Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir

Dört büyük İmâmın ve diğerlerinin,İmâmı Azam'ı medihlerini bildirir



Hârun bin Satı, Imam-ı Şâfiiden anlatır: Ben Ebû Hanifeden fakıh bir kimse görmedim. Fıkıh öğrenmek, fakıh olmak istiyen, Ebû Hanifenin ve Eshâbının huzurunda bulunsun. Muhakkakki, bütün insanlar, fıkıhda,Ebû Hanifenin çoluk çocuğudurlar» buyurdu.

Imâm-ı Şâfinin, ben ondan fakih kimse görmedim demekten maksadı, görmek anlamında olmayıp, ondan daha fakıh kimse bilmem demektir. Çünkü Şâfiî, İmamın vefatı yılında, belki vefatı gününde dünyaya gelmiştir.



-Daymiri rivâyetinde: «Bütün insanlar, istihsan ve kıyâsta Ebû Hanlifenin ev halkı gibidirler diye gelmiştir.



-Vâkıdî der ki: imâm-ı Mâlik, çoğu zaman, İmâmın yolunda olup, onun sözünü söylerdi. Lâkin izhâr eylemezdi. Ishak bin Muhammedden bildiri­lir. Buyurdu ki: Imâm-ı Mâlik, mes’elelerin çoğunda, onun sözüne itibar eder, onun dediği gibi söylerdi. Ishak bin Ebi Fedâdan anlatılır. Buyurdu ki: Ben Mâliki gördüm. İmamın elini tutup beraberce yürürlerdi. Mescide geldiklerinde, kendisi içeri girmeden, İmâma tazim edip, onu öne geçirdi ve buyurun siz önce girin dedi. Mescide girince İmamın şu duayı okudu­ğunu duydum: «Bismilahi, hazâ mevdu’ul emân, fe âmini min azâbike ve neccini minennâr.»



-Imam-ı Şâfiî buyurur ki: Megazi ilminde (harb târihi) filim olmak ia- tiyen, Muhammed bin Ishakın iyalıdir. Fıkıhda ise, Ebû Hanifenin iyalidir. Nahivde Kisâinin, tefsirde Muhammed bin Mukatilin, Şiirde Zehirin lyalidir.



-Yine imâm-ı Şâfiî buyurur ki: İmâmın kitablarına, eserlerine bakmıyan, fıkıhda derin âlim olamaz. Yine buyurdu: İmamın sözü, öyle küçük, önemsiz ve açık bir şey ile def ve red olunamaz. Onun sözünü def ede­bilmek için, çok büyük şeylere sâhib olmak lâzımdır.



-Mâlik bin Enes buyurdu ki: Ebû Hanîfe, islâmda altmış bin mes'ele vaz etmiştir.



-imam Ebû Bekir ibni Atik der ki: İmam, beşyüz bin mes’ele vaz ey­lemiştir. Hatib-i Harezmî der ki: beyüzbin mes'ele vaz eylemiştir. Otuz sekiz bin mes’ele ibâdâtdadır. Diğerleri muamelât bilgilerindedir. İmamın irşad ve rehberliği olmasa idi, insanlar yolunu şaşırırdı.



-(Hayratül hisân)da der ki: Hatîb, Imâm-ı Şâfiîden anlatır: İmâm ı Mâ­like, Ebû Hanîfeyi gördünüz mü? diye sordular. Cevabında: Evet o öyle bir insandı ki, şu direğin altın olduğunu söylese, getirdiği, delillerle bunu isbat ederdi buyurdu.



-Abdullah ibni Mübarek anlatır: Ebû Hanîfe, Imâm-ı Mâlikin yanına gitti. Imam-ı Mâlik ayağa kalktı. Çıktıktan sonra, Imâm-ı Mâlik yanındaki­lere: «Bu zâtı tanıyor musunuz?» buyurdu. Hayır dediler. «Bu, Ebû Hanîfe Nu'man bin Sabittir. Eğer şu direk altındır derse, isbât eder’ buyurdu. Sonra Süfyân-ı Sevrî geldi. Imam-ı Mâlik onu, Ebû Hanîfeyi oturttuğu yer­den biraz daha aşağıya oturttu. Çıktıktan sonra, onun fıkıh âlimi ve vera‘ sahibi olduğunu anlattı.



Imam-ı Şâfiî der ki: ‘’Ben Imam-ı A’zamdan (rahmetullahi aleyh) fakîh bir kimse bilmiyorum. Çünkü, ondan fakih kimse idrâk olunamaz ‘’



-İbni Uyeyne: «Onun eşini, bir benzerini gözüm görmedi» buyurdu Ve yine buyurdu ki: Cihâd ve gaza hikâye ve bilgileri: Medine’de, Hac bilgileri Mekke'de, fıkıh bilgisi de Kûfe'de Ebû Hanifenin talebesindedir.



-İbni Mubârek der ki: İnsanların en fakıhı idi. Ondan fakıhını görme­dim. Yine dedi ki: O, bir âyet idi. Orada olanlar hayr için mi, şer için mi? dediler. Cevabında: «Susun!» buyurdu. Yine buyurdu: Reye ihtiyaç olsa, Mâlikin, Süfyânın ve Ebû Hanifenin reyleri esastı. En fakîhleri, en iyileri ve dikkatlisi ve fıkıh bilgisinin derinliklerine dalanlarının en önde olanı, Ebû Hanîfe idi. Yine buyurdu ki: İnsanlara karşı sü-i edebiniz ve câhilliğiniz olmasın! İlmi ve ilim sâhiblerini bir parça tamsanız, kendisine uyul­mağa, Imâm-ı A'zamdan daha lâyık kimse olmadığını anlardınız. Çünkü o, imam idi. Takvâ sahibi idi. Hâlis idi. Vera’ sâhibi idi. Âlim idi, fakih idi. İnsanların gözle göremedikleri ilimleri, şeyleri keşf ederdi. Zekâsı kuv­vetli, aklı olgun, Allahdan korkması çok idi.



-Süfyân-ı Sevrî Ebû Hanifenin yanından gelen bir kimseye: «Yeryü­zünün en büyük âliminin yanından geldin» dedi. Ve yine dedi ki: «Ebû Hanîfeye muhalefet edenler ve uymıyanların, değer ve ilim bakımından ondan yüksek olmaları icâbeder. Halbuki böyle olmak çok uzaktır.



-İbni Cerîh der ki, ilimde, vera'nın çokluğunda, dîni kayırmada, kuv­vetlendirmede kemâle geldiği zaman: «Yakında ilimde, herkesin hayret edeceği bir meziyyete sâhib olacaktır düşünüyordum. Bir gün İbni Cerîhin yanında İmâmdan bahsedildi. «Susun! o fakîhdir, elbette fakihdir, o elbette fakîhdir» buyurdu.

-Ahmed ibni Hanbel (rahmetullahi aleyh), İmam hakkında der ki: O vera’, Zühd ve îsâr sâhibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu, kimse anlıyacak derecede değildi.

.........
Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnetten olduğunu, buğz edenin ise, bid'at ehli olduğunu anlarız.

-Hâfız Muhammed Ibni Meymûn der ki: Ebû Hanifenin zamanında, on­dan vera’ sâhibi, ondan zâhid, ondan ârif ve fakîh yok idi. Yemin ederim ki, onun mubârek ağzından bir kelime dinlemeğe yüzbin dinar (altın) ve­rirdim.

-Ibrâhim ibni Muaviye Darir der ki: Ebû Hanîfeyi sevmek, sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder, herkesin müşküllerini gözerdi.

-Esed ibni Hakim der ki: Câhil ve bid’at sâhiblerinden başkası onu kötülemez.

-Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe anlaşılamıyan bir insandı. Hilkat garibesi idi. Sözünü dinlemiyenler, dediğini yapmıyanlar, onun sözünü dinleme kuvveti, hassası kendinde olmıyanlardı.

Ebû Âsim der ki: Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Hanîfe, bence, İbni Cerîhden daha büyük fıkıh âlimidir. Şu gözlerim, fıkıh ilminde, ondan daha kudretli, ondan daha salahiyetli bir kimse görmedi.

-Dâvud-i Tâînin (rahımehullah) yanında, Ebû Hanifeden konuşuldu. Bu­yurdu ki: O bir yıldızdır. Karanlıkta yolda olanlar, onunla yol bulur, hidâ­yete kavuşurlar.

-Kadı Şureyk der ki: Ebû Hanîfe az konuşur, çok düşünürdü. Fıkıhda keskin ve ince görüşü, ilimde, amelde lâtif ma'nalar çıkarışı vardır. Tale­besi fakir ise, onu doyurur, zengin ederdi. Talebesine ilim öğretirken, «En büyük zenginliğe, halâl ve haramı öğrenmekle kavuştum» derdi.

-Imâm-ı Gazâlî (ihyâ-ül ulûm) kitabının birinci cildinin yirmi yedinci sahîfesinden itibaren şöyle yazıyor: Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuv­vetli zühd sâhibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sâhibi olup Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâima Allahü teâlânın rızasında bulunmağı isterdi.

-Hammâd bin Ebû Süleyman der ki: Ebû Hanîfe bütün geceyi ihyâ ederdi, önceleri gecenin yarısını ihyâ ederdi. Birgün yolda giderken, bir kimsenin yanındakine, Ebû Hanîfeyi göstererek: «Bu zât, bütün geceyi ihyâ eder» dediğini duydu ve ondan sonra bütün geceyi İhyâ eyledi, ibâ­detle geçirdi ve: «Allahü teâlâya ibâdet husûsunda, kendimde bulunmıyan bir sıfatla söylenmemi istemekte, Allahü teâlâdan utanırım» buyurdu.

-İmamlardan bazıları, Imâm-ı Mâlike, Imam-ı A’zamdan bahsederken, onu diğerlerinden çok medh ediyorsunuz dediler. Cevabında: «Evet, öy­ledir. Çünkü insanlara faydalı olmakta, ilim bakımından onun derecesi,diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için, ismi geçince, insanlar ona dua etsinler diye onu medh ederim» buyurdu.

-Imâm-ı Rabbani, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendi (kuddise sirruh) buyurur ki: İmam-» Azam abdestin edeblerinden bir edebi terk ettiği için, kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebû Hanife takva hareket; ve sünnete uyma devlet ve saadeti ile ictihad ve istınbatta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, ha­dis-! şerifleri ve Eshâb-ı kiramın sözünü, kendi re’yirıe takdim ederdi. Di­ğerleri ise böyle değildir.

Ebû Hanife hakkında imamlarımızın söyledikleri, bundan çok daha fazladır. Doğruyu kabul eden, iz’anlı, insaflı ve anlayışlı kimselere bu ka­darı yetişir. Yoksa

MISRA

Münkirin kulağında esrâr, esrâr değildir.

Buyurulmuştur.

Taşköprüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum







Devamını Oku »

İmam Malik (r.a) Hakkındadır


İmam Malik (r.a) Hakkındadır

İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Amir-i Esbahidir. Künyesi Ebû Abdullahdır. Doksanbeş (m. 713) yılında tevellüd etti. Doksan dört, doksanüç, hattâ doksan yılında dünyaya geldi diyenler de vardır. Yüz yetmiş dokuz (m. 795) veya yetmiş sekiz yılında Medine-i münevverede vefat et­ti. Seksendört yıl yaşadı. Vâkidî der ki, vefâtında doksan yaşında idi. Me­dine-i münevverenin imâm ve âlimi idi. Hazret-i Ebû Hüreyrenin (radıyal- lahü anh) bildirdiği hadîs-i şerifte: -İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, bü­tün âlemi dolaşırlar, Medînedeki âlimden daha üstününü bulamazlar» bu­yuruldu. Süfyân ve Zehri derler ki: Medinedeki âlimden maksad, Imâm-ı Mâliktir. Imâm-ı Mâlikin Yemende bir kabile olan Benî Esbahdan olduğu söylenir. Annesinin karnında üç yıl kalmıştır dediler. Herm bin Hayyân da iki yıl kılmıştır. Dahhak dört yıl kalmıştr. Hattâ, doğduğu zaman, dişle­ri bitmiş idi, bunun için (gülen) anlamında Dahhâk demişlerdir. Imâm-ı Mâlik, Hârun Reşid zamanında Medînede vefât etmiştir. Bakî kabristanın- dadır.

Yüzü gayet beyaz olup, kırmızıya yakın idi. Başı büyükçe olup, saç­ları dökülmüştü. Aden kumaşı güzel elbise giyerdi. Bıyık kesmeği kerih görürdü.

Bazıları dediler ki, vucûd yapısı bakımından gösterişli olmadığından annesi kendisine: «Seni hiçbir meslek kabûl etmez, ancak ilim kabûl eder, hiç durma, ilimle meşgul ol» dedi. Gerçekten ilmin bereketi ile, kavuşacağı mertebelere kavuştu (Sahabeden Sehl bin Sa’d (radıyallahü anh)a yeti­şip, tabiînden olduğu söylenir).

Şâfiînin, Imâm-ı Mâlikin talebesinden olması, Imâm-ı Mâlikin şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Imâm-ı Mâlik ilmini, Zehrîden, Yahy bin Sa’d'den, Nâfî’den, Muhammed Ibni Münkedirden, Hişâm bin Amr'dan, Zeyd ibni Eşlemden, Rebia bin Ebî Abdurrahman ve daha birçok büyük âlimlerden almıştır. Kendisinden de birçok kimseler ilim öğrenip, herbiri memleket­lerinin imamı ve insanların rehberi olmuşlardır. Bunlardan birkaçı şunlar­dır: Imâm-ı Şâfiî, Muhammed bin Ibrâhim bin Dinâr, Ebû Hâşim ve Ab- dulazîz bin Ebî Hâzım. Bunlar, eshabı içerisinde, nazar sâhibi, ictihad eh­li idiler. Bunlardan başka Muin bin îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Mesleme-i Ka’benî, Abdullah bin Veheb... gibi daha nice talebesi vardır.

 Bütün bunlar, Buhari  ve Müslimin, Ebû Davud ile Tirmizinin, Ahmed Ibni Hanbelin, Yahyâ ibnl Mu inin ve diğer hadis âlimlerinin üstâdlarıdır.

Bekir bin Abdullah San'âni der ki: Mâlik bin Enese geldik. Bize, Rebia bin Abdurrahmandan anlatmağa başladı. Halbuki biz çok hadîs bildir­mesini istiyorduk. Birgün bize: «Rebi'a ile sizin ne işiniz vardır. İşte şu odada uyuyor» dedi. Bunun üzerine biz, Rebi'aya gelip uykudan uyandır­dık ve: «Sen Rebî’a mısın?» dedik. Evet dedi. Biz: «Mâlik bin Enesin ken­disinden hadîs rivâyet ettiği zat sen misin?» dedik. Yine evet dedi. Mâlik senin sebebinle makbûl olup, faydalı olurken, sen kendine böyle faydalı olmuyorsun dedik. Cevâbında : -Bir miskal devlet (devam eden faydalı ilim, az da olsa) bir yük ilimden hayırlı ve faydalıdır» buyurdu.

Abdurrahman bin Mehdi der ki: Süfyân-ı sevrî hadîsde imamdır, ama sünnette imâm değildir. Evzai, sünnette imamdır, hadîste imam değildir. Ama Mâlik bin Enes ikisinde de imamdır.

Imâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edebli idi. Din bilgisine hürmet ve ta’zimi şaşılacak derecede idi. Bir hadîs-i şerifi rivâyete, anlatmağa başla­yacağı zaman, abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını düzeltir, ya'nî tarar, temizler, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş tarafına otururdu. Oturuşunda bile bir heybet ve vekar ile temekkün ve istikrâr bulunurdu. Başını önüne eğer, sakalıyla elbise­siyle oynamazdı. İnsanlar arasında iken sümkürmezdi.

Muîn ibni îsâ rivâyetiyle bildirirler ki: Hadîs-i şerif rivâyet edeceği  zaman, gusl abdesti alır, güzel kokular sürünürdü.

Bir kimse, İmamın meclisinde yüksek sesle konuşsa, mâni olur ve Allahü teâlâ: «Peygamberin (aleyhisselâm) sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız» buyurmuştur. Burada da, her kim Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i söylenirken, yüksek sesle konuşursa, sanki Re- sûlullahın yanında yüksek sesle konuşmuş olur derdi.

Imâm-ı Mâlikin yüzünde, «Hasbünallahü ve ni’mel vekil» âyet-i ke­rîmesi yazılı idi. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, cevab olarak ay­nı âyet-i kerimenin devamını okudu.

Yahyâ bin Saîd der ki: İnsanlar arasında, Mâlikten daha sahîh hadîs söyliyen yoktur.

Imâm-ı Şâfii buyurur ki: Âlimler anıldığı zaman, Imâm-ı Mâlik onlar arasında, parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerine minnet ve ihsânı. Mâlik­ten çok olan yoktur. Mâlik’den bir hadîs-i şerif duyarsanız, ona iki el ile sarılınız. Sakın gevşek davranmayınız. Nefislerinin arzuları peşinde ko­şanlar, yahut bozuk yol tutmuşlardan biri, İmamın huzûruna gelse ona: «Ben kendimi dinimde olgun, delilleri sağlam ve kuvvetli bulup, doğru

Itikad üzere görüyorum. Sen ise dininde şübhe ediyorsun. Hadi, kendin gibi, dininde şübheli bir kimse bul ve onunla münâkaşa eyle» derdi.

Imâm-ı Mâlik buyurdu: İnsan kendisi İçin hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, İnsanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.

Yine buyurdu: İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru, mümin kullarının kalbine koyar.

Ebu Abdullah buyurdu ki: Rüyada Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Mescidinde oturuyordu. Etrafında birçok in­sanlar vardı. Imâm-ı Mâlik, karşılarında ayakta duruyordu. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) önünde misk vardı. Mâlik’e misk verir, o da insanlara saçardı. Mutraf der ki, ben bu rüyâyı, ilim ile sünnete uymak ile ta'bîr eyledim.

Imâm-ı Şâfiî der ki: Mekke-i mükerremede idik. Halam bana, bu ge­ce acaîb bir rüyâ gördüm dedi. Ne gördünüz? dedim. Dedi ki, bir kimse yüksek sesle bağırır ve bu gece yeryüzünün en büyük âlimi vefat etti der­di. Imâm-ı Şâfiî der ki, hesâb ettik; o gün Mâlik bin Enesin vefatı günü idi.

Hârun Reşid, Mâlike haber gönderip gelmesini ve oğulları Emin ve Memunun kendisinden hadîs-i şerif öğrenmesini istedi. Mâlik (rahmetul- lahi aleyh), Hârun Reşidin yanına gelince, Hârun Reşid ona: «Lâyık olan şudur ki, bize gelip gidesiniz. Bu vesile ile çocuklarım sizden (Muvattâ) yı öğrensinler» dedi. Immâ-ı Mâlik cevabında: «Allahü teâlâ, Emîrül mü­minini daha aziz eylesin! Bu ilim önce sizden çıkmıştır. Eğer onu, siz aziz ederseniz, aziz olur, zelil ederseniz, zelil olur. Bunun gibi, ilim bir kimsenin yanına gitmez; ilmin yanına gelinir» buyurdu. Bunun üzerine Hâ­run Reşid, doğru söylüyorsun dedi. Sonra oğullarına, mescide gidin, ora­da olanlarla beraber, hadîs-i şerif dinleyiniz dedi. Imâm-ı Mâlik: «Şu şart­la ki, insanların üzerinden geçmeyip, onlara rahatsızlık vermeyip, bulun­dukları yerde oturacaklar.» Böylece Emin ve Memun, meclisinde bulun­dular.

Hârun Reşid hacca giderken Medîneye geldiğinde Mâlike : «Kitabını bize getir ve götür» diye haber gönderdi. İmam buyurdu ki: «ilim gitmez, insanlar ilme giderler.» bunun üzerine Harun Reşid, vallahi bundan son- râ, şeninin evinde hadîs-i şerif dinleriz dedi.

Imâm-ı Mâlik der ki: Ben Nâfî'den, o da ibni ömerden, o da peygam­ber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittik. Buyurdu ki: «Âlim, ilmini umûmdan gayrisine tahsis eylese, o ilimden avâm ve havâs istifâ­de edemez». Bunun üzerine Hârun Reşid, insanlar arasında bu sözü bağı­rarak söyledi ve bütün hadîs-i şerif okumak ve öğrenmek istiyenler mes­cide koştular. Mescid tamamen doldu.

lmâm-ı Mâlik anlatır: Nâfî Ibni Ömer Resûlullahdan (sallallahü aley­hi ve sellem) anlatır. Buyurdu ki: «Allah için tevâzu edeni (ya'ni alçalanı) Allahü teâlâ yükseltir.» Bunun üzerine Hârun Reşid, oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerifi dinliyen talebe ile beraber oturdu. Sonra ki­tabı okudu. Bunun için o kitaba (Muvattâ) denir. Zira Hârun onun için tevattu eyledi, ya'ni aşağı indi. Sonra Hârun imama, bir katır, bir deve, bir merkeb ve beşyüz altın gönderdi. İmam altınları alıp, hayvanları geri gön­derdi ve: «Benim hayvana binme ihtimâlim bile yoktur.» insanların terbi­ye edicisini (sallallahü aleyhi ve sellem) toprak altında yattığı bir şehirde, hayvan üstünde nasıl gezebilirimi buyurdu. Hakîkaten Medîne-i münev-verede, İmâmın hayvana bindiği görülmemiştir.

Imâm-ı Şâfiî der ki: lmâm-ı Mâlikin kapısında, çok güzel Horasan atı ile Mısır katın gördüm. Bunlardan İyisini görmemiştim. İmama, ne kadar da hoş hayvanlardır deyince İmam bana: «Bunlar sana hediyyem olsun» buyurdu. Birisini kendinize ayırın dedim. «Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bulunduğu bir toprağa, hayvanların ayakları ile basıp geçmek­ten hayâ ederim. Rabbimden utanırım» dedi.

Hârun Reşid, Mâlike (radıyalahü anh), bir meskenin, evin var mıdır? dedi. İmâm : «Hayır, yoktur» dedi. Hârun Reşid İmama, üç bin altın verip, bir ev satın alırsın dedi. İmam parayı aldı. Yemedi ve bir yere de harca­madı. Reşid Iraka gitmek istediği zaman, Mâlike, bizimle beraber gelsen iyi olur dedi. Çünkü ben insanları (Muvattâ) okumağa teşvik için tam gay­ret ve azimet eylemişimdir. Nitekim hazreti Osman (radıyallahü anh), Kur’ân-ı kerîmin okunması, ezberlenmesi ve onunla amel edilmesi üze­rinde çok durmuştu. İmam buyurdu ki: Sen insanları, Muvattâ okumağa zorlıyamazsın. Sen bunu yapamazsın. Çünkü Resûlullahın (sallallahü aley­hi ve sellem) Eshâbı, ondan sonra beldelere ve şehirlere yayılmışlardır. Her biri bir tarafta kalmışlardır. Her biri Kur’ân-ı kerîm okudular, hadîs-i şerif rivâyet eylediler. Buna göre, her şehirde bulunanın bir ilmi vadır. Peygamber efendimiz de (sallalahü aleyhi ve sellem), ümmetinin âlimleri (Müctehidleri) arasındaki ayrılığa, «Allahü teâlânın rahmetidir» buyurdu­lar. Seninle gelmeme ise, hiçbir şekilde imkân ve ihtimâl yoktur. Zira Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: «Dünya ni’metlerine kavuşmak için, benden sonra Medineden çıkarlar; ama eğer bilirlerse, Medine onlar için hayırlıdır.» Ve yine buyurmuştur ki: «Medine şehri, ha­bisi, (çirkini, kötüyü) uzaklaştırır, kendinden çıkarır.» Buna göre Medİne- deh çıkmak bana yakışır mı? İşte verdiğiniz altınlar. İster alın, ister al­mayın dedi. Ya'ni, senin bana, Medîneyi bırakman daha uygun olur de­menin sebebi, verdiğin altınlardır. Ben Resûlullahın (sallalahü aleyhi ve sellem) bulunduğu Medtne-i münevvereyi, dünyaya değişmem demek is­tedi.

Reşid, Mekke-i mükerremeye gitti. Süfyân bin Uyeyne'ye haber gönderip ilmini bize getir ve götür dedi. Ya'nî her zaman gel, kalbinde olan İlmi, bana öğret ve kalbime akıt dedi. O da Reşidin yanına geldi. Iraka gi­dince, Reşid der idi ki: Hak teâlâ Mâlike rahmet eylesin. Biz ona tenez­zül eyledik, (Ya’nî gidip sohbetinde bulunduk.) ilminden İstifâde eyledik. Allahü teâlâ Süfyâna rahmet eylesin, o bize tenezzül eyledi, yanımıza gel­di; onun İlminden istifade etmedik.

MAllk, hangi mecliste otursa, «Sübhâneke lâ ilme lenfi illâ mâ allem- tenâ...» ayeti kerimesini okumadan söze başlamazdı. Ve yine derler ki, İmâm bir şeyi unutsa, bu âyet-i kerîmeyi okuyup hatırlardı.*

İmâmın fazilet, üstünlük, vilâyet ve sünnete ittilaı anlatmakla bitmez. Birkaç alime ile azdan çoğa delâlet ve işâret vardır deyip, burada biti­relim. Allahü teâlâ İmama ve yolunda olanlara ve bütün ehl-l sünnet âlim­lerine rahmet eylesin. Âmin.

(Fıkıhda, hadiste ve tefsirde çok derin bilgisi vardı. Hocaları da ken­disinden İstifâdeye gelirdi. Bir hadis-i şerifi okuyacağı zaman, yeniden abdest alır, diz çökerdi. Çok saygılı idi. Kırk yedi senesinde istenilen haksız bir fetvâyı vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Yine vermedi. (Muvatta) adındaki hadîs kitabı, ilk hadîs kitabıdır. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Afrikanın kuzeyindeki müslümanların çoğu Mâliki mezhebindedir. Mâliki mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabı (Ettefri’) ve (El-ihkâm) kitabları- dır.


Taşköprülüzade Ahmed Efendi,Mevuzat-ul Ulum


Devamını Oku »

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

İmam Azam'ın Güzel Cevaplarını Bildirir

-Muhammed bin Mukatilden anlatılır: Bir kimse İmama:«Cenneti ümid etmiyen, Cehennemden korkmıyan, Alahü teâlâdan korkmıyan, ölü eti yiyen, rukû'suz ve secdesiz namaz kılan kimse hakkında ne dersiniz? diye sordu. Ve devâm edip, görmediği şeye şâhidlik eden, hak olan emre, ya’ni işe buğz eden, fitneyi seven kişi hakkında ne buyurursunuz? diye erz etti. Eshâbı bu suâli duyunca, böyle olan kimsenin hâli çok zordur dediler. Hazreti İmâm buyurdu ki: «O öyle bir kimsedir ki, Cenneti rica ve ümid eylemez. Allahü teâlâyı rica eder. Cehennemden korkmaz, Me­lik-i Cebbârdan korkar. Zulumde Allahü teâlâdan korkmaz, adâletine iti-mad eder, ölü eti yer, ya’nî balık yer. Rükû’ ve secdesiz namaz kılar ya'-nî cenâze namazı kılar. Allahü teâlânın vahdaniyyetine birliğine görmeden şehadet eder, ölümün hak olduğunu bildiği halde, onu istemez, ona kı­zar. Mal ve evlâd fitne iken, onları sever.» Süâli soran kalkıp, binlerce ta'zim ve hürmetle İmâmın başını öptü ve: «Şâhidim ki, sen ilim küpü, bil­gi hazinesisin» dedi.

----------

-Allâme Hüsâmeddin Sağnaki der ki: Bir kimse İmama gelip, bir vav (v harfi) ile midir, iki vav ile midir? dedi. İmâm, İki vav iledir buyurdu. Soran kimse, Allahü teâlâ sana (lâ ve lâ) da olan rahmet ve bereket gibi, rahmet ve bereket versin dedi. Orada bulunanlar, bu rumuz ve işâretii konuşmadan birşey anlamayıp, ne hakkında konuşulduğunu hazreti İmam­dan sordular. Cevâbında: Namazda teşehhüdde otururken okunan tehiyyatı sordu. Bir (ve) ile mi, iki (ve ile mi?) Ya’nî (Ves-salâvâtü vet-tayyıba-tü) deki (ve) nin kaç olduğunu sordu. Ben de, iki (v) iledir dedim. 0 da, bana dûa edip: Allahü teâlâ sana (Lâ şarkıyyete velâ garbıyyete) olduğu gibi rahmet ve bereket versin dedi. Bazıları, soruyu soranın Hızır aleyhis- selâm olduğunu söylemişlerdir.

----------

-Imâm-ı Mergınânî anlatır: Birgün imâm-ı A’zam hamamda yıkanır­ken, Râfızilerin reisi Şeytân-ı iltak geldi. O günlerde İmamın hocası vefât etmiş idi. Şeytan, İmama: Hocan öldü de, rahatlanmak için hamama geldin, değil mi? dedi. Hazreti İmâm cevabında: «Bizim üstadımız fevt eder, ölür, ama sizin üstadınıza kıyâmete kadar mühlet verilir» buyurdu Râfızi şaşkınlık içinde, avret yerini açtı. Hazreti İmâm görmemek için göz­lerini kapadı. Râfızi imama: «Allahü teâlâ, ne zamandan beri gözlerini kör eyledi? ey Nu’mân» deyince, cevabında: «Senin avret yerini açtığın­dan beri» buyurup, acele ile hamamdan çıkmağa hazırlandı ve o anda şu şiiri inşâd eyledi: Kıt'a:

Konuşurum, sözümde tebliğ ve hikmet vardır

Biz söz söylemedik ki, siz inkâr edesiniz.

Ey Allahın kulları harama bakmayınız.

Ve böyle peştemalsız hamama girmeyiniz.

----------

-Harezm imamlarının büyüğü Abdülvâhid Hatib-i Askeri der ki: Imâm-ı A'zam: «Biz Hammâdın meclisinden, muhakkak bir fâide ile dönerdik» dedi. Bir gün bize dedi ki, ne zaman müşkül, anlaşılması zor bir mes'ele İle karşılaşırsanız, onu bir yol ile sahibine sorunuz dedi. Ben de üstadın bu büyük sözünü aklımda tuttum. Bir gün Mansûrun sarayında, beni sevmiyen Rebi’ Hâcib bana: «Emîr-ül müminin bize bir kimsenin katlini, öl­dürülmesini emr eder. Sebebini bilmeyip, öldürürüz. Bize halâl olur mu» diye sordu. Ben de: «Ey Ebûl Abbâs, Emirül müminin hak üzere mi emr eder, yahut bâtıl ile mi?» dedim. Muztar olup, hak ile emr eder dedi. Ben de: Her nerede olursa olsun, sen hakkı infaz eyle, yap dedim. Rebı beni tutmak ve kendine vesika olarak bulundurmak isterken, ben onu yaka­ladım ve sıkıştırdım buyurdu.

----------

-Ebû Yûsuf bin Hâlid anlatır: Bir gün İmâm, Ibni Ebi Leylî ile arka­daş olup, bir yolda giderlerdi. Bir ara şarkı söyliyen kadınlara rastladılar. Kadınlar susunca, İmâm: «Ne güzel» deyip beğendiklerini izhâr eyledi. Ibni Ebî Leyli.- «Bundan sonra, senin şahidliğini kabul etmem» dedi. imâm, niçin böyle söyledin buyurdu. Ibni Ebû Leyli, şarkı söyliyen kadınları, ne güzel deyip beğendiğin için dedi. İmâm: «Ben ne zaman ne güzel dedim» buyurdu. Sustukları zaman dedi. Bunun üzerine imâm: «Ben, sustukları için ne güzel ettiler dedim, yoksa şarkı söylemelerini beğenmedim» bu­yurdu.

Ne zaman Ibni Ebi Leylî zor bir mes'ele ile karşılaşsa ve gözemese, gizlice bir kimse gönderip, İmâmdan sorardı. İmâm da durumu anlayıp, şu beyti okurdu:

BEYT

Şiddet zorluk gününde beni davet ederler;

Ama ikrâm gününde Cendeb’e sen gel derler(1).

----------

-Şöyle anlatırlar: Basranın eşrafından bir kimse, bir arkadaşımın iki kızını, kendisinin İki oğluna nikahladı. Büyük kızı büyük oğluna, küçüğünü küçüğüne aldı. Zifaf gecesinde, yanlışlık olup, kardeşlerin her birine diğerinin nikâhlısı düştü. Basranın Harabından, ya'ni iş işten geçtikten sonra, durum anlaşıldı. Babaları çok üzüldü. Çâre düşündü. Sonunda bir ziyâfet verdi. Bütün âlimleri çağırıp bir araya topladı. Hazreti İmam ve Kisâîde çağrılanlar arasında idiler. Çağrılanlar mecliste toplanınca, iki erkek kardeş, başına gelen bu korkunç hâli arz eylediler. Kisâi bir rivâyette Süfyân dedi ki: Hazreti Alî (kerremallahü vecheh) buna benzer bir mes’elede, hâmile olmadıkları anlaşılmaya kadar sabredilir, beklenir bu­yurdu. Fakat bu cevabdan iki yeni evli genç, huzursuz oldular. Çünkü onun dediği gibi yaparlarsa, herbirinin beklemesi gerekecek ve herbiri kardeşinin yattığı hanımı alıp, onunla yatacak, hayâ ve nâmus perdeleri yırtılacak, ya’nî halk tarafından ayıblanacaklardı. İşte bu esnâda büyük İmâm, ümmetin Işığı Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit (radıyallahü anh) ko­nuşmağa başladı. Hikmetle açılan mubârek ağzından şu sözler duyuldu:

Bu iki damada daha uygun ve kolay yol vardır. Her biri ilk hanımını boşa­sın ve şimdi yanında olanı kendine nikâh eylesin. Böylece hem intizar elemi lâzım gelmez. Hem de, bir kardeş, diğer kardeşin yattığı hanımla yatmak mahzuru ortadan kalkar.» Hazreti İmam bu sözleri söyleyince, iki­si de çok beğenip mesrûr oldular. Sevindiler. Mecliste bulunanlar. Ebû Hanifeye, ilminde bereket ile dua edip, sonra yemek yemeğe başladılar. Yemek yerken hazreti imâm buyurdu ki  «Şimdi hazırlanan bu yemek, bi­rinci düğün yemeğidir? Peki İkincisinin velâmesi, ya’nî düğün ziyâfeti ne­rededir?» Bu latîf ve hoş sözden, oradakilerin hepsi güldüler. Sözünü, konuşmasını ve ilmini beğendiler.

----------

-A’meş ile hanımı bir gece kavga ettiler. A’meş hanımına, bu gece sabah olmadan benimle konuşmazsan (boş ol!) dedi ve yemin etti. Hanı­mı da, onu üzmek için sustu. Boşanmağa râzı oldu. A’meş biraz sonra, kurmuş olduğu bir yuvayı dağıtmak endişesine kapıldı ve yaptığına piş­man oldu. Hemen Imâm-ı A’zama gitti. Sıkıntı ve derdini anlattı. İmâm: «üzülme, Allahü teâlânın yardımı ile sevinmen yakındır» buyurdu. A’me­şin mahallesinin müezzinine, fecirden önce ezan okumasını söyledi. Mü­ezzin, belirtilen saatte ezan okuyup, gecenin bittiğini ilân edince, A’me- şin hanımı, ister istemez A'meşe hitâb edip son kızgınlığını bildirmek için «Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni senden kurtardı» dedi. Fakat, aslında bu konuşması, fecrin tuluundan, ağarmasından önce olduğundan, konuş­ması gece içinde oldu, boşama durumu vaki olmadı. Bunun üzerine A'meş, Ebû Hanifeye duâ edip: «Allah Ebû Hanifeden razı olsun, ona bol bol merhamet eylesin ki, bizi korktuğumuzdan kurtardı, namusumuzu korudu» dedi.

----------

-Hazreti İmâmın bulunduğu şehre, Rum tarafından bir dehri (1) geldi. İslâm Alimleri ile münâzara edip hepsini yendi. Münâzara etmediği, sâde­ce Imam-ı A’zamın hocası Hammad kalmıştı. Hiç kimse onu yenemiyordu. 0 zaman Imâm-ı A’zam daha küçük idi. Hammad da, eğer yenilirsem, İs­lâm dinine büyük bir zarar hâsıl olup, fesadı bütün dünyaya yayılacak di­ye, endişe ediyordu. O gece rüyâda, bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağa­cın bütün dallarını yediğini ve yalnız gövdesinin kaldığını, o anda o ağa­cın İçinden bir arslan yavrusunun peyda olup, o domuzu parça parça et­tiğini gördü. Sabahleyin Ebû Hanife, Hammâdın huzuruna vardıkta, o dehriden ve gördüğü rüyâdan çok üzüntülü olduğunu, hocasının kalbinde korku İle elemin bir arada bulunduğunu gördü. Ebû Hanife hocasına üzün­tüsünün sebebini sordu. Hocası herşeyi anlattı. Hazreti İmam hocasının sözleri üzerine:

«Elhamdülillahi teâlâl Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehridir. Ağaç ise, ilim ağacıdır. Yediği dalları, yendiği âlimlerdir. Ağacın gövdesi sîzsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı İle onu ben kahrederim» dedi. Sonra üstadı ile, münâzara edilecek yere gitti­ler. Alçak dehrî, her zamanki gibi, yüksek minbere çıkıp, karşısına birisi­nin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek durumda olan Ebû Hanîfe, onun karşısına çıktı. Dehrî, hazreti İmâmı görünce, hakaret etmeğe, küçültücü sözler söylemeğe başladı. İmâm: «Hakareti bırak, söyliyeceğini söyle de, görüşelim» dedi. Dehrî imâmın cür’et, cesâret ve aceleciliğini görünce hayret etti ve sonra şöyle sordu:

— Var olan bir şeyin, başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?

Cevap: — Sayıları bilir misin?

Dehrî: «Evet bilirim» dedi.

İmâm: «Birden önce hangi sayı vardır?» dedi.

Dehrî: «Birden önce bir şey yoktur.» dedi.

Bunun üzerine İmâm: «Mecâzî bir sözünden önce, birşey olmayınca, hakikî bir olandan önce, nasıl birşey olabilir?» dedi.

— Dehrî bu sefer dedi ki:

O hakikî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Zira her şey cihetler­den, yönlerden (ya’nî sağ, sol, ön, arka, üst ve alt) bir cihette bulunur. Ebû Hanife buyurdu ki:

«Mumu yakınca, ışığı hangi tarafta görünür?»

Dehrî: «Mumun ışığı her tarafta aynıdır.» dedi. Bunun üzerine İmâm:

Dünyaya kadim diyene, ya’ni bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur; böyle gelmiş, böyle gider diyene dehrî denir ki, İslam İtikadına göre kâfirdir.

«Mecazi olan bir nurun (ışığın) hâil böyle olursa, dâimi ve ebed’ olup, eni boyu söylenmiyen. göklerin ve yerin nûru olanın hâli nasıl olur?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Her var olanın, muhakkak bir yeri vardır. Onun yeri neresidir?» Ebû Hanife, biraz süt getirip:

«Bu sütte yağ var mıdır?» diye sordu.

Dehri: ”Evet, vardır” dedi.

Ebû Hanife-. «Yağ. bu sütün neresindedir?» dedi.

Dehri: «Hiç bir yerine mahsûs değildir» deyince.

Ebû Hanife: «Yok olucu bir varlığın hâli böyle olunca, göklerin ve yerlerin yaratıcısı, dâimi ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?» dedi.

— Dehri yine şöyle sordu:

«Şimdi O, ne iş yapmakla meşguldür?»

Ebû Hanife: «Sen bana, bütün süalleri minberden sordun. Ben hepsi­ne cevab verdim. Şimdi sen, bir kerrecik oradan inip, benim yerime gel; ben minbere çıkayım ve oradan sana cevab vereyim.» dedi.

Dehri minberden indi ve Ebû Hanife minbere çıktı ve:   «Minberde senin gibi bir müşebbih (ya’nî Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten) olunca, onu indirir, benim gibi bir muvahhid (ya’nî tam mümin) olunca, onu minbere çıkarır. Şimdi Onun işi bu idi?» dedi. Sonra Rahman sûre­sinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Bunun üzerine mel’un Dehri kahroldu, yenildi. Söyliyecek söz bulamadı. Mesciddeki kalabalık dehrînin üzerine yürüyüp, onu öldürdüler.

Ey insanlar! Imâm-ı A’zamın (radıyallahü anh) daha çocuk denecek yaşta iken hâli böyle olursa, ilim kürsüsüne oturduğu ve olgun ve yaşlı­lık zamanındaki hâli nasıl olur?

----------
-Hasan bin Ziyâd (Imâm-ı A'zamın talebesi olup büyük müctehidler- dendir.) anlatır: Bir kimse, parasını bir yere gömmüştü. Sonra gömdüğü yeri unuttu, üzülerek şaşkın bir halde İmâma geldi. Durumunu anlattı. İmâm: «Bu geceyi namaz kılmakla geçir yerini hatırlarsın» buyurdu. Gece­nin, daha dörtte birini namaz kılmıştı ki, gömdüğü yeri hatırladı. Sonra gidip İmâma: «Siz bunu nasıl anladınız?» diye sordu. Cevâbında: «Şeytan, elbette senin geceyi ibâdetle geçirmeni istemez ve hatırına getirir düşün­düm» buyurdu ve sonra: «Niçin gecenin geri kalan kısmını da ibâdetle geçirip, Allahü teâlâya şükrü yerine getirmedin» dedi.

----------

-Yine Hasan bin Ziyâd anlatır: Bir kimse parasını, kırda bir yere göm­müş idi. Parasını oradan çalmışlar. Halbuki paranın sâhibi, parayı çok seven, bahtlı bir kimse idi. Parasını bulamazsa, belki de üzüntüsünden ölebilirdi. İmama gelip, hâlini anlattı. İmam paranın yerim sordu ve oraya geldi. İnsanların mantar topladıklarını gördü. İmâm, onlara, içinizden sizde ayrılıp geri kalan bir kimse var mıdır? dedi. Zerzer isminde bir genç geri kaldı dediler. İmam o genci bulup ona: «Sen o parayı aldığın zaman seni gören, şimdi yine seni görüyor. Elinde ne kadar para kaldıysa, hepsini getir sahibine ver, harcadığını sana helâl ediyor. dedi. (Seni gören, seni görüyor) sözünden maksadı, Allahü teâlânın herkesin yaptığı şeyi görmesi ve bilmesi demek idi. Bunun üzerine genç, parayı aldığını itiraf eyledi.

----------

-İmam bir gün otururken, önünden bir kimse geçti. İmâm buyurdu: Şu adam bu memleketin yabancısıdır, muallimdir ve koynunda tatlı vardır. İmâmın yânında bulunanlar, gidip o adamdan bunları sordular, imamın buyurduğu gibi çıktı. İmâma: «Bunları nasıl bildiniz?» diye sordular- buyurdu ki: Onu, sağına, soluna bakar, merakla her şeye göz atar gördüm- Anladım ki, bu şehrin yabancısıdır. Yine gördüm ki, yanına çocuklar gelse, onlara dikkat ve merhametli olarak bakar. Bundan muallim olduğunu» anladım. Ve yine gördüm ki, koynuna sinekler girer. Buradan da koynun­da tatlı olduğunu anladım.»

----------

-Birgün Imâm-ı Ebû Yûsuf hastalanmıştı. İmâma, Ebû Yûsuf öldü dedi­ler. İmâm ölmedi buyurdu, ölmediğini nereden bildiniz? diye sordular. «İlme çok hizmet eylemiştir, meyvelerini toplamayınca, ona ölüm gelmez» buyurdu. Gerçekten ölüm haberinin yanlış olduğu anlaşıldı. İlmin meyve­lerinden o kadar pay aldı ki, çok fazla zengin oldu.

Ebû Yûsuf hastalanınca, Ebû Hanîfe: Bu genç ölürse, yeryüzünde buna muhalefet eden bulunmaz» dedi. Hastalıktan iyileşince, kendinde il­mi bakımdan yeterlilik görüp, bir meclis kurdu. İnsanlara fıkıh öğretmeğe başladı. Bu haber Ebû Hanîfeye gidince, yanındakilerden birine: «Yakubun (Ebû Yûsufun adıdır) meclisine git ve ona de ki, (Bir kimse elbisesini te­mizleyiciye verse ve ücret olarak temizleyiciye iki gömüş vereceğim dese, sonra elbisesini almağa gidince, temizleyici inkâr etse, sonra tekrar gelse, ve elbisesini istese, temizleyici de elbisesini temizlenmiş olarak ona ver­se, ücret alabilir mi? Eğer alır derse, hatâ ettin dersin. Alamaz derse, yi­ne hatâ ettin dersin) buyurdu. Bu talebe Ebû Yûsufun meclisine gidip, so­ruyu sordu. Cevabında : «Evet, ücret alır» dedi. Soran, hatâ ettin, öyle değil' dedi. Ebû Yûsuf bir müddet düşündü. Sonra: «Hayır alamaz» dedi. Soran. yine yanıldın, öyle değildir dedi. Bunun üzerine Ebû Yûsuf, hemen yerinden kalkıp Ebû Hanîfeye gitti. Ebû Hanîfe, onun geldiğini görünce: « buraya, elbiseyi temizleyiciye verme mes’elesi mi» gönderdi?» deyince Ebû Yûsuf, evet dedi. Ebû Hanîfe buyurdu ki: «Sübhânellah! İnsanlara fetvâ vermeğe koyulan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için, ken­disine meclis tayin eden, ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez!» Ebu Yûsuf, bana bunun cevâbını lütf ediniz dedi. Ebû Hanîfe cevabında: Eğer, o elbiseyi gasb ettikten sonra temizlemiş ise, ücret verilmez. Çünkü ken­disi için temizlemiş demektir. Gasb etmeden önce temizlediyse verilir. Çünkü onu, sâhibi için temizlemiş idi.

----------

-Imâm-ı A’zamın üstadlarından biri de Şa’bidir. Zamanın halîfesi bir toplantı yaptı. Şa’bîye ve Bağdad âlimlerini da’vet etti. Hepsi geldiler. Bi­raz sonra halîfenin hizmetçilerinden biri, üzerinde birşeyler yazılmış bir kâğıdı, zamanın kadısı olan Şa'bîye getirdi ve: «Halîfe, bu yazıların altına, şâhid olduğuna dâir imza atsın diyor» dedi. Oradaki âlimlerin hepsi imza ettiler. Sonra o kâğıdı Ebû Hanîfenin önüne getirdi ve: «Emîrül müminîn, sizin de şâhidliğinizi bildiren imzanızı atmanızı söylüyor» dedi. Ebû Hanîfe- «Halîfe nerededir?» buyurdu. Hizmetçi, odasındadır dedi. Ebû Hanîfe: «Şahidliğimizin doğru olması için, ya o buraya gelmeli, yahut ben onun yanı­na gitmeliyim» dedi. Hizmetçi kızdı ve ona:«Kadı ve âlimler ve yaşlılar hepsi imza ettiler de, sen bu çocukluğunla, bunu nereden çıkarıyorsun» diye bağırdı. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: «Herkes kendi amelinden sorum­ludur.» cevâbını verdi. Bu söz halîfenin kulağına gitti. Şa’bîyi çağırdı ve: «Şâhidlikte görmek şart mıdır, yoksa değil midir?» dedi. Şa'bî, görmek şarttır dedi. Halîfe: «Sen beni ne zaman gördün ki, şâhidliğini bildiren im­zanı attın?» dedi. Şa’bî, senin haberin olduğunu bildiğim için, görmek is­temedim dedi. Halîfe: «Bu söz haktan, ya’nî doğru olmaktan uzaktır» dedi. Ebû Hanîfeyi göstererek : «Kadılığa, bu herkesten daha çok lâyıktır» dedi.

Bundan sonra halîfe Mansûr kadılığı bir kimseye vermeği düşündü. Âlimlerin en büyüklerinden olan, dört kimse tavsiye edildi. Birincisi Ebû Hanîfe, İkincisi Süfyân, üçüncüsü Şerik, dördüncüsü Mis’ar ibni Kedâm idi. Bu dördünü yanına çağırdı. Yolda giderken Ebû Hanîfe şöyle buyurdu: «Sizin herbiriniz hakkındaki firâsetimi söyliyeyim mi?» iyi olur dediler. Ben bir yolunu bulup kadılığı üzerime almıyacağım. Süfyân kaçacak, Mis’ar kedini yalandan deliliğe verecek, Şerik de kadı olacak.

Yolda giderken Süfyân kaçtı. Bir gemide gizlendi ve beni saklayınız, boynumu kesecekler dedi. Böyle demesi şu hadîs-i şerife uygun idi. Pey­gamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «Bir kimsenin kadı yapılması, bıçaksız kesilmesidir.» Gemiciler onu sakladılar.

Üçü, halîfe Mansûrun huzuruna gittiler. Ebû Hanîfeye: «Sen kadı ol­malısın» dedi. Ebû Hanîfe: «Ey müminlerin emîril Ben arab değilim. Onla­ra hizmet edenlerdenim. Arabın ileri gelenleri, benim hükmüme râzı olmaz­lar» dedi. Halîfe: «Bu neseb, ya’nî soyla ilgili değil, ilme dayanan bir iştir» dedi. Ebû Hanîfe: «Ben bu işe lâyık değilim. Lâyık değilim diyorum. Doğ­ru söylüyorsam, lâyık değilim. Yalan söylüyorsam, yalan söyliyen müslümanlara kadı olamaz. Ve sen Allahın halîfesi, yalan söyliyeni kendine halife yapmazsın ve müslümanların kanını onun eline bırakmazsın' dedi ve kurtuldu.

Mis'ar, halifenin yanına gitti. Halifenin elini tuttu ve «Nasılsın? Ço­cuklar nasıl?» dedi. Mansûr, şu deliyi dışarı çıkarın dedi.

Şerike, seni kadı yapacağız dedi. Şerik, ben hastalıklı bir İnsanım. Bende dimağ zafiyyeti var dedi. Mansûr tedavi ile bunlar İyileşir dedi. Böylece kadılık Şerikin üzerinde kaldı.

----------

-Ebû Hanîfenin bir kimseden alacağı vardı. O şahsın mahallesinde, İmamın talebesinden biri vefât etti. Hazreti İmâm bunun cenaze namazı­na gitti. Güneş yakıyordu. Orada, İmama borcu olan o şahsın duvarından başka, gölge verecek hiçbir şey yoktu. Halk, İmama, bu duvarın gölgesin­de bir mikdar oturun dedi. Cevâbında: «Benim bu duvar sâhibinden alacağım vardır. Onun duvarından istifâde etmem câiz değildir. Zira hadis-i şerifte: «Bir kimse, borç verir ve bundan bir fayda beklerse, fâiz olur» bu­yuruldu. Bunda da fâizden korkarım» buyurdu.

----------

-Imâm-ı A’zam-ı bir defa habse attılar. Zâlimlerden biri kendisine: «Şu kalemimi aç» dedi. Hayır, kalemini açmam diye cevab verdi. Zâlim, ne ka­dar söylediyse, fayda vermedi. Sonunda, niçin kalemimi açmıyorsun? de­di Ebû Hanîfe cevâbında: «Korkarım şu insanlardan olurum ki, Allahü teâlâ Sâffât sûresinde onların hakkında: «Ey meleklerim! Zâlimleri ve yardımcı­larını beraber haşredin!» buyuruyor» dedi.

----------

-Her gece üçyüz rek’at namaz kılardı. Birgün yolda giderken, bir kadı­nın diğer bir kadına, bu zât, her gece beşyüz rek’at namaz kılar dediğini duydu ve bundan sonra beşyüz rek'at namaz kılmağa niyyet etti ve: «Her gece, beşyüz rek'at namaz kılacağım tâ ki, bunların zannı doğru olsun» de­di. Bir başka zaman, çocukların birbirine, şu giden zât, her gece bin rek'at namaz kılar dediğini duydu ve her gece, bin rek’at namaz kılmağa niyyet eyledi.

----------

-Fıkıhda bir mes'elenin çözümünde takılınca, çözmek ve halletmek İçin Kur'ân-ı kerimi kırk defaya kadar hatm ettiği bildirilmektedir.

----------

-Dâvud-ı Tâî der ki: «Yirmi sene Ebû Hanîfenin huzurunda bulundum. Bu zaman zarfında, ona dikkat ettim. Kalabalıkta ve yalnız iken başının açık olduğunu görmedim. İstirahat etmek için ayaklarını uzatmazdı. Kendi­sine: Ey İslâm dîninin imamı, yalnızken ayaklarınızı uzatsanız ne olur? di­ye sordum. Cevâbında: «Allahü teâlânın huzûrunda edeble durmağa dik­kat etmek, yalnızken daha çok icâbediyor» buyurdu.

----------

-Birgün bir yolda gidiyordu. Bir çocuğun çamurda yürüdüğünü gördü ve: «Dikkat et, düşersinl» dedi. Çocuk cevâbında: «Benim düşmem önemli değil. Düşsem, zararı yalnız bana olur. Ama siz dikkat ediniz ki, ayağınız kayarsa, arkanızdan gelen bütün masum insanların da ayağı kayar. Sonra hepsinin Kalkması çok zor olur dedi. İmâm, bu çocuğun, görüşüne şaştı, hemen ağlamıya başladı ve sana Esbabına: «Eğer bir mes'elede birşey zahir olur ve daha açık bir delil bulursanız, o mes'elede bana uymayın» bu­yurdu. Bu sözü, İmâm-ı Azamın insaf ve tavazuunu bildiren açık bir işârettir.

----------

-Zengin bir adam vardı; Emir-i müminin hazreti Osmana (radıyallahü anh) düşman idi. Hattâ Ona, yahudi derdi. Bu söz Ebû Hanîfenin kulağına gitti. Onu çağırdı ve: «Senin kızını filân yahudiye vereceğim» dedi. O şa­hıs: Sen müslümanların imamı olasın ve bir müslümanın kızını bir yahudi­ye vermeğe cevaz veresin, bu nasıl olur? Ben kızımı yahudiye vermem dedi. Ebû Hanife : «Sübhânellah, kendi kızını bir yahudiye vermeğe râzı olmuyorsun da, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kı­zını bir yahudiye verdiğini nasıl soyliyebiliyorsun?» buyurdu. O şahıs, o zaman, sözün nereden geldiğini ve ne ne için söylendiğini anladı. O bozuk ıtikadından vazgeçti ve imamın  o o bereketli sözleriyle tevbe eyledi.

----------

-Zamanın halifesi, Azrail aleyrisselâmı rüyada görüp, kaç sene daha yaşayacağını sordu Azrâil aleyhiselâm beş parmağını kaldırıp ve ona işâret etti. Halife, bu rüyânın tabirin' bir çok kimselerden sordu. Tatmin edi­ci bir ta’bîr bulunamadı. Ebû Hanifeye sordu. Ta’bîrinde: «Beş parmak, beş şeyi bilmeğe işârettir ki, bunları Alllahu teâlâdan başka kimse bilmez. Bun­lar da âyet-i kerimede bildirilen şu beş şeydir: «Kıyâmetin ne zaman ko­pacağı, yağmurun yağması, anne kamında olan çocuğun erkek veya kız olacağı, insanın yarınki gün ne kazanacağı ve insanın ne zaman öleceğini ancak Allahü teâlâ bilir.» Ya’nî Azrâil aleyhisselâm, beş şeyden birini so­ruyorsunuz, onu ancak Allahü teâlâ bilir demek istedi» buyurdu.

----------

-(Enis-ül Celis) kitabının 113. sahifesinde şöyle yazılıdır. Ebû Hanife (radıyallahü anh) talebesi arasında oturuyordu. Vücûdunu bir akreb soktu ve yere düştü. Talebesi bu akrebi öldürmek istediler. Ebû Hanife: «Beni severseniz, onu öldürmeyiniz« buyurdu. Talebe, hikmeti nedir efendim? dediler. Ebû Hanife buyurdu ki Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrü­be etmek istiyorum. Bakayım hadis-i şerîfde haklarında: «Âlimlerin kanı zehirlidir» buyurulan âlimlere dâhil miyim, yoksa değil miyim?» Talebesi akrebe baktılar. An be an zaıflıyor, küçülüyor, süzülüyor, büzülüyordu. Nihâyet yürümeğe mecâli kalmadı. Düştü ve orada ölüverdi. Ey müminleri Âlimleri gıybet etmekten, şanlarına yakışnuyan söz söylemekten, onların ederini yiyip, din zehiri ile zehirlenmiş olarak ölmekten kaçınınız.

----------

-Yine aynı kitabda diyor ki:Dünyanın kadim diyen, ya’nî bu dünyanın bir yaratıcısı yoktur böyle gelmiş böyle gider diyen bir dehrî imamın zamanında, halîfıye geldi ve: «Asrının uleması olan Ebû Hanife. Ebû Yûsuf ve diğerleri, dünyanın bir yaratıcısı vardır diyorlar. İçlerinde en üstünü hangisi ise, emret, huzuruna gelsin. Huzûrunda onunla münâzara edelim. Bu dünyanın bir yaratıcısı olmadığını isbat edeyim* dedi. Halife Ebû Hanî-feye haber gönderdi. Zira âlimlerin en üstünü o idi. Haberci: «Ey İmâm, bir dehrî geldi, halîfenin huzûrunda seninle münâzara etmek ister. Halîfe hemen gelmenizi buyurdu» dedi. Ebû Hanîfe, öğleden sonra gelirim dedi. Haberci, Ebû Hanîfenin söylediğini gelip Halifeye söyledi. Halîfe, haber­ciyi ikinci defa Ebû Hanîfeye gönderdi. Ebû Hanîfe kalktı, halîfenin yanı­na geldi. Halîfe kendisini karşıladı, kendi yanında meclisin baş köşesinde oturttu. Büyükler ve şehrin ileri gelenleri toplandılar. Dehrî söze başladı ve:

«— Ey Ebû Hanîfe, niçin böyle geç geldin?» dedi.

Ebû Hanîfe cevâbında:

«Tuhaf bir hâdiseyle karşılaştım. Benim evim, Dicle nehrinin karşı tarafındadır. Evden çıktım. Dicle kenarına geldim. Nehri karşıya geçmek istedim. Dicle kenârında köhne ve parça parça olmuş bir sandal gördüm. Bir marangoza, ustaya lüzum kalmadan, kırık - dökük parçalarını âletsiz birleştirdim. Sağlam bir sandal oldu. Sandala bindim. Nehri geçtim ve bu­raya geldim. O yüzden biraz geç kaldım» buyurdu.

Bunu duyan Dehrî:

«Ey müslümanlar! Duydunuz mu? Sizin İmamınız ve zamanının en üstünü, neler söylüyor? Bundan daha yalan ve saçma bir söz İşittiniz mi? Marangozsuz ve ustasız sandal nasıl ta'mîr edilirmiş. O, tam bir yalancıdır. Nasıl ona en büyük âlim diyorsunuz?» dedi.

Bunun üzerine Ebû Hanîfe:

«Ey kâfir-i mutlak! Bir sandal bile marangozsuz ve ustasız yapıla­mazsa, bu âlem, bu nizam ve ahenk içindeki kâinât, bir yaratıcı, bir yapıcı­sı olmadan nasıl meydana gelir. Yoksa bunun yapıcısını, yaratıcısını inkâr mı edeceksin?» buyurdu. Hazır olanlar bu cevâbı yeterli görüp, dehrînin boynunu vurdular.

----------

-Abdullah ibni Mübarek, Ebû Hanîfeye sordu: «Bir kimsenin iki gümü­şü, başka kimsenin bir gümüşü ile karışsa, sonra bunlardan ikisini kaybet­se, hangileri olduğunu bilmese, ne yapmalıdır?» Ebû Hanîfe cevâbında: Kalan bir gümüş üçe taksim olunarak ikisinindir» buyurdu. (Ya'nî üçte biri, bir gümüşü olanın, ikisi de, iki gümüşü olanındır.)

----------

-İmamın yanına, bir Râfızî gelip, İnsanların en kuvvetlisi kimdir? diye sordu. Cevâbında: «Bize göre hazreti Alidir (kerremallahü vecheh). Zirâ, hilâfetin Ebû Bekr-i Sıddtkın (radıyallahü anh) hakkı olduğunu bildi. Kabûl ve teslim eyledi. Size göre ise, Ebû Bekr-i Sıddiktır. Zira hilâfeti zorla hazreti Aliden aldı ve hazreti Ali ondan alamadı» buyurdu. Râfızi bu sözü duyunca şaşırdı. Ne söyliyeceğini bilemedi.

----------

-Ebû Hanîfe, Medine-i Münevverede hazreti Alinin oğlu hazreti Ha­sanın oğlu Muhammed ile (radıyallahü anhüm) buluştu. Ebû Hanîfeye:

-Ceddimin hadîs-i şeriflerine kıyâs ile muhalefet eden zât sen mi­sin?» dedi.

Ebû Hanîfe:

-Bundan Allahü teâlâya sığınırım. Ceddinize (sallallahü aleyhi ve sellem) olan hürmetimiz gibi, size de hürmetimiz vardır.» deyip, huzûrunda dizleri üzerine oturdu. Konuşmağa başladılar. Ebû Hanîfe:

«Erkek mi zayıftır, kadın mı?» dedi.

Muhammed bin Haşan:

«Kadın daha zayıf yaradılışlıdır» dedi.

Ebû Hanîfe:

—«Kadının, terekeden hissesi ne kadardır?» dedi.

Muhammed bin Hasan:

«Erkeğin yarısı kadardır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim» dedi. Sonra:

«Namaz mı efdaldır, oruç mu?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Namaz efdaldır» dedi.

Ebû Hanîfe:

«Eğer kıyâs ederek söyleseydim, hayız olan kadına (adet gören kadına), Ramazan orucunu kaza etmesini değil, namazını kaza etmesini emr ederdim» dedi

Sonra:

«Bevil (sidik) mi daha pistir, meni mi?» diye sordu.

Muhammed bin Hasan:

«Bevil daha necistir (pistir)» dedi.

Ebû Hanîfe:

— «Eğer kıyâs ederek söyleseydim, meni çıktığı zaman değil, bevil çıktığı zaman gusl abdesti almağı vâcib kılardım. Ama hadîs-i şerîfde olan­dan başkasını söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Resûlullahın (sal­lallahü aleyhi ve sellem) sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum,başka bir şey yapmıyorum» dedi. Muhammed bin Hasan, bunun üzerine kalkıp, Ebu Hanîfenin alnından öptü.

----------

-Küfe şehrinin yabancısı bir adam, çok güzel olan hanımı ile gidiyor­du. Küfeli birisi, kadına göz koyup, bu benim karımdır deyip, hanımını elinden almak istedi. Kadın da kocasından ayrılıp, o adamla gitti. Kocası,kendi nikâhlısı olduğunu isbât edemedi. Zira oranın yabancısı idi. Mes'eleyi Ebu Hanîfeye arz ettiler. Ebu Hanife, Ebi Leyli ve bir grup insanlar, o kadının kocasının yanına gittiler. Ebu Hanife, bir kadına şu adamın yanına git buyurdu. Kadın adama yaklaşınca, adamın köpekleri havlayıp, kadına saldırdılar. Ebu Hanife, sonra o adamın karsına, sen onun yanına git  dedi. Kadın gidince, köpekler tanıdığı için, etrafında dolaşmağa eteklerine sürünmeğe başladılar. Bunun üzerine İmâm: «iş anlaşıldı» buyurdu. Kadın da, itiraf edip, bir hatâ ettiğini kabul etti.

----------

-Dünyaya kadim diyen dehrilerden bir grup Ebu Hanifeyi öldürmek istediler. Bu dehri topluluğu, önce onunla bir mes’elede münâzara edelim, onu yenip öyle öldürelim dediler. Bir araya geldiler. Ebu Hanife sordu,  «içerisine ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, dalgalı, engin bir denizde, kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz? Böyle bir şey olur mu?» Dehrîler, böyle şey olmaz dediler. Ebu Hanife: Her mevsim, hattâ her gün hâli, şekilleri, işleri değişen, hergün bir başka şekilde görünen, intizamı akıllara hayret veren bu dünyanın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükm edersiniz? dedi. Hepsi tevbe ettiler. Allahu Teâlâya ve dünyayı yarattığına, dünyanın da sonradan yaratılma olduğuna inandılar ve kılıçlarını kınlarına soktular.

----------

-ibni Âsim, İmâmın faziletlerini anlatırken der ki: lmâm-ı A’zamın ilmi, zamanındakilerin ilmi ile tartılsa, İmamın ilmi ağır gelirdi.

----------

-Kadı-yı Semerkand der ki: Hacca gidiyorduk. Yanımıza, kalbi çok bo­zuk birisi geldi. Her gün kaderden bahs eder, mu’tezile misâllleri verirdi. Kimi görse bu konuyu açardı. Kimse onu yenemiyordu. Onun bu hâli, ken­dine gurur veriyor, biz ise gayrete geliyorduk. Nihâyet Iraka geldik. Küfe­den geçiyorduk, lmâm-ı A’zamın meclisine uğrayıp, bunun insanlara ver­diği sıkıntıyı anlatmayı düşündük, önünde kâğıt vardı. Yazı yazıyordu, kader hakkında konuşmasını istedik. Kalemi, kâğıdı bırakmadan, yüzünü kaderiyye mezhebinde olan o kimseye döndü ve: «Hak yolu açık ve aydın- ne için karanlık kader yolunu tuttun?» buyurdu ve ona bir teveccüh etti.

Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »

Ahmed B. Hanbel (r.a) Hakkındadır

Ahmed B. Hanbel (r.a) Hakkındadır




İmam Ebû Abdullah Ahmed bin Muhammed Ibni Hanbei-i Şeybânî aslın Mervli'dir. Hicri yüzaltmış dört yılında (M. 780) Bağdad’da dünyaya geldi. Ikiyüz kırk bir (M. 855) de yine Bağdad’da vefât eyledi. Yetmiş yedi yıl yaşadı. Fıkıh ve hadîste, Zühd, vera' ve İbâdette imam idi.

(Din ve sünnetin imâm-ı mezhebin ve milletin öncüsü, ilim, amel ve takva nümunesi, dört imâmın, dördüncüsü idi. Ehl-i sünnet vel cemaat Imamlanndandır).. Sahihin sahih olmıyandan ayrılması onun sebebiyle an­laşılmıştır.

Bağdad'da birçok âlimlerden ilim öğrenmiş, hadîs-i şerif dinlemiştir. Sonra Kûfe'ye, Basraya, Mekkeye, Medîneye, Yemene ve Şama gitmiş, tekrar Bağdada dönmüştür. Bu dolaştığı şehirlerde bulunan en büyük âlimlerden fıkıh ve hadîs öğrendi. Yezîd bin Hârundan, Yahyâ bin Said-i Kaftandan, Süfyân Ibni Uyeyneden, Muhâmmed bin idris-i Şâfiîden, Abdurrazzak bin Hümamdan ve daha birçok âlimlerden hadis öğrendi. Ken­disinden de hedîs-i şerif rivâyet ve nakl edenler çoktur. Oğulları Salih ve Abdullah, amcasının oğlu Hanbel bin Ishak, sonra Muhammed bin İsmaîl-i Buhârî, Müslim bin Haccac-ı Nişapûrî, Ebû Dâvud Sicistânî ve daha bir çok âlimler.

Fazilet ve menkabeleri çok, Islâmiyyetteki yeri meşhurdur. Medhu senâsı bütün dünyaya yayılmıştır.

Ishak bin Raheviyye der ki: Ahmed Ibni Hanbel, yeryüzünde Allahü teâiâ ile kulları arasında bir hüccettir, delildir. Ya ni kullar, onun vasıtası ile Allahü teâlânın yolunda gitmektedirler.

İmâm-ı Şafiî der ki : Bağdad’dan ayrıldığım zaman, Bağdad’da Ah­med Ibni Han belden daha âlim, daha faklh, vera, ve takvâsı ondan daha fazla kimseyi bırakmadım.

Ebû Zer'a der ki: Ahmed Ibni Hanbel beşyüz binden ziyâde hadîs-i şerif ezberledi.

Ibrâhim-i Harık der ki: Ahmed Ibni Hanbeli gürdüm. Sanki Âllahü teâlâ evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini onda toplamıştı. Her ilimde böyle idi Fakat dilediğini söyler, dilediğini söylemezdi.

Ebû Dâvud-i Sicistâni der ki: Ahmed ibni Hanbelin meclisi, yalnız ahıret için idi. Orada dünya kelâmı konuşulmazdı. Bir kerre dünyadan bahs ettiğini duymadım.

Ahmed bin Mûsâ der ki: Haşan bin Abdülazîze Mısır'dan mirâa ola­rak yüz bin altın getirdiler. O da Ahmed ibni Hanbele üç kese altın gön­derdi. Her kesede bin altın var idi. Ve : «Efendim, bu para halâldır, bunu kabûl edin, ailenize ve evinize harcayın» dedi. İmam, benim paraya ihti­yacım yok, ben kanâat içinde yaşamayı severim deyip paraları almadı.

Oğlu Abdullah der ki, çoğu zaman babamın, namazdan sonra: «Ya rabbi, senden başkasına secde etmekten alnımı koruduğun gibi, senden başkasından birşey istemekten de, yüzümü koru» dediğini duyardım.

Meymûn İbni Esba’ der ki : Bağdad’da idim. Bir feryâd işittim. Ne oluyor? diye sordum. Cevabında : Ahmed İbni Hanbelin sesidir, işkence ediyorlar dediler. Yanına girdim. Bir sopa vurdukları zaman : «Bismillah» dedi, kinci sopayı vurduklarında : «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah» dedi, üçüncü sopayı vurduklarında: «Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır, mahlûk değildir, mahlûktur denemez» dedi. Dördüncü sopayı vurdukla­rında : «Sen onlara de ki, Allahü teâlânın bizim için yazdığından başka birşey bize gelmiyor» mubârek kelâmını okudu. Böylece yirmidokuz sopa vurdular. İmanım belinin uçkuru bezden idi. Koptu ve pantolunu kasığının üzerine düştü, imam gözlerini göğe çevirip, ağzından bir şeyler söyledi. Hemen, o anda, pantolunu beline çıktı. Yedi gün sonra İmamın yanına git­tim ve : «Ogün dudaklarınızı oynattınız, acaba ne söylediniz efendim?» dedim. Cevabında : «Ya rabbi, Arşını onunla doldurduğun isminin hâtırı için, eğer ilm-i şerifin benim haklı olduğuma müteallik ise, benim hayâ perdemi yırtma, beni utandırma» diye dua ettim buyurdu.

Ahmed ibni Muhammed-i Kindî der ki ; Ahmed ibni Hanbeli rüyada gördüm. Hak teâlâ sana nasıl muamele etti? dedim. Buyurdu ki : Beni mağfiret eyledi. Sonra dedi ki, Ey Ahmed! Seni benim için dövdüler mi? Evet, yârabbi dedim. Hak teâlâ: «Ey Ahmed, Baki Bu benim vechimdir. iyi bak, bakmak sana yasak değildir» dedi.

Bundan önce Ahmed ibni Hanbelin, Kur'ân-ı kerîme mahlûk demesi için imtihan olunduğunu, ya’nî kendisine eziyyet ve işkence ettiklerini uzun uzun, yeri düşmüşken, anlatmıştık. Tekrâr yazmamıza lüzûm yok.

Vefat ettiği zaman, namazına müslümanlardan o kadar halk toplandı ki, saymağa imkân yok idi. Sonra Mütevekkil, halkın namaz kaldıkları ye­rin alanının ölçülmesini emretti. Gördüler ki, iki milyon üçyüz bin kişiyi : alacak geniş bir meydan idi. Vefat haberi etrafa yayılınca, eşrâf ve fakir­eler kitle kitle gelip, kabri üstünde namaz kıldılar. Bu şekilde namazını kı­lanlar da, sayılamıyacak kadar çok idi. Hattâ rivâyet olunur ki, o gün yahudî ve hıristiyanlardan otuz bin kişi, cenazesindeki kalabalığı ve daha bir çok acîb halleri görüp müslüman olmuşlardır.

(Tezkiretül evliya) da diyor ki: Verâ, takvâ, riyâzetler ve kerâmetler sâhibi olup, ileri görüşlü idi. Duası kabûl olanlardandı. Her fırka onu mu- bârek tutmuştur. Bir gün oğlu : «Âdemin (aleyhisselâm) hamurunu kendi eliyle, (ya’ni kudretiyle) yoğurdu» kelâmını söylerken, elini kaftanının ye­ninden dışarı çıkardı. Ya'nî elini gösterdi. Babası buyurdu ki: «Allahü te- âlânın yed’inden (elinden) bahsederken kendi eline işâret eyleme!»

Büyük evliyâdan çokları ile görüştü. Zünnûn-ı Mısrî, Bisr-i Hâfî, Serrı-yı Sekatî, Ma’rûf-i kerhî ve bunlar gibi nice evliya ile sohbet etmiştir.

Bişr-i Hâfî der ki: Ahmed'de üç haslet vardır. Bunlar bende yoktur. Kendisi ve ailesi için halâlı ister, ben ise kendim için isterim.

Sırrı-yı Sekatî der ki: Bütün hayatı boyunca mutezileden zarar ve zi- yân görmüştür. Mu'tezile ona çok ta'n ettiler. Vefatında ise, Müşebbihe tâifesi ta'n eylediler. Halbuki Ahmed ibni Hanbel, onların ta’nlarından be­ri ve uzak idi.

Bağdadda mu'tezilenin çok ve sözlerinin geçerli olduğu bir zaman­da, Mutezile: Onu zorlamalıyız ve Kur’ân-ı kerîme mahlûktur detirtmeliyiz dediler. İmamı halîfenin sarayına götürdüler. Halîfenin kapısında bir kumandan vardı. İmama dedi ki: Ey imâm! Merd ol! Doğruyu söylemek­ten çekinme. Ben bir zamanlar birşey çalmıştım. Bana bin deynek vur­dular. Yine de ikrâr ve itirâf etmedim. Sonunda kurtuldum. Ben, bâtıl bir şey üzerine sabr eyledim. Sen ki, muhakkak haklısın, elbette daha çok sabredersin.

İmam der ki: «Onun bu sözü çok hoşuma gitti». İmam zayıf ve yaşlı idi. Tuttular, yatırdılar ve Kur'ân-ı kerîme mahlûk demesi için binbir dey­nek vurdular. Fakat o, Kur’ân-ı kerîme mahlûktur demedi. Elleri bağlı idi. Yukarıda geçtiği gibi uçkuru koptu. Gaibden bir el gelip bağladı. Bunu gö­rünce İmamı serbest bıraktılar. Vefatına yakın, insanlar gelip, size eziyyet edenler hakkında ne söylersiniz diye sordular. Cevabında: «Allah için beni dövdüler. Haksız olduğumu zan ettiler. Onların bu deyneklerinin ya­raları, ağrıları içerisinde olduğum halde, kıyâmete kadar onlara bir düş­manlığım yoktur» buyurdu.

Bir gencin, kötürüm olmuş, hasta bir annesi vardı. Birgün oğluna: Ey oğlum! Eğer benim rızamı almak, beni sevindirmek istersen, Imâm-ı Ahmedin huzuruna git ve bana dua etmesini söyle, belki Allahü teâlâ, be­ni bu hâle getiren, bu hastalıktan kurtarır dedi. Genç, İmamın kapısına geldi ve seslendi. İçeriden bir ses: Kimsin? dedi. Cevâbında, size muh­tacım, hasta bir annem var, sizden dua istiyor dedim. İmam çok üzüldü. Kendi kendine, Beni nereden biliyorlar dedi. Sonra kalktı, gusl abdesti aldı ve namaza durdu. İmamın hizmetçisi, o gence: Sen geri dön, İmâm senin için uğraşıyor dedi. Genç geri döndü. Evin kapısına geldiği zaman, annesi kalktı ve kapıyı oğluna açtı. Allahü teâlânın izni ile tam sihhate kavuştu.

Bir su kenarında abdest alıyordu. Bir başkası da onun yukarısından abdest alıyordu İmama hürmet için kalktı ve İmamın aşağısına gelip ab­dest aldı O kimse öldüğü zaman, rüyâda gördüler ve Allahü teâlâ sana ne yaptı dediler. Cevabında, Alahü teâlâ bana, abdest alırken İmama hürmet ettiğim İçin rahmet eyledi dedi.

Imam-ı Ahmed der ki: Ka'beye gidiyordum. Sahralara düştüm. Yalnız idim. Yolu şaşırdım. Bir köylü gördüm. Bir kenarda oturmuş idi. Gideyim kendisinden yolu sorayım dedim. Gidip sordum. Açım dedi. Bir parça ek­meğim vardı. Ona verdim. Gür bir sesle: «Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü tealânın evine (Beytullaha) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya git­mene râzı olmayınca, elbette yolunu şaşırırsın» dedi. Imam-ı Ahmed der ki: Bu söz gayretime dokundu ve: «Yâ rabbî, senin köşelerde, kenarlarda sakladığın, halkın gözünden örttüğün böyle kulların vardır» dedim. O zat şöyle dedi: «Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun! Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün yerler ve dağlar onların hürmetine altın olur.» İmam der ki: O anda etrafıma bak­tım. Toprak ve dağlar altın olmuştu. Kendimden geçtim ve düştüm. Gizli bir ses duydum: «Ey Ahmed, kalbini niiçin cem’iyyetde bulundurmuyorsun? O, benim öyle bir kulumdur ki, isterse onun için gökleri yere, yeri gök­lere kavuştururum. Onu sana gösterdim, ama sen hâlâ görmüyorsun» di­yordu.

Imâm-ı Ahmed Bağdadda otururdu. Fakat hiçbir zaman Bağdad mah­sûlünden ekmek yemezdi. Bu toprağı Emîr-ül müminin Hazreti Ömer (ra- dıyallahü anh) gazilere vakf eylemiştir derdi. Musula altın gönderir, buğ­day unu aldırır, ekmek yapar, yerdi.

Oğlu Sâlih bin Ahmed, bir sene Isfahanda kadılık yaptı. Gündüz oruç tutar, gece sabaha kadar ibâdet ederdi. Gecede iki saatten fazla uyu­mazdı. Kendi evinde, kapısı görünmiyen bir oda yaptırdı. Gece orada bu­lunurdu. Bir kimsenin, geceleyin bir iş için gelip de, kapısını kilitli bulma­sını istemezdi. Böyle bir kadı idi. Birgün Imâm Ahmed için ekmek pişir­diler. Bu ekmeğin hamurunun mayasını, bu oğulları Sâlih’den almışlardı. Ekmeği önüne getirdikleri zaman: «Bu ekmeğe ne oldu? buyurdu. Hamu­runun mayası, oğlunuz Sâlihdendir dediler. Buyurdu ki, o bir sene Isfa­handa kadılık yapmıştır, bu ekmeği biz yutamayız. Peki bu ekmeği ne ya­palım? dediler. Cevâbında: «Şuraya koyunuz. Bir dilenci gelirse, hamuru Sâlihdendir, isterseniz alınız dersiniz» buyurdu. Ekmek kırk gün evde kaldı.

Bir dilenci gelip almadı. Orada küflendi. Dicle nehrine atılar.İmam Ahmed, o ekmeği ne yaptınız? buyurdu. Dicleye attık dediler. İmam bun­dan sonra Dlcie nehrinden çıkan balıklardan yemedi. Takvam o derece idi ki, bir cemaatte herkes gümüş sürmedin kullanıyorsa, yanlarında otu­rulmaz, derdi.

İmama bir talebe misafir geldi. O gece ibriği su doldurup yanına koy­du. Sabahleyin gördü ki, ibrik koyduğu gibi dolu duruyor. İmam:«İbrik niye su ile dolu duruyor» dedi. Talebe, ne yapacaktım diye sordu. «Abdest alırdın ve teheccüd namazı kılardın. Yoksa bu ilmi ne için öğrendin bu­yurdu.

İmamın, gündelikle çalışan bir işçisi vardı. Akşam üstü talebesine, bu işçiye ücretini fazla ver dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. İmam, talebesine, arkasından yetiş, şimdi alır dedi. Ta­lebe, niçin şimdi alır diye sordu. İmam, o zaman, aklından böyle blrşey geçiyordu. Şimdi İse, bu düşünce onda yok. Alması tevekkülünü bozmaz buyurdu.

Imâm-ı Ahmed, Abdulah ibni Mübârekin gelmesini ve onunla görüş­meği çok arzu ediyordu. Nihâyet bir gün oğlu: «Babacığım, Abdullah ibni Mübarek geldi. Kapıdadır, Sizi görmek istiyor» dedi. İmam, içeri alma dedi. Oğlu: «Babacığım, bunda ne hikmet var ki, senelerdir onu görmek arzusuyla yanıyordun, bugün bu saadet, bu ni'met kapınıza geldi de, içeri almıyorsun» dedi. Babası, evet söylediğin gibidir, ama korkarım ki, onu gördükten sonra, letâfetine kapılır, sonra ayrılığına dayanamam. Onun korkusu için bir ömür harcarım. Onu, ayrılmak olmıyan yerde görmek is­terim buyurdu.

Muamelâtta yüksek sözleri vardır. Muamelâta dâir süâl soranlara cevab verir, hakikate, vilâyetin yüksek derecelerine âid süâl soranları, Bişr-i Hâfiye gönderirdi.

Buyurdu ki: Allahü teâlâdan, bana bir havf (korku) kapısı açmasını dua ettim. Bu duamdan sonra öyle oldum ki, Allah korkusundan, nerdeyse aklımı kaybedecektim.

Bir kerre, rüyâda Allahü teâlâyı gördü ve: «Yâ rabbi, sana yaklaşmak istiyen kulların ne ile yaklaşırlar» dedi. Cevabında: «Benim kelâmımla,» ya’nî Kur’ân-ı kerîm okumakla buyurdu. İmam yine: «Yâ rabbi, ma’nasını aniıyarak mı okumalı, yoksa anlamadan da okumalıdır? diye süâl etti. Allahü teâlâ: «O benim kelâmımdır. İster ma'nasını aniıyarak okusunlar, ister anlamıyarak» buyurdu.

Ihlâs nedir? diye sorduklarında: «Amellerin âfetlerinden kurtulmak­tır» buyurdu.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum

Devamını Oku »

İmam Şafii (r.a) Hakkındadır



İmam Şafii (r.a) Hakkındadır
İmam Ebû Abdullah Muhammed bin idris bin Abbâs ibni Osman bin Şafiî’ bin Sâib bin Ubeyd bin Abd-i Yezid bin Hâşim bin Muttalib İbni Abd-i Menâf Kureyşlidir. Dedesi Şâfi’ delikanlılığında Resûlullah (salla)- lahü aleyhi ve selem) ile görüşmüş, şerefli sohbetine kavuşmuştur. Onun babası Sâib (radıyalahü anh) Bedir günü islâma gelmiştir. Bu harbin ba­şında Benî Hâşim sancağını taşırdı. Sonra müslümanların elinde esîr ol­du. Fidye verip kurtulduktan sonra müslüman oldu.

Imâm-ı Şâfiî Gazzede, bir rivâyette Askalanda, yahut Yemende, yüz elli (m. 676) yılında dünyaya geldi. Yukarıda geçtiği gibi, bu yıl, Imâm-ı A’zamın (rahmetullahi aleyh) vefat ettiği senedir. Bazıları, imâm-ı A’zamın vefâtı günü dünyaya geldi dediler, iki yaşında iken Mekkeye getirdiler.

Muhammed bin Hakem der ki: Imâm-ı Şâfiînin annesi, İmama hâmile iken, rüyâda, Müşterî yıldızının karnından çıkıp, her memlekete bir par­çasının düştüğünü gördü. Rüyâ ta’bircisine gidip, rüyâsını ta’bîr ettirdi. Tabirci, büyük bir âlim olacak çocuğun dünyaya gelir dedi.

Imâm-ı Şâfiî der ki: Bir gece rüyâda Resûlulahı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Ey oğul, sen kimdensin buyurdu. Ey Allahın Resulü, si­zin kabîlenizdenim dedim. «Bana yaklaş!» buyurdu. Yanma gittim. Ağzı­nın bereketli suyunu alıp, dilime, ağzıma ve dudaklarıma sürüp:«Hadi git, Allah sana bereket versin» buyurdu.

Yine İmâm buyurdu: Mekkede, çocuk iken Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda gördüm. Tam heybet ile, Mescid-i haramda imam olup, insanlara namaz kıldırıyordu. Namazı bitirince, yüzünü insanlara dö­nüp, ilim öğretmekle meşgul oldu. Ben de yanına yaklaşıp: Bana da öğre­tin dedim. O anda yenlerinden bir mîzân, ya’nî terâzî çıkarıp: «Bu senin içindir» deyip bana verdi. Ben rüyamı, ruyâ tabircisine arz ettim. Sen ilimde imam olursun ve sünnet üzere bulunursun. Zirâ Mescid-i haramın imamı, bütün imamların üstünüdür. Terâzî ise, sen kendinde Resûlullahın hakikatim bilip, kavuşursun dedi.

Derler ki: imâm-ı Şâfiî önceleri fakîr idi Ders okumak, ilim öğrenmek için hocaya verdiklerinde, hocaya verecek parası yok idi. Bu yüzden hoca kendisiyle iyice meşgul olmazdı. Ama muallim, ne zaman bir çocuğa birşey öğretse, imam derhal onu ezberler ve öğrenirdi.Sonra muallim başka yere gitse, ezberlediklerini çocuklara öğretirdi.Nihayet hoca gördü ki,Şâfiîden çocukları öğretmede kendisine hâsıl olan fayda,ondan istediği ücretten fazladır. Hırs ve mal isteğini bırakıp ondan para istemedi.Bu hal üzere devam etti. Dokuz yaşında Kur an-ı kerîmi öğrendi.

Imâm-ı Şafii anlatır: Kur’ân-ı kerîmi hatim ettiğim zaman, âlimler ile oturur, sohbet ve arkadaşlık ederdim. Hadîs ve mesele ezberlerdim Fa­kir idim, öyle ki, kâğıd alacak param yoktu. Bazen bir kemik parçası alıp, üstüne yazardım. En önce Müslim bin Hâl idden ilim öğrendim. O zaman Mâlik bin Enes’in müslümanların imâmı, muvahhıdlerin rehberi olduğu ha­berini aldım. Onun huzuruna gidip talebesi olmak arzusu içime doğdu. Bu arzuyla, Mekkeden birinden bir (Muvattâ) nüshası ariyet, emânet ola­rak aldım ve ezberledim. Sonra Mekke vâlisinin meclisine gittim. Bana iki mektûb verdi. Birisi Medine vâlisine, diğeri Mâlik bin Enese yazılmış idi. Mektûbları alıp. Medîneye vâlinin yanına gittim. Vâli bana: «Ey genç, eğer bana Medîneden Mekkeye kadar yalın ayak gitmeği teklif eylesen, Imâm-ı Mâlikin kapısına gitmekten kolay bulurdum» dedi. O zaman ben: Eğer emir (ya’nî vâli) emr ederse, İmâmı da'vet edip, huzûrunuza getirir­seniz iyi olur dedim. «Nerde onun bize gelmesi! Keşke biz onun kapısı­na varıp, uzun zaman beklesek de, sonra bize kapı açılsa, râzıyız» dedi.

İmam anlatır: Sonra vâli ata bindi. Biz de beraber gidip, İmâm-ı Mâ­likin evine geldik. Vâlinin yanında bir kimse var idi. Kapıyı çaldı. Siyâh bir câriye çıktı. Vâli, câriyeye: Efendine söylel Vâli kapıdadır dedi. Câ­riye içeri girdi. Bir müddet kaldıktan sonra gelip: Efendim der ki, suâli var ise, bir kağıda yazsın cevabını verelim. Yok bir başka iş için geldi ise, perşembe günü konuşmuştuk, şimdi görüşmemize luzûm yok, dö­nüp gitsin» dedi. Vâli, yanımda Mekke vâlisinin mektûbu vardır, önemli bir mes’eledir, kendisine arz etmek isterim dedi. Câriye içeri girdi ve gel­di. Elinde bir iskemle vardı. İskemleyi yere koydu. O sırada Imâm-ı Mâ­lik çıktı. Uzun boylu idi. Büyük âlimlere mahsûs kaftan giyiyordu. O hali ile tam heybetli idi. Mekke-i mükerreme vâlisinin mektûbunu İmama ver­di. Mektûbda: Muhammed bin Idris, değerli bir insandır. Annesi tarafın­dan şeriftir... Hâli şöyledir, şöyledir dediği yere gelince, mektûbu elin­den atıp: «Sübhânellah, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve selem) ilmi, mektûb ve risâle göndermekle ¡stenecek, elde edilecek hâle mi geldi?» dedi. Immâ-ı Şâfiî der ki: Evet, kerem etmiş olursunuz efendim dedim. Sonra İmam buyurdu: «Allahü teâlâ senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu nasiyet ile söndürme!» Arkasından devam edip: «Yarın, sana (Muvattâ) kıraat edecek bir kimse ile gelirsin» buyurdu. Ben, Muvattâyı ezber­den okurum diye arz ettim. Ertesi gün imama geldim. Okumağa başladım.

İmama ağırlık olmasın, onu çok yormıyayım diye, ne zaman okumağı kes­mek istesem, benim güzel okuyuşumun zevki İle: «Ey genç oku, daha oku» der idi. Böylece birkaç günde kıraati tamamladım. Sonra Medinede kaldım. Imam-ı Mâlik vefât edinciye kadar ayrılmadım.

Imâm-ı Şâfiî, Imam-ı Mâlikin bir sözünü söyliyeceği zaman : -Bu, bi­zim üstâdımız Mâlikin sözüdür,» der idi.

Imam-ı Ahmed bin Hanbelin oğlu Abdullah der ki: Babama, Şâfiî na­sıl bir kimse idi? Sizin ona çok dua ettiğinizi ve onu hep övdüğünüzü duyu­yorum dedi. Babası buyurdu: Ey benim oğlum! Şâfiî, günün parlak güneşi olup, insanlara sihhat ve âfiyyet sunucu idi. Bunlara kimse ihtilaf ede­mez.

Abdullahın kardeşi Sâlih bin Ahmed bin Hanbel der ki: Bir gün ba­bam hasta idi. Şâfiî iyâdete, ya’nî babamı ziyârete geldi. Babam hasta ol­duğu halde, derhal kalkıp karşıladı. İki gözünün arasını öpüp, kendi ye­rine oturttu. Kendisi de onun önünde oturdu. Sonra bir saat ona süal sor­du. Şâfiî kalktı ve atına bindi. Babam özengisini tuttu ve yanı sıra yürü­dü. Bu haber, Yahyâ bin Muine gelince: Sübhânellah, niçin böyle yaptın? dedi. Babam: «Ey Ebû Zekeriyyâ, eğer sende bir tarafından yürüseydin faydalanırdın. Fıkıh ve ilim öğrenmek istiyen, onun bindiği hayvanın kuy­ruğunu koklasın» buyurdu.

Yine Ahmed Ibni Hanbel anlatır: Şâfiînin zamanında İslam üzere min­net ve gayreti çok olan, Şâfiîden ileride kimse yok idi. Ben her nazamdan sonra ona dua edip: Yârabbil Beni, annemi - babamı ve Muhammed bin Idris-i Şâfiîyi mağfiret eyle derim.

Hüseyin bin Muhammed Za'ferânî der ki: Şâfi'den okuduğum her kitabda, Ahmed bin Hanbel şâhid ve hazır idi.

Imâm-ı Şâfiî der ki: İlmi, izzet-i nefs ve kibr (kendini büyük görmek) için istiyenlerden hiç biri felah bulmuş değildir. Ama ilmi, kendini aşağı görmek, kimseden birşey almamak, âlimlere ve insanlara hizmet etmek için istiyen elbette felah bulur, kurtulur.

Yine buyurdu : Münâzaradan maksadım, doğruyu meydana çıkarmak idi. Kendi sözümü kabûl ettirmeği düşünmezdim.

Şâfiînin kızkardeşi oğlu Ebû Muhammed, annesinden naklen anlatır: Bazan bir gecede Şâfiînin yanına otuz kere ışık getirirdik. Zira âdeti şöy­le idi ki, sırt üstü yaslanır, tefekkür ederdi. Sonra ışık getirin derdi. Işık götürürdük. Yazılması lâzım gelen şeyleri yazar, ışığı götürün derdi.

Şâfiî buyurdu ki: Bir kimse bir mümin kardeşine gizli olarak nasihat eylese, faydalı olur. Herkesin ortasında nasihat ederse, hiyânet etmiş olup, faydası olmaz.

Müzni der ki: Ben Şâfilden kerem sâhibi kimse görmedim. Bir bayram gecesi onunla beraber mescidden çıktım. Bir mes'ele hakkında konuşu­yorduk. Evinin kapısına gelince, bir köle kendisine bir kese getirip, efen­dimin size selâmı var, bu keseyi kabul eylesinler buyurdu, dedi, imam keseyi aldı. O sırada birisi gelip: Yâ Ebâ Abdillah, şu an hanımım bir ço­cuk doğurdu. Yanımda hiç param yoktur. Senden, Allah rızası için biraz para istiyorum dedi. Elindeki keseyi, o gelene verdi ve evine girdi. Hal­buki kendi yanında hiç parası yok idi.

Yûnus bin Abdül-a'lâ der ki: Şâfiîden işittim: Allahü teâlânın, bir kim­seyi, şirkten başka her günâha mübtelâ etmesi, kelâmda bahis ve münâ- zara etmesinden hayırlıdır. Çünkü ben, kelâmdan, kat’iyyen beklemedi­ğim bir şeye muttali’ oldum buyurdu.

Yine buyurdu: Kelâm mubahasesini iltizâm edip, felâh bulan kimse yoktur.

Hamîdi anlatır: Şâfii San’adan Mekkeye geldi. Bir mendil içinde sak­ladığı onbin altını vardı. Mekkenin dışında, Çerke dedikleri çadırını kur­du. Gelen geçene o altınlardan verdi. Hepsini bitirinceye kadar Mekke­nin Finâsından ayrılmadı. Sonra Mekkeye geldi.

İmamın üstünlükleri, faziletleri bu kadarla tamam olmaz. Onun üstün­lük ve meziyyetleri sayılamıyacak, anlatılamıyacak kadar çoktur. Velha­sıl dünyanın hertarafının imamıdır. Allahü teâlâ önceki ve sonraki ilimleri onda toplamıştır. Onun kadar adı duyulan olmamıştır. Ondan önceki ve sonraki imamlarda olmıyanlar, onda vardı. Hazreti Mâlik bin Enesten, Süfyân bin Uyeyneden, Müslim bin Hâlidden ve daha birçok âlimlerden ha­dîs dinlemiştir. Ondan da, Ahmed bin Hanbel, Ebû Sevr İbrahim bin Hâlid,

Ebû Ibrâhim Müznî, Rebî bin Süleymân-ı Murâdî ve daha bir çok âlimler tahdîs eylemiş, ya'nî hadîs öğrenip rivayet etmişlerdir. Yüz doksan beş (m. 810) yılında Bağdada geldi. İki yıl kaldı. Sonra Mekkeye gitmek niy- yetîyle çıkıp, yüzdoksan sekiz (m. 813) yılında, Mekkeye vardı. Orada bir kaç ay kalıp, sonra Mısıra gitti ve orada vefat eyledi. Cum’a gecesi yat­sı namazı vaktinde bu dünyayı terk eyledi. Cum'a günü ikindiden sonra defin olunmuştur. İkiyüz dört (m. 819) yılı Receb ayının son günü idi. Elli dört sene yaşadı.

Rebî’ der ki: Imâm-ı Şâfiînin vefâtından birkaç gün önce, rüyâmda, hazreti Âdem aleyhisselâmın vefat ettiğini gördüm. Sabah olunca, bazı âlimlere anlattım. Bu rüyâ, yeryüzünün en büyük âliminin öleceğine işârettir dediler. Zira Allahü teâlâ herşeyin ismini Âdem aleyhisselâma öğret­miştir. Az zaman sonra Imam-ı Şâfii vefât eyledi.

Muzni det ki, vefatı hastalığında Imam-ı Şâfiînin yanına gittim. Bu geceyi nasıl geçirdin, sabaha nasıl çıktın? dedim. Buyurdu ki; Dünyadan göçerek, kardeşlerden, dostlardan ayrılarak sabahladım, ölüm şerbetini içip, kötü emellerimle Melik ve Mabudun divân ve huzuruna çıktım. Yine de bilmiyorum ki, Cennetlik miyim. Bilsem sevinir müjde veririm. Bilmi­yorum ki. Cehennemlik miyim, kendime taziye vereyim. Sonra ağlayıp şu mealde beyitler söyledi:

Kalbimi zulmet basıp, daralınca yollarım,

Ricâm merdiven olur, hep afvını umarım.

Ne kadar büyük olta işlediğim günâhlar,

Onlardan daha büyük mağfiretin, afvın var.

O büyük günâhları ancak sen afv edersin,

Afvet beni yâ rabbi, İhsân sahibi sensin.

Merhametin olmasa, şeytandan kim dönerdi.

Safıyyullah Âdemi bile iğva eyledi.

(İleri görüşlülükte, zekâda ve idârede bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette şaşılacak mertebede idi. Cihânın kerimi, zamanın cömerdi idi. Vaktinin en üstünü, zamanının en âlimi, imamların hücceti, delili İdi. Riyâzet ve kerâmeti bu kitabda anlatılacak cinsten değildir. Onüç yaşında iken, Haremde; «İstediğinizi bana sorunuz» diye seslendi. Onbeş yaşın­da iken fetvâ vermeğe başladı. Cihânın imamı olup, üçyüzbinden çok hadîs-i şerifi ezberden bilen imâm-ı Ahmed, Imâm-ı Şâfiîye talebe olmağa geldi. Huzurunda edeble oturdu. Birtakım insanlar; «Sizin, onun yanına gitmenize lüzûm yoktu» dediler. Cevâbında; Bizim ezber bildiklerimizin ma’nalarını o biliyor. Onu görmeseydik, ilmin kapısında kalacaktık. Biz yalnız hadîs-i şerif biliyoruz. O ise, âyetlerin ve hadîslerin hakikatim an­lıyor. O, cihânı aydınlatan bir güneş, insanları selâmete kavuşturan bir rehberdir» dedi.

Ahmed bin Hanbel dedi ki; Fıkhın kapısı insanlara kapanmıştı. Allahü teâlâ bu kapıyı, Şâfiînin sebebiyle açtı. Şâfiî dört ilimde derin âlim idi. Bu ilimler lügat, ilmi, münâzara, fıkıh ve meânî ilimleri idi. Peygam­ber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurduğu; «Her yüz sene başında, benim dînimi insanlara öğretmek için bir âlim gönderilir» hadis-i şerifle övülen Imâm-ı Şâfiîdir.

Süfyân-ı Sevrî der ki: Şâfiînin aklını, insanların yarısının aklı ile tart­salar, ağır gelirdi.

Bilâl-i Havas der ki; Hızır aleyhisselâmdan Şâfii hakkında ne düşün­düğünü sordum. Cevabında; «Evladlardandır» dedi.

Önceleri, düğünlere ve da’vete gitmezdi. Dâima ağlardı ve aşk-ı ila­hi ile yanardı. Sonra Selim-i Râtini sohbetine kavuştu. Sohbetinde uzun zaman kaldı. Vilâyet makamlarını geçip, kuvvetli tasarruf ve te'sir sahibi oldu. Nitekim Adbullah-ı Ensârî (rahmetullahi aleyh) der ki: Ben Şâfinin mezhebini bilmiyorum. Fakat onu seviyorum. Çünkü, evliyalığın hangi ma­kamına baktımsa, onu önümde gördüm.

Şafiî der ki: Hazreti Aliyi (kerremallahü vecheh) rüyada gördüm. Par­mağından yüzüğünü çıkardı, parmağıma taktı. Bu hareketi, kendi ilminin ve Resûlullahın ilminin bana geçmesi sebebi ile idi.

Şafiî, altı yâşında iken, mektebe gitmeğe başladı. Annesi, Beni Hâşim kabilesinden ibâdete düşkün zâhide bir hanım olup, insanlar emânet­lerini ona verirlerdi. Birgün iki kişi gelip, saklaması için bohça verdiler. Sonra birisi gelip, bohçayı istedi. Herkese itimadı olduğundan bohçayı gelene verdi. Biraz sonra diğeri geldi. Bohçayı istedi. Cevâbında, bohça­yı arkadaşına verdim dedi. Gelen, biz ikimiz beraber gelmeyince, vermez­siniz dememiş miydik deyince, evet dedi. O halde, niye bohçayı ona ver­din? diye sordu. Şâfiînin annesi üzüldü. O sırada Şâfiî geldi ve: «Anne­ciğim niye üzgünsün?» dedi. Annesi durumu anlattı. Şâfiî dedi ki, üzüle­cek, korkacak birşey yok. Bohçayı istiyen nerededir? Onunla konuşayım. Bohçayı istiyen, benim dedi. Şâfiî dedi ki, senin bohçan yerindedir. Git arkadaşını getir ve bohçayı al dedi. O adam ne yapacağını şaşırdı. Yanın­da bulunan kadıvekili de, bu cevabdan hayretler içersinde kalıp, öylece uzaklaştılar.

Sonra İmâm-ı' Mâlikin talebesi oldu. O zaman Mâlik yetmiş yaşın­dan fazla idi. Mâlikin evinin kapısında oturdu. Mâlikin verdiği fetvâları, kapıdan çıkanlardan okur, fetvâ istiyene, ya’nî soru sorana derdi ki, geri dön ve imama söyle ki, daha ihtiyatlı olsun, imam dikkat nazarı ile bakın­ca, Şâfiîinin haklı olduğunu görürdü; Şâfiîyi severdi ve okşardı. O zaman, halîfe, Hârun Reşîd idi.

Hârun Reşîd, bir gece hanımı Zübeyde ile münâkaşa etti. Zübeyde, Hâruna: «Ey Cehennemlik» dedi. Hârun cevabında: «Eğer ben cehennem­liksem, seni boşadım» dedi. Biribirlerinden uzaklaştılar. Halbuki Hârun Zübeydeyi çok severdi. Bu ayrılık, bu uzaklaşma Hâruna çok dokundu. Bağdad âlimlerini toplayıp, bu mes’eleyi sordu. Hiç kimse cevab vereme­di. Hepsi Hârunun cehennemlik veyâ cennetlik olduğunu Allah bilir dedi­ler. Âlimlerin arasından bir genç kalktı ve: «Ben cevâb veririm» dedi. Oradakiler şaşakaldılar. Ve herhalde deli olsa gerektir, zira bu kadar âlimin cevâb veremediği bir mes’eleye, nasıl cevâb verir dediler. Hârun bu genci çağırdı ve: «Hadi, cevab ver» dedi. Şâfiî dedi ki, senin mi be­nimle işin vardır, benim mi seninle? Hârun, benim seninle işim var dedi. Şâfiî, o halde, tahttan in. Zira âlimlerin makamı daha yüksektir dedi. Ha­life, onu tahta oturttu. Sonra Şâfiî dedi ki, önce sen benim sorularıma cevab ver, sonra ben senin sorularına cevab vereyim. Peki, sor dedi. Şâfii sordu: Bir günâhı işliyebileceğin halde, Allah Korkusundan, onu terk et­tiğin oldu mu? Hârun, evet Allahü tealâya yemin ederim ki, oldu dedi Şafii: «Senin Cennetlik olduğuna hükmettim buyurdu. Oradaki âlimler «Hangi delil ve vesika ile bunu söyledin» diye bağırdılar. Şâfii: Delilim Kur'ân-ı kerimdir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde: «Bir kimse, Allah korku­sundan nefsini arzularından, isteklerinden (ya’ni günâhlardan) men’ eder­se, onun yeri elbette Cennettir» buyuruyor, dedi. Âlimler, bu kimbilir, na­sıl bir insan olacak dediler.

Bir kere ders verirken, ders esnasında on defa ayağa kalktı. Sebebi­ni sordular. Buyurdu ki: Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oyun oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, hürmeten aya­ğa kalkıyorum. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu ayakta dururken, oturmak revâ değildir.

Bir kimse Mekkenin mücâvirlerine verilmek üzere, bir mikdar para gönderdi. Şâfii de orada idi. Paranın bir kısmını ona getirdiler. Şâfii pa­ranın sahibi, bu parayı kimlere verin demiştir? dedi. Cevâbında, takvâ sa­hibi dervişlere verilmesini vasiyyet etti deyince, Şâfii, ben bu paradan alamam, ben takvâ sâhibi değilim dedi ve parayı almadı.

Hârun Reşide her sene Bizans İmparatorluğundan vergi olarak çok pa­ra ve mal gönderirlerdi. Bir sene, âlimlerle münâzara etmek üzere, ruhban­lar gönderdiler. Eğer, bizi yenerlerse, onlara vergi vermeğe devam ede­riz, yoksa vermeyiz dediler. Dörtyüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlim­lerin, Dicle nehri kenarında bulunmalarını emretti. Sonra Hârun, Şâfiiyi çağırdı ve : «Onlara Sen cevab vereceksin» dedi. Diclenin kenarında top­landılar. Şâfii seccâdeyi omuzuna alıp, nehre doğru yürüdü. Seccâdeyi suyun üzerine atıp, üzerinde oturdu ve : Benimle münâzara etmek isti- yenler buraya gelsin» dedi. Bu hâli görünce, hepsi müslüman oldular. Bi­zans İmparatoruna, gönderdiği adamların Şâfiînin elinde müslüman ol­dukları haberi gidince, imparator: «Allaha şükür ki, o adam (Imâm-ı Şâ­fii) buraya gelmedi. Eğer buraya gelseydi, buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı» dedi.

Bir grup insanlar Haruna, Şâfiînin Kur’ân-ı kerîmi ezberlemediğini söylediler. Gerçekten de öyle idi. Fakat hafızası öyle kuvvetli idi kî, Hâ­run onu imtihan etmek isteyince, kendisini Ramazanda imam tayin etti. Şâfii, her gün, Kur'ân-ı kerîmden bir cüz mütalâa ederdi ve gece terâvih namazında o cüz'ü okurdu. Böylece bir Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi ez­berledi.

Ahmed-i Hanbel mezhebine göre, bir namazı bile bile terk eden kâfir olur. Şâfii mezhebine göre kâfir olmaz, fakat öldürülür. Şâfii, Ahmede dedi ki,bir kimse namazı terk ile (size göre)kâfir oluyor, müslüman olması için ne yapmalıdır. Cevabında, namaz kılmalıdır dedi. Şâfiî: Kâfirin namaz kılması doğru olur mu? Dedi.Fıkhın esrarını bildiren bu söz üzerine Ahmed sustu.

Buyurdu ki: Ruhsat ve tevillerle uğraşan bir âlim görürseniz, anla­yın ki ondan fayda gelmez.

Buyurdu : Bana edebden bir kelime öğretenin kölesi olurum.

Buyurdu : Câhillere ilim öğretmeye kalkan, İlmin hakkını zay' eder, ilmi lâyık olandan esirgeyen, zulm etmiş olur

Buyurdu : Eğer dünyayı bir ekmek kırıntısına bana şatsalar, almam. Buyurdu : Aklı, fikri mi'deainde olanın kıymeti, bağırsaklarından çı­kanla ölçülür.

Bir gün İmama bir kimse gelip, nasihat İstedi. Buyurdu ki : Parası ve malı senden çok olanı kıskanma. O, malına ve parasına hasret olarak ölür. Gıbta edeceğin kimsenin, İbâdet ve taatının çokluğuna gıbta et; zira  ölene kimse gıbta etmez. Yaşıyanlar da az sonra öleceği için, onlann dünyalıkları özenmeğe değmez.

Ebü Saîd der ki, Şâfiî: Bütün âlimlerin İlmi, benim ilmime yetişeme­di, benim ilmim de tasavvuf ehlinin İlmine yetişemedi, onların da ilmi ta­savvuf büyüklerinin ilmine yetişmedi buyurdu.

Ahmed ibni Hanbel anlatır : İmâmı rüyâmda gördüm ve : Ey karde­şim, Allahü teâlâ sana ne muamele etti? diye sordum. Cevabında ; «Beni mağfiret eyledi. Kerâmet tâcı giydirdi. Bana tac verip, insanlar arasında yüksek bir mertebe ihsan etti ve bana dedi ki, sana bu ni'meti vermemin sebebi, halinle övünmemen, sana verdiğim ilimle kendini büyük görmemendir» buyurdu.

Fıkıh, usûl, hadis, nahiv ve lügat âlimleri, Imâm-ı Şâfiînin emâneti, adâleti, zühdü, veraı, takvâsı, cömertliği, hüsn-ö sireti (ahlâkının güzelliği) ve mertebesinin yüksekliğinde icma’ eylemişlerdir. (Rahmetullahı aleyh, rahmeten vâsıaten).

Imam-ı Gazali (rahmetullahi aleyh), Ihya-ül ulûm kitabının birinci cil­dinde, Imâm-ı Şâfiîyi anlatırken şöyle yazıyor: İmâm çok ibâdet ederdi. Geceyi üçe ayırır, üçte birini ilme, üçte birini ibâdete, üçte birini de uy­kuya verirdi.

Rebi' der ki, Imâm-ı Şâfiî, Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi altmış defa hatm ederdi. Hepsini de namazda okurdu. Eshâbından olan Buveytî de Ramazanda, Kur’ân-ı kerimi hergün bir kerre hatim ederdi.

Hasan-i Kerâlûsî der ki: Şâfiî ile bulunduğum geceler, gecenin üçte birini namaz kılardı. Elli âyetten fazla okuduğunu görmedim. Rahmet ayeti okununca, kendisi için ve başka müslümanlar için Allahü teâlâdan rah­met istemeyince geçmezdi. Azab âyeti okuyunca, bu azabdan Allahü teâlâya sığınır, kendisi ve bütün müminler için kurtuluş dilerdi. Daimâ havf ve recâ arasında idi.

Şafiî buyurur ki: Onaltı yıl oluyor, doyuncaya kadar yemek yeme­dim. Çünkü, tokluk vücûda ağırlık, kalbe kasvet verir, zekâyı giderir, uy­kuyu getirir ve sâhibini çok ibâdet etmekten alıkoyar. «Tokluğun, fazla yemenin âfetlerini, zararlarını düşünmesindeki hikmetine ve çok ibâdet etmedeki gayretine bakınız. «Çünkü, ibâdet için karnını doyurmağı terk etmiştir. Kulluğun başı az yemektir.

Şâfiî buyurur: Allahü teâlâya, hiç bir zaman, doğru veya yalan yere yemin etmedim. Hürmetine, Allahü teâlâyı tevkırine dikkat ediniz! Bu ha­reketi, Allahü teâlânın celâline karşı olan ilmini gösterir.

Şâfiîye bir suâl sordular. Durdu. Sonra : Allahü teâlâ sana merha­met eylesin, niçin cevab vermiyorsun? dedi. «Cevab mı versem iyi olur, sussam mı?» diye düşünüyorum dedi. Dikkat buyurunuz! Bu sözünde, Imâm-ı Şâfiinin (rahmetullahi aleyh) dilini nasıl kontrol ettiği ve ne kadar koruduğunu görüyorsunuz. Fıkıh âlimlerinin en kuvvetli uzuvları, dilleri­dir. Tutulması, zabt edilmesi en güç olan uzuv da budur. Konuşması ve susması fazilete kavuşmak ve sevab istemek için idi.

Ahmed bin Yahyâ bin Vezir anlatır: Bir gün Şâfiî, Kanadîl çarşısına çıktı. Biz de arkasından gidiyorduk. Bir kimsenin, ilim sâhibi bir kimseye sövdüğünü görünce bize döndü ve : «Dilinizi kötü sözlerden koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da korunuyunz. Çünkü dinliyen, söyliyenin ortağıdır. O sefîh, kendi kabındaki habasete, kötülüğe bakıyor ve bu habaseti, sizin kabınıza boşaltmak istiyor. O sözü söyliyen, şakî olduğu gibi, reddeden de saîd (iyi) olur» buyurdu.

Şâfiî buyurdu ki: Dünyayı ve yaradanını bir arada sevdiğini söyliyen kimse yalancıdır.

Süfyân Ibni Uyeyne bir hadîs-i şerif okurken, Şâfiî kendinden geçip düştü. Süfyâna, öldü dediler, «öldüyse, zamanın en üstünü öldü» bu­yurdu.

Abdullah bin Muhammed Belevî der ki: Ömer bin Nebâte ile oturu­yorduk. Âbidler ve zâhidler hakkında konuşuyorduk. Dedi ki: Muhammed bin Idris-i Şâfiîden (rahmetullahi aleyh) vera' sâhibi ve güzel konuşan kimse görmedim. Ben, Imâm-ı Şafii ve Hars ibni Lebûd, Safâ tepesine çıktık. Hars, Sâiih-i Merî’nin yüksek talebesinden idi. Sesi de güzel idi. O güzel sesiyle Kur'ân-ı kerim okumağa başladı. «Bu, o gündür ki, kâfirlerin dilleri söylemez olur ve özür dilemek için de onlara izin verilmez» âyet-i kerimesini okudu. Şâfiiyi gördüm. Yüzünün rengi değişmiş; vücûdu tit­riyordu. Büyük elem ve şiddetli tzdtrap içinde idi. Bir ara kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince, şöyle diyordu: «Yâ rabbil Yabani­lerin hâlinden, gafillerin uzaklığından sana sığınırım. Yâ rabbil Ariflerin kalbleri sana karşı alçak ve edebil olur. Sana kavuşmak Istiyenlerin bo­yunları, huzurunda eğik olur. Yâ rabbl, cömertliğinden bana ihsân eyle örtün ile bana tecelli eylel Zâtının hürmetine kusurlarımı afv eylet» Böyle söyledi ve gitti. Biz de oradan ayrıldık. Biz bağdada gelince, O Irak'da idi.

Bir gün nehir kenarında idim. Abdest alıyordum. Yanımdan birisi geçti ve bana : Ey oğul, abdestini iyi al. Cenâb-ı Hak sana şu dünyada ve âhtrette iyilikler, güzellikler versin, dedi. Başımı çevirip ona baktım. Gördüm ki: kendisine birçok kimsenin tâbi’ olduğu bir kimsedir. Abdestimi çabuk aldım. Arkasından gittim. Dönüp bana baktı ve bir isteğin var mı? dedi.

Evet, Allahü teâlânın sana öğrettiği şeylerden bana birşey öğret dedim Buyurdu ki : Allahü teâlâya sâdık olan (seven, emirlerine ve yasaklarına riâyet eden) kurtulur. Onun dininde şefkatli, merhametli olan, red olmaz.

Dünyadan zühd eden, ya’nî dünya malına gönül vermiyen, düşkün olmayan, âhırette özlediğine kavuşur. Daha söyliyeyim mi? dedi’ Evet, buyu­run dedim. Buyurdu ki : üç meziyyete sâhib olanın imânı kâmil olur

— Emr-i bil-ma’ruf yapmak. Ya’nî Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaptırmak.

— Nehy-i anil-münker yapmak. Ya’ni Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.

— Her işinde, Allahü teâlânın dinde bildirdiği hududlar içerisinde bulunmak.

Daha ister misin? dedi. Evet dedim. Buyurdu ki, dünyada zâhid ol, dünya malına bağlanma. Âhıreti isteyici ol ve onun için çalış. Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan kurtulmuşlardan olursun. Bunları söyledi ve gitti. Bu zâtın kim olduğunu sordum. Şâfiîdir dediler. Kendin­den geçme hâline ve sonra va'z ve nasihatine dikkat buyurunuz da, züh­dünün çokluğunu, korkusunun derecesini anlayınız. Bu korku ve zühde, ma'rifetullah olmadan kavuşulmaz. Zira : «Allahü teâlâdan korkanlar, an­cak âlimlerdir» buyurulmuştur. Şâfiî, bu korku ve zühdü, selem ile satış, kira ve buna benzer fıkıh bilgilerinden öğrenmedi. Bunları, önceki ve son­raki, ya’nî bütün ilmi içine alan Kur’ân-ı kerimden ve hadîs-i şeriflerden elde etti.

Şâfiî (rahmetullah aleyh) kalb esrârında ve âhıret bilgilerinde de âlim idi. Bu hususta çok menkabeleri vardır. Şâfiîye, riyâ nedir diye soruldu­ğunda açık olarak şöyle bildirdi ; Riyâ bir fitnedir kî. onun akdi hevâdır. (Ya’ni nefsin arzusunu yapar). Âlimlerin kalb gözlerinin hayâlidir. Ona al­çak nefslerlnin kötülüğü ile baktılar. Ve amellerini, iyiliklerini yok ettiler. Buyurdu ki: Amelin üzere sükut edersen (ya’nî kâfi görürsen) ucb etmiş otursun. Aradığının, istediğinin rızasını gözet. Hangi sevaba, hayırlı işe rağbet ediyorsun? Azaba götürecek işlerin hangisinden kaçıyorsun? Hangi âfiyyete şükr ediyorsun? Hangi belâları hâtırlıyorsun? Bu haslet­lerden birini düşünürsen, amelin, gözünde küçük görünür. Riyânın haki­katim ve ucbun, ya’nî kendini beğenmenin ilâcını, çâresini nasıl anlattı­ğına dikkat ediniz. Bu ikisi kalb âfetlerinin büyüklerindendir.

Yine buyurdu ki: Kendini yasaklardan korumıyanın ilminden istifade edilmez.

Buyurdu : Allahü teâlâya ilimle itaat eden kimsenin kalbinde büyük faydalar olur.

Buyurdu : Dostu ve düşmanı olmıyan hiç bir kimse yoktur. Madem kİ böyledlr, o halde Allahü teâlâya itaat edenlerle beraber bulun, onları sev.

Birgün Şâfîye, sabır mı, mihnet mi, yoksa temkin mi üstündür dedi­ler. Cevâbında  «Temkin, Peygamberlerin (aleyhisselâm) derecesidir. Temkin de, mihnetten sonra olur. Mihnet olmayınca, temkin olmaz. Mihne­te sabırla, temkinle kavuşulur. Görmezmisin ki, Allahü teâlâ Ibrâhim aley­hisselâma mihnet verdi, sonra onu temkin eyledi. Eyyûb aleyhisselâma mihnet verdi, sonra temkin eyledi. Süleyman aleyhisselâma mihnet verdi, sonra temkin eyledi ve ona büyük mülk verdi. O halde temkin, derecele­rin en üstünüdür» buyurdu. Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâmın ve Eyyûb aleyhisselâmın mihnet ve temkinlerini bildiren âyet-i kerîmeleri okudu. Şâfiînin bu sözleri, onun Kur’ân-ı kerîmin esrârında, derin ma’nalarındaki ince görüşünü ve Allahü teâlâya ma'nevî bir yolla yaklaşan Peygamber­lerin ve evliyânın makamlarını bildiğini ve âhırete âit derin ilme sâhib ol­duğunu gösterir.

O yüksek imamın hâli anlatmakla bitmez. Bu kadarla iktifa eyledik. Bu anlattıklarımızı Şeyh Nasr Ibni Ibrâhim-i Makdesînin Imâm-ı Şafiî (radıyallahü anh) hakkında yazdığı (Menâkıb-ı Imâm-ı Şafiî) kitabından aldık. (Ihyâ-ül ulûm) dan tercüme burada tamam oldu).

O halde İmam hakkında ne kadar yazılsa yine az kalır. Ne kadar medh edilse, bitirilemez. özellikle onu anlatmak için cildlerle kitablar ya­zanlar, o engin denizden, sahile ulaşamamışlardır. Nerde kaldı ki, bu bir kaç sahîfelik yerde anlatabilelim.

Taşköprülüzade Ahmed Efendi - Mevzuat-ul Ulum
Devamını Oku »