık muktedir durumdaydılar, toplumsal meşruiyyet için referans olacak böyle bir sahiplenmeye de ihtiyaçları yoktu. Bundan sonra müntesiplerine Risale-i Nur’ları okutmayı hedeflediklerini düşündürecek bir tavırları da yoktu. Çünkü, Risale-i Nur’ları okumayı hepten bırakmışlardı. Artık F.Gülen’in kitap serisi vardı ve müntesiplerine ısrarla onları okutuyorlardı.

Yeni dönemde, televizyon ekranlarından görünür şekilde, Risale-i Nurları sahipleme görüntüsünün sebebi kısa süre sonra anlaşılacaktı.
Sadeleştirme adı altında, hem muhteva, hem de üslup bakımından, Kur’an-ı Hakîm’in muhteşem bir tefsiri olan Risale-i Nur’ları tahrif.

2010-2011 yıllarında, artık açıktan açığa söyledikleri şuydu; Risale-i Nurlar anlaşılmıyor, biz anlaşılır hale getireceğiz. Halbuki kendiler zaten okumuyorlardı, okuma ihtiyacı da duymuyorlardı. Bu durum, namaz kılmayanların, anlaşılmıyor diye ezanı Türkçeleştirmelerine benziyordu.

F. Gülen, geçmiş dönemlerde Üstad Bediüzzaman’dan bahsetmesi gerektiğinde, Üstadın adını zikretmez ve onun yerine “Söz Sultanı” derdi. Söz sultanı diye vasıflandırdıkları Zat, birden anlaşılmaz olmuştu! Kendileri anlaşılır hale getirecekti!
İki yüzlülük zirvedeydi.

Bu durum, Abdullah İbn-i Sebe’nin müslümanlar arasında güven ve itibar sağladıktan sonra, ifsat faaliyetlerine başlayıp fitne tohumlarını ekmeye başlamasıyla paralellik arzediyordu.
Bilindiği üzere Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe, müslüman olduğunu söylemiş, takva bir tavır sergiliyor, sabah namazına bile mescide en erken gelip ön safta oturuyor, ilim sahibi bir kişilik olması, ona ayrı bir itibar sağlıyordu.
Müslümanlar nezdinde itibarlı hale gelince sosyal bünyedeki asabiyet zaafından da istifade ederek, yavaş yavaş fitne tohumlarını ekmeye başlıyor. "Aslında hilafet Hz.Ali’nin hakkı idi"den başlayıp, tâ "Hz. Ali’nin uluhiyyeti"iddiasına kadar giden bir süreç... Bu günkü Şiiliğin doğuş sebebi.

Tekrar günümüze geldiğimizde, asr-ı saadetteki bazı olayların, ahirzamandakilerle paralellik taşıdığını görüyoruz. Bulunduğumuz noktadan geriye doğru baktığımızda, her iki zamandaki ifsad faaliyetlerinin arkasındaki aklın, aynı akıl olduğu anlaşılıyor.

Münafıkane bu taktik neticesinde maalesef, İslamın hikmet yönünü öne çıkarıp, akıl ve kalbi birlikte doyurup, hususan okumuş, mektepli kitle üzerinde büyük tesir husule getirmiş, islamiyeti; sadr-ı islamdaki saffet-i aslisi ile anlatıp ders veren Risale-i Nur’a muhatap olabilecek Anadolunun saf ve temiz bir kitlesi çalınıp, vatan ve milletine, alem-i islama ihanet eder bir duruma getirilmiştir.

Sahabe-i güzin, o zamandaki müfsid münafıkları, tam olarak nasıl keşfedemedi ise günümüzde de o sebeple tanınmadılar. Onun için, gerek siyasilerin, gerek ilim çevrelerinin ve dindarların FETÖ'ye karşı neden daha önce tavır almadıklarını sorgulamak hakkaniyetle bağdaşmaz. Taa baştan beri farkedilememe sebepleri uzun bir yazının konusu olduğu için burada detaya girilmedi.

Risale-i Nur’u sahiplenir görüntüsü vermenin ikinci amacı;
Cumhurıyetin başından bu yana gelmiş geçmiş hükümetler arasında en dindar ve dine hürmetkâr olan Ak Parti ile girmeyi planladıkları kavgada bir siper ihtiyacı ve Risale-i Nur’ları tahrif etme amaçlarına AK Partinin engel olacak ve Risale-i Nurları sahiplenecek olmasıdır.
Kavgada kendiler galip gelirse, zaten Ülkeye sahip olacaklar ve Risale-i Nur’ları hepten tahrif edeceklerdi. Mağlup olurlarsa da, Risale-i Nurlar, FETÖ nün sahiplendiği kitaplardır, FETÖ cülerle bunları okuyanların hepsi aynı, bunların birbirinden farkı yok algısını oluşturup,AK Parti Hükümetine Nur Talebelerini ezdirmek hedefi vardı.

Onun için AK Parti Hükümetinin Diyanet vasıtasıyla Risale-i Nurları sahiplenmesinden hiç hoşlanmadılar. Hatta o tarihteki Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez aleyhine başlattıkları yıpratma kampanyasının önemli bir sebebi buydu. AK Parti Hükümetinin Risale-i Nur’ları korumayı amaçlayan Kanun çıkarmasını hazmedemediklerinden, Kanun’un iptal edilmesi için, CHP ye Anayasa Mahkemesinde dava açtırdılar. CHP, güya Risale-i Nurların özgürlüğünü düşünüyordu!.

Bu süreçte, ilginç bir FETÖ operasyonu da Yeni Asya Gazetesinde gerçekleşmişti.
Yeni Asya Gazetesi, yetmişli yıllarda Nurcuların naşiri efkârı olarak yayınlanmış ve öyle de bilinmiş bir gazete iken, seksenlerin başından itibaren bu özelliğini kaybetmiş, sonraki yıllarda da F.Gülen ve Cemaatine karşı muhalif tavır sergilemiş küçük trajlı bir gazeteyken, artık arkasında cemaat denilecek pek kimsenin kalmadığı 2010 dan sonra imtiyaz ve sahiplik hakkını elinde bulunduranlar FETÖ’nün kontrolüne girmişti.
FETÖ, kendi gazetesi Zaman’da dile getirmek istemediği fikirleri Yeni Asya Gazetesinde yazdırıyordu.. Çünkü ne de olsa, olayların aslına vakıf olmayan üçüncü kişiler, Yeni Asya Gazetesini hâlâ Nurcuların gazetesi diye biliyorlardı. FETÖ de işte bu algıdan yararlanmak istiyordu. Yani, bakın bu kavgada Nurcular da benim yanımdalar ve Hükümete karşılar mesajı verilmek isteniyordu. Gerçi, AK Parti Hükümeti olayların farkında ve Nur Talebelerinin tavrını biliyordu. Ama yine de FETÖcüler halkın kafasını karıştırmayı hedefliyorlardı.

Nur Talebelerinin kendileri ile beraber olduğu algısını oluşturup Risale-i Nur’lara karşı dindar camianın tavır almasını sağlamak ve AK Parti Hükümeti eliyle Nur Talebelerini ezdirerek, CHP zihniyetinin cepheden yapamadığı şeyi, sağdan yaklaşmak suretiyle AK Parti eliyle yaptırmak.

Fetullah Gülen’in, Nurculuk ve Risale-i Nur’larla ilgisinin esası, özeti budur.

FETÖ BENZERİ OLUŞUMLAR

1985 yılında hukuk fakültesi talebesi iken hocamız olan ve 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanlığını da yapan Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı bir hafta derse gelmemişti. Takip eden hafta derse girdiğinde, önceki hafta derse girememe gerekçesinin, o hafta kollegyum tarzı (bir çeşit panel) bir toplantıya davetli olarak Fransa’ya gitmesi olduğunu ifade ettikten sonra, toplantıya, Fransa’nın akademisyenlerinden, entellektüellerinden ve devlet adamlarından katılım olduğunu, toplantıda, Fransada artan müslüman nüfusa karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin konuşulduğunu, çünkü, o tarih itibariyle Fransadaki nüfus artış hızı ve müslümanlaşma tirendi dikkate alındığında 2050 yılında Fransada müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturacağı, bu duruma karşı ne tür tedbirler alınması gerektiğinin tartışıldığını söylemişti. (Kendisi, müslümanlardan korkulmaması gerektiğini, Anadolu’da yüzyıllarca diğer din mensupları ile müslümanların barış içinde birlikte yaşadıklarını ifade ettiğini de ekleyerek.)
Bu konu, şüphesiz ki sadece Fransa ve o tarihle sınırlı değildir. Batıda hristiyanlığın gerilemesi, gençlerinin ve entellektüellerinin hristiyanlıktan uzaklaşması ve akıllara ve kalplere hitap eden islamın, yükselen değer olması, batı insanının aradığı hakikate cevap verir özelliği sebebiyle, batının siyasetçilerini ve derin mahfillerini islama karşı tedbirler almaya sevk ettiği anlaşılıyor. Batının, hakikat arayan insanlarına daha uygun bir alternatif sunamadığından, uygun alternatif olan islamı kötü, gaddar, vahşi gösterme yolunu seçtiği anlaşılıyor.

Küresel ölçekte El Kaide, Deaş, Boko-Haram gibi örgütlerin bu rolü oynaması için organize edildiği, müslüman olan Türkiye’de ise, bu sayılan örgütler ve benzerleri işe yaramayacağından, müslüman kitleyi dine bağlayan ve islamî şuur kazandıran, ehl-i sünnet çizgisindeki sahih cemaat ve tarikatlardan, dolayısıyla islamdan uzaklaşmasını sağlayacak fetö ve benzeri yapıların oluşturulduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu tür yapıların kötü neticeleri gösterilerek, vatandaşlarımızın her türlü islamî cemaat ve tarikatlardan uzak durmalarının sağlanması amaçlanmıştır.

İslamın ana omurgasını oluşturan ehl-i sünnet çizgisindeki cemaat ve tarikatlardan uzaklaşma halinde, tam da küresel ifsad komitelerinin oyununa gelinmiş olunacaktır.
Böylesine sofistike bir saldırıya maruz kalan islam dünyası, buna karşı laiklikle, sahih islamı temsil eden cemaat ve tarikatlardan uzak durmakla cevap veremez. 

Bir hastalığın aşısı kendi cinsi içinde saklıdır. İslami bünyeyi bu tür parazit yapıların oluşturduğu hastalıklardan korumak için, “doğru islamiyeti ve islamiyete layık doğruluğu” yaşayan ve telkin eden cemaat ve tarikatlar daha çok teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Doğru ve sahih olanı seçmekteki kriterimiz ve mihengimiz, Üstad Bediüzzamanın ifadesiyle “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.” 
Kimseye, mihenge vurmadan körü körüne itaat ve teslimiyet gösterilmemelidir.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”

“Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.
S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz.
C- Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”

Bunu anlamak için sorumluluk sebebimiz olan aklımızı kullanmalıyız.

Yine Bediüzzaman’ın “Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara'yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev'-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.” İkazını unutmadan.

Konuya, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri açısından bakıldığında,
Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’ın, bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-iNur’a karşı insanların, hususan Anadolu halkının teveccühünü kırmak için teşekkül ettirilen yapılar Fetö den ibaret değildir.

Yetmişli yıllarda Nur talebeleri’nin içine girmeye çalışan ancak,nur dersanelerinden kovulan Müslüm Gündüz adındaki kişinin garip kıyafetler ve elinde sopasıyla aczimendilik adıyla Bediizzaman’ın adını kullanarak ortaya çıkması ve yirmisekiz şubat sürecinde verilen rolü oynaması,
Adnan Oktar’ın yine yetmişlerin sonunda “Adnan Hoca” namıyla ortaya çıkıp Risale-i Nur ları referans aldığını söyleyerek fikirlerine alet etmeye çalışması,
Kendini peygamber ilan eden sahte peygamber Iskender Evrenosoğlu’nun kendine geldiğini söylediği “kitabına” “Risalet Nurları” adını vermesi ile Risale-i Nur’lara karşı zihinlerde oluşturmaya çalıştığı karmaşa,
Kendisini tarikat şeyhi olarak gösteren bir parti Baş’ının Atatürk’ü islamiyet hamisi ve hafız ilan edip, Bediüzzaman’ı ingiliz ajanı gibi gösterme çabaları,
sıradan, tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkan hareketler olmasa gerek.
Bütün bunlar, islamiyet düşmanı ifsad komitelerinin, Kur’an müdafii Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a karşı, cepheden vurulamayan darbenin , sağdan yaklaşma taktiği ile vurulabilmesi için tasarlanan aparatlardır. Ekilen fitne tohumlarıdır. Fitne tohumunun hangisi neşvü nema bulursa onun üzerinden ilerleme taktiğidir.

“YENİ DEVLETİN” TAVRI

AK Parti ve onun İslam kahramanı lideri Tayyip Erdoğan, olayların ve sinsi planların farkında olduğundan bu dessas plan, O’nun feraseti, Allah’ın inayeti ile akîm kaldı.

FETÖ’nün Devlet’te yaptığı tahribat, kısa sürede giderilebilir. Hatta Devletin yeniden dizayn edilmesi için fırsat olarak da görülebilir. Ama sosyal ve dini bünyede yaptıkları tahribat kısa sürede giderilecek gibi gözükmüyor.
Bugün, aileler çocuklarını üniversiteye gönderirken sıkı sıkı şu tenbihte bulunuyorlar “aman yavrum, cemaat ve tarikat gibi şeylerden uzak dur”.
Bu uyarıya muhatap olup, cemaat ve tarikatlardan uzak duracak gençleri, bugün sokakta, medyada, internet vasıtasıyla bilgisayar ve cep telefonunda nelerin beklediği, cemaat ve tarikatlara uzak olanların nelere yakın olacağı, hamiyetli insanların en büyük endişesi olmalıdır.

FETÖ’den sonra, Adnan Oktar ve çetesine yapılan ve bundan sonra benzer oluşumlara yapılacak operasyonların amacı, “eski Devlet” ve arkasındaki derin güçler tarafından, ehl-i sünnet çizgisinde faaliyet gösteren ve müslüman toplumun omurgasını teşkil eden sahih cemaat ve tarikatları ifsad etmek için kurulup, kontrol edilen yapıların “Yeni Devlet”tarafından tasfiye operasyonudur.
Yeni Devlet ve onu idare etmek için seçilenler, hilafetin sahipleridir. Onun gereğini yerine getireceklerdir inşaallah.

Selim Alpdoğan
http://adar.org.tr/tr-TR/kose-yazilari/6314/risale-i-nura-karsi-munafikane-plan-feto-gercegi
Devamını Oku »

Şiddet Avrupa'nın Tanrısı !

TOPLU BİR BAKIŞ  Şiddet: Avrupa'nın Tanrısı

Avrupa, Makyavel'den beri kasideler okur şiddete. Hristiyanıyla, maddecisiyle, sosyalistiyle bir sara nöbeti içindedir. Ama  şiddet, tarihin hiçbir döneminde çağımızdaki kadar yüceltilmemiştir. Sorel'in "Şiddet Üzerine Düşünceler"iyle başlayan bir isteri nöbeti, Batı'nın sözde irfanını bir cinayet kışkırtıcısı derekesine düşürdü. Camus doğru söylüyor: "Maverayla göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan." Öldürmek, maddeci Batı'nın alın yazısı.

Kendini ve daha da çok başkalarını öldürmek. İnsan insandan iğreniyor. Bir ana kucağı olan tabiat sonsuz bir mezbele.  Şehirler, kan deryası.

Büyücü çırağı, topraktan fışkırttığı ifrit tohumlarını tekrar yerin dibine sokmak için var gücüyle tedbir arıyor. Ne yazık ki şerrin kaynağına bir türlü inemedi. Biz de temelleri çatırdayan bu yalancı, bu katil medeniyetin şuursuz bir taklitçisi olarak aynı ölüm karnavalına katılmış bulunuyoruz.

Batı'dan ayrıldığımız tek taraf: Şuursuzluk.

Çılgınlığımıza "bilimsel" bir yafta yapıştırdık: Anarşizm. Oysa bu kör doğuşunun hiçbir izm'le uzak yakın münasebeti yoktur. Maâşerî bir kuduz, bir kendi kendini tahrip cinneti. Avrupa kendi yarattığı ifritleri tepelemek için elinden geleni yapıyor. Evliya‐ı umur (iş başındakiler) Batının bu gayretlerinden topyekûn habersiz.

Tekerlemelerle avunmağa çalışıyoruz. Oysa bu büyük yangını  şairane lakırdılarla söndürmeğe yeltenmek fikrî sefaletimizin hazin bir hücceti, hazin ve lüzumsuz. Önümde bir kitap duruyor: 1975'de Londra'da basılmış.  Adı: Şehir Terörizmi.  Yazan: Anthony Burton.

Aydın denen devekuşları, niçin bu ikaz edici neşriyata eğilmezler?

Devlet‐i Aliye'ye gelince... Nizama perestiş eden ceddimiz için nizamı tahribe yönelen her davranış  çılgınlıktı. Sultan faniydi, saltanat ebedî. Gerçi isyan ve iğtişaş (karışıklık) insanlık tarihinin kaçınılmaz afetleri. Ama Osmanlı'da hiçbir ayaklanmanın hedefi devleti yok etmek değildir.

Anarşi, anomi, terör.,.

Hangi adla yâd edilirse edilsin, korkunç bir buhranın pençesindeyiz.   Teceddüd illetinden doğan bir buhran.   Bin yıllık bir medeniyet parça parça yıkılır, toplum hayatına yön veren inançlar yok edilirken, şuursuz bir intelijansiya sevinç çığlıkları atıyordu. Ama zelzelenin yaptığı ve yapacağı tahribatı bütün dehşetiyle sezen ve mezar kazıcılara "Ne yapıyorsunuz?" diye haykıran vicdanlar da yok değildi.

Mustafa Sungur'un kitabı (Anarşi, Sebeb ve Çareleri, 1978), Bediüzzaman'ın bu korkunç felaketi önlemek için nasıl yarım asır çalıştığını anlatıyor. İktidar, kulaklarına pamuk tıkamayıp Nurslu Münzevi'nin ihtarları üzerinde düşünmek zahmetine katlansaydı. Ülkenin akıbeti bu kadar hazîn olmazdı belki.

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE,

"dini terk edip  İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet‐i mutlaka'ya düşer, anarşist olur".

"Ruhunda kemâlata medar hiç bir halet kalmaz, vicdanı tefessüh eder, hayât‐ı içtimaiye için bir zehir olur".

"Laubaliler iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiç bir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar."

Müslüman başka bir dine giremez. Ne Hıristiyan olabilir, ne Yahudi, ne de Bolşevik.

"ÇÜNKÜ BİR  İSEVÎ MÜSLÜMAN OLSA, İSA ALEYHİSSELÂMI DAHA ZİYADE SEVER. BİR MUSEVÎ

MÜSLÜMAN OLSA, MUSA ALEYHİSSELÂMI DAHA ZİYADE SEVER. FAKAT BİR MÜSLÜMAN

MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESSELAMIN ZİNCİRİNDEN ÇIKSA, DİNİNİ  BIRAKSA, DAHA HİÇ BİR

DİNE GİREMEZ, ANARŞİST OLUR."

Cemil Meriç
Devamını Oku »