İstiklâl Mahkemelerinin Hukuk Anlayışı

İstiklâl Mahkemeleri, temel adalet icapları ile hukukun genel prensiplerine uyma bakımından bir gayret içinde olmadıkları gibi, kanunla ve Meclis kararıyla kurulmuş olmalarına rağmen kanunlara uyma hususunda da hassasiyet göstermek ihtiyacını hissetmiyorlardı. “Şark İstiklâl Mahkemesi’nde Savcı Süreyya Bey’le tartışırken, üyelerden Müfit Bey'in 'Bizim belli, millî bir amacımız vardır. Ona varmak için arasıra kanunun üstüne de çıkarız’ demesi egemen anlayışı yansıtmaktadır.”

M.Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek-Parti yönetiminin Kurulması,169
Devamını Oku »

Cemaleddin Hoca ve İlk Dinde Reform Gayretleri (2.Yazı)

Cemaleddin Hoca ve İlk Dinde Reform Gayretleri (2.Yazı)

6 Nisan 1926 tarihli gazeteler menşetlerinde “Dinde Reform’ ’ diyerek Göztepe Camii İmamı Hacı Cemaleddin Efendinin ‘‘Türkçe Namaz Kıldırdığından” haber veriyordu. Aynı tarihli Vakit gazetesi, Cemaleddin Hoca’nın akşam namazım kıldırırken, birinci ve ikinci rekatlarda okuduğu arapça süreleri, tamamen Türkçeleş¬tirerek okuduğunu haber vererek, okunan ihlas sûresinden örnekler veriyorlar, Cemaleddin Hoca’nın namaz kıldırırken okuduğu ihlas sûresi şöyle idi:

‘‘De ki, o Allahtır, Allah herkese yetişen Ulu Mevladır. O doğurmamış tır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun dengi olmamıştır.”

Bu ilk Türkçe namazın ardından (7) Cemaleddin Hoca gazeteciler vasıtasıyla yönetime “münevver”, “aydın” hoca diye takdim edilmiş ve böylesine cesur davranan bir hocanın mükafatlandırılması istenmiştir.

Aslında Göztepe Camii imamı Cemaleddin Hoca, yine 22 Mart 1926 Cuma günü ilk Türkçe hutbe denemesinde bulunmuş ve hutbeyi arapça dua ve ayetler dahil tamamen Türkçe okuyarak tamamlamıştır.(8)

Cemaleddin Hocanın» cemaatın da tepkisini alan ve “böyle hutbe olmaz,namaz fasıd oldu” dedirten Türkçe hutbesi şöyle idi:

Ey ululardan ulu Tanrı! Sana hamdederiz. Bütün alemleri yoktan vareden ve onlara rızık veren Sensin. Sana şükrederiz. Bütün mahlukat içinde insanları en mükerrem yaratan Sensin.En şerefli kulunu, doğrulunda şüphe etmediğimiz büyük kitabınla bize hak Peygamber olarak gönderdin. Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz. Ey Ulu Tanrı bizi imandan ayırma.

Ey Müslümanlar! Ulu Tanrı buyuruyor ki :

“Bazı insanlar : “Allah’a ve ahiret gününe inandık, biz de müminiz” derler. Böylelikle Allah’ı ve müminleri aldatmak isterler. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar. Ve böyle yaptıklarını da anlamazlar. Onlara : “Dünyayı fesada vermeyiniz” denildiği zaman : “Hayır! Biz ıslah ediyoruz” derler. Halbuki ifsat ederler, lakin anlamazlar.Kendilerine : “Herkes gibi iman ediniz” denildiği zaman : “Biz aptallar gibi mi inanacağız?” derler. Halbuki kendileri aptaldırlar. Bunu bilmezler!. Allah ile yaptıkları ahitleri bozanlar, Allah’ın birleşmeyi emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünü fesada verenler hüsrandadırlar. Islah edilen yeryüzünü ifsat etmeyiniz. Allah ifsat edenleri sevmez. Kendiniz yapmadığınız iyilikleri başkalarına nasıl tavsiye edersiniz? Kitabı okuyorsunuz, hiç düşünmüyor musunuz?” (Bu Ayetler Atatürk tarafından seçilmiştir).

Ulu Tanrım, hak ve adaletle hareket edenleri Sen payidar eyle. Cumhuriyetimizi ve Türk milletini Sen muhafaza eyle. Türk ordusunu havada, denizde ve karada daima muzaffer eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Mahsulatımızı her türlü afetlerden sakla. Mubarek şehitlerimize ve ölülerimize rahmet eyle.

Allah adil ve ihsan ile emreder. Akrabanızdan muhtaç olanlara muaveneti emreder. Fuhşu ve kötülüğü ve haksızlığı nehyeder. Allah size nasihat veriyor. Umulur ki düşünürsünüz.

Hiç bir mecburiyeti yokken ve Diyanet işleri Başkanlığından da bir genelge gelmeden Türkçe namaz kıldırıp, Türkçe hutbeler okuyan Göztepe Camii imamına gazetecilerin tersine halktan büyük tepkiler gelmişti. Ve İstanbul’dan bir grub cami cemaati sırf bu yüzden hocayı Diyanet İşleri Resliğine şikayete gelmişti. Reis Rıfat Börekçi bile “Bu kadarı fazla” diyerek, Göztepe Cami imamının hareketini tasvip

etmediğini bildirmiş ve halkın tepkisinin büyümemesi için de iki hafta Cemaladdın Hocaya görevden men cezası vermişti.

Nitekim cezası biter bitmez söylediğimiz tarihte, 6 Nisan 1926 tarihinde Göztepe Camii imamı daha ileri giderek, camide namazla birlikte ibadetin her türünü Türkçe ile yapmaya başlamıştı.(9)

Cemaladdin Hocanın, Diyanet işleri Reisi Rıfat Börekçinin bile kızmasına ve onu geçici olarak (İS gün/iki hafta) görevden almasına sebebiyet veren davranışları için Ahmet Ağaoğlu, 11 Nisan 1926 tarihli Milliyet Gazetesinde: Nasıl oluyor da, Diyanet İşleri Reisi, Bir inkilapçı hocayı cezalandırıyor?” diye bir yazı yazmıştı.

Sözkonusu yazıyı ehemmiyetine binaen buraya aynen aktarıyorum:

İstanbul camilerinden birinde, Türk hocalardan birisi, Türkçe namaz kılmış ve birçok Türk müminleri de devletin temeli olarak kabul eylemiş bir memlekette bunun kadar tabii bir hadise olabilir mi? Fakat eyvah ki tabiilik ve mantık hala birçoklarının dindarlığına yerleşememiştir. Anlaşılıyor ki bazıları hadiseye itiraz etmişler ve hocayı Diyanet İşleri Reisliğine şikayet eylemişlerdir.

Tekrar soruyoruz, Hocanın kabahati nedir? Hangi kanun ve hatta şeri şerifin hangi düsturu Türkçenin dualarda kullanılmasını menetmiştir? Türkçe haram bir lisan mıdır? Şeri şerifce haram bir lisan var mıdır? Hiç unutmam, vaktiyle İstanbul Türkocağı’nda verdiğim bir konferansta Hazreti Kuran‘ın Türkçe’ye tercümei lüzumunu ileriye sürmüştüm. Bunun din namına Türklerin Hazreti Kuran‘dan istifade edebilmeleri namına söylemiştim. İkinci gün mahut Abdülaziz Çaviş -ki elyevm (halen) Mısır’da Arap vatanperverliği ile meşguldür- Beyazıt camiinde bir mevize vererek benim mürted olduğumdan ve benim için tecdidi iman ve nikah lüzumundan bahsetmişti.

Çaviş’in haleti ruhiyesini ve onu tahrik eden saikleri (nedenleri) pek iyi anlarım. Bilatefriki (ayrım yapmadan) ırk ve cins bütün beşeriyetin halas ve necatı (kurtuluşu) için nazil olan bu mukaddes kitabı ve bu kitabın muhatabı olan mukaddes bir vücudu yalnız bir kavmin malı addederek, diğer kavimlere lisanlarını ve şuurlarını kaybettirerek o kavmin peyrevi (taklitçisi) olmalarını arzu edenler için böyle bir hareket gayet tabiidir. Onlar için Türkçeyi kullanmak bir irtidat (dinden dönme) ve Türklükten bahsetmek de bir delalettir (sapıklıktır). Allah yalnız Arabın Allah’ıdır ve Arapçadan başka bir lisan kullananları ne dinler, ne işitir ve ne de anlar. Ecdatlarımızı buna inandırmamışlar mıydı? Güzel Türkçemizle uğraşmayı abes ve hatta günah bir fiil gibi telakki etmeye ikna etmemişler miydi?Türk kelimesinin tahkir (aşağılık) ve istihfaf (küçüklük) ifade ettiğini bize kabul ettirmemişler miydi? Lisanımızı, şuur ve vicdanı millimizi bu tetebbuat sayesinde kaybetmek üzere değil miydik? Araptan ziyade Arap, Acemden ziyade Acem olmak üzere değil miydik? Bizi bu hale getirenler aynı zamanda bizi Hazreti Kuran‘dan, İslamiyetin ali (yüce) manalarından mahrum ettirmişlerdir.

Türk fiilen dini membalardan mücerret olduğu, kıldığı namazın yaptığı duaların bile manalarını anlayamadığı için dininden de mahrum kalmıştır. Din yerine kafasında ve kalbinde asla alakası olmayan ve dine taban tabana zıt bulunan hurafat ve israiliyat taşımakta idi.

Fakat bereket versin ki gözlerimiz geç de olsa açıldı. Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı idrak ettik. Ne Müslüman olmak Arap olmak ve ne Türk olmak Müslüman olmamak demek olmadığını öğrendik. Bilakis hakiki Türk olmak aynı zamanda hakiki Müslüman olmak demek olduğuna kani olduk. Zira vakalar ve hadiseler isbat etti ki Müslümanlığı müdafaa, muhafaza ve idame ettiren yegane hakiki amil Türk imiş. Türksüz Müslümanlık yaşamaz, yaşayamaz. Binaenaleyh Türk manen kuvvetli olmalıdır ki Müslümanlık da manen ve maddeten kuvvetli olsun.

Bunun için de Türk mefhumunu ifade eden bütün maddi ve manevi amiller inkişaf etmelidir. Mezkur amiller arasında en mühimleri, Türkün lisanı ve Türkün şuurlu dinidir. Türk lisanının her sahada inkişafı, bütün sahalara hakim olması ve bütün sahalarda kullanılması lazımdır. Dinin şuurlu olması için de Türk o dinin menbaı olan Hazreti Kuran‘la Kuran’ın emrettiği bütün dua ve niyazlarla doğrudan doğruya temas etmelidir. Onları anlayarak feyz almaya çalışmalıdır.“

Türk milleti altı seneden beri yaptığı muazzam mücadeleyi sırf kendisinin bu inkişafı için icra etmektedir. Yoksa lisanı da, dini de ve hayatının diğer tecelliyatı da eskisi gibi kalacaksa bu mücadeleden fayda ne olur? Bu nokta nazardan Türkçe namaz kılmış olan hoca hem lisanımızın ve hem dinimizin inkişafına yani yaptığımız mücadele ve inkilâbın esaslarına hizmet etmiştir. O halde böyle bir hoca nasıl oluyor da ceza görüyor ve nasıl oluyor da inkilâbın başında bulunan bir riyaset böyle bir hocayı icrayı vazifeden men ediyor’?(10)

Ahmet Ağaoğlu’nun 11 Nisan 1926 tarihli Milliyet Gazetesindeki bu yazısı üzerine, Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi çok sinirlenmiş ve halkın aşırı tepkisini de fırsat bilerek: “Inkilapçılık ayrı, namaz olayı ayrıdır. Türkçe namaz kılmakla dinimizin inkişafına çalışıldığını ve böylece de inkilâbın esaslanna hizmet etmiş olunduğunu söylemek abestir ve inkilabı anlamamaktır” diyerek kamuoyuna bir cevab da bulunmuştur. Rıfat Börekçi, gazetecilerin alkış tuttuğu “Türkçe Namaz” için de: “Türkçe Namaz Kılınamaz”. Ayetler ve sureler aslı gibi Arapça okunmalıdır” diye bir fetva vererek Türkçe namaz meselesini kapatmıştır.(11)

 

Merkezden Taşraya Standart Hutbeler!

Göztepe Camii olayından sonra, beş uzmandan kurulu birleşik komisyon, 1926 yılı sonunda Diyanet İşleri Başkanlığına bir reform taslağı ile 58 örnek hutbe sundu. Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi bütün camilerde aynı hutbenin okunması ve

Türkiye'deki bütün imamların cemaatı benzer şekilde yetiştirmesi için bu örnek hutbeleri müftülükler vasıtasıyla bütün yörelere dağıtmış oldu.

Rıfat Börekçi müftülüklere yolladığı bildiride, namazda ki fatiha sûresi dahil bütün ayet ve surelerin arapça olacağı, hutbelerin ise, başlangıç ve bitiş dualarıyla birlikte hutbede okunan hadislerin arapça olacağım, fakat bunların Türkçe açıklamasının anlamla beraber yapılabileceğini bildirdi. Rıfat Börekçi aynca öğüt yolunda yapılacak dua ve tavsiyelerin, Türkiye Cumriyeti Devleti adına olacağım ve topla¬nacak yardımların da “Tayyare Cemiyeti”ne, “Hava Kuvvetleri “ne verileceğini belirtti.(12)

Şapkayla başlayan din - devlet çatışması ister istemez zamanla dinde reform hareketlerine ve dinin denetim altına alınmasına sebebiyet vermiştir. Bir diğer ifadeyle artık Türkiyede vahiy dini olan İslâm yerine, kanun dairesinde kalan ve devlet denetiminde olan bir İslâm yaşanmaya başlamıştır. Devlet denetiminde yaşanan reform İslâmlığı yer yer devletten daha ileri giderek 3 Mart 1924 tarihinde kurulan Diyanet İşleri Reisliğine önayak olmuştur. İlk Diyanet İşleri Reisi olan ve reisliği ölümüne kadar (1941) devam eden Rıfat Börekçi’nin başkanlık dönemi, devlet denetiminde yaşanan İslamlığa ve ondan da öte İslâmdaki reformasyona çok çarpıcı örnekler teşkil etmiştir. Dinin denetim altına alınması ve dinde reformlara gidilmesi üstelik hem diyanet nezdinde ve hem de devlet nezdinde laiklik adına yapılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasından ve din eğitimini yasaklayan, medreselerin kapatılmasını sağlayan kanunlardan sonra devlet, yoğun bir şekilde dine karışı adımlar atmaya başlamıştır.(13)

 
Devamını Oku »

Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)


Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)

Şevket Süreyya inkılâpların bittiğini söyleyen İstiklâl Mahkemesi Başkam Ali Çetinkaya'nın bu değerlendirmesi için şunları söylüyor:

“Halbuki o târihlerde Türkiye hiç şüphe yok kı hır inkılâp yaşıyordu* Bu inkılab bitmemişti. Fakat görünüyordu ki bazı insanlar bu inkılâbın Önünde değil, ardında koşuyorlardı. Çankaya'da yerleşen insan, bu inkılâpların listesini, bu insanların ne çare ki evvelden bildirmemişti. öyle görünüyordu kı. Çankaya'da yeni bir inkılâp hamlesinin saati çalınca, bu hamle Meclıste hemen bu kânun haline gelıyodu. O zaman her şey kolaylaşıyordu. O zaman, başına kânundan önce şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince ünlü bir müderrisi (Atıf Hocayı) şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu

“Almanya'da inkılâp olmaz çünkü kanunen memnudur ! diyen Heine'nin sözünü biraz değiştirerek bizim içinde söylemek kabildir;

Türkiye'de her inkılab olur.Fakat ancak kan yoluyla..''

 

İnkılâp Tüccarları

İşte Âtıf Hocayı muhakeme eunış olanlar hu şekilde inkılâbın ticaretini yapan kişilerdi. İlk başta karşı çıktıkları inkılâba, daha sonra inkılâp kânunlaşınca dört elle sarılıyor. Daha doğrusu öyle görünerek “gemilerini yürütüyorlardı.” Bu şekilde yaparak hem mevki ve makamlarını muhafaza ediyor. Hem de yeni dünyalıklar kazanıyorlardı.

Atıf Hoca ve Anadolu'nun dört bir yanından toplanan binlerce insan işte bu “inkılâp tüccarları’nın insafına terkedilmişlerdi. Bu “inkılâp tüccarlarından” Kılıç Ali gibi olanlar muhâkemeyi bile lüzumsuz görüyor ve “kurbanlık koyun gibi” önlerine getirilen maznunların işini hemen oracıkta bitirmek istiyordu. Hattâ idam cezâsı vermekle de hıncını alamıyor, darağacına götürülen mazlumlara habire hakâretler yağdırıyordu.

Yakın tarihimizde apayrı bir yer tutan istiklâl Mahkemelerinin iç yapısını tanımak için Şevket Süreyya’nın verdiği bu misaller bile kâfiydi. Şayet bu yetmezse, Atıf Hocanın muhâkemesine bakmak bile bu mahkemelerin ne durumda olduğunu anlamaya kafi.

Şapka Kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle muhakeme eden İstiklâl Mahkemesi sık sık kendi koydukları usulleri ve çıkarılan kânunları kendileri çiğniyor vehiçbir suç delili bulamadıklan kişilere, “Niçin şapka giymedin?” diye soruyordu. Sanki şapka giymek kânunen mecburiymiş gibi...

Kânuna göre şapkayı parlamenter ve devlet hizmetinde bulunanlar giyecekti. Bütün vatandaşların şapka giyeceğine dair kayıt yoktu.

İşte bu şekilde muhakemelerle yüzlerce kişi hakkında idam cezâsı ve yüzlerce vatandaş hakkında da ağır hapis cezâsı veren istiklâl mahkemesi, bütün bunlarla kanmamış gibiydi. Şapka ile ilgili dâvâlara bakma rekoru kıran Ankara İstiklâl Mahkemesi gözünü bir büyük “ava” dikmişti. Bütün hınçlarını ve öfkelerini Atıf Hocadan çıkarmak istiyorlardı. Ancak gelgörelim ki, Âtıf Hocayı “suçlu” gösterebilecek en ufak delilleri yoktu. Ne bir belge, ne bir kitap, ne de şahitlerin ifadesi... Tek delil kânunun neşrinden hayli önce piyasaya çıkmış “Frenk Mukallitliği” eseriydi.

Sıra Âtıf Hoca’da

Şâhitler dinlendikten sonra sıra Âtıf Hocaya gelmişti. Âtıf Hoca ifadesinin baş kısmında Mahkeme Reisinin sorduğu somlara cevap verirken siyasetle meşgul ol-madığını belirtmişti. Daha sonra Reisle Âtıf Hoca arasında geçen diyalogu Necip Fazıl şu şekilde naklediyor:

Reis, karanlık gözleriyle Atıf Hocanın saffet dolu yüzüne tükürdü:— Boyuna siyasetle uğraşmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan başka işiniz olmadığını iddia edenlervar..Atıf Hoca mırıldandı:— Olabilir! Bir şeyin söylenmesi başka, yapılıp yapılmadığı başka... Benim hayatım meydanda... İşimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne şekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmetetmek için yazdınız?

 

Taklitçiliğin Her Türlüsü Kötü

“Senelerce evvel ve mücerret bir gâye uğrunda yazdım... Şahsiyet sahibi olma gâyesi... Yoksa şu veya bu hükümet teşebbüsüne karşı durma fikriyle değil... Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali!... Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra şahsiyete ve milli ananeye sadık kalmanın örneği... Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupa-nın bütün ilmini, fennini, usûlünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daimâ ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gâye, Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır, nerde bulsa alır’ meâlindeki hadis gereğince, Avrupa’yı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek hazmederek benimsemek... Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet ve vâhidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düşmemek... İşte bu gâyeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi hedef tutamayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde, ancak 1340 (1924) yılında başarabildim...

Devlet ve Resmî Makamlar İzin Veriyor (6)

“Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

“Bu suale bilhassa ‘evet! * demek isterim. Hem de şuna buna bağlı değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikişer nüshasını İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tedkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar. ‘Hoca efendi, çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz! dediler. Usûl icabı olarak da eserin resmî neşir müsaadesini verdiler.

Reis şaşkın:

* Demek böyle oldu?

“Aynen böyle oldu! Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmiştim.**

Önce Alkış, Sonra Muhakeme

İhtilâl ve devrim geçirmiş her ülkede olanlar, o târihlerde ülkemizde de ol-maktaydı. önce alkışlanan kişiler, kısa bir müddet sonra öldürülebiliyordu. önce takdirlerini bildirenler, bir müddet sonra “devrime ayak uydurmak için* şiddetle tekdir edebiliyorlardı.

Âtıf Hoca hâdisesinde de öyle olmamış mıydı? Resmî vazifeliler 1924 yılında Atıf Hocayı takdir ediyor, ancak 1926’da o takdir ettikleri eserden dolayı yaka paça mahkemeye çıkartılıp hesap soruyorlardı.

 Mahkemede olup bitenleri takip etmeye devim edelim:

Şapka Kanunundan sonra bu kitaptan sattınız mı?— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan sonra kitaptan tek nüsha bile satılmamıştır. Ama ondan evvel alıp okumuşolan birçok insan bulunabilir.— Bu kitabın Şapka İnkılâbına karşı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düşünceler aşıladığıI62iskilipli Atıf hocave kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?Atıf Hoca doğruldu:— Yanlıştır derim! Şapka İnkılâbı bu eseri hoş görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir; fakat kendisine karşıyazılmış bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:— Bu eser intişar ettiği zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmış, bana hakaret etmişti. Ben de bu gazeteyimahkemeye vermiştim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyetikitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırdı. Bu karar dadosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.Reis :— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?Atıf Hoca :— Evet efendim

 

Müslüman Olmak« Suç mu?

Atıf Hoca bu ifadeleriyle, “avı" yakalamak için türlü türlü tuzak kuran ve her türlü yola başvuran avcıların hevesini kursağımla bırakmış gibiydi. Mutlaka mahkum etmeyi kafalarına koydukları Atıf Hocayı nasıl mahkum edeceklerdi? işte herşey meydandaydı... Hangi hukuk, hangi kanun şu masum insana ceza verebildi?

Mahkeme heyeti bu müdâfaa karşısında insafa gelip, hak ve hakikata teslim olcağı yerde, daha beter öfkeli ve tedirgin vaziyette, başka şâhitler bulup dinliyordu. Tabii hedef hep aynıydı: Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği" isimli eseri Şapka Kanunu çıktıktan sonra satılmış nuydı? Atıf Hoca bu eserinin propagandasını yapmış mıydı? Şapka aleyhinde konuşmuş muydu?

Atıf Hoca: Kel Ali. Kılıç ali ve Necip Ali üçlüsünün bu “işgüzarlığını“ görünce dayanamayıp şöyle dedi:

Reis Beyefendi. Müsaade buyurursanız Mahkemenin işini kolaylaştıran ve bir itiraf halinde cürmümü tes-' bit edeyim!Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklariyle yanına geldiğini gören bir canavar neşesiyle atıldı:— Söyleyiniz! *'

— Ben, hamdolsun, müslümamm! Biricik gayem de İslâmm hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir.Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Şapka Kanunundan evvel yazılmış ve ondan sonra asla ortadagörünmemiştir. Bu da sabit... Şapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit...Eğer bütün bu «sabit» ler arasında beni mahkûm..edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkışmak, tecelli eden bedahetlere göre boşuna zahmettir..

Savcının Talepleri

2 Şubat 1926 günü “devrimler târihi’ için çok mühim bir gündür. O gün “şapka devrimıne muhalefet ettikleri* İddia edilen meşhur İlimler için hazırlanan iddianame açıklanacaktır.

İlk önce. Savcı Necip Ali söz alır. İddilnamesini okur ve kim için ne kadar cezâ talep ettiğini açıklar:

«Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin âmilleri olmakla maznun bulunan eşhastan (şahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca'nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes'ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Araş Şirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza'nın hudut haricine tardına, Gostu-varlı Hüseyin, Berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi Efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»

Atıf Hocanın Kerameti

Bu iddianameyi dinleyenler şaşınp kalmışlardı. Adı geçen kişiler hakkında hiçbir suç delili bulunamamıştı. Ancak buna rağmen idam cezâsı ile ağır hapis cezâları sicim gibi yağmıştı.

Atıf Hoca için istenen cezâ “3 sene hapis” idi. Bu, savcının talebiydi. Atıf Hocanın arkadaşları; * Savcı bu kadar talep ettikten sonra mahkeme mutlaka beraat verir” diyorlardı. Atıf Hoca ise büyük bir tevekkülle, “Allah bilir” diyordu.

Mahkeme heyeti, duruşmayı 3 Şubat’a tehir etmişti. O gün maznunların son sözleri dinlenecekti.

2 Şubat gecesi maznunlar kapatıldıktan hücrelerde müdafaalarını yazmaktadır. Atıf Hoca da müdafaasını yazarken bir aralık uyuya kalır. Bundan sonra olup bitenleri Necip Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

“...Atıf Hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir Hoca müdâfaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde hârikulâde derin ve ince bir tebessüm..

Tahir’ül-Mevlevî’nin gözleri hayretle alabildiğine açık.. Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmiştir:

Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin:

— Uykudan murad hasıl oldu!

— Yâni?

— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!

Tahir-ül-Mevlevî haşyet ve dehşetle ürperiyor:

—     Ne gördün?

Atıf Hoca yatağımda doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştür:

— KÂİNATIN FAHRİNİ GÖRDÜM. BANA «YANIMA GELMEK DURURKEN NE DİYE MÜDAFAA KARALAMAKLA UĞRAŞIYORSUN?» DEDİ.

Tahir-ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:

— Ne diyorsun?

— Beni idam edecekler! Allanın Sevgilisine kavuşacağım!

— Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok... Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız... Kafam işlemiyor!

— Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!

— Söyleyecek söz bulamıyorum!

—Doğru! Zaten söze ne lüzum var! İşte müdafaamı yırtıyorum!

— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!

Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm, müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdın içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız ka-falarıyle görünüyor.

Mahkeme Reisinde taş gibi bir hal ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır:

— Müdafaalar başlasın!

Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını değişik tonlarla okuyadursun... Reis taş gibi...

Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...

Bilmem ne kadar zaman geçti.

Reis elini Atıf Hocaya uzattı:

— Sıra sizde...

Atıf Hoca kalktı.

Aynen:

«— HACET YOK EFENDİM; MÜDAFAAYI MUCİP BİR SUÇUM OLMADIĞI ESASEN TEBEYYÜN ETMİŞTİR. VİCDANINIZIN VERECEĞİ HÜKME İNTİZAR EDİYORUM!»

Reisin mukabelesi:

— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz!

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hal... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûp olma ihtimali varmış gibi...

— Muhakeme bitmiştir! Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor!

Sabırsızlık son haddinde... Çıt yok... Sanki kalblerin çarpışı ve sükûtun rakkası işitiliyor. Bir saat geçti.

Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı. Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:

— Kararı okuyunuz!

Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle:

— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ÂTIF'IN İDAMINA...

Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübarişler, hattâ masalar ve sıralar bile donmuştu.

Artık kararların gerisini dinleyen yok...

Öbür maznunlardan büyük bir kısmı beşer, onar yıla mahkûm: TAHİR-ÜL-MEVLEVî İLE ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT...

Atıf Hoca'da hiçbir şaşkınlık alameti mevcut değil... Gayet sakin ve adeta vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine... «Velinin kerameti, bağlı olduğu nebinin mucizesidir.»

Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir-ül-Mevlevî'nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.

Aynen:

«— ZALİM VE KAATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!»

Şehadet Makamı

Âtıf Hoca 3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan geceyi idamlıkların kapatıldığı bir hücrede sabaha kadar ibâdet ederek geçirir. Sabahleyin infaz heyeti Âtıf Hocanın hücresine gelir. Âuf Hoca büyük bir sükunetle:

“Sabah namazını kılmama izin verir misiniz?” der. Ve hücresinde namazını kılar. Rabbine el açıp tevbe istiğfar eder?

Âtıf Hoca Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile yan yana Ankara hapishane-sinde kurulan sehpaya çıkarılır. Her ikisi de “son sözleri” aynıdır. Abdesüi ağızla getirdikleri Kelime-i Şehadet... Ve o mübârek kelimeyi terennüm ederek Rablerinin huzuruna çıkarlar...

Gazeteler şapka için işlenen bu cinâyeti Uç beş satırlık bir haberle geçiştirirler. Haber şöyledir...

“irtica kitapları müellifi olup İstiklâl Mahkemesi-nce idama mahkûm olan İskilipli Âtıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca haklarındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir.” (18.4 Şubat 1926 tarihi, bir haksızlığın ve bir zulmün gerçekten unutulmayacak tarihidir. Çünkü bu tarih Müslümanlar açısından araştırmacı-yazar Hüsnü Aktaş’ın da dediği gibi bir “şehadet tarihi”dir.

Atıf Hocanın şehadeti İstiklal Mahkemesinin binlerce masum kurbanından sadece birisidir. Şapka için idam edilen diğer kurbanların davasından farksızdır. Bir farkla: “Neden |apka giymedin?” diye sorulurken, bazılarına da hiçbir şey sorulmadan İskilipli Atıf Hoca Efendi de görüldüğü gibi, “gereği düşünüldü”., denilerek idama gönderilmiştir.

İşin en garib ve en tuhaf olan yanı da, şapka inkılabından bir hafta önce şapka giyenlere kızıp, onları azarlayan ve şapka giydi diye ceza vermek isteyenlerle şapka devriminden sonra bu sefer şapka giymeyenleri azarlayıp, onları ölüme götüren ki-şilerin aynı kişiler oluşudur.

Bugün artık o istiklal Mahkemesinin üyeleri hayatta yoklar. Hepsi toprağın altında artık... İskilipli Atıf Hoca gibi, Babaeskili Müftli Ali Rıza Efendi gibi.

Hepsi de “temyizsiz mahkemeler" olan Ruz-u Mahşerde Allah’ın yargılamasını bekliyorlar.

DİPNOTLAR

1-            Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, Timaş Yayınlan, 2. Banım 1970-İstanbul, Eser yıllarca okunduktan ve satıldıktan sonra 12 Eylül sonrası Türkiye'de yasak kitaplar listesine dahil edilmiştir. Yasaklamayla ilgili insanın aklına ilk gelen şey, ister istemez, “herhalde şapka haksızlığını göstermemek içindir” gibi bir neden olmaktadır.

2-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, Yeni Nesil Yayınlan, 1988-İstanbul (Sözkonusu alıntılar, 1. cild’dcn alınmıştır).

3-            Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 42, İstanbul-1970.

4-            Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 43-47.

5-            NFK, Son Devrin Din Mazlumları, s. 48-49.

6-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, I. Cild, s. 283-284, Yeni Nesil Yayınları, Birinci Basım, 1988-İstanbul

7-            A.g. Ansiklopedi, s. 285

8-            Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, Din Mazlumlan, s. 54

9-            Hakimiyet-i Milliye, 25-27 Ocak ve 1-2 Şubat 1926, TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172

10-         Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 58

11-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/1-7, Hakimiyet-i Milliye.

12-         Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s. 369, İstanbul-1987.

13-         Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 370-375.

14-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/2; Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Maz¬lumları, s.63-64.

15-         Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, a.g.e., s. 65

16-         Cumhuriyet, 28 Kanunevvel 1926.

17-         Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 69-71, Hakimiyet-i Milliye, 3 Şubat 1926

18-         Vakit 5 Şubat 1926,

Cumhuriyet, 5 Şubat 1926

Hakimiyet-i Milliye, 4 Şubat 1926
Devamını Oku »

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Gruplar arasında gerçekleşen önemli görüş farklılıklarından bir diğeri de İstiklâl Mahkemeleri konusunda açığa çıkar. İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920’de, “Firariler Hakkında Kanun"la, gittikçe büyüyen asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kurulur. Asker kaçakları o günlerin en önemli sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında her sekiz firariden birisi idam edilerek cephelerin çökmesi önlenmiştir. Buna rağmen firarilerin sayısı gittikçe artar ve 300.000’i bulur. Meclis bu sorunu çözmek için ilk planda 8 ayrı İstiklâl Mahkemesinin kurulmasına karar verir. Bu mahkemeler sadece asker firarilerini yargılamakla ilgilenmeyecek, aynı zamanda hırsızlık, şekavet, gasp gibi can ve mal güvenliği ve kamu düzenini ilgilendiren suçlara da bakacaklardır. İstiklâl Mahkemeleri son derece geniş yetkilerle donatılırlar. Bunun önemli bir göstergesi olarak hâlen TBMM arşivinde saklanmakta olan “İstiklâl Mahkemesi mücadelesinde sadece Allah'tan korkar” levhası oldukça önemlidi» Bu levha Ankara İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin arkasında yıllarca asılı durmuştur.

11 Eylül 1920’de kurulan İstiklâl Mahkemeleri görevlerine 17 Şubat 1921 Ve kadar devam ederler. Fakat, İnönü Savaşları sırasında İstiklâl Mahkemelerine tekrar ihtiyaç hissedilir. 24 Temmuz 1921’de Konya, Kastamonu, Samsun ve Yozgat’ta yeni İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin zamanla görev alanını genişletmek istenir. Ancak, İkinci Grup, meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanış biçimi konusundaki hassasiyeti dahilinde, İstiklal Mahkemeleri’nin görev alanının genişletilmesi ve yeni istiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davranır.

Konuyla ilgili olarak Birinci Gruba sert eleştiriler yöneltir 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığa getirilmesi üzerine, istiklâl Mahkemeleri doğrudan Başkumandan olan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanır, ikinci Grup bunu “Hakimiyet-i Milliye” açısından büyük bir problem olarak görür. 14 Ocak 1922 tarihli gizli oturumda Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, geniş yetkilerle donatılan bu mahkemelere karşı çıkarak, hukukun üstünlüğünü ön plana taşıyan bir konuşma yapar.

Konuşmasında şunları söyler: “Olağanüstü önlem almak için İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Fakat, bir zaman oldu ki, hükümet bütün icraatı İstiklâl Mahkemelerine verir bir şekilde, bize bir kanun kabul ettirdi. Artık İstiklâl Mahkemelerinin el uzatmadığı, el koymadığı şey kalmadı ve bütün hükümetin icraatını eline aldı ve Meclis adına hükümler verdi. Efendiler, siz memleketi kurtarmak istiyorsanız, siz mahkemeleri yaşatmak istiyorsanız, işte burada 350 mahkememiz var. Onun kudretini artırın, onun kudreti olmazsa dört mahkeme, beş mahkeme, devletin bütün teşkilatını yürütemez. İhtilâlin de hukuku var. Fakat böyle kendi oyuyla hüküm sürecek maddî ve manevî suç, zarar takdiriyle hüküm sürecek bir kuruluş dünyada mevcut değildir. Bu, dünyanın adaletine sığacak şeylerden değildir. Asker kaçakları için gerekli ise, yalnız onunla sınırlayalım. Böyle maddî, manevî zarar takdirine yetkili; genel cümlelerle, sınırsız yorum ve ters düz etmeye müsait cümlelerle verilen yetkiyle ve kendi oyuyla her şeyi hüküm altına almak, her şeye hüküm vermek yetkisini artık ortadan kaldırmak, üzerimize farzdır”.

İkinci Grup üyelerinden Sinop mebusu Hakkı Hami (Ulukan) Bey de konuyla ilgili olarak görüşlerini dile getirir:

“Memlekette vâzıı kanun (kanun koyucu) çoğaldıkça memleket felakete, izmihlale gider. Bugün Meclis-i Âlîniz kanun vazeder ve haddi zatında vazıı kanun selahiyyetine haizdir. Kendisini Meclisi Âlînin fevkinde görenler Meclisin vücudunu inkâr etmiş olurlar. Bunlar hain-i vatandır. Hareketleri Meclise taarruzdur... Bunların önüne geçmek lâzımdır.

Yoksa Efendiler! Emin olunuz İstiklal Mahkemeleriyle, Hıyanet Kanunuyla, adam asmakla biz gayemize vasıl olacaksak emin olunuz ki bu, hayaldir... Efendiler, bendeniz eminim ve katiyen kaniim ki bugün pek masum olarak asılan vardır.,, Efendileri Meclisi Aliniz her şeye kadirdir. Düşmanla harp eder, memleketle para bulur, asker bulur Fakat Meclisi Âlîniz bir tek nefere hayat vermez. Yaptığımız nedir? Arzu ettiğimiz şey nedir? Onun için Efendiler; hayat çok yüksektir... Köyleri baykuş yuvası yapmak için mi yoksa mesut ve müreffeh bir devre açmak için mi çalışıyoruz? istiklâl Mahkemelerine de ve hiçbir kimseye de adam asmak selahiyyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk değildir, hayat çok yüksektir”

Hakkı Hami Bey’in de konuşmasında değindiği üzere, İkinci Grubun temsilcisi sıfatıyla bilhassa Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri’ne başından beri karşı olduğunu, Meclise bile verilmeyen “kişisel görüşe dayanarak adam asma yetkisini”, Meclisin bu mahkemelere vermesinin kendisini hayrete düşürdüğünü söyler.

Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri hakkındaki eleştirilerini şöyle sürdürür: “Efendim, birinci günden beri İstiklâl Mahkemelerinin aleyhindeyim. Bir kere TBMM’ne Allah'ın vermediği salahiyeti kendisi başkasına verdiğine hayretteyim... Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi idare ediliyor? Efendiler, her kazada bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır. Memleketin bir tarafında kanaati vicdaniyesiyle üç adamı idam eder, diğer tarafında hayatını idame eder. Ne güzel müsavat, ne güzel adalet (!)...

Şimdi Efendiler; bendeniz kanaatime göre bu suretle kendi hukuku adlimizin olmadığını iddia etmektir. Bu millet umüri adliyesi için iki buçuk milyon lira sarf ediyor. Mekteplere para veriyor. Mektepte okutuyor ve yetiştiriyor. Mebus olmakla her türlü evsafı aliyesi, her türlü ilmi iktisap mı eder, rica ederim. Lâlettayin üç kişiye “kanaati zatiyenizle siz hükmü verin” deyip salâhiyyet vermek, ilmi inkâr etmek milletin hukukunu tepelemek demektir. İhtilâlin de bir hukuku vardır. Her milletin her zaman bir hukuku vardır. Hüner isyan ettirmemektir... Kanun hakim olmalı. Şahısların hakimiyeti payidar olamaz... Samsun ve havalisinde 30-40 mahkememiz vardır. Bu mahkemeler ilimle mücehhezdir. Bu mahkemeler hakim hakkına bihakkın haizdir ve bu meslekte çalışan adamlardır. Bu vazifeyi meslek edinmişlerdir. Herhangi bir şahıs sanat yapamazsa, mahkemeyi de yapamaz. Bu daha incedir, daha dakiktir, daha mantıkîdir... Elinizde bir kanun vardır. Bunu seyyanen tatbikle mükellefsiniz. İçinizde hususi emel taşıyan, hükümetimizi yıkmak isteyen bu gibi kimselere kanunu cezamız gayet vasi cezalar tayin etmiştir. Bunları ehline tevdi ile mütehassisini adaletle muvafık bir şekilde tatbikata muvaffak olursanız, hükümet manası çıkar.- Yoksa onlara karşı muamele yaparsak hükümet sisteminden ayrılmış oluruz ki, millet onu bizden istemez . Millet hükümetten adalet ister. O zaman meşru vekil olduğumuzu ispat ederiz…«

Artık memlekette İstiklal Mahkemelerinin vazifelerine hitam verilmelidir, Memlekette kanunu hakim kılmalıyız.

İstiklal Mahkemeleri savcılarına, mahkemelerin kararlarına itiraz hakkını sınırlayan ve sadece cezalandırılan suçun mahkemelerin görev alanına girip girmediği konusunda itiraz hakkı veren kanun maddesi de önemli tartışmalara yol açar. Kararlara sadece bu açıdan itiraz edilebileceğinin açıklanması üzerine Hüseyin Avni Bey karşı çıkarak şunları der: *Efendiler, İstiklâl Mahkemesi deyince onu memleketin içinde bir cellat mı yapmak istiyoruz. Bir mahkeme kuruyoruz ve biz bir devletiz. Biz adalet dağıtmak için mahkeme kuruyoruz, yoksa engizisyon zulmü yapmak için heyetler göndermeyeceğiz. Onlar yanılmaz insan değildir. Onun içindir ki, savcıların şikayet hakları, hiçbir zaman dünyanın hiçbir yerinde iptal edilemez, savcıların gördükleri her türlü haksızlıklar için itiraz kapıları açıktır.

Onlar için itiraz kapılarının kapanması imkânı yoktur, istiklâl Mahkemeleri şiddet gösterecek engizisyon mahkemeleri değildir. Biz bu mahkemeleri işlerinin hızlı ve daha güvenle sonuçlandırılabilmesi için kuruyoruz. Dolayısıyla, savcılar itiraz mercii olan Büyük Millet Meclisine karşı; yani o güç ve yetkiye sahip olan makama karşı “mahkeme şu noktadan adaleti uygulayamamıştır. Şu kanunun ruhunu uygun şekilde hüküm vermediler ve benim iddiam şu oldu” diye bize bildirilmesin mi? Yoksa İstiklâl Mahkemelerimin yanılmaz olduğunu mu kabul ediyorsunuz. Savcılar kanun dairesinde milletin hürriyet hakkını, yaşama hakkını koruyacaktı. Kendilerine güvenebilmek için kanun gücümüzün korunmasına memur olan savcılarımıza şikayet hakkı verilmelidir. Onlar gördüklerini söylemelidirler. Sonra bunun manasına hükümet denmez, iyi düşünüyor musunuz, efendiler! ''

Tüm bunların sonucunda İstiklâl Mahkemeleri’ni Meclis’in denetimi altına alan “İstiklâl Mehakimi Kanunu”nun kabul edildiği 31 Temmuz 1922’den sonra, Heyet-i Vekile’nin çeşitli girişimlerine rağmen, muhalefetin başarılı engellemeleri sayesinde sadece Elcezir’de, o da görevi sadece asker kaçaklarını cezalandırmakla sınırlandırılan, bir istiklâl Mahkemesi kurulabilir.
Devamını Oku »

İzmir Suikastı Bahanesiyle Suçsuz Yere Asılanlar

İzmir Suikastı Bahanesiyle Suçsuz Yere Asılanlar

İzmir Suikasti bahanesi ile tevkif edilenlerden Kazım Karabekir, Cafer Tayar (Eğilmez), Ali Fuad (Cebesoy) ve Refet Bele ordunun baskısı neticesi beraat edecek, ama TCF (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) milletvekillerinden altısı idam edilecekti:

(1) İzmit Mebusu Şükrü
(2) Saruhan Mebusu Abidin
(3) Eskişehir Mebusu Albay Arif
(4) İstanbul Mebusu İsmail Canbolat
(5) Sivas Mebusu Halis Turgut
(6) Erzurum Mebusu Rüştü Paşa

İstiklal Mahkemelerinde muhakeme edilenler içerisinde, Maliye Nazırı Cavid Bey ve arkadaşları da vardı. Bunlar İttihadcı idi. Suikastla bir münasebetleri olduğu ispatlanamadığı halde asılmışlardı. Bir ansiklopedide bu mesele hakkında şunlar yazılı:

Davanın Ankara safhasında ise, 'Kara Çete' diye anılan esbak Maliye Nazırı Cavid Bey ve arkadaşları yargılanmışlar; suikastla doğrudan ilişkileri kanıtlanmaksızın, geçmişin hesabı ve geleceğin endişesi ile içlerinden dördü asılmışlardır. (Cavid Beyden baska, Dr. Nazım, Ardahan Mebusu Hilmi ve Nail Beyler). Eski Başvekil Rauf (Orbay) Bey de gıyabında (o esnada yurt dışında bulunmaktaydı) on yıl kalebentliğe mahkum edilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cild 4, sahife 943
Devamını Oku »