İslamcılık:Tercihi Olmayan Bir İmtihan Hasılası-2



Müslüman muhayyileyi derinden yaralayan, yaşadığı kı­rılganlığı bu güne kadar tamir etmesine müsaade etmedi­ği gibi fırsatta tanımayan bu travmatik karşılaşma ve ya­rattığı değişim, Müslüman için kökleri derinlere uzanan biri epistemolojik, biri de siyasi olmak üzere iki yeni ve önemli meseleyi beraberinde getirmiştir. Bunlardan biri, modernite bağlamında "İslâm'ın anlaşılması”, diğeri de, yine bununla alakalı olan modernite bağlamında İslâm'ın hayata yeniden nasıl hâkim kılınacağı meselesidir. Bu iki meseleyi çözüme kavuşturmanın yolunu Müslüman mu­hayyile “öz'e” dönüş şeklinde ifade etmiş olsa da nihayette yapılan öneri, aslında söz konusu muhayyilenin giriştiği yeni “tasarıma” kurucu imkân olacak bir meşru hareket noktası bulma çabasından başka bir şey sayılmaz. Kuru­cu imkânla başlayan bu süreçlerde, İslâmcılığın modern olanın her alanda ve her düzeyde İslâm'daki muadilini arama/bulma faaliyetine dayalı bir “ütopya” arayışına şa­hit oluyoruz. Yaşanmasını giderek ikinci dereceye düşü­ren, buna karşılık İslâm'ı sadece ütopyalaştırmakla meş­gul olan bu zihniyetin başlangıç noktasında “Asrı Saadet” yer alır; fakat buna rağmen ütopyanın kurallarını yine de modern olan koymaktadır. İslâmcı düşünce tasarımı­nın gerçekleşebilmesi için bu yüzden Kur'an ve Sünnete dönmek isterken; onun yanında içtihat kapısının açılma­sı ve Müslümanların bidat ve hurafelerden temizlenmesi gibi taleplerde bulunur.

Başlangıçta modern dünya bir “öteki'ydi; karşısın­dakini öteki şeklinde değerlendiren İslâmcı muhayyile İslâm'dan sözünü ettiğimiz taleplerde bulunurken; ev­vela yaşanan durumun geçici olduğuna, batı karşısın­da artık sıkça dile getirilen “geri kalmışlık” sebebinin İslâm'da aranmaması gerektiğine, imanın sabır telkin eden kararlılığı ve gücünün yettiği nispette vurgu yapar. Ona göre İslâm modern batıyla her zaman boy ölçüşe­bilecek potansiyel bir kuvvet sahibidir. Kurduğu mantık içinde zaten aksini düşünmek neredeyse imkânsızdır; zira İslâm'da modern dünyada olan her şeyin muadilini arayarak İslâm'ı bu yarış içinde tasarladığından, aksinin düşünülmesi halinde İslâm'ın yetersiz olduğu neticesi çıkacağından bunu şiddetle reddeder. Buna karşılık çö­züm için ileri sürdüğü teze göre Müslümanların yüz yüze bulunduğu bu fevkalade karmaşık ve o nispette de zor meselenin esas sebebini başka bir yerde değil, İslâm'ın iyi anlaşılamamış olmasında aramamız gerektiğini söy­ler. Eğer İslâm ona göre hakkıyla anlaşılmış olsaydı bu­gün batının karşısında bu hale düşmez, yenik durumda olmazdık.

Modern dünyaya karşı tasarladığı başarıyı elde etmek üzere İslâmcı düşünce Kur'an ve Sünnet yanında aynı zamanda inşada bulunmak için kendi düşüncesine te­mel veya hareket noktası yaptığı Asrı Saadete döner. Bir metafor olarak Asrı Saadete; şimdiye kadar iyi anlaşıla­madığından İslâm'ı hakkıyla anlamak ve oradan bugüne dönerek modern dünya karşısında en azından onunla boy ölçüşebilecek eşit konumdaki bir İslâm toplumunu yeniden kurabilmek için baş vurur. Yeni kurulacak toplu­mun meşruiyeti için bu gereklidir. Ne var ki önceliği Asrı Saadete dönüşe verirken İslâmcı düşünce bize maalesef nasıl bir muhayyile, hangi entelektüel araçlar, amaçlar ve usulle oraya “gidip-geleceğini” çok farkında olmadığı veya önemsemediğinden söylemez; yâda bunu bir mese­le olarak görmez. Onun kurduğu mantık üzerinden gi­dersek İslâm'ın neredeyse Asrı Saadetten sonra hakkıyla anlaşılamadığı gibi bir netice çıkarmanın zor olmadığı­nı söyleyebiliriz.

İslâmcı düşünce bu sebepten, ama bil­hassa 1960'lardan itibaren uğradığı kırılmayla beraber kazandığı yeni nitelikle günümüzün lslâmcı düşüncesi, Müslümanların tarihteki tecrübelerini "gelenek” ve "hurafe sayarak cimri bir insafla eleştiri konusu yapmakta tereddüt etmez. Bu da onun çok zaman düşünce adına geçmişi eleştiri konusu yaparak ikrah ettirecek kadar kendini tekrar etmesine sebep olur. Ancak şu da var ki İslamcılık Asrı Saadete dönüşü, açıkça anlaşılacağı gibi yalnız Müslümanların Kuran ve Sünnet’ten uzaklaşmış olmalarından dolayı değil, esas gayesi olan geri kalmışlık­tan kurtulmak ve modern güçlerle hesaplaşmada bulu­nabilmek üzere ister. Zaten aslında kendine ait bir amaç, mantık ve bağlamın hâsılası olan, ama İslâmcı muhayyi­leye yapmak istedikleri hususunda onay vermediğinden ona kapalı gibi görünen içtihat kapısının açılması çağrı­sında bulunduran da, yine onun izlediği mantıkta içkin olan bu amaçtır.

İçtihat kapısının kapalı olması; onun bilhassa bugün bariz bir şekilde pratiklerini gördüğü­müz modern taleplerine, söz gelimi kapitalizme, faize, borsaya, kadın-erkek eşitliğine, iktidar odaklı kamusal alandaki statü arayışına, tüketim arzusuna İslâm'la meş­ruiyet kazandırmasını, diğer bir ifadeyle bunlar gibi daha birçok şeyin “dinileştirmesini” imkânsız hale getirmiş ol­masıdır. Kur’an ve Sünnet’e dönüş bu sebeple şartlarını ve amacını modern olanın belirlediği bir “yeniden inşa” için İslâm’ı yine İslâm’ın öngördüğü sosyal paradigmanın bağlamı içinde değil, hâlihazırdaki mevcut şartların oluş­turduğu yeni tarihsel bağlamın içinde “hakkıyla” anlaya­bilmeyi içeren çaba özelliği taşır. İslâm iyi anlaşıldığında sorun çözülecek, geri kalmışlıkta terakki sayesinde ortadan kalkacak ve modern batıyla eşit konuma gelinmiş olunacaktır.

İslâmcılık kendi dünyasındaki tasarımı içinde mesele­yi, karşısındaki batıyı üstün konuma getiren teknolojik/ iktisadi araçlarla yine batının temsil ettiği modern dünya görüşünü mümkünmüş gibi birbirlerinden kolayca ay- rıştırılabileceğini varsayarak değerlendirmeye tabi tutar. Bu yüzden batının teknolojisini alırken ahlakını/kültürü­nü kolayca, kendisine ait siyasi bir proje olmadığı halde, ulus devletin gümrük kapılarından içeri girmesine mani olabileceğine inanır. Ne var ki süreç içinde bunun müm­kün olamayacağını, bizi zihnimize ve dokularımıza ka­dar uzanan, çözücü bir tecrübe olarak yaşayarak gördük. Ama buna rağmen varsayalım ki bu başarılmış olsaydı; peki sonra! Yani ne vaat taşıdığını bilmediği bu “geleceği” Müslüman'ın kendisi için tasarrufta bulunma veya belir­leyebilirle imkânı olabilecek miydi? Bu sorunun cevabını dünün değil, ama bugünün Müslüman'ı için dünya gene­linde yaşanmış olan tecrübeden çıkarabiliriz. Hayır; asla olamayacaktı.

XII

İslâmcı düşünce batı karşısındaki geri kalışın temel sebebi olarak ileri sürdüğü tezle başlangıçtan itibaren karşımıza bir “anlama” meselesi koymuştur. Ancak bunun tarihselciliğin dediği anlamdaki “anlama” meselesiyle uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını belirtmeliyiz. Açtığı bunca travmatik sıkıntıya rağmen Müslümanların mo­dern olanla yaşadığı sorunların hepsini basitçe bir anla­ma mesesine indirgemiş olan bu tez, aynı zamanda Müs­lümanları tarihleri içinde asla düşünmedikleri “İslâm'ın anlaşılması" veya “eksik/yanlış anlaşılması” gibi, oldukça yeni ve o nispette modern olan bir sorunla birlikte ya­şamak mecburiyetinde bırakmıştır. İslâmcı düşünce ileri sürdüğü bu tezle aslında moderniteden hareketle İslâm'a ait olmayan pozitivist nitelikli bir zaman/tarih algısını kendi yorumuna temel aldığını, dönemi içinde haklı sayı­lacak sebeplerden dolayı, ihmal ederek üzerinde düşün­mek ihtiyacı duymaz. Oysa bu tez evvela İslâm'la Müs­lümanların yaşadığı tarihi birbirlerinden ayırmasından dolayı bir yandan İslâm'a ait yaklaşık on üç asırlık tarihin okunma tarzını değiştirmiş, diğer yandan da uzun bir ta­rihsel dönemi “gelenek” kategorisine alarak, istemediği halde artık ders çıkartılması mümkün olmayan değersiz bir tecrübeye dönüştürmüştür.

Bunun derinlerde yatan bir sebebi vardır; çünkü modernite karşısındaki İslâmcılığın muhayyilesinde tarih, çok farkında olmadığı bir “geç kalma/gecikme” meselesi olarak yer alır. Başa gelen bütün kötülükleri, batı karşı­sında uğranılan yenilginin sebebini bu yüzden İslâm'ın “zamanında” iyi anlaşılamamış olmasına bağlar. Modern güçler gibi olmayı bir geç kalma, bir zamansal mesele şeklinde algılamasıyla İslâmcı muhayyile aslında kendi­sine özel bir konum biçtiği “Asrı Saadeti” hariç tutarak Müslümanlara ait bütün tarihi, maksadı o olmadığı hal­de, ilerlemeci zaman/tarih anlayışının karanlık kuyusuna attığının farkında olmaz. Batı karşısında içine düşülen bu kötü durumdan İslâm'ı tenzih etmek üzere sürekli olarak Müslümanların İslâm'ı hakkıyla anlayamadıklarını sebep gösterir. Bunun mantıksal neticesi ortaya İslâm'ın “anla­şılması” gibi yeni bir sorun çıkardığından, İslâm yaşan­ması değil de bir türlü hakkıyla anlaşılamayan, bu yüz­den de evvela iyi anlaşılması gereken bir din olarak artık Müslümanların gündeminde yer tutmaya başlar.

Bu yüzden Müslüman'ın gündemindeki mesele gide­rek İslâm'ın yaşanması cehdi olmaktan çıkar, modern dünya karşısında İslâm'ın nasıl anlaşılacağı meselesi ha­lini almış olur. Müslümanların Müslümanlıklarını yaşa­masının ötesine uzanan bu sorun aynı zamanda Müslü­manların geçmişte asla yaşamadıkları yeni bir şüpheciliği de beraberinde getirmiştir. Kaynağı itibariyle modern olan bu şüphe Müslüman'ı bir türlü emin olamadığı, bu yüzden de sürekli şekilde İslâm'ı anlayıp anlayamama arasında gidip gelen kararsız bir konuma yerleştirir. Bu­rada modern dönemden itibaren bilhassa Müslümanla­rın yaşadığı yaygın modernleşmeye koşut olarak sayıları geçmişe nispetle hızla artan tefsir faaliyetlerinde sözünü ettiğimiz "anlama” meselesiyle ilgili kaygının motive edici bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Her tefsir aşağı yukarı daha iyi anlaşılmış bir tefsir olarak entelektüel gündemde yer tutar. Ne var ki Islâm'ın anlaşılmasını, “Allah'ın rızası” kadar modern dünyayla olan ilişkisinde kurmuş olan bu tez, bir defa modern dünyanın iç dinamikleriyle yaşadığı değişimlere elinde olmadan bağımlı kaldığından, kendini usulden bağımsızlaştıran “İslâm'ı anlama” çabası da bu nedenle bir türlü nihai hedefine doğal olarak varamaz.

Öte yandan İslâmcılığın sözünü ettiğimiz bu geç kal­mışlık sendromu kendi karşıtı olarak “ilerlemeyi” iktisadi cihetten batılı olmayı gündeme getirse de, son tahlilde Müslüman muhayyileyi neticesi kestirilemez bir yanlış­lığa sevk etmiştir diyebiliriz. Çünkü geri kalmışlığın kar­şıtı olan “ ilerleme” kendine has bir zaman/tarih tasavvu­ruyla beraber gelmiş ve Müslüman muhayyileyi kendine ait tarihin bütün bağlamlarından çözmüştür. Bir yandan kendi tarihine “hariçten” bakan yeni bir tarih okumasını masum bir şekilde Müslüman'a benimsetmiş, diğer yan­dan da Müslüman'ın sadece tarihini değil, aynı zamanda düşünce/entelektüel tarihini de temel bir sorun haline getirmiştir. Neticede İslâm'ı/Müslümanları kendilerine ait tarihsel muhayyileden koparıp Avrupa merkezli mo­dern tarihin kıyısında yer alan tamamlayıcı bir parçaya dönüştürmüştür.

.....

XIV

'Kur'an “ilim” derken kastettiği vahiydir. İlim bu temel üzerinde kavramsallaştırılır ve İslâm'ın ilim geleneğinin kökleri buna dayanır. Vahyin tabiatından kaynaklanan İslâmî bilginin ayırıcı vasfı herhangi bir şahsın veya ku­rumun inhisarında olmamasıdır. “İslâmî bilginin” “teo­rik” özelliği de zaten böyle bir inhisara imkân tanımaz. Medrese bu ilim geleneğinin Müslümanların gayretiyle oluşmuş “kurumsal” yapısını temsil eder. İlmin öğrenil­diği ve öğretildiği, vahyin referansında bilginin yeniden hâsıl edildiği, yani epistemolojik bir faaliyet olarak tefsir ve içtihatta bulunacak ilim ehlinin yetiştiği müessesedir. Ancak onu bu kadarla sınırlandırmak mümkün değildir. Medreseyi, medrese olarak önemli kılan temel özelliği kendine has bir “bilgi” ve yine kendine has bir “usul” için­de; hakikati, sosyal ve fiziki gerçekliği tefekkür etme ve onlarla alakalı kendine has format içinde bilgi hâsıl et­menin “mekânı” olmasıdır. Medrese bilgiye, üniversitenin yaptığı gibi, sadece bir anlam yükleyerek hâsıl etmez, aynı zamanda kendine has bir amaçla içeriklendirerek hâsıl eder. Vahyin referansındaki bilginin kendine ait an­lam dünyasının harici müdahale ile deforme olmasına; anlam kırılmasına uğramadan hâsıl edilmesini ve aktarıl­masını da bu özelliğine dâhil edebiliriz.

Medrese bize “hakikati” kendi geleneği içinde nasıl düşüneceğimizi, kavrayacağımızı ve onun bilgisini nasıl ve hangi kavramsal araçlarla elde edebileceğimizi öğre­tir. Bu müesseseye ait ilmin temsilcisi olarak âlimi, âlim yapan muhayyile her şeyden önce farklı bir epistemolojik kaynağa ve farklı bir düşünme sistematiğine sahip olma­sıdır. Bu yüzden ister geleneksel, isterse modern dönem­de olsun sunduğu kulluk ve dindarlık modeli geçmişten tevarüs edip gelen bir devamlılığı temsil eder. Bu mü­essese Allah'ın mübarek elçisine Cebrail'in öğretmenlik yaptığı sağlam temellere dayalı talim ve terbiyeyi kendi­ne hareket noktası yaparak vücut bulmuştur. Geçmişinde Allah'ın lütfedip insana kalemle öğretmenlik yaptığı bir “tarih” yer alır. Onun dünyada tek bir amacı vardır; nasıl iyi bir kul olunacağını, insan ve bir ümmetin beşer için­deki tarihsel akışının sevk ve idaresini sağlayacak bilgiyi ve onun kaynaklarını yine insana öğretmektir.

Bu neden­le İslâm'daki eğitimin amacı; ne kadim Çin'de görüldüğü gibi sadece yönetici sınıfın, ne de Hıristiyanlıkta olduğu gibi sadece ruhban sınıfının eğitiminin sağlanması değil­dir. İslâm’daki eğitimin temel amacı ilmin “insana” akta­rılmasıdır; insana sonsuz mutluluk veren ve onu özgür kılan kul olma bilincine varmak ve bu bilincin yükseltil­mesini sağlamaktır.

İslâmcılık batı karşısındaki yenilgiden hareketle med­reseye muhtemelen o gün için tabii kabul etmemiz ge­reken, buna rağmen meşruiyeti sorgulanmamış sorular sormuştur. Üstelik yanlışlığına zaman içinde daha açık bir şekilde şahit olduğunuz aynı soruları bu günde sor­maya devam ettiğinden kendisinin medreseye yöneltti­ği bu eleştirileriyle bir tekrara düştüğünü görmek iste­memektedir. Buna rağmen ona göre medrese çağa ayak uyduramamıştır, dinamizmini kaybetmiştir, Müslüman­ların sorunlarına cevap verememektedir; daha önemlisi terakkinin zihniyet kalıplarıyla bakıldığından, medrese kendini tekrar etmektedir. Gerçekte medrese kendini tekrar mı etmekteydi; yoksa insanla alakalı, karşılığını onun değişmez fıtratında bulan ezeli ve ebedi hakikatleri mi bir “nasihat” olarak tekrarlamaktaydı.

Aslında çok açıktan dile getirilmeyen, temelde yatan esas sorun şuydu; İslâmcılık eleştirilerini yaparken med­reseden akademik bir işlev beklemiştir. Diğer bir ifadeyle içine düşülen teknolojik yenilgiden kurtuluş için medre­seden “mühendishane” olmasını ister. Tabii ki âlimi de ilk dönemlerinde bir “mühendis”; daha sonraları da bir sos­yolog, felsefeci, iktisatçı ve nihayet son dönemlerinde “te­olog” olarak karşısında bulmak isteyişi, ona göre sorunun çözümü anlamına geliyordu. Oysa burada esas ihmal edi­len önemli husus medresenin öncelikli görevinin bu ol­madığıdır. Meşgul olduğu bilginin niteliği ve temsil ettiği rol göz önüne alındığında medresenin varoluş misyonu­nun Müslüman'ın ve Müslüman toplumun zamanın akışı içinde sevk ve idaresini sağlayacak bilgiyle alakalı olduğu görülür. Müslüman bir topluluğun tarih içindeki seyri­ni, Müslüman kalmasını sağlayacak bilgisel şartlarının oluşturulmasını ve sürdürülmesinin temel dayanakları­nın muhafazası sürekli gözlemi gerektirdiği gibi, dinamik bir üretim olarak içtihadı da elzem kılar.

Bir görev olarak medrese bütün tarihi boyunca bunu yapmaya çalışmıştır. Üstelik meseleyi biraz daha anlaşılır kılmak için, tarihsel süreç içinde üstlendikleri misyon cihetinden benzer bir durumu batının eski ve meşhur üniversiteleri içinde söz konusu edebiliriz. Batıda isim yapmış “kadim” üniversi­te geleneğine, üniversiteye ve bunların temel meşguliyet alanlarına baktığımızda, söz konusu ettiğimiz misyon bağlamında, medreseyle olan benzerlikleri dikkat çe­ker. Bu üniversitelerin ayırıcı vasıfları bütünüyle beşeri bilimleri kendileri için esas meşguliyet alanı seçmeleri ve beşeri bilimlerin değişik alanlarında yoğunlaşmış ol­malarıdır.

Üniversite kurulduğundan beri beşeri olanın, yani toplumun, sanattan iktisada kadar uzanan bütün ih­tiyaçlarını olduğu kadar, ferdi kabiliyetleri geliştirmede, hayat için gerekli olan farklı dalları kendisi için meşgu­liyet alanı seçmiş; toplumun sevk ve idaresiyle ilgili her şeyden kendini sorumlu görmüştür. Batıda üniversitenin kendini “mühendisliğe açması” daha çok endüstri devrimiyle birlikte gerçekleşmeye başlıyor. Bilim toplulukları­nın oluşumu tabiatla ilgili bilim akademilerinin kuruluşu başlangıçta üniversite dışında doğup gelişme gösteriyor.

Bu hususta açık olan bir şey var ki, o da bilgi meselesin­de medreseye hâkim “usul” ile akademyaya hâkim “me­tot” arasında bütünüyle bir mahiyet farkının olmasıdır. Bunun yanında ilave etmemiz gereken önemli bir husus­ta bu iki farklı zihniyet yapısının ve düşünme geleneğinin kendilerine has kuralları, amaçları ve ideallerinin bulun­masıdır. Bu yüzden biri "ilmin” biri de “bilimin” bu iki kurumsal temsilcisi kendi tarihleri içinde bilgiye, benzer­likleri yanında farklı anlamlar ve işlevler yüklemişlerdir.

‘Eğer Müslümanlar için Müslüman’ca düşünmek hakikat­te dini bir mecburiyet ve akidevi bir mesele olarak kabul ediliyorsa, Müslümanlar bilmelidirler ki Müslüman’ca düşünmenin imkânını akademik düşüncenin dünyasın­da aramak boşuna bir gayret olacaktır. “Teoloji mekteplerinde” İslâmî düşünce hâsıl etmek imkânsızdır. Günü­müzde kendisi için bir iktidar alanı oluşturmaya çalışan akademik zihniyet, İslâmî düşünceyi kendi bağlamından kopartarak çarpıtan, buna rağmen İslâm düşüncesi üze­rinde tekelci bir temsiliyet aramasıyla ciddi bir sorun ha­lini almış durumdadır. Akademik düşünce formatı içinde bilgi hâsıl etme faaliyeti evrensellik adına Müslüman ile Müslüman olmayan muhayyile arasındaki farkı ortadan kaldırmaya çalışan özelliğiyle, her şeyden evvel bilginin imanla olan ilişkisinin kolayca göz ardı edilebilmesine se­bebiyet vermektedir.

Bu gün Müslüman'ca düşünmeyi zorlaştıran önem­li hususlardan biri, modern bilgi olduğu kadar eğitimin aracılığı ile bu bilgi tarafından şekillendirilen Müslüman muhayyilenin edindiği mantıktır. İkincisi de içinde ya­şanan modern hayat tarzı ve bu hayat tarzının zihnimiz üzerindeki dönüştürücü ve yönlendirici iğvasıdır. Mo­dern eğitimin Müslüman muhayyilesine nakşettiği dü­şünme tarzı, örneğini İslâm'ın ilim geleneğinde bulduğu­muz düşünme tarzından köken olarak farklıdır. Modern bilgiyle tanışan ve modern eğitimden geçen Müslüman muhayyilede “değer alanları” birbirlerinden ayrışmış hal almaktadır; bu da Müslüman muhayyileyi sosyal bilim­lerin yönlendirici özellik taşıyan kavram, kalıp ve açık­lama modellerine açık hale getirmektedir.

Günümüzün Müslüman'ı, muhayyilesinin bir kısmıyla İslâm'ın emirle­rini yerine getirir ve yaşarken, geri kalanıyla da bu format içinde kalarak entelektüel faaliyette bulunmaktadır. Müs­lüman bu haliyle İslâm'ın öngördüğü bütünlükten mah­rum, parçalanmış bir muhayyilenin taşıyıcısı durumuna düşmüştür. Bu hal İslâmcı düşüncenin özlemini çektiği Müslüman'ı mühendis yâda entelektüel yapabilmekte, ama onun bir fakih, bir müçtehit olmasına asla imkân vermemektedir.

Buna rağmen İslamcılığın bilinçaltında taşıya geldiği bu isteğine yaklaşık 1960'lardan itibaren kavuşmaya baş­ladığını ve muradına erdiğini söyleyebiliriz. Süreç için­de sentez gerçekleşmiş Abdulhamidizmin rüyası olarak hem dindar hem de mühendis olunabileceğinin, diğer bir ifadeyle kalbi eğer yer kalabilmişse dini ilimle, aklı da pozitif bilimle dolu “küvez” kökenli birçok numune nihayet ortaya çıkmıştır. Dindar aydınların/entelektüel­lerin, muhafazakârlıkta selamet bulacaklarına inananlar için diyelim ki münevverlerin çok geçmeden iktidar his­terisi içinde toplumsal önderliği ele geçirmiş olmalarını sürpriz saymasak bile, bunun İslâm tarihi içinde bir "ilk” olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu sebeple bugünün Müslümanları cihetinden toplumsal önderlik ve “aydın” ciddi şekilde sorunludur ve artık bunun farkında olma­mız gerekiyor. İslâmcılığın önderliği, aydınlara geçtiğin­den beri İslâmcılık bir parti olarak, bir sivil toplum ola­rak, bir örgüt olarak parçalı şekilde olmuş, ama bunlar ne yazık ki birer “cemaat” olamamışlardır. İslâmcılık her şeyden evvel bugün ister epistemolojik isterse toplumsal önderliğin anlamını anlamakta fazlasıyla yoksullaşmıştır.

....

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,Pınar yay.,syf:13-15;21-26;32-33;45-54;63-72

Özgün Düşünce,2009,sayı:1



Devamını Oku »

İslamcılık:Tercihi Olmayan Bir İmtihan Hasılası-1



İslâm ümmetinin bütün tecrübesi şüphe yok ki yine ona ait tarihin kendisi olarak bulunur. Ümmet kavramından eğer kapsamı ve tanımı gereği homojen bir bütünü değil, İslâm hakikatinin temel olduğu paradigmadan neşet eden pratiklerin toplamını anlıyorsak, ümmeti yine onun tarihsel tecrübesinde bulabiliriz. “Hakikatin”dil, anlam ve düşünceyle ilgili oynadığı hayli temel rol ne kültürden kültüre, ne coğrafyadan coğrafyaya, ne de kavimden kavime çeşitlilik gösterir; her zaman ve her yerde aynıdır. Bu rolü iyi kavramadan ümmetin “çeşitliliğinin” kendisini de kavramamız mümkün olmaz. Yok, eğer onu farklı coğrafyalarda, farklı etnik temellere ayırarak bu parçalardan her birinin tarihsel tecrübesini esas alıyor ve kendimizi bu parçalardan birine ait kılarak söz konusu tarihi “okumaya” tabi tutuyorsak, bu indirgemeci okuma tarzı bize peşinde olduğumuz “doğru”nun bilgisini asla vermeyecektir. Zira bu tarihsel tecrübenin toplamı ne bir Arap'a, ne bir Türk'e, ne bir Kürt'e, ne bir Acem'e ya da ne bir Hintliye/Malaya ait kılınamayacak kadar İslâm'ın “malıdır.” Bu kavimlere aidiyeti olanlar, sadece bu ümmet tecrübesi içindeki bir parçadır; bu tecrübe içinde gerçekleştirilmiş kavimlere ait her şey istemeseler de anlamı­nı ümmetin bütünlüğü içinde aramak/bulmak gibi bir kaderi paylaşır. Onların yaptıkları ümmetin tecrübesini oluşturmaz; tersine, onların katkıları ümmetin tecrübe­sinin oluşturduğudur.

Bu yüzden Müslümanların yaşadığı her “zaman” dili­mi, her “coğrafi” bölge aynı zamanda bu ümmetin tarih­sel tecrübesinin parçası olmaktan istese bile kurtulamaz; her kim ki bundan kurtulmak isterse 21. asrın postmodern dünyasında akıbetinin hüsran olacağını söyleyebili­riz. Bugün bu bütünden kurtulmayı içeriklendirmiş bü­tün “okuma tarzları'nı ırkçı, dolayısıyla tarihin modern biçimi olarak tanımlıyoruz. Bu okuma tarzının kendinde içkin özelliği sadece hüsran değil, aynı zamanda bu oku­mayı yaparak kendi ırkı için paye çıkarmaya çalışanlar cihetinden de zayıflıkla doludur. Hangi tonda ve hangi nüansları taşırsa taşısın; ister olumlu, isterse olumsuz ta­nımlansın, neticede bu tarih okuma tarzı kendinde içe­riklendirmiş olduğu ırkçı yönünü bir gün mutlaka dışa vurmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bu durum çok za­man önerilen toplumsal projenin veya tarih okuma tar­zının kavramsal düzlemden toplumsal alana taşınmasıyla kendini kaçınılmaz bir şekilde saklayamaz hale gelmekte.

“Bütün”e ait tarihsel bir tecrübenin; örneğini bugü­nün Müslüman muhayyilesinde bütün açıklığıyla gör­düğümüz gibi zihinlerin daha yeni tanıştığı/öğrendiği başkalarına ait bir okuma tarzı aracılığıyla, kırılmaya uğratılmasıyla, aynı zamanda sürdürmeye çalışan üm­metin günümüzdeki perişan hali arasındaki benzerlik göz ardı edilecek gibi değildir. Bu yüzden İslâm ümme­tinin tecrübesini Endülüs, Osmanlı veya İran ile niha­yete ermiş kabul ederek, bunlarla ne sınırlandırmak ne de sonlandırmak asla mümkün olamaz. Bunları Allahın arzı üzerindeki yine ümmetin gücünün uzanabildiği coğ­rafyalardaki tecrübesi olarak değerlendirme kabiliyeti kazandığımızda, içinde “helak” barındıran tarihin modernist okuma biçiminden kurtulma imkânını elde ede­biliriz.

Bu yüzden binlerce yıl sürmüş tarihsel bir birikimi daha iki asırlık geçmişi bile olmayan adına “coğrafya” ve yine aynı şekilde sentetik özellikli “ulus” denilen ve onun kendi tekeline aldığı tecrübeyle okumaya kalkmak, nasipli bir akla ve İslâm’ın muteber gördüğü bir zihniyete göre fazla anlamlı sayılamaz. Üstelik bu tarih okumasını kendisine nirengi noktası kılarak okumaya tabi tuttuğu ulus kadar, kendine coğrafyayı temel alarak onunla be­şerin ve ümmetin binlerce yıllık tecrübesini anlamlan­dırmaya çalışan yine bu tarih okuma tarzının kullandığı veya okumaya aracı kıldığı bu iki kavrama ait zaman ve mekân tahayyülü, İslâm’a fazlasıyla yabancıdır. Nihayette ikisi de ulus devlete uzanan belirli bir tarihsel tecrübe ve dünya görüşünün özelliklerini taşıdıkları gibi, yine onlar tarafından inşa edildiklerini hatırda tutmakta fayda var.

.....



IV

Beşerin  modernite ile karşı karşıya gelişini iki farklı di­nin, dünya görüşünün, toplumun bildik karşılaşması şek­linde değerlendirip anlamaya çalışmak yanıltıcı olur. Ta­rihte ilk defa bütün beşer, moderniteyle beraber, kendini başka insan topluluklarına uygulanabilir hazır proje hali­ne getiren, dolayısıyla ihraç edilebilir bir dünya görüşüyle karşı karşıya gelmiştir. Bu karşılaşmada hiçbir topluluk kendisi olarak kalmasına asla müsaade etmeyecek olan yeni bir bilgi, teknoloji, iktisat anlayışıyla karşılaştığını doğal olarak başlangıçta anlayamamıştır. Her şeyi altüst eden dilini ve ruhunu bilmedikleri bu gerçeklik karşısın­da bütün topluluklar nasıl bir tavır alınacağını bilememe­nin sersemletici tereddüdünü yaşadılar.

Karşılıklı etkileşimin kendi tabii mecrası içinde cere­yan eden karşılaşmalardan farklı olarak; moderniteyle karşılaşma, bir tarafın sıradan etkilenişimi değil, tersine diğer tarafın da kaybetmeyi göze aldığı ve kabul etmek zorunda kaldığı bir karşılaşmadır. Öyle görünmüş olsa bile aslında bu sadece askeri/teknolojik savaş aygıtıyla sınırlı olan bir karşılaşma da değildir; bu fiziki ve beşeri varoluşun anlam dünyasını kökten değiştirme özelliğine sahip bir karşılaşma olmuştur. Bütün toplumlarda insa­nın ve eşyanın ait olduğu toplumun anlam dünyasında sahip oldukları yer bu karşılaşmayla beraber değişmiştir. Bütün toplumlar geleceklerini modernitenin kavram ve kalıplarına dökerek şekillendirmeye ve anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bir taklit ve tüketim ilişkisi içinde cereyan eden bu hadise, sonuçta yeryüzünün bütün toplumları için batının bugününü kendilerinin istikbali yapmanın trajik çabası olma özelliği taşımış; süreç fiziki ve beşeri olarak giderek bütün dünyayı batının bir simulacrumu haline getirmiştir.

Modernite nihayetinde batının iç dinamikleriyle ken­di dini, tarihsel, toplumsal şartlarında hâsıl olmuş bir "şey”di; batı dışındaki toplumlar için bir karşılığının oldu­ğu söylenemezdi. Dışarıdan geliyordu, uygulama gördü­ğünde de sürekli toplumsal gerilimlerle çatışmalar yarat­maktaydı. Üstelik hangi dinden, hangi sınıftan ve hangi kavimden olursa olsun taşıyıcılarını seçkin bir zümre ha­line getirmekteydi. Batı dışı ve tabii ki İslâm dünyasında da görüldüğü gibi modernleşme başından itibaren ciddi şekilde sorun olmuş, tepki görmüştür. Acaba bu tepkiyi nasıl değerlendireceğiz; bir toplumun bağnazlığı ve yeni­liğe direnci mi, yoksa bir "uygarlığın” başka bir uygarlık karşısındaki nefsi müdafaası mı?

Aslında istilacı hegemonik bir askeri güç olarak modernite batı dışındaki toplumların karşısına dikildiğinde onlar için bir "öteki"ydi. Eğer tek bir sebebi hariç tutarsak; insanların niçin modernitenin öngördüğü zaman zaman ölümcül sayılabilecek değişimlere, "yersiz-yurtsuz" kalmalarına, yabancılaşmalara boyun eğmiştir ve eğmektedir sorusuna verilebilecek meşru bir cevap bulunmaz. Bütün bunların sebebi modern dünyanın muazzam savaş aygıtları, sömürü mekanizmaları ve istila planlarıyla bu toplumların önüne dikilmiş olmasıdır. Acaba bu durumda, söz konusu toplumlar geleneğin "değişmeyen" dünyasında sonsuz bir atalet içinde yaşayacaklardı diyebilir miyiz? Peki, geleneğin dünyasının değişmez olduğunu, onun ataleti esas alan bir hayat önerdiğini kim söylüyordu? Daha moderniteyle karşılaşmadan geleneğe böyle bir yargıda bulunmak tabii olarak imkansızdır. Eğer bunu yine modernite söylüyorsa ona niçin inanmalıyız? Bu istilacı güçleri, insanların yaşadığı topraklara gönderen yine bizzat kendisi değil miydi?

Bunun yanında bir taraftan kendi hayat alanlarını muhafaza etmek, bir taraftan da meydan okuyan batıyla boy ölçüşebilmek için yoğun çaba içindeki batı dışı top-lumlarla karşılaşan modernite, bir "öteki” olarak bütün toplumlara aşağı yukarı aynı soruyu sordurmuştur: Biz neden geri kaldık? Hayatı farklı kuran bir dünya görüşüy­le karşı karşıya geliş, mecburi olarak her zaman kendine has bir âlem görüşünü temsil eden dinin öne çıkmasına ve tartışma konusu yapılmasına sebep olur. Bu karşılaş­mada da aynı şey olmuş, bütün toplumlarda dinin geri kalmadaki rolü gibi yeni bir tartışma söz konusu olmuştur. Daha sağ ve sol, laik ve dindar gibi ayrışmaların söz konusu olmadığı bu aşamada Budistler, Taoistler, Şin- toistler gibi Müslümanlar da din ile kalkınmanın/ilerle­menin, yani batı gibi olabilmenin mümkün olup olma- yacağı sorusuna cevap bulmaya çalışarak batı karşısında bir “tutunma” yolu aradılar.

Söz konusu ettiğimiz Uzak Doğu'nun bu dini geleneklerinin hepsinde de insanlar, Müslümanlar gibi ikiye bölündüler. Bu karşılaşma hayat kurucu özellik taşıyan iki varlık anlayışının, iki zihniyet dünyasının karşı karşıya gelmesi olduğundan, bir kısmı dinin bir kenara bırakılarak ilerleme/kalkınma yolunda çaba sarf edilmesini savunurken, bir kısmı da bu “yü­rüyüşte” dinin yeni bir yorumunun yapılarak yanlarına alınmasının gerektiğini savundular. Hinduizm de, Taoizm de, Şintoizm de yeniden yoruma tabi kılınmaktan kurtulamadığı gibi, İslâm da Müslümanların elinde yeni­den yoruma tabi tutulmuş oldu.

Batının bilim ve teknolojisini alma hususunda aşağı yukarı hepsi de hemfikirdir. Ancak bu toplumlar bunları alırken kendilerine ait dini anlayışlarının, kurulu sosyal düzenlerinin, mevcut hayat telakkilerinin değişmeden kalacağına ve onu eskisi gibi sürdürebileceklerine inan­mışlardır. Bütün modernleşme hareketlerinde bu yüzden başlangıçta; batıyı güçlü kılan “araçları” elde etme niye­tinin arkasında bu toplumların kendileri olarak kalmak, modernleşme öncesi kendi sosyal/siyasal dünyalarını ye­niden kurmak ve batıya rağmen yaşatmak gibi derin bir istek yatar. Ancak batının sahip olduğu ama kendilerinin mağlubiyetine sebep olan teknolojiye sahip olmak için çaba sarf ederken, teknoloji onları batılı toplumlarla aynı kaderi paylaştıracak iki tür ilişki biçiminin de içinde bu­lunmaya mecbur edecektir. Bunlardan biri batılı/modern şekilde bilgi üretmek, diğeri de tabiatla sürdürmekte oldukları kadim ilişki biçimlerini terk ederek, aydınlan­manın öngördüğü pozitivist bir ilişkiye girmeye mecbur kalmak. Bu bilgi ve ilişki biçimi süreç içinde sahibi olduk­ları zihniyet dünyasını da kaçınılmaz şekilde dönüşüme uğratacaktır.

Meseleyi bu bağlam içinde kalarak ele almayı sürdür­düğümüzde, aslında daha işin başından itibaren, yani modernite ve sözünü ettiğimiz dinlerle olan ilişkisinden önce, modernite ve tektanrılı dinler arasındaki ilişkinin irdelenmesinin ufuk açıcı olacağını söyleyebiliriz. Zira Uzak Doğulu toplumların moderniteyi içselleştirme ve bu meselede başarılı, hatta modern “nesneleri” kusursuz bir taklitle yeniden üretmekte gösterdikleri olağanüstü başarılarıyla, bu toplumlara hâkim din/kültür anlayışı arasında ihmal edilmeyecek bir ilişki olduğunu gözden ırak tutamayız. Bizim için Japonya başta olmak üzere bütün Uzak Doğu toplumlarının örnek sayılan modern­leşmesi bu hususta ufuk açıcı ve bilgi verici özellikler ta­şıyor.

Uzak Doğu’lu toplumların sahip oldukları dünya görüşü esas alındığında, onların modern dünya karşısın­da takındıkları tavrı, kendi dünya görüşlerinin “ötekiyle” ilişki kurma biçimini göz önüne alarak değerlendirmemi­zin daha bilgi verici ve doğru olacağını söyleyebiliriz. Ni­tekim benzer bir durumun İslâm'ın Uzak Doğu'daki yayı­lışı sırasında da cereyan ettiğini görürüz. Bu kültürlerin karşı karşıya geldiklerinden itibaren “ötekiyle” kurdukları ilişkiye baktığımızda, bunun bir ret veya çatışma ilişkisi olmaktan çok “içselleştirme”ye dayalı bir ilişki hususiyeti taşıdığına şahit oluyoruz. Bu dünya görüşü ve kültürde ötekini zararsız hale getirmek, çatışmayla değil onu iç­selleştirerek bünyeye dâhil ettikten sonra öteki olmaktan çıkarmak gibi bir “mantık” hâkimdir. Ötekinin zararsız hale gelmesi için bünyeye dâhil edilmesi ise bugün göz­lemleyebildiğimiz gibi onu taklit ederek aşma şeklinde cereyan etmektedir.

Taklit ederek aşma bu mantığın ge­reği olarak ötekini, öteki olmaktan çıkarmanın biricik yoludur. Uzak Doğu toplumlarının batının ürettiği her şeyi kusursuz sayılacak şekilde taklit ederek bitmez bir enerjiyle üretimde bulunması; bir cihetten dini bir faali­yet, bir cihetten de ötekini aşma, onu yenilgiye uğratmak isteyen dini nitelikli derin bir arzuyu ifade eder. Bura­daki muhtemelen aşılması imkânsız çelişki, bu çabanın neticesinde kendisinin de dönüşmekte olduğunu ihmal etmiş olmasıdır diyebilir miyiz? Zira Uzak Doğu dinle­rinin varlık telakkisine göre, cereyan eden değişim şekli yüzeydedir ama “öz” değişmeden kalır; bu yüzden kendi hakikat telakkileriyle ilgili bir mahzur içermediğine inan­dıklarından yaşanan değişimi tabii karşılayabilmektedir­ler. Ne var ki modernite hem özü değişime zorlamakta hem de yarattığı değişim mantığıyla bütün hayatı tabiatla olan ilişkiyi değişime zorlayarak altüst etmektedir. Bu­nun açık örneği, Uzak Doğu insanının uyumu temel alan tabiatla ilişkisinin giderek çatışmacı bir ilişki ve kültürün yaratılmasına doğru evrilmesidir.

.....

VI

......

Moderniteyi diğer toplumlar gibi Müslümanlar da başlangıçta içselleştirmek, onunla kendilerini anlamlan­dırmak, onun öngördüğü yaşama biçimini kurmak üzere peşinde koştukları bir “ideal" olarak görmemiş, daha çok araçsal Özellik atfedilen bir mesele şeklinde ele almışlar­dır. Buna rağmen diğer batı dışı toplumlar gibi Müslü­manlar da batının başarısının sırrını tabii olarak aramak­tan geri durmamışlardır. Bu süreçlerde Müslümanların modern dünyayı anlama, anlamlandırma ve kendi hayat kürelerine aktarma çabalarını daha çok “analoji” yoluy­la gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Bu da modernitenin dünyası içinde toplum ve siyasetle alakalı olan her şeyin İslâm'da da muadilinin olduğu ve bulunabileceği inan­cına dayalı bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu yüzden günümüzdeki kavranış biçimiyle, işaret ettiği alan için­de Kuranın beşerle ilgili öngördüğü kendi muradı olan sosyal/siyasal gerçekliğini yeniden anlayıp tahkim etmek ve yaşamaktan çok, İslâm'ın modern dünyaya ait hayat ve siyasetle ilgili her şeyin kendisinde aranıp bulunacağı, her defasında modern olana uyarlanmaya meşruiyet sağ­layan bir kaynağa dönüşmüş olduğunu görüyoruz.

Bu kabulden dolayı zorunlu bir ihtiyaç olarak görülen bütün tefsir/yorum gayretleri Kur'an'ı eğer deyim yerin­deyse, “kendisi olarak” anlamaktan çok bugüne taşıma amacına içkin özellik taşımıştır. İslâm düşüncesinin vur­gu yaptığı Kur'an'ın anlaşılması meselesi, kendisi açıkça dillendirmese de aslında Kur'an'ın, güzergâhını ve nihai amacını modernitenin belirlediği doğrultuda anlama meselesi olarak bugün karşımıza çıkmaktadır. Yani Müs­lümanları batı karşısında “geri” bıraktırdığına -ancak bu “geriliğin” nasıl bir okuma tarzı ve sorun olduğu üzerinde yeteri kadar tefekkür edildiği söylenemez- inandığı “gele­neksel” diyebileceğimiz anlama şeklinin yanlış olduğuna inanmış; buna karşılık aradaki geri kalmışlığı kapatacak şekilde Müslümanları batıyla onun belirlediği alan üzerinde boy ölçüşecek bir yarışa girmeye imkân verecek şekilde Kur anın yeni bir anlama/anlaşılma tarzını meş­ru kabul etmiştir.

Ne var ki giderek genel bir “alışkanlık” haline dönüşen İslâm düşüncesinin bu Müslüman mu­hayyilesi, moderniteden hareketle İslâm’da muadilini aradığı her kavram ve gerçekliğin aynı zamanda İslâm’a ait bağlam ve ruhtan da koparıldığını fark etmekte ge­cikmiştir. Aslında dün için tabii ve geçerli sayılabilecek, fakat bugün meşru kabul edilmeyecek bu anlayış “öteki” üzerinden İslâm’ı anlamayı esas almış, buyüzdende Müs­lümanların tarihinde ilk defa vuku bulan bir anlama/tefsir çabası olarak kendi amacını, daha sonra da anlaşıldığı gibi “yöntem- bağımsız” bir yöntemi kendisiyle beraber getirmiştir. Sürekli olarak kendini “ötekinin” üzerinden kurmaya alışmış bu Müslüman muhayyile bir yandan farkında olmadan herkesi kendisinin fakihi yapmış, di­ğer yandan da bunu yaparken hem moderniteye yeni bir ruh vermiş hem de kendi elleriyle İslâm’ın, modernitenin siyasal/kurumsal dünyasının kavram ve kalıpları içinde yeniden şekillenmesine meşruiyet sağlamıştır.,

.........

XX

'Müslümanlar modern dünyayla karşılaştıklarında uzun bir tarih içinde tanıyıp bildikleri ve sürekli ilişkide bu­lundukları batı, artık kendini Hıristiyanlıkla değil, mo­dern olanla tanımlamaya başlayan “yeni” bir dünyadır. Bildikleri bir dünyanın yerini şimdi kullandığı dili çöz­mekte zorlandıkları, bu yüzdende anlaşılması uzun za­man alacak bilmedikleri yeni bir dünya ve onun eksenin­de cereyan eden, geçmiştekine göre niteliği farklı yeni bir değişim süreci almaktaydı. İçinden çıktığı kendine ait toplumsal bünyeyi her şeyiyle altüst eden bu değişim dalgası Müslüman muhayyileyi toplum, siyaset, devlet, bilgi, ahlak ve en önemlisi “terakki” gibi muhtevası yeni anlamlar ve amaçlarla yüklenmiş entelektüel meselelerin tamamı karşısında İslâm'ı yeniden düşünmek ve onları esas alarak yeniden yorumlamak mecburiyetinde bırak­mış oldu.

Yeni süreçlerin dayatmasıyla beraber Müslümanların kendi paradigmaları dışından edindikleri cevabı ilk ara­nan soru şu olmuştu: “Biz niçin geri kaldık, onlar niçin ilerledi?” Muhtevasında İslâm'ın kabul edemeyeceği yeni ve farklı bir zaman/tarih algısı taşıyan bu sorunun do­ğurduğu önemli meseleleri daha sonraya bırakırsak, “geri kalmışlık” sorusuna verilen birçok cevap içinde zihinleri en çok meşgul eden, buna rağmen “ne”liği üzerinde mu­tabakat sağlandığı söylenemeyecek en önemli cevabın “terakki” kavramı üzerinde yoğunlaştığını görürüz. Zira mesele başından itibaren “dinin dünyası”ın temsil eden İslâm'ın terakkiye mani bir din olup olmadığı üzerinde sürdürülen bir tartışma olarak ortaya çıkmıştır.

Tartış­maya müdahil olanların çoğunluğunun “İslâm terakki­ye mani değildir” dediği bilinir. Ancak savunucularının inşacı tarih anlayışıyla yüklü bu aydınlanmacı kavramın neye karşılık geldiği, muhteva ve kapsamı hususunda yeterli malumat sahibi oldukları ve sebep olacağı yeni açılımlar üzerinde yeteri kadar tartıştıkları şüphelidir. Bunun yanında öyle olmadığı halde İslâm'ın terakkiye mani olmadığını savunan Müslümanların terakki fikri­nin doğuracağı istenmeyen açılımları ihmal ederek bunu neredeyse bütünüyle teknolojik/iktisadi bir meseleye in­dirgeyerek ele almayı tercih ettikleri görülür. Karşılaşılan hadiseyle ilgili bu tartışmalar cereyan ederken, baştan itibaren ikisi de aynı hedefi paylaşmış, bu ortak hedefe varmak için müthiş gayret saf etmiş olmalarına rağmen birtakım ayrılıklar meydana gelmiştir. Söz konusu soruya "mani değildir" diyen grup daha sonraları "İslâmcı”, “manidir diyen diğer grup ise "laik" kesimi temsil eden iki farklı akım olarak günümüze kadar gelmişlerdir.

Fakat belirtmemiz gerekir ki bu soru sadece İslâm dünyasında sorulmuş bir soru değildir. Müslüman dün­yanın dışındaki diğer dinlerin müntesipleri de bu mese­leyle ilgili olarak bizdeki gibi iki farklı zihniyetin yorum­ladığı cevapla, moderniteyle karşılaşmanın travmatik hâsılası olarak aşağı yukarı iki ayrı cepheye ayrılmışlar­dır. Müslümanlarda olduğu gibi Budist, Taocu, Hindu gibi din mensuplarının arasında bugün de devam eden ihtilafa göre, cephelerden biri geri kalmışlığı yapısal bir sorun olarak dine bağlamakta tereddüt etmemiştir.

Bu kabule göre geri kalmışlık dinin, İslâm’ı söz konusu ede­rek konuşursak bir din olarak İslâm’ın kendi içinde saklı­dır; bu durumda geri kalmışlıktan kurtulmak ve modern dünyaya karşı mücadele edebilmek için İslâm’ın bir ke­nara bırakılması gerekir. İkinci cephenin temsilcileri de dinin terakkiye asla mani olmadığını sabır ve ısrarla sa­vunmuş, meselenin aslında İslâm’dan değil, Müslüman­ların İslâm’ı iyi anlayamadıklarından kaynaklandığını söylemişlerdir. Söz konusu ettiğimiz gibi daha sonraları “İslâmcı” olarak isimlendirilecek olan bu cephenin iddia­sına göre eğer İslâm hakkıyla anlaşılmış olsaydı böyle bir geri kalmışlık asla olmayacaktı; bu yüzden vakit kaybet­meden güzergâhını terakkinin belirlediği yolda İslâm’la birlikte bu süreçlere bir an önce katılmak gerekmektedir. Ancak İslâmcılara göre bunun olabilmesi için yapılması gereken evvela İslâm'ın hurafelerden temizlenerek bir ye­nileme (tecdit) hareketine başlamaktır. İslâm'ı bu şekilde yeniden ihya etmek, hatta terakki etmiş batılı toplumları geçmek bile mümkündür.

Bu eğilim batının teknik/teknolojik araçlarını elde etmeye çalışırken modern olanın imkânlarını bütün iyi niyetiyle İslâm'da aramıştır. Maddi ve entelektüel düz­lemde modern olanın muadilini İslâm'dan türetmek/ çıkarmak isterken tasarladığı siyasal/sosyal proje ola­rak İttihadı İslâm'la kendini ete kemiğe büründürmeye çalışmıştır. Diğer ikinci eğilim ise pozitivist ideolojinin imkânlarıyla toplumu başta batının bilgisi olmak üzere kavram, kalıp ve kurumlarına olduğu gibi uyarlamaya ça­lışmış; totaliter özellikli ulusal/milliyetçi siyasal bir proje olarak Cumhuriyet dönemi tecrübesiyle başından itiba­ren kendine kolayca uygulama imkânı bulmuştur. Aslın­da iki tarafında hedefi başlangıçtan itibaren aynıdır; sa­dece biri modernleşme yolculuğuna dinle beraber, diğeri de din olmaksızın çıkmak istemiştir.

Biri modernleştir­mek istediği toplumun tarihsel tecrübesini ve birikimini önemsediğinden seçici ve utangaç bir muhafazakârlıkla modern dünyayı güçlü kılan unsurları bir taklit ve tüke­tim ilişkisi içinde İslâm'la meşrulaştırmaya çalışarak ken­di bünyesinde yeniden hâsıl etmek ve sahibi olmak için derin bir arzu taşımıştır. Yenilgisine sebep gördüğünden bu kesimin hak ettiğinden fazla değer atfederek gözünde yücelttiği, başından beri beslediği gizli hayranlık batının teknolojisinedir. Diğer kesimde tersine toplumun geç­miş tarihsel tecrübesini yok sayarak batıda gördüğü her şeyi kendi bünyesine taşıyıp başta zihniyet ve davranış olmak üzere toplumu bütünüyle yeniden şekillendirmek ve batılı gibi olmasını istemiştir. Seçtiği modernleşme yöntemi nedeniyle baskıcılığı temsil eden bu kesimin duyduğu hayranlık ise batının kültürünedir. Laik kesim Kemalizm'in rehberliğindeki "Köy Enstitüsü” eğitimiyle, İslâmcılık ta İslâm'ın rehberliğindeki “İmam Hatip” eği­timiyle terakkiyi sağlayıp geri kalmışlığın makûs talihini yenmek istedi. Ne yazık ki beslenen bütün ümitlere rağ­men bu ikisi de sonu başarısızlıkla biten tecrübeler ol­maktan kurtulamadılar.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat

Devamı için bkn:

http://ilimcephesi.com/islamciliktercihi-olmayan-bir-imtihan-hasilasi-2/
Devamını Oku »

Neoliberalizmin İslamcılığa Etkisi



'“Neoliberalizmin İslâmcılar nezdinde bir karşılığı var mı? 1980 sonrasında oluşan ve 2015’lere gelinceye kadar Müslümanla­rın ve İslâmcıların hayatlarında, fikriyatlarında büyük tesirleri olan neoliberalizm, bu dönemin İslamcılığına “rengini” vermiş midir?Neoliberalizm kapitalist dünya sistemi içinde önemli bir kırılma, yöntem olarak ayrışmadır. Kapitalizm neden neoli- beralizmi benimsedi? “Genel olarak bakıldığında kapitalizmin yapısal bir krizi söz konusuydu. Yani, geçmişte kapitalizmin sermaye birikimi hedefine iyi hizmet etmiş olan politikalar,uygulamalar ve kurumlar artık bu işlevlerini yerine getiremiyorlardı.” (Filho-)ohnston, 2007,309) Kapitalizmi büyük savaş­lar arasında çıkmazdan, iflastan kurtaran Keynesçi ittifak, dil, kültür, siyasallık, vaatler, teknikler, metotlar sona ermişti.

Dünya sistemi krizi aşmayı kapitalizme katılımı yaygınlaş­tırarak gerçekleştirdi. Neoliberalizm dünya çapma genişlettiği piyasa mantığını diri tutmak için mutlaka dünyanın genelinde bireylerin etkin katılımına ihtiyaç duydu. Klasik merkez-çevre sisteminde dünya sistemi sınırlı merkez dışındaki çevrenin tümünde bireyleri, pasif, etkisiz ve sadece sömürmeye göre ayarlamıştı. Bu bakımdan çevredeki bireylerin inançlarının ge­reğini yerine getirmesinde, kültürlerini yaşamasında bir beis yoktu. Çevre sadece merkeze kaynaklarını aktarmakla sorum­luydu. Fakat neoliberalizm ile birlikte artık çevredeki bireyle­rin hepsini “piyasanın içinde” kabul edilmeye başlandı.

Piyasa­nın dönmesi için sistemden kaçan hiçbir birey bulunmayacak; dolayısıyla herkesin evine televizyon, bilgisayar, telefon gire­cek, yaşadığı belde de finans döngüsünü sağlayacak mutlaka kurum bulunacaktır. Kimse parasını, tasarrufunu yastık altına atamayacak, tüm emekliler maaşlarını bankalardan almaya mecbur tutulacak. Bu taktik piyasa ve finans sistemi neoliberal İktisadî kültürün, yeryüzü sathına yayılmasını sağladı. 80’li yıllardan sonra İslâmcıların, dindarların, muhafazakârların finans sektörü, bankacılık ve iletişim ile girdiği ilişki yeni kül­türün, bu kültürün siyasal dilinin de sahiplenilmesini berabe­rinde getirir.

Piyasaya giren, piyasada iş yapan elbette kendini önemli hissetmeye başlar. Evinin geçimi, ekmek parası bu piyasanın sağlıklı işlemesine bağlı olduğu müddetçe, sistem bireylerin sakalıyla, şalvarıyla, başörtüsüyle, akşam tekkesine gitmesiyle İlgilenmez. Hatta bu tür inanç ve kültür unsurları bireylerin psikolojik rahatlama sağlamasına, tüm gerginliklerinden dini ritüelleriyle kurtulmasına imkân verdiği için piyasanın moti­vasyonunu da artırır.

Üstelik dindarlar devletin, statükonun yıllardır kendilerini kenara itmesinden de kurtulmuş, “adam yerine konmaya” "özgürlükleri yaşamaya” başlamışlardır. Dünya sistem içinde neoliberal doktrin kadar dünyaya, tüm insan­lara etki edebilen başka bir uygulama olmamıştır. Bu açıdan, Müslümanların modernleşmesi en hızlı, en aktif biçimde neo­liberal dönemde gerçekleşmiş, iletişim, ulaşım teknolojilerinin etkisi, kamusal görünürlük ve özgürlükler bahsiyle Islâmcılar ve Müslümanlar genel olarak hızlı bir dönüşüm sürecine dâhil olmuştur. Neoliberalizmin diğer dünya sistem uygulamaların­dan farklı olması nedeniyle, İslâmcılık 1980 öncesinden metot, fikriyat, amaç bakımından bütünüyle ayrılmıştır.

Neoliberalizmin bu derece etkili olması onun iktisat ile siya­seti, fikriyat ile gündelik yaşam kültürünü harmanlamasından kaynaklanır. Tüm dünyayı piyasa olarak gören neoliberalizm, bu “dünya pazarı”nı kendi kaideleriyle yönlendirirken, pazarın işleyişini sürdürdükleri müddetçe bireylerin nasıl giyindikleri, neler yaptıkları, hangi dinden olduklarıyla ilgilenmemiştir.

Pazarın kültürünü sahiplenenler ödüllendirilirken, pazar dışına çıkmaya çalışanlar cezalandırılmıştır. Özgürlük pazar içindedir. Dünya sisteminde “özgürlük ve serbestlik” propa­gandasıyla en baskıcı, en müdahaleci idareyi kurma, yani ya­lan söyleyerek, karşıt propaganda üreterek etkinleşme başa­rısını neoliberalizm göstermiştir: “Neoliberalizm, müdahale etmeme ideolojik bahanesiyle toplumsal yaşamın her alanında kapsamlı ve saldırgan müdahalelerde bulunur. Finansın öne çıkmasına, uluslararası seçkinlerin bütünleşmesine, bütün ül­kelerde yoksulların tabi kılınmasına, ABD’nin çıkarlarına ev­rensel olarak rıza gösterilmesine dayanan özgül bir toplumsal ve İktisadî düzenleme biçimini dayatır” (Filho-Johnston, 2007, 19) Neoliberalizm kapitalizmin çelişkilerini derinleştirmiş, kapitalist uygulamaları zirveye taşımıştır. Zaten 70’lere kadar gelen refah devleti uygulamaları rahatsızlık yarattığı için kapi­talist zenginler sınıfı neoliberalizmi üretmişti.

Siyasî ve Teknik Devrimler, Borçlandırma, Krizler

Neoliberalizmin ivme kat etmesinde başta ABD ve İngiltere olmak üzere 70’lerin sonundaki siyasal değişiklikler etki etmiş­tir. 1979 darbesinde İngiltere ve ABD'deki lider değişimleri, zenginlerin ve neoliberalizmin siyasal başarısının sonucudur. Ronald Reagen ve Margaret Thatcher İkilisinin iktidara gel­mesiyle gelir dağılımı, bölüşüm, çalışanların hakkı gibi konu­larda neoliberalizm çok daha katı ve dengesiz işlemiştir.

Neoliberalizmi belirleyen, kimliğini veren saiklerin başında iletişim teknolojisindeki devrim gelir. Kapitalizm bu bakımdan İktisadî işleyişte olduğu kadar, teknikte devrimdir. Teknik dev­rim dünya sisteminin kültürel boyutunu, ideolojik tezlerini ortaya serecek gelişmelerin çok daha sağlam adımlar atmasını sağlar. Siyaset bu açıdan teknik devrimi, İktisadî yapıyı takip eder. ABD ve İngiltere'nin liderleri, kendi ülkelerinde gerçek­leştirdikleri büyük dönüşümleri çevre ülkelere de taşıyarak ne­oliberalizmi dayatmışlardır:

1.Gelir, şirket, sermaye ve mülkiyet vergilerinin düşürül­mesinin yanı sıra devlet harcamalarının azalması; 2. Kit'lerin özelleştirilmesi; 3. İşgücü ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi; 4. Sosyal giderlerin azaltılması; en azından o güne kadar devletin üstlendiği sosyal güvenlik sisteminin adım adım özel şirket ve kurumlara devredilmesi; 5. Devletin yatırımlardan ve düzenleme görevlerinden çekilmesi ve yönetimin ‘laisser faire' uyarınca pi­yasaya bırakılması; 6. Paranın istikrarına öncelik tanınması. (Fülberth, 2008, 267)

Bu şekildeki bir piyasa modelinde, büyük pazar içinde çevre ülkelerindeki herkes basit sömürmelerin ötesine geçerek, ken­di topraklarında hem çalışıp hem sömürülmeye başlamıştır. Öyle ki kırdakiler bile işgücüne katılmak mecburiyetinde ka­lırken; neoliberalizm varlığını “borçlandırma, kredilendirme” ve sürekli krizlere bağlı kılmıştır. (Harvey, 2014,19,27,68) Ne- oliberal dünya sistemi krizi yatay ve dikey yönde geliştirerek varlık sahasını sağlıklı hale getirir. Neoliberal dönemde nere­deyse her on yılda bir ciddi kriz yaşanır, sistem dünyanın her­hangi bir köşesinde Güneydoğu Asya’da finans ya da ABD'de mortgage krizi biçiminde gösterir, kısa sürede neoliberalizmin küresel kimliği nedeniyle yaygınlaşıp, kendi halindeki “dağ köylüsu’nü bile tehdit etmeye başlar.

Her ekonomik kriz gelir, fırsat ve servet eşitsizliği neticesinde doğar aynı şekilde o kriz yine eşitsizliklerin artırılmasıyla atlatılır. Şirketlerin garantili rekabeti, sürdürülebilir tekeller (Stiglitz, 2014, 17, 87, 95) ne­oliberalizmin, ulus devletleri de ezen şirket kimliğinin sonu­cudur. Neoliberalizm biraz da şirket demektir, ABD demektir:

Şirket çıkarları, ABD’nin ulusal çıkarlarını tanımlaması ve bunlar ve diğer küresel kurumlarla ilişkilerini belirlemesinde hâkim bir rol oynamaktadır. Bu yüzden, ABD’deki şirket gücü­nün tarihi, salt ulusal olmaktan daha fazla bir önem taşımaktadır. Amerika, İngiliz sarayları ve saray tarafından sömürge ekono­mileri üzerinde kontrol sağlamak amacıyla ayrıcalıklı şirketlerin kötüye kullanılan gücünce karşı yapılan devrimden doğmuştur. (Korten, 2008, 86)

Modernite ve kapitalizm doğa üzerinde insan varlığının üs­tünlüğünü kabul ettirme açıklamasına dayalı olarak gelişmiş ama doğaya katliam emri verilmemişti! Neoliberalizm, özel­likle şehirlerin yakınlarındaki verimli finans kaynağı olabilecek sahâlârdaki doğaya rant gözüyle bakar. Bu yüzden neolibera­lizm insan, doğa ve varoluş konusunda naif gibi görünse de gaddardır. Şirketler bunun en süzülmüş halidir:

Şirketler otonom bir kurumsal güç kazandıkça, insanlardan ve mekândan ayrı kaldıkça insani çıkar ve şirket çıkarları giderek ayrışmaktadır. Bu, gezegenimizi sömürgeleştirmeyi, bizi kölelere dönüştürmeyi ve aramızdan ihtiyaç duymadıklarını yok etme­yi amaçlayan uzaylıların istilâsına uğramaya benziyor. (Korten, 2008,109)

Neoliberal şirketler, sahtekârlık, korsanlık, yamyamlık gibi vahşi kavramlarla anlatılır. Zira bu dünya sisteminde dünyanın parası, teknoloji ve piyasaları devasa küresel şirketler tarafın- dan yönetilir, yüceltilmiş maddenin kutsanmış tüketim mantı­ğı ve kültürü, ezmeye dayalı işçi-işveren rekabet kültürü, kârı elde etmeyi her halükarda üstün tutan, değerleri tamamıyla rafa kaldıran anlayış, şirket düzeni içinde tüm dünyaya yaygınlaştırılır. Neoliberalizm bu ilkeler doğrultusunda, isteyen her­kesi, dileyen her grubu, dini, etnik yapıyı sistemin içine almayı taahhüt etti. Bu şirket ideolojisi neoliberal piyasa ve pazar, re­kabeti, zafer değerlerini hakkıyla yerine getirebilmek çok daha büyük olduğu için klasik merkez-çevre farkını ortadan kaldır­dı. Islâmcılar, Kürtler, radikaller, solcular neoliberalizmin açık çekini bu bakımdan çok rahat biçimde kullanmaya başladı.

İslamcılık 1980 sonrasında esasında tam manasıyla neo­liberal şirket kültürünü devşirmiştir. Neoliberal insan, şirket mantığı içinde yeri gelecek Darwinci kesilerek en yakınındakini bile tanımayacak yeri gelecek hayatta kalabilmek için rekabet, mücadele kavramlarını hayat-memat meselesi haline getirebilecektir. Neoliberal kültür İslâm’ın tavsiye ettiği top­lum hayatının tam tersini savunur ve dikte eder. Mesela neoli­beral dönemde ülkelerdeki evlenme yaşında büyük değişimler meydana gelmiştir. (Standing, 2014,116) Türkiye’de de benzer biçimde evlenme yaşları gecikmiş, yükselen maddi beklentile­ri karşılayamamaktan kaynaklı evlenmeme gibi sorunlar tüm topluma yayılmıştır.

Yaratıcı, girişimci, özgür, merkeziyetçi­likten hoşlanmayan, geleneksel bağlardan, tasarruftan nefret eden, maceracı, çabuk kimlik değiştiren, köksüz, “yiyoz, içi- yoz, geziyoz, para vermiyoz” diyen, kredi kartlarına bağımlı, değerlerden kurtulmak isteyen insan tipi (Şimşek, 2014, 163) neoliberal İslâmcılığın bilhassa 2000’li yıllardan sonraki genel karakterini işaret eder.

Neoliberalizmin umumî planda şirketler üzerinden yü­rümesi, ulus devletlerin kimi zaman çaresizlik görüntüle­ri ABD’nin bu aşamada gerilediği fikrini ön plana çıkarır. Hâlbuki ABD neoliberalizmi kusursuz biçimde yürütme yete­neğini göstermiştir. Dünya Ticaret Örgütü'nün ABD değerle­rini piyasaya sürmesi, neoliberal kültürün ABD popüler kültü­rüyle ortaklığı bir tarafa sistem tıkandığı yerlerde ‘‘operasyon yapmak”tan çekinmez. Nikaragua'dan Afganistan’a kadar, çe­şitli bahanelerle savaş değil "kötüleri ve teröristleri önleme" girişimleri başarıyla sonuçlandırılır. (Chomsky, 2014, 17, 67 -71) Neoliberalizm ister şiddetle isterse İktisadî kültür ve pazar modeliyle olsun yeni bir emperyalizm, “el koyma” yöntemi olarak varlığını sürdürür. (Harvey, 2008,153) Sınırlar bu yeni algıda, neoliberal küreselleşmede hiç de önemli olarak görül­mez. (Hobsbawm, 2007,93)

Mesele, sınırları, dinleri, kültürleri, hassasiyetleri ve değer­leri aşan büyük pazarda, küresel piyasada yerini alabilmek ya da alamamaktır.

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:23-29

Devamını Oku »

Neoliberal Islamcılık-1



Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi genel olarak üç ayrı dönemde mütalaa edilir: İlk olarak Meşrutiyetken hilafetin kaldırılmasına kadar olan dönem, ikinci olarak hilafetin kaldı­rılmasından 27 Mayıs darbesine kadar ikinci dönem, son ola­rak da 27 Mayıstan günümüze kadar olan son dönem.

Bu genel dönemlendirmelerin dışında karakter, İslâmcıların savunduğu tezler, kadro yapısı ve siyasal yapı bakımından Tan­zimat, 1939 ile 27 Mayıs yılları arası, 1980 ile 1994 dönemi, 1994 ile 2001 arası ve AK Parti iktidarı sonrası önemli kırıl­malar da içerir. Fakat genel planda dünyadaki eğilimlere bağ­lı olarak ortaya çıkan, uluslararası sistemin dengelerine göre konum alan ve dünya sisteminin karakterine bağlı metotlara evrilen İslâmcılık, 1980 sonrasında yani 12 Eylül ya da 24 Ocak gibi tarihlere bağlı olarak söylem, maddi güç, sentezci anlayış itibariyle İslâmcılığın yapısından farklılaşmaya başladı.

İslâmcılık düşüncesi zaten Batı Medeniyetinin gelişimine, modernite ve kapitalizmin umumi yapısına bağlı olarak mo- dernite karşıtı bir modernleştirici olarak doğduğu için genel refleksleri bağlamında modernden ayrı, dünya sisteminden bağımsız ve kapitalizmin dışında hiçbir zaman olmadı.

İslâmcılık modern olanı yani çağın getirdiklerini hesap etme anlayışı açısından kapitalist İktisadî kültürün ürettiği siyasanın peşinde olduğu için modern karakterini, geleneğe olan büyük mesafesini, geleceğe ilişkin Aydınlanmacı "yer­yüzü cenneti" fikrini kapitalist ilerleme, gelişme ve kalkınma kavramları etrafında yürütür. Bu bakımdan kapitalist iktisadi felsefe ve kültürün kabul edilmesi değil “sahiplenilmesi, içsel­leştirilmesi” esasında çok daha başarılı olarak 1980'li yıllardan sonra doğmuştur. 1960 sonrasında dinî ritüellerin rahatlıkla yerine getirilmesinden doğan hürriyet algısı zamanla İslâm'ın hayata teşmil edilmesi görüşü etrafında gelişirken öteki taraf­tan İslamcılardaki medeniyet anlayışı yine Batı Medeniyetine öykünerek gerçekleştiği için “İslâmî yeryüzü cenneti” görüşü­nün alt yapısı; “kalkınma”, “büyük Türkiye”, “ilerleme” “sanayi­leşme”, “ağır sanayi” söylemleriyle teşekkül etmiştir. Bu kadar savunmaya, bu kadar söyleme ve siyasete rağmen İslâmcıların bu yolda bir adım dahi atamamasının nedeni ne olabilir?

Dünya sisteminin işleyiş tarzı; yani klasik merkez-çevre te­orisinde merkez çevrenin hiçbir zaman İktisadî sistemin, pa­zarın, üretimin, dağıtımın hatta tüketimin cüzi dahi olsa kont­rolü ve denetimine dâhil olmasına izin vermedi. Çevre ülkeler, insan, mal, hammadde, enerji gibi kaynaklarını merkeze akıtır­ken, merkez çevrenin, şeker fabrikası, termik santral, baraj gibi mecburi tesisler dışında sanayi kurmasına, büyük ticari işlet­melere sahip olmasına kesinlikle müsaade etmedi. Türkiye’de

I.ve II. Dünya Savaşları arası dönemde uçak, tank yapıldığı halde devlet dünya sisteminin baskıları neticesinde bunları üretenler ağır cezalara, iflaslara çarptırıldı; otomobil gibi ba­sit bir sanayi ürününün bile üretimine neoliberal dönemde dahi izin verilmedi; kısmen montaj yapmasına müsaade edildi. Çevre ülkeler belki sanayinin getirdiği artı kâra sahip olma­sın diye kontrollü ve denetimli olsalar da esasında kapitalist iktisadın hiçbir kuralına kapitalist iktisadı kullanabilme adına imkân verilmemiştir; çevre ülkelerin kapitalizmin sadece tefe­cilik, sömürü, faiz ve hammadde ihracı, mamul madde ithalatı gibi konularda kendilerine alan açmalarına ses çıkarmadı. Bu sebeple “Islâmcı yeryüzü cenneti” hayalleri, İslâm medeniye­tini diriltme söylemleri kapitalist dünya sistemi içinde zaten mümkün değildir.

Neoliberalizmin Nedeni; Neoliberal Islâmcılığın Misyonu

Klasik dünya sistemi çevre ülkelerin “piyasa”ya, pazara yani sisteme katılmasına müsaade etmemiştir. Neoliberal dünya sistemi ise Müslümanların, çevre ülkelerdeki yetenekli, istek­li, kenarda köşede kalmış ne kadar farklı dini, kültürel, etnik unsur varsa onların pazara, piyasaya girmesine, “piyasanın kuralları”m istedikleri gibi işletmesine müsaade etmiş; bundan da hem siyasal hem İktisadî büyük menfaatler sağlayarak, dö­nüşümün gerçekleşmesini sağlamıştır. Türkiye de neoliberaliz­min açtığı yolda, neoliberal ilkeler doğrultusunda İslamcılar ve Müslümanlar 1980 sonrasında İktisadî ve siyasi sistemin için­de “özne” ve “aktör” olma yolunda ilerlemiş, “sistemi sahiplen­miş”, kendi özgürlük alanlarını genişletmeye, iktisaden refaha sahip olmaya, siyasal sistemi dönüştürüyor görüntüsü altında kapitalizmin yeni dünya sisteminde çevredeki pürüzlerin or­tadan kalkmasına yardımcı olmaya devam ederken kadim mo­dernleştirici gücü ve misyonu yürütmektedir.

Neoliberalizm, bir programdır, kapitalizmin doğal bir gidi­şatı, tarihin ilerlemesi ya da sürecin bir devamı değil; kapitalist olamamış, modernleşmesini tamamlayamamış kesimlerin, sis­teme dahil olması, kapitalizmin muhalifleri eliyle de yüksele­bilmesi, klasik dünya sistemin ürettiği düşmanlıkların, merkez - çevre modelinde ortaya çıkan çevredeki rahatsızlıkların gi­derilmesi, merkezin yavaşlayıp kapitalist ilerlemeyi gereği gibi yerine getirememesi, hantallaşması nedeniyle doğmuştur.

Ulus devletlerin korumacı, refah devleti anlayışıyla biraz daha merhametli hale gelmesine bağlı olarak, şirketlerin bü­yük kapitallerin egemenliği devralarak, merkeze sıkışmaktan kurtulup, üretim ve tüketimle beraber görece kârı çevre ülke­lere taşımasının, kapitalist İktisadî ve siyasi kültürü küreselleş- tirmesinin ve piyasa anlayışını genişleterek, hem ulus devletler hem dünya sistemi bazında itibar görmeyen kesimlerin talep- leri doğrultusunda onların da sisteme katılması, benimseyip sahiplenmesinin adıdır neoliberalizm.

Neoliberal İslâmcılık genel olarak 1980 ile 2015 yılları ara­sını kapsar. Dünyada neoliberalizm 1970lerde gelişme gös­termiş fakat asıl büyük sıçramasını "ülkeleri teslim alarak” gerçekleştirmiş; muhafazakâr - dindar gelişmeye açık liderler; Thatcher ve Reagan ile dünyada yayılmaya başlamış, İran, Pa­kistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde darbeler, suikastlar vası­tasıyla siyaseti belirleyip neoliberalizme açık eğilimleri öne çıkarmıştır. Bu bakımdan neoliberalizm 1980'li yıllarda çok hızlı dönüşümlere imza atsa, iletişimden ulaşıma, finanstan tüketim kültürüne kadar bir dizi dönüşümü gerçekleştirse de İslâmcılar üzerindeki etkisi yeni olduğu için sonuçları 1990Tı yıllarda görülmeye başlamıştır.

Bu bakımdan neoliberal Islâmcılığın kabaca 1. 1980 - 1994 arası, 2. 1994 - 2001 arası, 3. 2001 ve sonrası olmak üzere üç dönemi vardır.

Neoliberal İslâmcılığın Üç Dönemi

1.1980-1994 Dönemi: Sistemin Neferi Radikalizm,Seküler Sufilik, Taşralı Cemaatçilik

1980’li yıllara damgasını Özal ve onun dört eğilimi, bu siyasî harekete bağlı iktisat egemen oldu. Genel kanaat özal’ın ay­nen Reagen ve Thatcher gibi muhafazakâr, dindar fakat dışa açık, “piyasaları göz önünde tutan büyük oranda “Ameri­kancı” portre çizdiği yönündedir. Özal’ın dinî cemaat ve tari­katlara “yol verdiği”, onları güçlendirdiği, desteklediği ve bü­yüttüğü görüşleri genellikle onun İslâmcılığa da açık olduğu kanaatini güçlendirir. Neoliberal siyasi kültür karakter icabı dindarları sevdiği için muhafazakârlık ile İslâmcılık arasını bulurken İslâmcılık ile milliyetçiliğin arasını belirgin olarak açar. Hâlbuki Özal neoliberalizmin küreselieşmeci, dışa açılma taraflısı, şirketleşme ve finans merkezli pazar mantığından dolayı, dini cemaat ve tarikatların şirket kurup, finans sektörü içinde yer almalarını sağlamış, onlara böyle bir “vizyonu” gös­termiştir.

80 li yıllarda cemaat ve tarikatlar anonim şirkete, şeyhler yönetim kurulu başkanına, müntesiplerde iştirakçiye dönüş­müştür. Şirketin büyüklüğü, kârı ve yaygınlığı aynı zamanda cemaat ve tarikatın gücünü gösterir. Dolayısıyla son derece küçük ve belki de yok olmaya mahkûm olan bir cemaat örne­ğin Hüseyin Hilmi Işık’m takipçileri Işık-İhlas Grubu belki de silinip gidecek küçük bir cemaat olarak varlıklarını devam et­tirecekken holdingleşerek nicelik bakımından hayli büyümüş­lerdir. Cemaat ve tarikatların genel İktisadî yapıya bağlı olarak büyümeleri esasında imkânları artan grupların yayınlarında da önemli gelişmelere neden olmuştur. Tarikat ve cemaatler­deki bu büyüme İslâmî kesimin tüm tonlarına yayılmaya baş­ladı. Büyüyen dini grupları takip eden öteki İslâmî gruplar aynı metodu kopya etmeye başladı. Siyasal anlamda İslâmî kesimi dışarıda bırakan Özalın neoliberalizmi, daha çok İslâmî kesi­min, bireylerin, cemaat ve tarikatların dönüşümüne yöneldi. Milli Görüş hareketi bu dönemde yasaklanan siyasal partiler içinde yer aldı. Belki bunun da etkisine bağlı olarak siyasal ma­nada İslâmî kesimin dönüşümü 90lı yılların ilk çeyreğine te­kabül eder. Zaten neoliberal siyasi ve İktisadî kültürle tanışan, o aşıyı alan Müslümanlar zaman içinde Milli Görüş’ün dönü­şümünü talep etmeye, partiyi neoliberal ilkeleri benimsemeye zorladı.

80li yıllar tarikat ve cemaat gibi yapılanmaların yanında Türkiye’de İslâmî kesimin radikal eğilimlerinin çok daha bas­kın olarak gözüktüğü, radikal hareketlerin müstakil öbeklenmeler içine girdiği yıllar olacaktır. Bilhassa Kürt hareketinin İslâmcılık içinde ağırlığının artması, neoliberalizmin radikal İslâmcılıkla etnik yapılanmaları destekleyen, özgürlükçü ve marjinal hareketlere yönelen karakteri, İran Devrimi’nin, Af­gan Cihadının etkisi radikalizmin genel İslamcı yapıdan ay­rıldığını da gösterir. 27 Mayıs sonrasında gözlenen İslamcılık hareketinin müstakil, milliyetçi ve muhafazakâr kesimden ay­rışan yönü, ikinci ve belki daha büyük bir kırılmaya uğraya­rak 80li yıllarda kendini daha net ifade etmeye başladı. Milli Görüş partilerinde, bağımsız entelektüel yapılarda, matbuatta hatta cemaat ve tarikatlarda bile etkili olan tercüme hareket­leri, Pakistan, Mısır ağırlıklı Seyyid Kutup, Mevdudi, Muhammed Kutup, Malik Bin Nebi, Haşan El Benna, İslâmî kesim­de, 27 Mayıs sonrasında dili, metodu ve anlayışı belirlemişti.

Türkiye'de radikalizmin kendini dayandırdığı Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Pakistan-Mısır ay­dınlarının etkisi 1960-1980 arasında hemen tüm Müslüman­ları etkisi altına almıştı. Dolayısıyla tercüme hareketleri sa­dece radikalizmi değil 90'lara sarkan birçok İslâmî grubu da etkilemişti. 12 Eylülün gerekçelerinden Konya mitinginden, partinin yayın organlarına, Akıncılar Derneği'nden sonraki dönemlerin ANAP’lı, sağcı yazarlarına kadar birçok isim ter­cümelerden etkilenmiş fikri yapısını ve siyasallığını bunlara göre kurup geliştirmişti.

1960-1980 arası tercümelerden etkilenmeyen, Osmanlı ba­kiyesi çok az kesim kalmıştı. Sonraki yıllarda bunlara tevessül etmeyenler "îslâmcı olarak kabul edilmemiş”, milliyetçi fakat daha çok muhafazakâr tasnifi içine yerleştirilmişti. Öyle ki Nurettin Topçu'nun tavrı yanında Necip Fazıl’da benzer ka­tegoriler içine yerleştirilmiş; Türkiye'ye, Osmanlı'ya dair fikir beyan eden herkes bu açıdan milliyetçi muhafazakâr kalıpla­rı arasında değerlendirildi. 1980 darbesinden, Özal ve neoli- beralizmden sonra kökleri 27 Mayıs dönemi ve tercümelere dayanan İslâmcılık aniden ve çok sert bir savrulmanın içine girdi. Bu dönemde Refah Partisi’nin 1986'da Necmettin Erba- kansız, 1987'de Erbakan ile girdiği seçimlerde yüzde 7'lerde kalması, değişim ve dönüşümün önemli işaretleri arasında yer alır. Daha önce çok farklı kanatları olan partiye bir kısım Müs­lümanların İran Devrimi etkisiyle de "sistemin partisi” olarak bakması, ANAP'm dört eğiliminde kendine yer bulan tarikat ve cemaatlerin radikal ve sert bulması ayrışmanın işaretlerin- dendir.

Radikalizm esasında biraz da neoliberalizmin etkisiyle 80 öncesi tezlerinden uzaklaşan İslâmcılardan farklı olarak, 1960 - 1980 arası görüşleri ve tercümelerin mantığını tekrarlayan, sürdüren kesimlerin inadı olarak kendini ayırdı. Radikal hareketlerin uzun 80’ler boyunca evrilmesi gerçekleşse de esasında İslâmî kesimin tümünde önemli bir dönüşüm yaşanmış, tercü­melerle ortaya çıkan atmosfer terk edilmiştir.

Terk edilen esasında tercümelerin kavramları kadar belki ondan daha çok dünya sisteminin klasik modeli, Soğuk Savaş şartları, dili, yöntemleri, algılarıdır. İslâmcılar kolaylıkla neoliberal dile biraz da sistem karşısında kendine özgürlük hava­sı veren yeni sistemin uzattığı “gül”e uzanarak katılmışlardır. İran Devrimi hayallerinin de etkisiyle tercümelerin kurduğu büyüyü sürdüren radikalizm, 80’lerde sistemden uzak kalma­nın mahrumiyetini 1990’lı yıllarda fazlasıyla telafi etme imkânı buldu.

Neoliberalizm sağ ve muhafazakâr kesim içinde kalan, RP’de öbeklenen, tarikat ve cemaat yapılanmalarına özen gösterse de 90lı yıllarda dengeli bir dağılıma gitti. Radikaller, etnik yapılar bilhassa Kürtler, uzun 80’ler ve çok daha uzun 90’lardaki mahrumiyetin acısını 2000’li yıllardan sonra çıkara­rak, iktidar denkleminde diğer tüm yapıların önüne geçmeyi başardı. 80’lerin ortasından itibaren demokrasi düşmanlığına rağmen demokratik taleplerde bulunan İslâmcılara radikaller de eklenirken, Müslümanların taleplerini sistemin dışlamasına karşı durarak tekliflerin monolitik bir İslâmî talepten, “ortak yaşamaya” yöneltmeye başladı.

İslâmî tezler, iktidar için çoğulculuk, hoşgörü ve bir arada tezleri arasında tamamen geri plana itildi. 80’li yılların yayın organlarındaki ümmetçi, İslâmî taleplere dayalı dil ve söylem 90’lı yıllarda bilhassa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla değişmeye başladı. RP’nin Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile yaptığı ittifak, pür İslâmî tezlerin gevşetildiğinin, sisteme eklemlenmek isteğinin de bir göster­gesiydi. Bu talep 90'ların ilk çeyreğindeki “garson devlet” ve “bir arada yaşama” temalı parti programıyla da deklare edilmiş oldu. RP'ye oy vermenin “şirk” olduğu hususu radikal çevre­lerde gevşetilirken, neoliberalizme endeksli imkânları artan tarikat ve cemaatlerin RP'ye bakışında çok büyük oynamalar olmadı. Bunda RP'ye verilecek destek neticesinde elde edilen elden çıkacaklardan çok daha az olacağı kanaati vardı. RPM desteklemek, 80 sonrası neoliberal desteğin kesilmesi, maddi imkânların yok olması manasına gelirdi. Merkez sağın uzun yıllar donuk olmasına rağmen hâlâ Meclis'te yer bulması ta­rikat ve cemaatlerin korkulu desteğinin etkisine de örnektir. Tarikat ve cemaatler artık neoliberal sistemin iyiden iyiye gü­venini kazandıktan, RP siyaset sahnesinden çekildikten sonra merkez sağdan desteğini çekmişlerdir.

2.1994 - 2001 Dönemi: İslâmcıların Para, Kariyer; Devlet ile Buluşması

Bu dönemde RP, siyasal İslâm ilk defa çok yüksek oy oranına ulaşarak öncelikle belediyeleri alıp arkasından iktidarın büyük ortağı olma imkânına kavuştu.1 Bu dönemde İslâmcılık İslâmî tezlerle siyasete sözünü söylemesinden, Türkiye’nin İslâmî dö­nüşüm geçirmesi fikri yerini Müslümanların Türkiye’de “haklı olduğu yeri” alması gerektiği şeklinde bir yaklaşıma bıraktı.

Bu açıdan İslâmî kesim ile diğerleri arasındaki keskin ayrım 1960 - 1980 arasında dile getirilen “cahiliye toplumu” anlayışı iyiden iyiye yok oldu. Cahiliye kavramı sadece radikallerin de­ğil İslâmcıların genelinin kendi abdestli namazlı ama “gelenek­sel inanış” içindeki anne ve babalarına da yöneltilen bir itham olmuş, İslâmcılık, tezlerini büyük oranda bu temel üzerine bina etmişti.2 Artık siyasal İslâm ile birlikte İslâmcılar dikte ederek, yukarıdan siyasetle ya da zor kullanarak toplumu dö­nüştürmekten vazgeçmeye Müslümanların haklarını ve hakkı olan yerini alabileceği bir siyaset arayışına girmişti. Toplum ayrışmaların değil “anlama ve anlaşılma”, diyalogun zemini olarak algılanmaya başlandı. Dolayısıyla İslâmî tezlerin geri­ye itilip, iktidara bağlı, sistem nezdinde kabul edilmeye dayalı siyasetin, fikriyatın işletilmesi “Türkiyelilik” kavramı etrafında modernleşme projesinin, sisteme eklemlenmenin meşruiyet biçimi haline geldi.

1980 - 1994 arası neoliberal kavramları ve siyasayı tanı­ma, bu kültürün gelişmeye başladığı yılları oluştururken 1994 - 2001 arasında İslamcılar neoliberalizmi benimsemeye, içselleştirmeye başlamıştır. Öncelikle belediyelerde RP’nin üs­tünlüğü, buradaki istihdam imkânları, entelektüellerden alt kesime kadar sistem ve iktidar dışına itilmiş kesimlerin artık tanınma ve kabul edilebilme ihtimali, “ihtiyatı”, sistemi, elit­leri “ürkütmeme” tavrına dönüşmeye başlamıştır. Akabinde RP'nin yüzde 20yi aşan oy oranı İslâmcıların yönünü iyiden iyiye belirledi. İslâmî kesim şirketleşme mantığını ileri götü­rürken cemaat ve tarikatlar artık medya kuruluşlarına sahip olabilen büyük güçler haline gelmeye, “sivil toplum kurulu­şu” olarak anılmaya başladı. Genellikle başörtüsü üzerinden kısıtlanan haklar dışında İslâmcılar yavaş yavaş cumhuriyet dönemi boyunca mahrum oldukları alanlara sirayeti başladı. 28 Şubat süreci İslâmcıların neoliberalizme dolayısıyla sisteme eklemlenmesine çok büyük etkide bulundu.

RP’nin AİHM’e başvuruda bulunması, partinin kapatılma­sı, yeni siyasal anlayışlar, 28 Şubata karşı çıkan liberal - sol ile olan ittifaklar, savunma psikolojisi, tüketim toplumunun geli­şimi, yeni sektörler İslâmcıların siyasal ve İktisadî alandaki gö­rünürlüğünü, etkinliğini artırdı. Bu süreçte giyim kuşamdan, kamusal görünürlüğe kadar pek çok alandaki ciddi dönüşüm­ler üzerinde durulmayı hak ediyordu. Zira cemaat ve tarikatların toplumu yönlendiren değil kendi varlıklarını ikame edip büyütmeye gayret eden varlığı Müslümanların artık Türkiye'de Cumhuriyet dönemi boyunca kısıtlanan imkânlarını istediği gibi kullanabilme şartlarının doğması neoliberal İslâmcılığın iktidar olma, dünya sistemi içinde önemli aktörler arasına gir­meye başladığının işaretiydi.

Soğuk Savaş sonrası şartların yerli yerine oturmaması, dünya sisteminin neoliberal ilkeler doğrultusunda ilerleme­sine, “tarihin sonu” ve “medeniyetler çatışması” tezlerine rağmen siyasal olarak küresel bir düzenin sağlanamaması, Türkiye’de 90’lı yılların önemli bir çatışma sathı oluşturmasına neden oldu. Bu belirsizliği 11 Eylül 2001 hadisesi bozdu çün­kü bu olay sadece Türkiye’de değil dünyada da taşların yerine oturması, Soğuk Savaş sonrası dünya sisteminin renginin belli olması açısından belirleyici oldu.

3.2001 Sonrası Dönem: Neoliberal İslâmcılığın İktidarı

Esasında bu dönem 2002 ile başlatılabilir. Fakat 11 Eylül 2001 ile açılan ve dünyada Soğuk Savaş şartlarını bitiren siyasal ke­sinti, İslâm’ın dünyada “medeniyetler çatışması” tezi ile düş­man ilan edilmesi bu dönemin ruhunu oluşturur. Buna göre dünya sistemi 11 Eylül ile Müslümanların dünya sistemi için­deki yerlerini tamamen belirleyecek şartları kurgularken ne­oliberalizmin yeni koşullar etrafında yeni organizasyonlara gitmesi, bilhassa Arap Baharı ile de İslâm âlemine siyasal bir nizam getirme çabasına girer.

Türkiye bu bakımdan neoliberal politikaları muhafazakâr, demokrat ve İslâmcı kimliklerle birleştirerek yeni bir sentezle uygularken İslâm dünyasının önünde rol model olarak yerini almış, medeniyetler çatışması karşısında medeniyetler ittifakı girişiminin, Arap Baharı modellerinin öncülüğü rolüne soyun­muştur.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da eski sisteme dair aktörler yerlerinden olurken sınırların değişmesi süreci başlamıştır. Libya’dan Suriye'ye kadar neoliberal pazara katılmamış, kendini sistemden, kapitalist İktisadî kültürden korumayı başaran Müslümanlar, yastık altındaki birikimleri dâhil artık yeni orga­nizasyonlarla birlikte kapitalist pratiklere katılır olmuştur. Bu açıdan dünyanın küreselleşmeyle birlikte girdiği süreçte yeni tekniklerin, ekonomilerin etkisi gündelik hayatı dönüştürür­ken, İslâm dünyası bu değişimi gerek zorla gerek demokratik yollardan daha hızlı yaşamıştır.

Neoliberalizm Türkiye’de 2002 seçimleriyle birlikte etkisi­ni çok daha hızlı göstermeye başlamış, neoliberal dönüşümü Türk milleti İslâmcılar eliyle gerçekleştirmiştir. 80 ve 90’lı yıl­larda İslâmcı siyasete destek olmayan fakat neoliberal uygu­lamalarla iyice hacmi genişleyen tarikat ve cemaatler bu dö­nemde AK Parti üzerinde ittifak kurdular. Gündelik hayatın organizasyonundan, İslâmcıların devlet imkânlarından yarar­lanabilme potansiyellerine bağlı olarak zenginleşmeleri yine bu dönemde ziyadesiyle çoğalmış, kamusal hayatta görünür­lüğü artan dindarlık, İslâmî dönüşüm amacının yerini almış, o hedefi karşılamıştır. Genel olarak “devlet bizim idareciler değil” anlayışındaki İslâmî kesim için muhafazakar demok­rat kimlikli iktidar kâfi gelirken, neoliberalizmin bu dönemde marjinal kimlikleri, radikalleri, Kürtleri ve diğer etnik unsurla­rı dönüşümde aktör olarak kullanması neticesinde neoliberal ilkelerin uygulanmasında sorunla karşılaşılmamıştır.

Neoliberal İslâmcılık bu dönemde çok önemli programla­rı yürüttü; Kemalist sistem vurgusu üzerinden birçok millet gerçeğine de temas edip, algıları değiştirdi. 1980’li yıllarda kapitalist iktisat ilmi ve pratiğiyle karşılaşan, 19901ı yıllarda İktisadî kültürle gündelik yaşamım, İslâmî giyim kuşam, hedef ve görünürlüğünü değiştirmeye başlayan İslâmcılar 2000’li yıl­lardan sonra kapitalist İktisadî ve siyasi yapıyı "mesele” olmak­tan, hayatındaki sekülerleşme, İslâmî umdelere sadakatsizliği sorun olarak görmekten vazgeçmiştir. Dahası neoliberalizmin klasik merkez-çevre görüşünü reddederek genişleyip büyüme­sini çevredekilerin üzerine de bindirmesi, bu açıdan çevreye de ufak tefek imtiyazlar ve kârlar vermesi İslâmcılığın “güç ve iktidar” rüyalarına neden olmuş, İslâmcılık kamudaki ayrıcalıkları, Kemalist sistemin bir takım geri adımlarını “kazanım'’ olarak görmüştür. Türkiye'de İslâmcılık bu açıdan dünyadaki İslamcılığın, İslâm ülkelerinin neoliberalizmi savunma ve sahiplenmesinde öncü ve model olmasını sağlamıştır.(3)

Sisteme Uyumdan Sahiplenmeye

Bu dönem uyum, eklemlenme gibi kelimelerle açıklanabilir mi? Bu kelimelerin ağırlığı dönemin karakterini anlatmaya ye­terli gelir mi? İslâmcılık genel itibarla 1980 sonrasında hususen 2000’li yıllarda klasik İslamcılık görüşleri uyarınca kapitalizm ve modernizmle karşılaşmış, onu alt etme, aşma gibi kaygı­ları ortadan kaldırarak öncelikle entegre olmayı sonrasında da sahiplenerek modernleştirme misyonunu kabul etmiştir. İslâmcılık en baştan beri Müslümanların geri kalmasını, halkın imanına, geleneksel itikada, hurafe ve bidat adı altında Müs­lümanların Batıklardan ayrılan inceliklerine dolayısıyla tarihi birikime yüklemiş, modern çalışma, ilerleme, teknik ve tekno­lojiyi hatta gerekirse rasyonel zekâyı devşirmeyi sistemleştirmişti. İslâm ve Batı arasındaki mücadeleyi dinin din ile değil ideolojiyle çatışmasını, medeniyetin medeniyetle mücadelesi gibi sunan İslâmcılık, Batı medeniyetini makbul ve üstün kabul ettiği için medeniyet teorileri bağlamında medeni gelişimin birbirini etkileyip devşirmeler gerçekleştirmenin normalliği­ni, Batının tekniğini almayı hedefleyerek esasında dönüşümü daha en baştan gerçekleştirmeyi savunmuştu. İçtihat kapısı­nın açılması gerektiği düşüncesinden, felsefe ve düşüncenin İslâm'da kapalı olduğu savunmalarına kadar tüm fikirler Batı medeniyetinin ilerleme anlayışını, rasyonel hatta pozitivist ideolojisini bünyeye intibak ettirme kaygısı gütmüştü.

Neoliberal İslâmcılık, lslâmcılığın “Batının tekniğini alıp kültürünü bırakma" munisliği ve iyimserliğini “taşralı uyanık­lığı” ile hayata geçirmiş, aktif dindarlığı, kamuda artık dinî ola­nın özgürlüğünü İslâmî gelişim olarak kabul edip Batının değil Müslümanın kültürü olarak ele almıştır. Teknik ve teknolojik gelişimi, iletişim ve ulaşım sahasındaki gelişmeleri, maddi zen­ginliği içselleştiren politikaları ise “Batının tekniğini almalıyız" fikrinin tabiî neticesi şeklinde sunmuşlardır. Esasında neoli­beral İslâmcılık, modernleşme sonrası İslâm düşüncesinin, İslâmcılığın genel teorisinin hayata geçirildiği görüşündedir. 2000li yıllardaki AK Parti iktidarı İslâmcılara bu açıdan göz ardı edilemeyecek ölçüde maddî imkânlar sunmuş, devlet ve yönetim kademesinde var olmalarını sağlamış, savundukları görüşlerin İslâmî tezlerinin sistemle yüz yüze gelmesine vesile olmuştur.

İslâmcıların sistemin içinde, devlet kademesinde, neolibe­ral iktisatta yer bulmaları, İslâmî tezlerini karşılamaya yetip de artmıştır bile. Bu açıdan neoliberal İslâmcılık bir bakıma mo­dernleşme dönemi İslâm düşüncesinin İslâmcılık fikrinin zir­vesi, genel toplamı ve nihai sonucudur. Neoliberal İslâmcılığın üçüncü dönemini yani iktidar aşamasını genel olarak üç başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Yazının Devamı için bkn(2):http://ilimcephesi.com/neoliberal-islamcilik-2/
Devamını Oku »

Neoliberal Islamcılık-2



Var Olmak İçin Dışa Açılmak

1.2000li yıllardan sonra neoliberal İslâmcılık, İslâmcılık dü­şüncesinin bilhassa Milli Görüş'ün sıkça telaffuz ettiği ağır sanayi, kalkınma fikrinden çıkararak küreselleşmenin getirdi­ği serbest mal ve finans hareketlerine yani neoliberalizme ge­çişi gerçekleştiren güç oldu. Neoliberal İslâmcılık, uzun yıllar sürdürdüğü içe kapalılığı bu dönemde bozarak dışa açılmaya, ülkenin dış yatırımcıya sonuna kadar açık hale getirilmesini sağladı. Bu dışa açılma sadece İktisadî yönlerden değil siyasal olarak da İslâmcılık, neoliberal pazar ve piyasa fikrinin bir so­nucu olarak AB'yi “haçlı zihniyeti" veya “Batı kulübü” olarak görmekten, AB’ye girmek için müktesebatın çoğunu değiştir­meye ve yeniden yapmaya çalışan, ABD ve NATO ile çok daha etkin politikalar geliştiren taraf oldu. Aslına bakılırsa dindar eşraf kavramı etrafında modernleşme döneminde ortaya çıkan İslâmî eğilimli eşrafın sorunu kapitalizmle değil, kapitalizmin nasıl işletileceği ile ilgiliydi.

Diğer taraftan İslâmcılığın, sloganların dışında kapitalizm karşıtlığı hiç olmadı. Kapitalist gibi yaşamayan, kapitalist gibi düşünmeyen Müslüman geleneksel yaşamının dönüştürülme­si, geri kalma tezleri altında modernitenin İslâm düşüncesine eklemlenmesi İslâmcılığın en önemli misyonu arasındadır.

İslâmcı hareketin tezlerini oluşturan ilerleme, çalışma, say, gayret, "İslâm terakkiye mani değildir” "Batının tekniğini al­malı”, öze, asl’a ve Kur’an ve Sünnet’e dönüş derken tam ola­rak kapitalist olmayan tarihi pratiğin, kapitalizmi geriletmiş alternatif yaşama biçiminin yani Anadolu’nun İslâmlaşmasıyla kurulan düzenin gözlerden uzak tutulmasını kastetmekteydi. Öze dönüş hareketlerinin bir ucunda, kapitalizmi geriletmiş, kapitalizme alternatif bir hayat nizamını Müslüman hayatın­dan kaçırmak vardı! Neoliberalizmin pazar mantığı, piyasa al­gısı ve gelişme teması uzun yıllar Müslümanları boyunduruğu altına alan Kemalist sistemden kurtulma ve özgürleşme fikriy­le birleşince neoliberal İslâmcılık, neredeyse geleneksel hayat fikrini, kapitalist olmayan algıların tümünü ortadan kaldıran sistemi yerleştirdi. Özal dönemindeki iletişim, ulaşım ve finans mantığının gelişimi, kırlarda yaşayanların da finans piyasasına dâhil olmasını sağlarken, 2000’li yıllardan sonra "piyasadan bağımsız kalma fikrini taşıyan hemen hiçbir İslâmî ekol, yo­rum ve birey kalmadı.

Neoliberalizm esasında sadece kapitalizmin bir dönemi, bir aşaması değil; bilhassa dünya sisteminin ve ulus devletlerin kendi içinde sistem dışına ittiği çevrelerin kapitalizmi sahip­lenmesi, neoliberal özgürlükçülük, piyasa ve pazarda finans il­keleri doğrultusunda var olabilme imkânı kazanmayı getirdiği için kapitalizmi benimsemesi anlamına gelir. Neoliberalizmin ilkeleri İslâmcıların 90’lı yıllardan bu yana çıkışı için gerekli doktrini sağlamıştır. Kapitalizmden çıkışın mümkün olmadığı, başka bir sistemin hali hazırda yürürlüğe giremeyeceği ümitsizliği İslamcıların neoliberal özgürlüğü keşfetmesiyle birlikte yerleşti, gelişti. Kapitalizmin, sürekli devrim ve deği­şim, krizlerin sürekliliğine dayalı (Dean, 2014, 32 - 93) işleyişi İslâmcılığın avantajına olmuş, her değişim bir gelişme olarak, İslâmî kazanım biçiminde algılanabilmiştir. Türkiye gibi çevre ülkeler merkeze göre çok geç modernleşirken, İslâm ülkeleri ve çevre ülkeler arasında öncü modernler olarak temayüz ederler.

Bu sefer neoliberal gelişme önceki modernleşme deneyimle­rinden çok daha önce Türkiye'ye giriş yaptı, Türkiye öncülü­ğünü her zamankinden daha fazla gösterme imkânı buldu. “Neoliberal kisve altında kapitalizmin yenilenmesi" (Harvey, 2014, 19) işte Türkiye gibi öncü İslâmcı kesimler vasıtasıyla modernleşmenin, Müslümanların dönüşümlerinin hızlandı­rılmasını sağladı. Neoliberal İslâmcılık için kamunun, sistemin İslâmî ilkelerle tanıştırılmasından çok piyasada, kamuda, sis­tem içinde “Müslüman kimlik'le var olma ziyade daha önemli ve geçerli kabul edildi.

Finans, Piyasa, Tüketimin Getirdiği Özgürlük

İhracata, hizmet sektörüne, finans dolaşımına dayalı ekonomi, pazardan pay almaya dayalı Özel Finans Kurumları’nın İslâmî bankacılığın gelişimi neoliberal İslâmcılığın özgürlük alan­larından biridir. 80'lerin ortasından itibarin “finans piyasası” üzerinden kendini ifade eden İslâmcıların, İslâm ile ilişkisi, ri- tüeller ve sembollerin dışına pek çıkmaz:

(MÜSİAD Kayseri Şube Başkam) Ticaretin dili tektir: kazanç. Ardından yerel ticaret kültürünün özelliklerini övmeye başlar: ona göre, kentindeki tüccarların başarısının sırrı Kayserinin İslâm ahlakından ilham alarak benimsedikleri ticari kültürdür. Kuran ve hadislere gönderme yaparak konuşmasını sürdürür. (Yankaya, 2014, 207)

Esasında yaşanan çağdaş hayat ile Müslümanların inanç­ları arasındaki makasın zaman zaman daralması önemli bir vakıa olurken, Müslümanların bu dünyada nasıl yaşayacakları hep bir mesele olarak görülmüştü. Milli Selamet Partisi (MSP)’nden itibaren yani 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan İslamcılığın kendi başına bir doktrin olarak en güçlü aktığı ka­nal olarak siyaset(4) aynı eleştirilere yani Müslümanların kapita­lizmle ve sistemle uzlaştığı eleştirilerine maruz kalmıştı. (Sarıbay, 1995, 67) Bütün bu yorumlar esasında Müslümanların Türkiye’deki konumunun, geçirdiği evrelerin izahını yapmak­tan, Müslümanların hangi görüş ve hissiyatta olduklarını tam manasıyla açıklayamamaktan da kaynaklanır. İslâmcıların, Müslümanların 27 Mayıs’a kadar ki serüvenlerinden çıkardık­ları sonuçlar, yeni dünya düzeni ve ABD etkisindeki demokra­si anlayışının kapsamı İslâmcıların daha müstakil ama sürekli değişip, konjonktüre adapte olan yapısını belirginleştirmiştir. Bu açıdan İslâmcılar kendilerini sistemin dışında kalma az­minden uzak tutuyor, “Müslüman kalarak” sistem içinde var olmanın imkânlarını arıyordu. Gerek sınıf temeli gerek dini yönlerinden dolayı sistem İslâmcıları, “dışarıda tutma’yı tercih etti.

Neoliberalizm, İslâmcıların, taşradan gelen dindarların, kentte varlık göstermek isteyen kariyeristlerin, imkânlardan soyutlanmış alt gelir grubundaki okumuş yazmışların “sisteme uyum sağlamak için beklediklerini fark etti.” (Göle, 2000, 82) Fakat Özal döneminde de 90’lı yıllarda da Türkiye’deki güçler bu talebi görmek, kabul etmek istemedi. Hatta Erdoğan dö­neminde bile İslâmcıların devlet içindeki yerleri hiçbir zaman rahat ve garanti olmadı; piyasa bir nebze olsun İslâmcıları destekler, İktisadî sistemde özgürlüklerini artırırken, genel planda korumacı, denetleyici ve yeri geldiğinde müdahaleci yönünü göstermekten çekinmedi.(5) İslâmcılar bu bakımdan neoliberal dönemde hep bir sentezin tarafında yer aldılar.

Kapitalizmi Sorun Etmemek!

80’li yıllarda liberalleşmeye bağlı olarak bu sentez yavaş ya­vaş dillendirilmeye başlamıştı. 70’li yıllarda medeniyet fikrine, İslâm devleti görüşlerine, siyasal İslâm’ın ağır sanayi söylemine de paralel olarak İslâmî devletin ilk amacının sanayi ve kalkın­ma yönünde adımlar atmak olduğu kanaatleri oluşturuldu. Bu amaçla peygamberimiz döneminden itibaren Müslümanların devlet haline gelir gelmez ilkin “maddi ve teknik bakımdan en kısa ve hızlı biçimde” güçlenmek olduğu fikri aktüel duruma bir alt yapı olarak sunulurken bunun antiemperyalist ve İslâmî gerekçeleri peşi sıra getirilmiştir:

Bu temel gerçeğe dayanarak çağımızda kurulu bir İslâm devletinin ana gayeleri bakımından sanayileşmesini kaçınılmaz görüyoruz. İslâm devletinin sanayii güçlenmesi de, dünya pa­zarlarını emperyalistçe emellerle ele geçirmek için değil, fakat tersine dünya pazarlarında dolaşım halinde olan insanoğlunun rızıklarını bu ihtiras tutkunu sömürgecilerin elinden kurtarmak ve beşeri dinlerin zulmüne topyekûn son vermek için elzemdir. (Keşk, 1977, 30-33)

80li yıllarda liberalizmin hatta kapitalizmin İslâm ile ça­tıştığı düşüncesinin yanlış olduğu, arada çelişki bulunmadığı, çağdaş kapitalizmin Batıya özgü olmayıp İslâm toplumların- da bile uygulandığı görüşleri (Binder, 1996, 27 - 29; Rodinson, 1978, 122 - 14) İslâmcıların 90’lı yıllardaki dönüşümleri için referans teşkil etti.

Neoliberal İslâmcılık döneminde Müslümanların hâlâ bu çağda kapitalizmi sorun etmemesi, kapitalizmle yaşaması gerektiği fikirlerine (Aktay, 2012), yine kapitalizmin "müminin yitik malı olduğu" (Akyol, 2009) görüşleri de eklenmiştir.

Neoliberal İslamcılığı, İslamcılığın genel karakterine bağlı olarak modernleşmenin Türk milleti üzerindeki etkisi, Türk- lerin Batı karşıtlığından kapitalizm vasıtasıyla yükselmesi gibi gerekçelerle, modernleştirilmesi olarak görmek mümkün. Za­manın icaplarının, tekniğinin millet tarafından talep edildiği dikkate alınırsa, Menderes ve Özal’a olan teveccüh ile Erbakan ve Demirel’e daha zayıf olan ilgi aslında yol, su, elektrik, iletişim, ulaşım gibi hayatın doğrudan kendisine temas eden noktalarının modernleştirilmesiyle ilgili olduğu açıktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu dönüşümü çok daha hızlı gerçekleştir­mesi yüzde 50’lik başarısının ana gerekçelerindendir.

“Türkiye’de kapitalizmi dıştan getirme deneyleri’’ sadece Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde değil sonraki dönemler­de de gerçekleşmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişmesindeki zayıflığın bir diğer nedeni “yabancı yatırımların azlığı’’, tekel­leşmenin fazlalığı, sanayi kapitalizminin yoğunluğu, eski ve yeni düzenler arasında derin ikiliktir. (Gevgilili, 1989, 30-31, 60, 73, 84) Neoliberalizm esasında tam da Türkiye gibi Batı­lı İktisadî güçlenmeyi talep eden geleneksel ayak bağları olan devletler için birebirdir. Neoliberal İslâmcılık Türkiye’deki kapitalizmin bu temelli sorunlarını kapitalistleşememe sıkın­tısını çözmüştür. Esasında neoliberal dönem biraz da emlak üzerinden kalkınmayı getirir; Türkiye’deki kapitalizm emlak zenginliğini tasfiye etmeyi pek sevmesine rağmen (Gevgilili, 1989, 95) neoliberal dönemde buna engel olamamıştır.

Özgürlükler, Sosyal Yardımlar ve Yüzde 50.

2.2000’li yıllardaki İslâmcılık, neoliberalizmin 70lerin son­larında ABD ve İngiltere'de yani Anglo-Sakson âlemde muhafazakâr hatta dindar liderleri iktidara getirmesi, Türkiye’de özal ve Erdoğan'ın millet nezdindeki kabul edilebilirliğinin de bir sonucudur. 90’lı yıllarda özal ile başlayan neo- liberalizme ara verildi. Bunun cezasını ülke çok büyük iki kriz­le biri siyasi 28 Şubat İkincisi yine İktisadî ve siyasi birlikteliği olan 2001 kriziyle kat kat çekti. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu krizden Türkiye’yi çıkardığı gibi önemli bir refah da getirmişti. Erdoğan’ın bu dönemde Rusya’da Putin, Venezüella'da Chavez, Arjantin’de Kirchner ile aynı dönemde iktidara gelmesi, büyük halk desteği esasında neoliberal politikalarla birlikte uygula­nan ekonomik programın sosyal devletçilik ile İktisadî ve siyasi pratiğine de bağlıydı.

Erdoğan’ın “piyasa”lardan gelen kişiliği, bürokrasi ve statü­ko unsurlarını yok sayan vasfı, pratikliği, sorun çözen yapısı İktisadî ve siyasi olarak Türkiye’nin hareketli olmasını sağladı. Erdoğan’ın 15 Mart 2015 tarihindeki ülkeyi “şirket gibi yönet­me” görüşleri de statüko ve bürokratik oligarşinin etkisinin azaltılmasına bağlıdır. 2011 yılından sonra küresel sistemin de Erdoğan hakkındaki soru işaretlerinin artmasına neden olan yönlerinden biri de bilhassa savunma sanayi alanındaki yerli sanayinin geliştirilmesiyle ilgilidir. Bilhassa Cumhurbaşkanı olduktan sonra AB ile ipleri kopartma fikrine geçen Erdoğan, neoliberal politikaların 2011 sonrasında klasik yerli sanayi gö­rüşleri, tarihi kimlik vurgusuyla birleştirilmesinden doğmuş­tur.

Türkiye’de yoğun neoliberalizme ve artan zengin sayısına rağmen kapitalizmden pay alabilen, çevrede, varoşlarda bulu­nan alt sınıf da görece refaha kavuştu. Genel planda 1980-2015 arasının, hususen 2000’li yılların Neoliberal İslâmcılık olarak anılmasının nedenlerinin başında AK Partinin bu dönemde 90'ların ikinci yarısında yavaşlayan neoliberalizme “yeni bir itki” (Öztürk, 2013, 206) ile yeni bir renk, kimlik ve yön ver­mesi, sahiplenmesi gelir. SPK, EPDK, BDDK gibi kurumların ciddi olarak işlemesi, bunlara müstakil bankaların kurulması (Eberliköse, 2012-2013, 132-134) neoliberalizmin kurumsal­laşmasını sağlarken, “otoriter kapitalizmin yeni merkezi” Tür­kiye haline gelmektedir. (Zizek, 2013, 108) Türkiye, tarihinde görmediği kadar özel sektör ve dış yatırım ağırlıklı ekonomik sisteme geçti.

Piyasa ve neoliberalizm İslâmcıların "kaçış” "çıkış” vesi­lesidir. Piyasa her halükarda kapitalist ilkelere dayandığı için vahşi, adaletsiz, ahlak dışı en önemlisi İslâm dışı olma özel­liğini yine sürdürür; fakat İslâmcılar klasik dünya sisteminin sunmadığı özgürlüğü neoliberal dönemde piyasa ve pazar ilke­leriyle elde etmiştir. Piyasanın gayri Islâmîliği, ahlak dişiliği so­run edilmemiştir; İslâmî manada dindarlık, İslâmî simgelerin ve kişilerin kamuda yer bulması piyasa ahlaksızlığından daha önemli görülmüştür.

Nargile Kafe, Suşi, Borçlandırılmış Müslümanlar

"Piyasalaştırma” (Crouch, 2014, 96) bir akım biçiminde, ka­pitalizmin en önemli silahı olarak tüm kuvvetiyle çalışırken, İslâmcılar piyasalaştırmanın getirdiği basitlik, düzeysizlik ve herkesleştirmeden rahatsızlıklarını "kısık haykırışlarla” dile getirmeyi tercih etmişlerdir. Bu dönemin genel olarak kül­türün metalaşmasından, dünyanın genel olarak metalaşması (İnsel, 2008, 53) sürecine geçiş elbette tüketim toplumu imge­sinin basit bir tanımlamadan öteye geçerek kimlik halini alma­sıyla da ilgisi vardır. Bu bakımdan kimsenin kimseye artık borç vermemesi (Lazzarato, 2014, 170) fakat herkesin bir şekilde krediler, kredi kartları vesilesiyle yüksek tüketim metaı olan mallara da borçlandırılması söz konusu olmuştur.

İslâmcı burjuvaziye gelmeden ülkedeki hemen her kesimin tüketim nesneleri, kamusal mekânlarla irtibatı, yeni dindarlık unsurlarıyla da örtüşen yapılar iyiden iyiye gündelik hayatı ve İslâm algılarını da değiştirmiştir. Öncelik "kendi” üzerine odaklanmış radikal bireycilik neoliberalizmin tam da hedef­lediği, kendinden başlayarak tüm sistemi de içeren bir istikrar anlayışına götürmüştür.

Küresel medeniyetin yersiz yurtsuz yapısı, vatan algısı, mensubiyet görüşleri değiştiği için en başta İslâm’ın bireyin varoluşuyla vazgeçilmezliği arasındaki örtüşme kaybolma­ya, bu tür değerler sıradanlaşmaya başlamıştır. Suşi, brunch, cafeler, nargile ortamlarındaki İslâmcılık, yeni İslâmî burjuva mekânlarının teşekkülü gibi konular popüler kültür unsuru olarak tanıtılsa da bir büyük dönüşümün önemli kodları arası­na girmiştir. İslâmcıların para ile girdikleri ilişki ve dönüşüm, 90ların ortasında yani aslında 1994’teki belediye seçimlerinin kazanılması, devletten bir şekilde pay alınmasıyla başlamıştır.

Buradaki kadim çelişki aşılamamıştır zira Mehmet Şevket Eygi gibi neoliberal dönemde Müslümanların dönüşümüne en büyük eleştiriyi getiren kişinin, “Bu memlekette büyük, orta, küçük ticaret ve iktisat Müslümanların eline geçmedikçe özle­diğimiz günler gelmeyecektir” sözleri eninde sonunda bugün­kü tabloyu doğurmaktan kaçamayacaktır belki de. Aydınların kapitalizmden, onun tüketim çılgınlığını getiren kimliğinden kaynaklandığını vurgulamalarına karşın, bunun bir süreç, bo­zulma olduğunu söyleyecek normalleşmeyi getirmeleri, hatayı daha çok dışarıda aramaları da (Kıvanç, 1997, 48, 56) neoli­beral dönemin temize çıkmasını sağlamıştır. İnşaat sektörüne dayalı ekonomiden inşaata dayalı kültürellik, hatta Çamlıca’ya yapılmakta olan cami inşaatında olduğu gibi dini algı bu döne­min önemli gelişmeleri ve esasında eleştirilerindendir.

Erdoğan Karşıtlığı-Neoliberal Yandaşlığı, Gezi Olayları, “Diktatörlük”

3.AK Parti iktidarında genel olarak neoliberal İslâmcılığın ik­tidar olduğu yıllarda önemli dönüm noktaları bulunur. 2007 ve 2011 seçim yılları, öncesi ve sonrasındaki siyasi süreçler İslâmcılığın şekillenmesinde, iktidarın belli konularda tavır almasında, yön değiştirmesinde etkili olmuştur. Danıştay sal­dırısı, Cumhuriyet Mitingleri, kapatma davası, 2008 ekonomik krizi, 27 Nisan Bildirisi akabindeki “One Minute” çıkışı 2011 yılına kadar partinin neoliberal politikaları yürütmeye devam etmesini sağladı. 2011 yılı bu bakımdan önemli değişimlerin başladığı döneme tekabül eder. Bu seçimlerdeki yüzde 50 des­tek, Gülen hareketinin yargı üzerindeki iktidarı için yaptırdığı 2010 referandumu, MİT Müsteşarı’nı tutuklama girişimi ve akabinde gelişen Gezi olayları ve 17 - 25 Aralık darbe girişim­leri, yüzde 50 desteğin, One Minute ve Mavi Marmara sonra­sındaki çatışmanın, Erdoğan’ın daha Islâmcı bir dil ve söylem geliştirmesinin bir başka yoruma göre de “aslına dönüşü”nün sonucu olarak gelişti.

Bu seçimlere kadar liberal-sol cenah ile yapılan ideolojik- siyasî ittifak tamamen sona erdiği gibi iktidar kendi yetiştirdiği köşe yazarlarıyla basında etkili olmaya çalıştı. Clinton’un slo­ganı olan “aslolan ekonomidir, gerisi teferruattır” (Bauman, 2014, 32) sözü neoliberal İslâmcılık döneminde hem 2011 seçimlerindeki yüzde 50’lik ilgiyi hem bunun getirdiği refah, istikrar ve muhafazakârlığı izah eder. Ekonomiden ve sistem­den pay alması zora giren kesimlerin alternatif bir sistemden ziyade var olan neoliberal imkânlardan çok daha fazla yarar­lanma isteği, zenginlere münhasır kârı başka yeni zenginlerle paylaşmama talebi beraberinde 2013 sürecini getirdi.

Gezi ile başlayan süreç, “sonun başlangıcı” olarak algılanır­ken (Yalman, 2014, 41) neoliberalizmin ilkelerinin Erdoğan’ı diktatör yaptığı, özgürlüklerin totaliter kıldığı görüşleri kuv­vetli şekilde dillendirilmeye başladı. Artık muhalefete geçen kesimlerin neoliberal Islâmcılığa ılımlı İslâm’ı içermesinden kaynaklı desteği de kaybolmaya başladı. Yıllarca ekonomik ve siyasal reformların Erdoğan ile gerçekleştiği övgüsünden, AK Partinin neoliberalizmi uygulamak için hukuki reformlar yap­tığı kanaatlerinden hızla çark edilerek, gelişmenin, ilerleme­nin ekonomideki sürekliliğin, sistemin devamının bir sonucu olduğu dolayısıyla Erdoğansız bir neoliberalizmin de mümkün olduğu görüşleri ileri sürüldü.

Bu bağlamda neoliberal İslâmcı dönemi “hızlandırılmış ka­pitalizm” ve Türkiye’nin çıtasını yükselten dönem olarak gö­ren kesimler (Göle, 2014) AK Parti’nin neoliberalizmi bile iyi yapamadığı kanaatini dile getirmektedir, (özdemir, 2014) AK Parti’nin İktisadî başarısında “sıcak para”nın etkisi hep tartışıl­dı. (Turhan, 2003) Neoliberalizm de tehlikenin eşiğinde olarak algılandı. Bu açıdan neoliberal İslâmcılığın uyguladığı kapita­lizm, “gazino kapitalizmi” (Ünay, 2008) türünden bir parodinin ya da Türkiye’ye özgülüğün getirdiği tuhaflığı barındırabilir.

Neoliberal İslâmcılık döneminin önemli ve etkili matbu­at organlarının bu dönemin genel İktisadî politikasına hiç de müspet yaklaşmadığı bir gerçek. Neoliberalizm herkesin mut­lu olduğu, talep ettiği bir sistem olmasa da neoliberal olmak türlü kapıları açmada, siyasal olarak yol sağladığı için eleştiri­ler genel manada kapitalist işleyişin içinde, 2008 yılındaki kriz­ler boyutunda ve İnsanî bir takım romantik sıkıntılarda kaldı. Kadim İslâmcılık tezlerindeki "Batının tekniğini alma” ilkesi zamanla “düşmanın silahıyla silahlanma” anlayışı biçiminde yorumlanarak meşrulaştırılmıştı. Neoliberal İslâmcılık işte bu fikrin rafine hali olarak kapitalizmi zaman zaman rehabilite eden, Müslüman milletle olan temasından kaynaklanan ne­denlerle neoliberalizmi millet nezdinde itibarlı hale de getiren bir rol oynadı.

“Kapitalizmin kapitalistlere bırakılmayacak kadar önemli” olması (Ünay, 2008a) neoliberalizmin en önemli keşifleri ara­sına muhafazakârların girmesindendir. Bu dönemin İslâmcı köşe yazarlarından Fahrettin Altun, AK Parti’nin, neolibera­lizmi benimsemenin ötesine geçtiğini, bu dönemin kendine özgülüğünün yanı sıra insan kaynağı, gelecek perspektifi gibi konularda farklılığını ve öncülüğünü de gösterir:

AKP hükümeti neoliberal iktisat politikalarını Batı ile bütün­leşmenin aslî bir şartı olarak görmekte ve bu nedenle bu politika­ları sorgulamamaktadır. AKP’li siyasi kadrolar neoliberal iktisadın öngörülerini birer norm olarak telakki etmekte ve bu öngörüleri birer çözüm önerisi olarak değil, bizatihi çözümün kendisi ola­rak değerlendirmektedirler. Son yirmi beş yılda neoliberal iktisat politikaları ‘muhafazakârlar’ eliyle yürürlüğe konmuştur. Bunun başlıca sebebini bir siyaset aracı olarak toplumun konumunda aramak gerekiyor. Toplum ve toplumun iknası, Türkiye siyaseti­nin hâlâ en can alıcı unsurlarından bir tanesi. Toplumla barışık muhafazakâr siyasi kadroların gerçekleştirdikleri her türlü siya­si faaliyet toplum nezdinde kendiliğinden meşru kabul ediliyor. Türk toplumu açısından ne yapıldığı değil, kim tarafından yapıl­dığı çok daha önemli. Bu nedenle Türkiye’de muhafazakâr siyasi kadrolar, neoliberal iktisat politikalarını büyük bir gönül rahatlığı ile uygulayabiliyor, özelleştirme şampiyonluğu ile övünebiliyor. (Altun, 2005a)

Ercan Yıldırım - Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:57-79

Önceki Yazı için bkn:

http://ilimcephesi.com/neoliberal-islamcilik/

Dipnotlar:

1- RP, İslamcıların, tarikat ve cemaatlerin, Müslümanların hepsini kapsar mı? 90’lı yıllarda bu çokça tartışıldı. Radikal kesim, partili olmayı “şirk” ile izah edip “teorik olarak” RP'ye mesafeli davranırken “pratikte” RP’den etkilendi­ği, etkilediği gibi kadro olarak hareketin içinde yer aldı. Tarikat ve cemaatler RP'nin sert söylemi ve bizatihi “İslâmî siyaset”in kendisinden ürktüğü için Milli Görüş'e hep bir rezerv koydu. İskenderpaşa cemaati tarikat içi mesele yüzünden eleştirilerini ve şerhini “sadece” Erbakan’a koydu. RP’nin yükselme­sinde, örgütlü İslâmî grupların çok azı destek verirken asıl tabanı “Müslüman ve ezilen halk” verdi. Bu önemli bir imkandı. Milli Görüş ister sahiplenilsin ister yerilsin, "İslâmî olanın” temsilcisi rolünden hiçbir zaman kurtulamadı. Milli Görüşü'ün açtığı imkanlarından tüm İslâmî gruplar faydalanırken, sis­temin cezalandırmasından sadece Türkiye’deki "İslâmî siyaset” zarar gördü! 90'lar muhasebe yıllarıdır aynı zamanda.

2- 80 lerin genel atmosferi içinde, folklorik unsurlarını, köy ve ailelerin kendine özgü geleneklerini, oyunlarım, düğünlerini, cenaze merasimlerini reddeden bir çok “genç idealist” bu “radikal” fikirlerini çoluk çocuğa da kavuştuktan sonra terk edip, büyük bir muhasebeye giriştiler.

3- Bu dönem sadece Türkiye'de değil dünyada da neoliberal İslâmcılık etkili ol­muş, Ortadoğu’da İslâmcılıktan gelen hareketler neoliberalizme kaymıştır. (Bozarslan, 2012) İslâmcılar kapitalizme karşı belirgin bir sempatiyle yaklaş­tıklarında bile tehlikeli olarak görülmüş, İslâmcılığın antikapitalist kimliğini törpülemek için 11 Eylül türü girişimler, terörizm yaftasıyla birleşerek dün­yada Müslüman avını başlatmış, İslâmcılar terörist algısını kırmak için ılımlı İslâm projesini de gündeme alacak denli eklektik bir dile evrilmiştir; postmo- dern emperyalizm, Islâmcıların postmodern tezleriyle dönüşümü gerçekleş­tirmesini de sağlamıştır, (Walberg, 2014,125 - 130)

4- Müslümanların ve İslâmcıların kültüre ağırlık vermedikleri, sanattan anlama­dıkları eleştirileri içeriden ve dışarıdan devamlı surette yapılagelmiştir. Bunda İslâmcılığın belki de Meşrutiyet köklerinden itibaren hep siyasete endeksli varlığının etkisi vardır. (Mert, 1998, 14) İktidar döneminde İslâmcıların ve Müslümanların sanatla, kültürle ilgileri, bir takım simgesel törenler düzenle­mekten, etkisiz organizasyonlar tertiplemekten ve bol bol kaynaklan kullan­maktan öteye geçememiştir. Ne hikmetse izleyicisinden proje yürütücüsüne kadar herkes doymak bilmez bir iştahla kültürel yatırımın devlet ve AK Parti tarafından az olduğu yakınmasını gerçekleştirir. Halbuki siyasal iktidarın ya­pabilecekleri ile kültürü yürüteceklerin vazifeleri tamamen birbirinden ayrı­dır! Kültür, edebiyat ve sanat adamlarının siyasal iktidardan geri oldukları bu süreçte net biçimde görülmüştür.

5- Son yıllardaki eleştiriler, iktidarın ne kadar İslamcı olarak görülüp, gösteril­meye çalışılsa da, Kemalist sistemin hala çok büyük etkisinin olduğu, iktidar ve muhalefet arasındaki saldırı ve savunmaların Kemalist dil ve sistemle yü­rütüldüğünü eleştiren geniş bir kesim de bulunmaktadır. Bu açıdan pasif bir eleştiri durumu gözlenir.
Devamını Oku »