İbn Arabi'den 'Söz Hastalıkları' Hakkında

İbn Arabi'den Söz Hastalıkları Hakkında


Bu hastalıklardan biri, hak sözü, doğru sözü iltizam etmektir. Bu en büyük hastalıklardan biridir. Bunun ilâcı ise, hak sözün, doğru sözün nerede, hangi alanda sarf edileceğini bilmektir. Hiç kuşkusuz gıybet doğrudur, gerçektir; fakat gıybet yasaklanmıştır. Dedikodu da (nemime} doğrudur, gerçektir; fakat o da yasaklanmıştır. Bir adam eşiyle yatakta başbaşa yaptığı şeyleri açıklasa, onları başkalarına anlatsa, onlarda doğru şeylerdir, gerçektir; fakat onları başkalarına anlatmak günah-î kebâir'dendir, yani büyük günahlardan birisidir Ayrıca, birine toplum içinde (mele') doğru, gerçek sözle nasihat etmek de doğrudur; fakat bu şekilde toplum içinde birine nasihat etmek kesinlikle ayıptır. Böyle birşey ancak cahillerden ve garaz sahiplerinden sadır olur. Çünkü nasihattan amaçlanan fayda, bir yararın sağlanması ve arada bir sevgi­nin husule gelmesidir. Eğer nasihatler toplum içinde yapılır­sa, kabul görmez, hatta düşmanlık bile doğurabilir. Allah bu tür davranışı zemmetmiştir, yermiştir. Çünkü bu şekilde toplum içinde açıktan açığa yapılan nasihat, kendisine nasihat edilen kimseyi zor durumda bırakır, onu utandırır ve o konuda yalan söylemek zorunda bırakabilir. Böyle bir davranış büyük bir fesada sebep olabilir. Oysa ki, o nasihati ona yalnız başına olduğu bir zamanda, güzel bir tarzda yapmış olsaydı,

işte o kimsenin kusurunu, ayıbını güzelce izhar etseydi, kendisine nasihat ettiği konuda o işin çirkin ve kaba bir iş olduğunu bilmiyorsa, amacının ona bunu öğretmek olduğunu kibar bir dille ona açıklamış olsaydı, hiç kuşkusuz o kimse kendisine teşekkür ederdi, onu severdi ve hayır duada bulunurdu. Böylece o kimse için sonuç hayırlı olurdu. Dolayısıyla o kimse onun ölçüsü (mizan) içinde olurdu. Demek ki, her hak sözü, her doğru sözü gelişi güzel söylemekle yükümlü değiliz. Buna, ne şeriat ne yasa ne de örf izin verir.

2. Aynı şekilde, bir kimsenin, insanlara nefret edecekle­ri bir tarzda cevap vermesi de böyledir, o cevap doğru bile ol­sa. Çünkü böyle bir davranış kötü tabiat, karaktersizlik, bilgisizlik ve Allah'a karşı hayasızlığa delildir. Çünkü böyle bir kimse kendisinde, Allah'ın razı olmadığı bir ayıbı giderrnekten uzaktır. Eğer o kimse kendi ayıbına bakmakla meşgul ol­aydı, bu tutumu kendisini başkasının ayıbıyla uğraşmaktan alıkoyardı.

3. Arkadaşının ya da dostunun hareketlerini izlemeyi, adetâ onun aldığı nefesleri sayacak kadar herşeyi kaydetmeyi kendisine uğraş edinen bir kimse, bu tutumuyla çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış demektir. Çünkü o kimse ken­disini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşıyor. Kendi nefsinden gafil oluyor. Oysa ki kendisi için farkına varmaksızın, herhangi bir gün için, onun sadakati zamanındaki bu tutumu onun ruhunda yer eder, nefsinde birikir. Ona ötedenberi duymuş olduğu muhabbeti, onun bu tutumu kapatır. Fakat, zaman geçip de kendi nefsinde arkadaşı hakkında en ufak bir çirkinlik (kerahet) görünce ya da ondan bir bıkkınlık ve usanç duyunca, ya da onun hakkında kendisinden bir yanılgı sudur edince, o zaman kendisinde birikmiş halde duran onun bütün kusurlarını, kabahatlerini ortaya çıkarır.

O çirkinlikler kabahatler kendisinde gizli halde durmaktaydı ve onları kendi nefsinde, tetebbuunda biriktirmişti. Bu durumda, arkadaşını paylama sırasında ona herşeyi sayıp döker ve «Sen falan gün şöyle şöyle demedin mi? Falan gün şunu şunu yapmadın mı?» der. Sonra, içinde biriktirdiği şeyleri teker teker sayıp dökünce, ona şöyle der: «Bütün bunlar dinin azlığına ya da dinin yokluğunu delildir; ben sende bütün bunları görüvordum ve diyordum ki, umulur ki onun bunda bir gerekçesi (vech) vardır. O konuda Şeriatta senin için bir gerekçe yoktur.» Ve bu , doğru sözün ihtilafıdır. Sonra, kötü gördüğü.; gafil olduğu, üzerinde nefeslerini saydığı şeylerin hepsini duyurur. Bu kez arkadaşı ya da dostu ona en büyük düşmanlardan biri olarak görünür. Bütün bunların aslı, kötü huyları, kusurları ve ayıpları için kendi tetebbuundandır, ayrıca kendi nefsinde biriktirmiş olduğu birikimlerindendir. Bu ise kötü tabiata, asıl ve füru'unun alçaklığına bir delildir. Bu tür tutumlar dostlar arasında çok sık görülen şeylerdir. Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir:

Düşmanından bir kez sakın,

Dostundan bin kez sakın!

Çünkü dostluğunuz bozulursa şayet bir gün,

Sana nasıl zarar vereceğini çok iyi bilir dostun!

İşte, bütün bunlar bir vebaldir. Bu sözler doğru bile olsa söyleyen üzerine tekrar döner gelir.

4. Söz hastalıklarından biri de, insanların hallerini ve ne yaptıklarını sorup sual etmektir. Falan niçin geldi? Falar niçin gitti? gibi kendini ilgilendirmeyen şeyleri sormaktır. Ayrıca kendisinin evde olmadığı bir esnada, insanın ailesinin neler yaptığını araştırıp sorması, soruşturmasıdır. Bunun ilacı Allah'ın Resulü sallallahü aleyhi ve sellem'i davranışında taklit etmektir. Hz. Peygamber savaş dönüşünde, ailesini yanına geceleyin gelmemiştir. Geceleyin ansızın, haber vermeden ailelerinin yanına girmesinler diye, sahabelerini bundan sakındırmıştır, olur ya hoşlanmayacakları çirkin bir durumm görebilirler.

Gizli şeylerin örtülü, saklı kalması için bir yere girerken izin istemek de bu babdandır. Çünkü o, herkesin anlatmak istemediği bir şeyleri (hünât) olduğunu biliyordu. İnsan, yaptığı şeyler iyilik bile olsa, yaptığı herşeyin tamamının başkası tarafından bilinmesini istemez. Eğer bu soru soran kimse onunla ilgili bilgileri sormaya devam etse, soru sorulan kişiyi, istemediği şeyleri söylemeye veya yalana mecbur eder. Eğer konuşmazsa, devamlı soru soran kimse üzerinde bir diken etkisi bırakır. «Eğer onun benden gizlemiş olduğu şeyler konusunda, onun yerinde ben olsaydım, bunu ona sormazdım» der. Böylece ona beslemiş olduğu sevginin samimiyetinden bir şeyler eksilir. Eğer onun için kendi nefsinde bir töhmet hasıl olsa, o töhmet onu böyle bir fiile, böyle bir davranışa götürürdü. Ne şer'an ne aklen ne de görgü kurallarına göre bu, onun için uygun değildir. Bu, nadiren vuku bulan bir durumdur. Bu, ancak kalbi pis, dini zayıf, kötü ahlâklı kimselerde görülür. Nitekim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: «Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, onun müslümanlığının güzeliğindendir» (Tirmizî, Zühd, 11; A. İ. Hanbel, 1/201)

5. Söz hastalıklarından biri de insanın yaptığı iyiliği başa kakmasıdır. İyilik yaptığı şahsa iyiliğini başa kakma suretiyle söylemesidir. İyiliği başa kakma ise, bir eziyettir. Bunun ilacı şudur: Bu kötü durum insanın başına gelince, nimetleri veren Allah bunun karşılığını boşa çıkarır. Hiç kuşkusuz Allah Telala bu tür bir ameli iptal eder. Nitekim şöyle buyur­maktadır: «Ey iman edenler! Malını gösteriş için infak eden gerçekte Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimseler gibi, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı iptal etmeyin, boşa çıkarmayın» (Kur'an, Bakara, 2/264). İyiliği başa kakmaktan daha büyük bir eziyet var mıdır? Çünkü bu nefsî (ruhî) bir eziyettir. Bunun ilacı ise, insanın elinde bulunan imkanların, Allah'ın ilminde ne ise o şekilde kendisine bir nimet ola­rak verildiğini ve bu iyiliklerin, bu nimetlerin ancak bir ema­net olarak kendi elinde bulunduğunu, onların gerçek sahibini henüz tanımadığını idrak etmektedir. O nimetleri, işin aslında Allah'ın belirlediği kimselere vermek suretiyle elinden çıkardığı zaman, işte ancak o zaman, o emanetin gerçek sahibini tanımış olur. Emaneti ehline teslim etmiş olduğu içir Allah'a şükreder. Kim bu görüşle, bu düşünceyle iyilik yaparsa, ondan asla eziyet doğmaz.

6. Söz hastalıklarından biri de aynı şekilde şudur: Bir insan kendi nefsinde tasarladığı bir işten dolayı çocuklarından; bazısına bir iyilik yapar ve aynı iyiliği diğer çocuklarına yapmaz. Birisi gelip de kendisine, iyilik yapmadığı çocuklarının, huzurunda, «Niçin aynı iyiliği bu çocuklara da yapmadın?” der. İşte, bu tür bir söz gerçekten fuzûli bir kelâmdır, lüzumsuz bir sözdür. Bu sözü, çocuğunun yanında söylemesi çok yersiz bir davranıştır, çünkü bu çocuğun nefsinde babasına karşı bir düşmanlık doğurur. Böyle bir davranış ancak cahil bir kimseden vaki olur. Çok lüzumsuz sözler sarfetmek şeytani sözler sarfetmektir. Böyle davranışlar vaki olduktan sonra, onların bir ilacı da yoktur; fakat vaki olmadan önce olursa, o zaman bunun ilacı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in sözündedir. O şöyle buyurmaktadır: «Kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi, kişinin İslâm'ının güzeliğindendir» (Tirmizî).

7. Aynı şekilde, söz hastalıklarından biri de bir insanın «Ben doğruyu söylerim; bunu duyan kimseye zor gelecekmiş, buna hiç aldırmam, beni hiç ırgalamaz» demesidir. Peki fuzûli kelâma bakması ve lüzumsuz sözlerin alanlarıyla (mevatın) ilgilenmesi ona zor gelmez mi? «Ben falana doğruyu söyledim; bunu duymak ona zor geldi» der. Kendi nefsini temize çıkarır ve başkasını yaralar ve incitir; ayrıca Allah'ın şu sözünü unutur: «Onların kendi aralarında gizli gizli konuşmalarının (necvâhüm) çoğunda hayır yoktur» (Kur'an, Nisa, 4/114) Bu ayet bu hastalığın ilacıdır. Bunun da yerleri vardır, ayrıca özel bir sıfatı vardır.

Bu ise, bir kimseye gizlice sadaka vermesini bildiren sözler söylemektir, açıktan, herkesin içinde sadaka vermeyi değil. Çünkü açıktan sadaka vermek de o kimsenin farkına varmadığı bir hastalıktır, çünkü o zaman o sadakayı Allah'tan başkası için veriyor duruma düşer. «Onların , konuşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi emreden kimseninki müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114). Evet, bu ayet bir ilaçtır. Daha sonra, Allah «ya da iyiliği emreden kimsenin sözü müstesna» (Kur'an, Nisa, 4/114) diye buyurdu. İyiliği emreden sözün de nerede, nasıl sarfedileceğini Allah bildirmiştir. Bu sözü söyleyen kişi, onu dinleyen hakkında bir fayda hasıl olmasını umar. Bunun anlamı budur, ya da iyiliği emreden söz (maruf) budur. Öyleyse, kim böyle yapmazsa, o kimse ilim sahibi olduğunu iddia etse bile cahildir. Daha sonra Allah "ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen kimsenin sözü müstesna" diye buyurmaktadır. Bu tarz bir konuşma yapan kimsee bilir ki, Allah'ın muradı insanlar arasında sevginin ve saygının oluşmasıdır. O kimse bu uğurda çalışır, gayret eder. Eğer konuşan kimse sözü yerinde kullanmazsa, o zaman ça­tışmaya, kızgınlığa, nefrete ve tepkiye neden olur. Bütün bunlardan sonra, Allah bu ayetin sonunda, konuşmayı yapan, sözü söyleyen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:

“İşte kim bunu Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa, o zaman biz ona büyük bir ecir veririz » (Kur'an, Nisa, 4/114). Bu ancak, nelerin Allah'ı razı edeceğini, nelerin Allah'ı razı etmeyeceğini bilen kimselerin yapacağı bir iştir, ki bu da Allah'ın Kendi Kitabında ve Resulünün dilinde bildirdiği Şeriatın bilinmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bir insan konuşmak iste­diği zaman, bu alanda her açıdan Allah'ın razı olacağı bir tarzda konuşup konuşmadığına bakar. Eğer konuşmasında, bir kimse hakkında bir açıdan kötü konuştuğunu görürse, konuşmasının tümü Allah katında gayri makbuldür, yani kabul görmez. Allah o konuşmadan razı olmaz. Çünkü O, parçalanmayı (tecezzi) da bölünmeyi (inkisam) de hoş görmez. Bu galat bir mevzudur, ilacı da söylediğimiz meşru amelleri yapmak ve Allah'ın nelerden razı olacağını iyi bilmektir.

8. Aynı şekilde söz hastalıklarından biri de, geneli kapsamaksızın, devlet adamlarından (sultan) biri ya da bir başkası olabilir, muayyen bir şahıs üzerindeki bir kötülüğü (münker) iyilik olarak sunmaktır. Bunun ilacı, bu konudaki ölçüyü bilmektir ve kendi nefsinde her türlü kötülükten aklanmasıdır, çünkü şeriatın onu o şahıs üzerinde, kendi mezhebinde ve içtihadında bir kötülük olarak gördüğünü bilir, onu değiştirmez ve onu kendi dışındaki kimse nezdinde kötü ve kendi nezdinde mübah olarak değerlendirmez. Sonra, kendi nezdinde kötülük olan kimse, kendi üzerindeki bu kötülüğü değiştiren kimsenin kendi yanında tanınmış biri olup olmadığına bakar, tıpkı Hanefîler nezdinde, hurmadan elde edilen "hurma şarabı" (nebîz) gibi. Nezdinde hurma şarabı haram olan bir hanefî onu içerken ya da onunla abdest alırken bir kimseyi görse, özellikle onun haramlığına inanan bir kimse üzerinde bunu değiştirir ya da o kimse üzerinde bulunan kötülükten sayılır, işte, ölçü budur.

9. Bu söz hastalıklarının ayrıntıları pek çoktur. Söz hastalıklarını ve ilaçlarını iki kategoride toplayabiliriz: Birincisi sükut etmek istediğin zaman konuşman; ve konuşmak istediğin zaman da susmandır; ikincisi ise,- sükut ettiğin zaman eğer Allah'a asi olacaksan, ancak o zaman konuşmandır; eğer böyle bir durum söz konusu değilse, o zaman bir kelâm etmekten kesinlikle sakınmalısın! Konuşmanı beğenip güzel bulduğun ve konuşmayı süsleyip püslediğin zaman konuşmaktan sakın, çünkü o anda konuşmak en büyük hastalıklardan biridir. Susmaktan başka bunun bir ilacı da yoktur; fakat gizli kalmış bir hususu açığa çıkarmak için şahitlik yapan insan, o başka; Ölçü (zabit) budur!



İbn Arabi-Marifet ve Hikmet adlı kitaptan-İz yayıncılık
Devamını Oku »

Hangi Tasavvuf

Hangi Tasavvuf







Özel olarak Tasavvuf tarihiyle ve genel olarak İslamî ilimlerin tarihiyle ilgilenenlerin çok iyi bildiği üzere İslam'ın diğer sahalarında olduğu gibi Tasavvuf sahasında da bir kısım anlayış ve uygulamaların zaman zaman ve yer yer istikametten saptığı görülmüştür.
Bu, eşyanın tabiatındandır. Zira insan; mesleğine, meşrebine, içinde bulunduğu dinî ve sosyal çevreye bağlı olarak birinci derecede belirleyici bir tercihte bulunur. Bu -tabir yerindeyse-"altyapıdır. İkincil tercihler, yani "üstyapı" tabii olarak bu temel üzerine oturacaktır.Bahsimiz bağlamında temel belirleyici, "itikadî kabuller"dir. Kişi; Fıkıh,Tefsir, Hadis... gibi sahalardaki tercihlerini, tabii bir şekilde bu en temel aidiyetini, yani itikadî kabullerini merkeze alarak belirleyecektir.



Normal işleyiş böyle olmak durumundadır. Ancak zaman zaman kişinin ikincil -olması gereken- tercihlerinin, temel belirleyici olan itikadî kabullerin önüne geçtiği olur. Üstyapıyı altyapının belirlediği bu durum elbette normal dışıdır.Yukarıda da söylediğimiz gibi, diğer İslamî alanlarda olduğu gibi Tasavvuf alanında da bu tarz normal dışılıklar yaşanmıştır. Böyle durumlarda -mesela- bir es-Serrâc et-Tûsî'nin çıkıp, "... Asrımızda yaşayan bazı müteahhir âlimler tasavvufî manalardan söz söyledikleri(nde) ya da kendilerine bir şey izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sufilerin söz, hal ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar..." demesi ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz.
Bu sebeple Tasavvuf içinde ilk asırlardan bu yana(1) bir tenkit, tahkik ve tashih faaliyeti var olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî'den Ebu Süleyman ed-Dârânî'ye, - Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den Sehl b. Abdillah et-Tüsterî'ye, Ebu'l-Kasım en-Nasrâbâzî'den Abdülkadir-i Geylânî'ye, İmam el-Gazzâlî'den Zerrûk'a, İmam-ı Rabbânî'den Mevlana Halid-i Bağdâdî'ye, Ahmed Ziyâuddîn el-Gümüşhânevî'ye, Eşref Ali et-Tehânevî (Tağnevî)'ye... kadar Tasavvuf yolunun kilometre taşı olan pek çok büyük isim bu noktaya ısrarla vurgu yapmıştır.(2)Bu ısrarlı vurguların bir sebebi Tasavvuf karşıtı cepheden gelen "Tasavvuf ehlinin Kitap ve Sünnet nasslarına kayıtsız/aykırı davrandığı" ithamıysa, bir diğer sebebi de hiç şüphesiz Tasavvuf intisabı görüntüsü altında zaman zaman felsefî, zaman zaman batınî/ibahî eğilimlerin ya da istismar maksatlı oluşumların bünyeye sızma girişimlerine mani olmaktır.



"Sufiyye"yi müstakil bir fırka olarak değerlendirirken İmam Fahruddîn er-Râzî tam da bu noktaya dikkatimizi çeker ve bu fırka mensupları arasında hiçbir ayrıma gitmeden, "sufi" olarak anılan kimselerin tamamını tebrie etmenin yanlışlığını vurgulayarak şöyle der: "Ademoğulları'nın en hayırlılarımda, "fırkaların en şerlisi"de Sufiyye arasında yer alır.(3)
Dikkat edilirse, bu vakaların tamamı günümüzde varlığını -birtakım tarz ve ton farklılıkları bulunmakla birlikte- devam ettirmektedir. Bir taraftan Tasavvuf münkiri çevreler Tasavvufun Kur'an- Sünnet -ya da "sadece Kur'an"!- çizgisinden sapma hareketi olduğu tarzındaki ithamları devam ettirirken(4), bir taraftan da "içeriden" birtakım yaklaşımlar Kur'an ve Sünnet çizgisindeki Tasavvuf yerine birtakım felsefî yaklaşımlara ya da hurafelere dayanan farklı bir anlayışı Tasavvuf adına tahkim etmeye çalışmaktadır.



"HER İLİM EHLİNDEN ALINIR"
Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)
Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?



Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid'in hadisçiden, Tefsir'in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde "şaşmak" olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12'den vurmuşlardır.
Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.
Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde "İmamların imamı" ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu't- Tevhîd'ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, "Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz" sözleriyle kınanmıştır.Hatta İbn Huzeyme'nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların,çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir...



Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş "her şeyi" üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek,yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz'ifine sunmadan "korumacı" bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.



Bid'at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ının,ancak muhtevasındaki i'tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.



Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu'tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.



Hanefî mezhebine mensup mu'tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış "Hanefîler hadise karşı tavırlıdır" gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet'in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı "sufi" olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî'nin "fırkaların en şerlileri" dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye'yi de aklamış,Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden "Tasavvuf" damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)



Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, "vâhdet-i vücud" nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,(8) İbn Teymiyye, AllahTeala'nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle "havâdis lâ evvele lehâ"ve"nev'in kıdemi"(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)



Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!
Bu noktada "altyapı" ile "üstyapı" arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz "altyapı", Fıkh'ın da, Hadis'in de, Kelam'ın da,Tefsir'in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.



MUHTEMEL BİR İTİRAZ
Yukarıdaki tesbitlere mukabeleten, "Ben Tasavvuf mesleğini kendime yakın buluyorum. Dolayısıyla sadece seyr-ü sülukumda değil, itikad ve amelimde de Tasavvuf ehlinin çizgisinde yürümek istiyorum.
Usulüddin âlimine yahut Fıkıh veya Hadis âlimine mecbur muyum?" tarzında bir itiraz ileri sürmek mümkündür.Hatta, "Ben Hadisle ameli seviyorum. İtikadımı da, amelimi de, kalbî hayatımı da hadisler yönlendirsin istiyorum." diyenlerin itirazına kulak ve cevap vermek bu satırların yazarı için elbette bir mecburiyettir.



Ne kadar hamd etsek azdır ki, Yüce Allah bu ümmeti tahkik, insaf ve itidal ehli âlimlerden mahrum bırakmamıştır, O âlimler sayesinde itikadımızı da, amelî hayatımızı da, kalbî ve ruhî inkişafımızı da şüphelerden ari bir şekilde intizama sokma imkânına sahibiz.
Son dönemde bilhassa gençler, önlerine inhisaren konulan ekstrem seçenekler sebebiyle bir uçtan öbürüne savrulurken, hakikat da "uç'ların tekeline mahkûm edilmiş bulunuyor.Oysa varisi kılındığımız ilmî miras bu "uç"lardan ibaret değil. Bu ümmetin karakteristik vasfı olan "denge" ve "itidal" tarih içinde olduğu gibi bugün de bize istikamet gösterecektir.



İbn Dakîk el-lyd'lerin, Kemâluddîn İbnu'l-Hümâm'ların, Cemâluddîn ez-Zeyla'î'lerin, baba- oğul es-Sübkî'lerin, baba-oğul el-lrâkî'lerin, et-Tehânevî'lerin, Enverşâh el-Keşmîrî'lerin, İbn Hacer el-Mekkî'lerin, Ali el-Karî'lerin, Ahmed b. Zeynî Dahlân'ların,M. Zâhid el-Kevserî'lerin, Selâme el- Azzamî'lerin, Yusuf ed-Dicvî'lerin... yaktığı kandiller yolumuzu aydınlatmaya fazlasıyla yeterli.
Ancak önce bizim gözlerimizi açık tutmamız ve onların yaktığı ışığa doğru yürüme iradesini göstermemiz lazım.



"DENGE İNSANLARI"NIN TAVRI
Yukarıda bir kısmının isimlerini zikrettiğim "denge" âlimlerinden birisi de, hiç şüphesiz İmam-ı Rabbanî'dir. Onun, Şeyh-i Ekber'in vahdet-i vücud nazariyesine getirdiği tenkit, bir kandil gibi Tasavvuf yolunun yolcularının önünü aydınlatıp durmaktadır.Eğer o büyük imam vahdet-i vücud nazariyesini, seyr-u sülük esnasında aşılıp geçilmesi gereken bir merhale, hatta "akla ve şeriata aykırı" bir kabul olarak değerlendirmişse,(11) bu en azından şunu gösterir:
Bizler bu nazariyeye makuliyet, makbuliyet ve meşruiyet kisvesi giydirmek için teviller üretmek zorunda değiliz. Eğer vahdet-i vücud nazariyesi haksa, onu kesin bir dille mahkûm eden İmam-ı Rabbanî -haşa- yanlıştadır.



Eğer İmam-ı Rabbanî'nin çizgisi makul ve meşru olansa, vahdet- i vücud nazariyesini bir"zarurat-ı diniyye" ilkesi gibi yaşatma ve savunma tavrını gözden geçirmek durumundayız...Tasavvuf mesleği içinden vahdet-i vücud nazariyesini reddeden tek isim İmam-ı Rabbani değildir. İbn Arabi'ye bu noktada itiraz eden bir başka mutasavvıf, İbn Sebîn el-İşbîlî'dir. Onun Bed'u'l-Ârif isimli eseri, Şeyh-i Ekber'e reddiyedir.(12)
Bir diğer "denge insanı", Alâuddîn el-Buhârî'dir (841/1438). Aklî ve naklî ilimlerde yed-i tula sahibi olan el-Buhârî, aynı zamanda büyük sufilerdendir. Ne akidede Ehl-i Sünnet çizginin dışına çıkmıştır, ne fıkıhta, ne de diğer sahalarda...Onu calib-i dikkat kılan, günümüzde de varlığını devam ettiren gerilimin iki ucunu temsil eden İbn Arabi'ye de İbn Teymiyye'ye de karşı tavrıdır.(13) Bu tavırda kristalleşen Ehl-i Sünnet hassasiyeti bizi sarih bir şekilde şunu söylemeye sevk ediyor:
Ehl-i Sünnet inancı ne İbn Arabi'nin vahdet-i vücud nazariyesi, ne de İbn Teymiyye'nin teşbih ve tecsimine indirgenebilir.
Bir başka "denge İnsanı" yazının başına bir tesbitini koyduğumuz Zerrûk'tur. Kavâ'idu't-Tasavvuf isimli eserinde, zikrettiğimiz cümleden önce şunları söyler: "Fıkh'ın umum insanlar için koyduğu hüküm umumîdir.(...) Tasavvufun hükmü ise belli insanlara yönelik olup hususidir. (...)
Bu sebeple fakihin (kendisinden fıkha uymayan şeylerin sadır olduğu) sufıyi kınaması sahihtir; sufinin fakihi kınaması ise sahih değildir. Dolayısıyla (ikisi arasında bir çatışma olursa) Tasavvuftan Fıkh'a rücu etmek gerekir."(14)
Farklı kesimler tarafından tavırları her ne kadar tarih içinde ve günümüzde Ehl-i Sünnet inanana tetabuk ettirilmek üzere tevil edilmiş/ediliyor olsa da, şu hakikatin üstünü örtmek mümkün değil:



İbn Arabî ve İbn Teymiyye'den önce ve sonra yaşamış bulunan Ehl-i Sünnet Usulüddin ulemasının bu ümmetin selefinden naklettiği itikadın içinde ne vahdet-i vücud vardır, ne de teşbih ve tecsim !...



Bir diğer "denge insanı" hiç şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî'dir. Onun İbn Teymiyye hakkındaki görüşü ve tavrı herkesin malumudur. İbn Arabî konusundaki tavrına gelince, talebesi Ahmed Hayrî'nin, İbn Arabi'nin "Kunnâ Hurûfen Âliyât"diye başlayan kasidesi üzerine kaleme aldığı esere takdim/takrizinde şunları söyler:
"Müellif, kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.



Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu meselenin hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmesi az görülen şeydir. Vahdet-i vücud, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur.
Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhud'dur.. "(15)



TASHİHE MUHTAÇ TUTUMLAR



Gerek tarih içinde gerekse günümüzde Tasavvuf pek çok çevre tarafından tenkit ve hücum konusu yapılmıştır. Ancak bunların Tasavvuf ve ehli üzerinde yıkıcı bir etki yapmadığı müsellem bir hakikattir. Özellikle günümüzde Tasavvufa asıl büyük zararın, "içeriden"geldiğini üzülerek müşahede ediyoruz.



Bilhassa uydurma hadisler konusunda, İlm-i Hadis'te behresi olan Tasavvuf büyüklerinin ikazlarını hiçe sayarak, hatta "Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun" tarzındaki ikaz-ı Nebevi'yi(16) kulak ardı ederek kitaplarında,sohbetlerinde, va'zu nasihatlerinde bol bol uydurma hadis nakleden insanların bu tavrının Tasavvuf ehlinden beklenen yüksek hassasiyetle örtüştürülmesi mümkün değildir.
Birçok Tasavvuf büyüğünün, aslı bulunamamış veya senedinde hadis uydurmakla itham edilmiş yalancı ravilerin bulunduğu rivayetlere eserlerinde yer verdiği bilinen bir husustur.
Onların bu hadislerin uydurma olduğunu bile bile böyle bir tasarrufta bulunduğunu söylemek kesinlikle doğru değildir. Bunun sebebi, onların, Hadis sahasına bu sahanın otoritesi olmalarını sağlayacak kadar mesai sarf etmemiş olmasıdır.
Özellikle kendilerinden önceki Tasavvuf büyüklerinin eserlerinden istifadeyle kitap yazanlar, o müelliflere olan hüsn-ü zanları sebebiyle, bu eserlerdeki rivayetleri ayrıca araştırmaya gerek duymaksızın eserlerine almışlardır.
Tıpkı İmam el-Gazzâlî'nin Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtu'l-Kulûb'undaki rivayetler hakkında yaptığı gibi... Burada, "İmam el-Gazzâlî, eserine o rivayetleri uydurma olduklarını bile bile almıştır" demek mümkün değildir.
Dolayısıyla İmam el-Gazzâlî bu noktada mazurdur. Ama o rivayetlerin uydurma olduğu bugün ayan-beyan ortaya çıkmışken, onları eserlerinde, sohbetlerinde "Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki..." diyerek -sahih hadismiş gibi- nakletmek kesinlikle caiz değildir.(17)
Ancak ne yazık ki günümüzde bazı erbab-ı tasavvuftan bu tarz fiiller sadır olabilmektedir.
Şurası açık ki, o rivayetleri "hadis" diye nakletmek Tasavvufa herhangi bir fayda sağlamıyor. Tam tersine, Tasavvuf ve ehli hakkında olumsuz kanaatlerin giderek daha geniş halk kitlelerine yayılmasına ve hâkim olmasına sebebiyet veriyor.
Keza rabıtanın, "ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf (...) bir şeyhe kalbi bağlamak..."olarak ifade edilmesi(18) de bu çerçevede zikre değer bir diğer arızadır. Eğer buradaki "ilahî ve zatî sıfatlar" ifadesiyle,Yüce Allah (c.c)'a mahsus ilahî ve zatî sıfatlar kast ediliyorsa, bunun Tevhid'e aykırı olduğu açıktır. Tevhid'in 5 esasını anlatırken, bunlardan birisinin "sıfatlarda vahdaniyet" olduğunu vurgulayan büyük mutasavvıf Abdülganî en-Nâblusî şöyle der:
"Bundan murad, (...) Yüce Allah'ın, sıfatlarından her birinde mislinin, nazirinin ve benzerinin olmamasıdır. (...) Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birisinin kendisinin veya mislinin bir başkasında bulunması imkânsızdır..."(19)



ez-Zehebî, ed-Dimyâtî, el-Hekkârî, el-Alâî, Ebû Hayyân, Alâuddîn Moğoltay, İbnu'l-Mulakkın, el-lrâkî, el-Enbâsî, Burhânuddîn el-Halebî, İbn Nâsıriddîn, es-Sehâvî... gibi -aralarında Hadis âlimlerinin de bulunduğu- zahir ulemasına hırka giydiren mürşidlerin ve onların elinden hırka giyen mezkûr ekâbir-i ulemanın ve burada isimlerini zikredemediğimiz sayısız alimin dünyasında bu tarz arızaların bulunmadığını söylemek hakikatin ifadesi olacaktır.(20)



SON SÖZ

Pek çok Tasavvuf büyüğünden, Tasavvufun esasının Kur'an ve Sünnet olduğu sarahaten nakledilmiştir. Bundan kastın, Ehl-i Sünnet itikadı olduğu aşikârdır.
Zira ehlinin malumudur ki, hiçbir bid'at fırka Kur'an ve Sünnet'i açıktan reddetmemiş, hatta tam tersine her fırka Kur'an ve Sünnet'e asıl bağlı olanların kendileri olduğunu iddia etmiştir.
Bu türlü iddiaların gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiğini öğrenmenin tek yolu, Ehl-i Sünnet itikadına uygun olup olmadığına bakmaktır.
Bu bütün İslamî sahalar için böyledir. İster Fıkıhla iştigal edelim, ister Hadis veya Tefsirle, nirengi noktamız Ehl-i Sünnet imamların ortaya koyduğu hakikatler olacaktır.
Bu durum Tasavvuf için de aynıyla geçerlidir. Nasıl diğer alanlarda bize kadar intikal etmiş birikimi Ehl-i Sünnet'in kriterlerine vurarak alıyor veya reddediyoruz; aynı durum Tasavvuf alanındaki miras için de geçerlidir.
Tasavvuf adı altında ortaya konulan teori olsun, pratik olsun, mutlak surette Ehl-i Sünnet ilkelerinin süzgecinden geçirilerek alınmak ya da reddedilmek durumundadır.
Hakk'ı kişilere göre değil, kişileri Hakk'a göre değerlendirme ilkesi hiç kimse için esnetilmemeli, Hakk'ın hatırı her şeyden üstün tutulmalıdır.



EBUBEKİR SİFİL HOCA
(RIHLE'NİN 15.SAYISINDAKİ MAKALESİ)



DİPNOTLAR;



1-es-Serrâc'ın vefatı 378/988'dir.

2-Bu konuda geniş bilgi ve nakiller için bkz. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hüseynî, Mefâhîm Yecib en Tusahhah, 107 vd., H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes'eleleri, 53 vd.

3-Fahruddîn er-Râzî, İ'tikâdâtu Fıraki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn,115-7

4-Abdülaziz Bayındır'ın Kur'an ve Sünnet Işığında Tarikatçılığa Bakış'ı ile İbrahim Sarmış'ın Tasavvuf ve İslam' ı bu alandaki yaklaşımlara iki çarpıcı örnektir.

5-eS'Seyfu's-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)

6-Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve's-Sıfât, 297-9.

7-Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.

8-İbn Arabi'ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala'nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala'nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu'l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı", I, 130;"Şit Fassı", I,237...

9-Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı "hâdis"olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.

Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de "ezelî" olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından "havâdis lâ evvele lehâ" gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
"Nevin kıdemi": Allah Teala'nın irade ve meşietiyle meydana gelen "söz söyleme", "yaratma", "istiva"... gibi fiillerinin O'nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye'ye göre bu türlü fiiller "ayn/şahıs" olarak hâdis, nev'/tür/cins olaraksa kadimdir.

Yani Allah Teala ezelden beri Arş'a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla Arş da istiva da nev'olarak kadimdir. Bkz. Mecmû'u'l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd...; Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu'Hadîsi'n-Nüzûl,161...

10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu'l-Bârî'de (I, 166) şöyle der: "Bahru'l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)'e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî'nin, Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)'e nisbetine gelince (bkz. Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir."

İmamu'l-Asr, İbn Teymiyye'nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi'nana ulaşmış mıdır? Bu soruya "evet" diyebiliyoruz.
Zira Feydu'l-Bârî'den sonra kaleme aldığı Mirkâtu't-Târem'de (61) İbn Teymiyye'nîn "havadis lâ evvele lehâ"yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.

O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma'ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul'a seyahatini anlattığı Garâibu'I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî'den başka Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye'ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye'nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş'ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..

11-Bkz. Mektûbât, 1,84; 43. mektup.

12-el-Kevserî, Makâlât, 421.

13-Vehhabî çevre, onun Fâdıhatu'l-Mülhidîn isimli eserinde İbn Arabi'ye yönelttiği ağır tenkitleri alayı vala ile neşr ve tamim ederken İbn Teymiyye'ye reddi konusunda anlamlı bir suskunluk içindedir. Oysa İbn Teymiyye'ye "Şeyhülislam" diyenin küfre düşmüş olacağını söyleyen ondan başkası değildir. (Bkz. es-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâ- mi', I, 122 vd.) Onun el-Mülcime li'l-Mücessime (veya Mülcimetu'l- Mücessime) isimli eseri, yaşadığı dönemde İbn Teymiyye'nin başını çektiği tecsim inancına reddiyedir.

14-Zerrûk, Kavâ'idu't-Tasavuf, 40.

15-Mukaddimâtu'l-İmâm el-Kevserî, 554.

16-Mütevatir hadisler arasında ilk sıralarda zikredilen bu rivayeti, İbnu'l-Cevzî'ye göre Sahabe'den 98 zat nakletmiştir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 362. el-Kettânî'nin Nazmu'l-Mütenâsirinde (35-6) bu hadisin 72 sahabî ravisi zikredilmiştir.

17-Cübbeli Ahmet hocanın bir vaazında zikrettiği uydurma bir hadis için şu linke bkz.: http://www.youtube.com/watch?v=50S7c3aa91w

18-Bkz. Heyet, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, 6.

19-Abdülganî en-Nâblusî, el-Hadîkatu'n-Nediyye, 1,246.

20-Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu'l-Hasene, 331.
es-Sehâvî bir başka eserinde, hocası Medyen b. Ahmed el-Mağri- bî'nin biyografisini verirken şöyle der:"... Kendisiyle çok kere,bir araya geldim ve eskiden beri tarikatlerinde mevcut usul üzere kendisinden birkaç kere zikir (dersi) aldım. (...) Kendisi bana çok iltifatkâr davranır, "Şeyh Şemsuddîn" diye hitap ederdi. (...) Hatta bir keresinde, "Nafilelerinizi güzelce yerine getirin. Zira farzlarınız onlarla ikmal edilir" hadisini hocamıza (İbn Hacer) sordu.
Hocamız, "Bilmiyorum" diye cevap verince, "Bu rivayeti Tâcuddîn el-Fâkihânî, ibn Abdilberr'e atfen zikretmiştir" dedi. Hocamız, "Mümkündür" diye karşılık verdi." (Bkz. fes-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâmi', X, 151.)
Burada geçen hadis hakkında es-Sehâvî el-Makâsıdu'l-Hasene'de (188), el-Fâkihânî tarafından İbn Abdilberr'e atfen zikredildiği bilgisini tekrarladıktan sonra şöyle der: "Farzların nafilelerle tamamlanacağı hususu sabittir..."

Devamını Oku »

İbn Arabi'yi Müdafaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvalar


Abdurrezzak TEK*

*Doç. Dr., Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi

Yeni bir ilmî metot ve üslup geliştiren bir çok filozof, düşünür, âlim ve sûfî gibi İbnü’l‐Arabî’nin de taraftar ve aleyhtarları olmuş, tenkide uğradığı gibi müdâfaa da edilmiştir. Şeyh‐i Ekber’e yöneltilen eleştirilere genel olarak baktığımızda bunların, hemcinsleri yani sûfîler ile zâhir ulema adı verilen fakih, muhaddis ve kelâm alimleri tarafından yöneltildiğini görmekteyiz. Sûfîlerin eleştirileri onun görüşlerinin tümüne değil belli bir kısmına yöneliktir.

Mesela Kübreviyye şeyhlerinden Alâüddevle es‐Simnânî, Allah’ın zâtından “vücûd-ı mutlak” olarak bahsedilip bahsedilemeyeceği, Abdülkerim el‐Cîlî ilmin malûma tabi olup olmaması meselesinde, İmam Rabbânî de Vücûdun mu yoksa şuhûdun mu daha üstün olduğu hususunda eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu tenkitlerde asıl mesele her iki tarafın da kabul ettiği bir hakîkatin isimlendirilmesi noktasındadır ki, günümüz araştırmacılarına göre bu problemin temelinde gerçeğe farklı pencereden bakma diğer bir ifadeyle yanlış okuma (misreading) yatmaktadır.

İkinci sınıfı teşkil eden kelam ve fıkıh âlimlerinin tenkitlerine gelince, bunlar tenkitten daha çok yargılama görünümündedir. Hatta İbn Teymiyye, İbrahim el‐Bikâî, Ali el‐Kârî gibi bazı âlimler hakarete varan ifadeler kullanarak tekfîr yoluna dahi gitmişlerdir. Buradaki problemin de kaynağını bu âlimlerin mantıklarıyla İbnü’l‐ Arabî’nin metodolojisinin farklı olması teşkil etmektedir.

Muârızları İbnü’l‐Arabî’yi tenkit etmek amacıyla reddiyeler yazarken, şeyhin muhibleri de müdâfaa etmek için risâle ve fetvâlar kaleme almışlardır.1 Bu fetvâların Ekberî ekole mensup olan yani bir anlamda şeyhin fikirlerini yayma gayreti içinde bulunan tasavvuf erbâbından geldiği gibi, yukarıda zikrettiğimiz ikinci gruba dahil olan bazı zâhir ulemâ tarafından da yazıldığı görülmektedir. Burada dikkati çeken bir başka husus da şeyhi savunmak için yazılan fetvâlara tahammül edilemeyip bunlara dahi reddiye yazılmış olmasıdır. Seyyid Ârif Muhammed el‐Hüseynî’nin Kemalpaşazâde’nin fetvâsına yazdığı reddiye buna örnektir. Makâlenin sonuç kısmında bu husus etraflıca ele alınacaktır.

Öte yandan müdâfaa amaçla kaleme alınan fetvâlara baktığımızda şu temel sorulara cevap aranmaya çalışıldığını görmekteyiz: “İbnü’l‐Arabî’nin itikâdı sahih midir, velâyeti kabul edilebilir mi? Onun Fusûsu’l‐hikem, el‐ Fütûhâtü’l‐Mekkiyye ve et‐Tedbîrâtü’l‐ilâhiyye gibi eserlerini okumak, okutmak ve onlarda yer alan Firavun’un imanı gibi hususlara inanmak ve bunlarla amel etmek dinen doğru mudur? Şeyhin eserlerinin yakılmasını emreden ve en büyük kâfir olduğunu (şeyhu’l‐ekfer) söyleyenin şer‘î açıdan durumu nedir?

Bir vâizin kürsüde İbnü’l‐Arabî’ye sövmesinin, dalâlete ve küfre düş‐ tüğünü iddia etmesinin ve ona tabi olanların da bu sebeple küfre düşeceğini söylemesinin hükmü nedir?” Bütün bu sorulara şeyh hakkında verilen fetvâlardan hareketle nasıl cevap verildiğini göstermeye çalışacağız; ve ayrıca örnek teşkil etmesi açısından Kemalpaşazâde’nin fetvâsını metniyle bir‐ likte vereceğiz. İbnü’l‐Arabî’yi müdâfaa amacıyla kaleme alınan fetvâlardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz.

1-Ebü’l‐Kâsım Abdullah b. Hasan el‐Beyzâvî

Gerek kütüphane kayıtlarında gerekse yazma nüshalarda ve sonraki fetvâ metinlerinde, Ebü’l‐Kâsım Abdullah b. Hasan el‐Beyzâvî tarafından İbnü’l‐ Arabî’yi müdafaa amacıyla kaleme alınan bir fetvâ, Eşârî kelamcısı ve Şâfiî fakihi olan tefsir sahibi Nâsirüddin Ebû Saîd Beyzâvî’ye (ö.685/1286) 2 nispet edilmiştir. Ancak bu iki zâtın künyelerindeki farklılık, söz konusu fetvânın, tefsir sahibi Beyzâvî’ye ait olma ihtimalini zayıflatmaktadır. İbnü’l‐Arabî hakkında kaleme alınan fetvâ şöyledir:

“İbnü’l‐Arabî ilmen ve hâlen bir tarikat şeyhidir; zahiren ve batınen hakikat ehlinin imamıdır; tasavvufa ve marifete ait hususları her yönüyle yaşayarak bunlara hayat vermiştir. Onun değeri ve yüceliği hakkında düşünen kimse işin içinden çıkamaz. Zira rüzgarların etkileyemeyeceği kadar büyük bir buluta benzer; duaları yedi kat gökyüzüne ulaşır ve dualarının bereketi âfâkı doldurur. Ben onun hakkında bir şeyler söylüyorum ama o benim onu vasfettiğim şeylerden daha yücedir; ve onunla ilgili yazdıklarımı gerçekten yaşamıştır.

Ben şuna inanıyorum dediğimde elimde yapacak başka bir şey yok.

Bırak câhili, cehâleti bizim düşmanımız zannetsin.

Allah’a ve İbnü’l‐Arabî’yi din adına delil kılana yemin ederim ki,

Benim söylediklerim onun menkıbelerinin sadece bir bölümünden ibarettir.

Söylediklerim yeterli değildir, sözlerim sadece benim eksikliğimi gösterir.

İbnü’l‐Arabî’nin eserlerine gelince; bunlar coşkun denizler gibidirler ki, iç‐ lerindeki cevherlerden dolayı ne evveli ne de sonu bilinir. Hiç kimseye onun eserlerine benzer kitaplar yazmak nasip olmamıştır. Bununla birlikte Cenâb‐ı Hak onun kitaplarının değerini bilmeyi sadece ehline tahsis etmiştir. İbnü’l‐Arabî’nin kitaplarının bir özelliği de şudur ki, onları okuyan ve mütalaaya devam eden kimse çözülmesi zor olan hususları ve problemleri kolaylıkla çözebilir.

Allah’a hamd, resûlüne salat olsun.

Şayet (fetvâmda) bir noksanlık görürsen bu noksanlığı gider.

Çünkü noksanlıktan uzak olan sadece Cenâb‐ı Hak’tır.”3

2-Mecdüddin el‐Firûzâbâdî (ö.817/1415)

Şiraz’a bağlı Kâzerûn kasabasında doğdu. İlk tahsilini burada babasının yanında tamamlayan Firûzâbâdî bölgenin önde gelen âlimlerinden dersler aldı. Tedrîsinin ardından ilmî seyahatlerde bulundu. Önce Zebid ardından Yemen kadılığına tayin edildi ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürdü. el‐Kâmûsü’l‐muhît adlı sözlüğüyle tanınan Firûzâbâdî’nin döneminin devlet adamlarından büyük ilgi gördüğü ve Bursa’da I. Bâyezid’le görüştüğü kaydedilmektedir. Geniş bir kültüre ve kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu, sözlük çalışmalarından başka hadis, tefsir, fıkıh ve tarihe dair çalışmalarının bulunduğu ve bu konularda bir çok eser yazdığı belirtilmektedir. Kabri Zebîd’de Cebertiyye tarikatının kurucusu Şeyh İsmail el‐Cebertî’nin türbesinin haziresindedir. Tasavvufî konularda İbnü’l‐Arabî’yi takdir eden Fîrûzâbâdî onu savunmak üzere iki risâle ile aşağıdaki fetvâsını kaleme almıştır.4

“Muhyiddin İbnü’l‐Arabî bilgisi ve yaşayışı açısından şeriat ehlinin imamı, amel ve ilmi açısından tarikat ehlinin mürebbîsi, zevk ve anlayış itibariyle onların şeyhlerinin şeyhidir.

Ona nispet edilen kitapların okunması, okutulması ve ihtiva ettikleri bilgilerin kullanılmasına gelince, eğer ehli tarafından okunur ve okutulursa caizdir; itikâdı sağlam olan eserlerine bakabilir. Bu vasıfları taşıyan bir kimsenin şeyhin eserlerine bakması (dinî hususlardaki) müşküllerini çözmesine yardımcı olacaktır. Zaten aksi düşünülemez.

Zira İbnü’l Arabî Kur’ân‐ı Kerîm’i yetmiş küsür ciltte tefsir etmiş, “Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”5 âyetine kadar gelmiş ve bu âyette iken Cenâb‐ı Hak şeyhin ruhunu almıştır. Bütün bunlar İbnü’l‐Arabî hakkında en büyük, en tam ve en güçlü delillerdir. Öyle ki bu husu‐ su ancak inatçı ve münkir olan inkar edebilir.”6

3-İbn Hacer el‐Askalânî (ö.852/1449)

Eski Mısır’da doğan İbn Hacer’in künyesi Filistin’deki Askalân şehrine nispetle çoğunlukla Askalânî olarak kullanılır. Fıkıh, tefsir, lugat, tarih, edebiyat başta olmak üzere bir çok ilim dalından dersler almış ve özellikle hadis ilminde “hâfız” unvanına ulaşmıştır. Hadis hocalığının yanı sıra Baybars Hankâhı’nda meşihat görevini üstlenmiş ve bir çok medresede ders vermiştir. Kendisinden pek çok talebe faydalanmış olup Şemseddin es‐Sehâvî bunlardan 500 kadarının adını zikretmektedir.

Yaklaşık kırk yıl Mısır Şâfiî baş kadılığı görevinde bulunan İbn Hacer Kahire’de vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir.7 Hayatının büyük bir bölümünü hadis ilmine veren ve bu ilmin hem rivâyet hem de dirâyet sahalarında devrin en yetkili âlimi olan İbn Hacer’in, İbnü’l‐Arabî’nin Firavûn’un imânı hakkındaki görüşüyle ilgili fetvâsı şöyledir:
“Allah’ım bizi iftira etmekten ve hataya düşmekten koru. Firavun’un ka‐ derinde iman etmek vardı. Cenâb‐ı Hak onun önce aklını elinden almış, iman etmeyi düşünmeksizin dalâlet içinde yaşamasını sağlamış ancak kaderinde iman etmek olduğu için ölüm anında ona aklını geri vermiş, kendisine yönelerek tevbe ve iman etmesini nasip emiş ve imanlı iken canın almıştır. Nitekim Peygamberimizin “Allah kaza ve kaderini gerçekleştirmek istediğinde akıl sahiplerinin aklını alır.Kaza ve kaderini gerçekleştir‐ dikten sonra ise akıllarını onlara geri verir ve böylece ibret almalarını sağlamış olur.”8 mealindeki sözü bu hususu ifade etmektedir.

İbnü’l‐Arabî sahili olmayan engin bir deniz gibidir.Öylesine büyük bir okyanustur ki dalgalarının sesi duyulmaz.

İbnü’l‐Arabî’yi vasfedebilecek ne bir sıfat ne bir hâl ne de bir makâm var‐ dır.

Kim ben şeyhi anlattım derse bilsin ki onun hakkında hiçbir bilgisi yok‐ tur.”9

4. Celâleddin es‐Suyûtî (ö.911/1505)
Suyûtî, Mısır ve Suriye’de hüküm süren Memlüklüler devrinin son döne‐ minde Kahire’de yetişen, Kurân ilimleri, hadis, edebiyat, lugat ve tarih ol‐ mak üzere bir çok alanda eser kaleme alan dönemin önde gelen âlimlerinden birisidir. Uzun bir süre Kahire’nin en büyük ve en etkin hankahı olan Baybars meşîhatı görevinde bulunmuş, tedrîs faaliyetini devam etmiş, devrinin ilmî ve fikrî münakaşalarına katılmıştır.10 Bu münâkaşalarda sufîleri savunun Suyûtî’nin İbnü’l‐Arabî’yi müdâfaa amacıyla kaleme aldığı Tenbîhü’l‐ğabî fî tebri’eti İbni’l‐Arabî adlı risâlesinin yanı sıra şeyh hakkındaki düşüncesini bu fetvâsı ile şöyle dile getirmiştir.

“Geçmişte ve günümüzde İbnü’l‐Arabî hakkında ihtilaf eden insanlar te‐ melde şu üç guruba ayrılmışlardır. Bunlardan ilk gurup; onun velî oldu‐ ğuna inananlardır ki, doğrusu da budur. Mâlikîlerin imamı Tâceddin b. Atâullah ve Afîfüddin el‐Yâfi‘î bu guruptandır. İbnü’l‐Arabî’nin velâyetine inananlar onu çokça övmüş ve onun marifet sahibi olduğunu söylemişlerdir. İkinci gurup, İbnü’l‐Arabî’nin dalâlete düştüğünü zannedenlerdir, fakihler böyledir. Üçüncü gurup ise İbnü’l‐Arabî (şeyh) hakkında susmayı tercih edenlerdir. Hâfız ez‐Zehebî Mîzân adlı eserinde11 böyle yapmıştır.

Öte yandan başlangıçta sûfîler ve İbnü’l‐Arabî hakkında iyi düşünmeyip sonrasında bu fikrinden vazgeçenler de olmuştur ki, İzzeddin Abdüsselâm bunlardandır. Abdüsselâm önceleri İbnü’l‐Arabî’nin değerini düşüren sözler sarfederken sonrasında onun kutup olduğunu söylemiştir. Şeyh Tâceddin b. Atâullah’a göre bu durumun sebebi İzzeddin Abdüsselâm’ın daha önce fakihler gurubundan olması hasebiyle sûfîleri ve onların hâllerini inkara meyletmesidir. [Onun şeyh hakkındaki olumsuz fikrinden vazgeçmesiyle ilgili şöyle bir olay anlatılır].

Şeyh Ebü’l‐ Hasan eş‐Şâzelî hac yolculuğundan döndükten sonra evine dahi uğramadan doğruca İzzeddin Abdüsselâm’ın yanına gider ve Hz. Peygamber’in ona selâm yolladığını söyler. Bu durumdan etkilenen İzzeddin şeyhin meclisine katılır ve sûfîleri methetmeye başlar. Zira artık sûfîlerin yollarının hakikatini anlamış ve hatta onlarla beraber sema meclislerinde raks etmeye başlamıştır.

Diğer taraftan Şeyhülislam Şerefeddin’e İbnü’l‐Arabî hakkında sorulduğunda sükut etmiş ve bunun daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira ona göre Şeyh hakkında iyi veya kötü bir şey söylemeyip susmayı tercih etmek takvâ sahibi kişilere uygun olan bir tavırdır.”12

5. Ebû Yahya Zekeriyya el‐Ensârî (ö.926/1520)

Şâfiî fakîhi Ebû Zekeriya el‐Ensârî, Şerhu ravzi’t‐tâlib13  adlı  eserinin ridde bölümünde İbnü’l‐Arabî hakkında şöyle demektedir:
“İbnü’l‐Arabî ve ona bağlı olanlar müslüman ve iyi kimselerdir. Sözleri diğer sûfîlerin kullandıkları sözlere benzer. Bu söz ve ıstılahlarla kastettik‐ leri şey doğrudur. Zira İbnü’l‐Arabî’nin veli olduğu hususunda Şeyh Tâceddin b. Atâullah ve Şeyh Abdullah el‐Yâfi‘î gibi bir çok âlim ve ârif hem fikirdir. İbnü’l‐Arabî’nin eserlerinde zikrettiği “Tevhid denizine dalan kimsenin zâtı Hakk’ın zâtında, sıfatları da O’nun sıfatlarında kaybolur. Böylece kişi mâsivâdan bütünüyle uzaklaşır.” şeklindeki sözlerin hulûl ve ittihad olarak değerlendirilmesi ibare ve ifadenin yetersizliğinden dolayıdır. Yoksa zannedildiği gibi değildir. Allah’a yemin olsun ki, şeyh bildiğini yazmış, şâhid olduğunu da bilmiştir. Yani o eşyanın hakikatine şahid olmuştur. Fakat aklın bunu idrak etmesi mümkün değildir.

Sonuç olarak denilebilir ki şeyh söz konusu olduğunda sözlerinin ve sözleriyle murad ettiklerinin doğru olduğunu kabul etmek daha doğrudur.”14

6. Abdülvehhâb el‐‘Urzî (ö.967/1560)
Haleb’in Şâfiî müftüsü Abdülvehhâb el‐Urzî İbnü’l‐Arabî’yi fetvâsında şöyle savunmaktadır: “İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham eden ve onun hakkında sû‐i zanda bulunan vâiz ona iftira etmiştir. Hatta söyledikleri bir çok yönden kendisinin küfre düşmesine sebep olmuştur. Şöyle ki:

Vâiz şeyh hakkındaki olumsuz sözleriyle âlimlerle alay etmiş olmaktadır ki, Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: De ki Allah’la onun âyetleriyle ve peygamberiyle mi eğleniyorsunuz?15

Sâlihler ve velîlerle alay etmiş demektir. Nitekim Hz. Peygamber ‘Her kim benim velime düşmanlık ederse ona savaş açarım’16 buyurmuştur.

İdâreciler ve kadılarla alay etmiştir. Peygamberimiz bir hadisinde ‘Sultana ihanet edene Allah ihanet eder’17 buyurmaktadır.

Halbuki İbnü’l‐Arabî’nin veliliğine âlimlerden, sâlihlerden ve velîlerden bir çok kimse şehâdet etmektedir ki, Kadı Zekeriya ve İbn Abdüsselâm bunlardandır. Bu zât vefat edeceği zaman geride bıraktıklarının en zâhid olana verilmesini vasiyet etmiş ve bununla İbnü’l‐Arabî’yi kastetmiştir. Yine es‐Suyûtî, şeyhimiz Hüseyin b. el‐Besyûnî (veya es‐Suyûfî), el‐Yâfi‘î ve önde gelen bir çok âlim ve velî, İbnü’l‐Arabî’nin velâyetine şahitlik et‐ miş, onun hakkında sayılamayacak kadar çok menkıbe anlatmışlardır.

Şu halde İbnü’l‐Arabî’yi tekfîr etmek küfürdür, ona sövmek fısktır, ona buğz etmek Hak’tan uzaklaşmaktır, onu küçümsemek dinden dönmek demektir. Dinden dönenin ve bu hususta ısrar edenin durumu bellidir; boynu vurulur ve cesedi köpeklerin önüne atılır. Bununla birlikte eğer şeyhe küfür isnad eden kimse yaptığına pişman olur ve tevbe ederse durumu kadıya kalmıştır. Kadı gerekli gördüğü cezayı verir. Yani yaptığından dolayı halk arasında onu teşhir edebilir, hapsedebilir, dövebilir ve bulunduğu şehirden kovabilir.”18

7. Burhâneddin el‐‘İmâdî (ö.1135/1722)

Yine bir Şâfiî fakîhi olan Burhâneddin el‐İmâdî, İbnü’l‐Arabî hakkındaki fetvâsında şunları söylemektedir:
“Şayet bir kimsenin İbnü’l‐Arabî ve takipçilerini küfürle itham ettiği tespit edilirse bu kişi, onun söylediklerini kabul edenler, onu dinleyenler ve ona katılanlar idareciler tarafından cezalandırılmalıdır. Zira bu kimseler onun söylediklerine karşı çıkmayarak suçuna ortak olmuşlar demektir. Ayrıca şeyhi küfürle itham edenin tevbe etmesi de şarttır.

Öte yandan velîliği ve iyi kimselerden olduğu tevâtüren sabit olan birisin tekfir edilmesine gelince Şeyh Abdülkâdir el‐Ebbâr’ın da belirttiği üzere – ki bu zât beş vakit namazını Emevî Camii’nde kılan, İslam ülkelerinin her yerinden âlimlerin kendisinden ilim öğrendiği ve verdiği hükümlere bağlı kaldığı bir kimsedir‐ bunu yapan kimse küfre düştüğü gibi onu dinleyen, söylediğini kabul eden yahut söylediklerini gizleyen kimse de küfre düşer. Dolayısıyla yeniden İslâm’a girmeleri gerekir (tecdîdü’l‐İslâm). Aksi halde küfürleri sebebiyle öldürülürler, cesetleri köpeklerin önüne atılır ve malları beytü’l‐mâle devredilir. Şeyh hakkında söylediklerini tevil etmeye çalış‐ salar da kabul edilmez.

İbnü’l‐Arabî’nin sözleri Ömer b. el‐Fârız ve Gazzâlî gibi daha önceki âlim‐ lere dayanmaktadır. Nasıl ki, Kur’ân‐ı Kerîm ve hadislerde zahirine inan‐ makla birlikte selef âlimlerinin yaptığı gibi tevil edilmesi ve manasının Al‐ lah’a havale edilmesi gereken bir çok husus varsa aynı şekilde şeyhin söz‐ lerinin de tevile ihtiyacı vardır. Kadı Zekeriya’nın söylediği gibi onun söz‐ lerinin diğer sûfîlerin ıstılahlarından farkı yoktur. Diğer taraftan unutul‐ mamalıdır ki, sûfîlerin sözlerinin sadece zahirlerine bakmak kişiyi yanıltabilir; bunların ıstılahî anlamları göz önünde bulundurulmalı ve buna gö‐ re tevil edilmelidir.

Tâceddin b. Atâullah ve Abdullah el‐Yâfi‘î gibi İbnü’l‐Arabî’nin velâyetini doğrulayan ve bunu kaydeden bir çok âlim ve ârif vardır. Şeyhin eserlerinde zikrettiği “Tevhid denizine dalan kimsenin zâtı Hakk’ın zâtında, sıfatları da O’nun sıfatlarında kaybolur. Böylece kişi mâsivâdan bütünüyle uzaklaşır” şeklindeki sözlerinin hulûl ve ittihâd olarak değerlendirilmesi ibare ve ifadenin yetersizliğinden dolayıdır. Yoksa Sa‘deddin et‐Taftazânî ve diğer âlimlerin söylediği gibi bunların hulûl ve ittihâdla hiçbir ilgisi yoktur.

Sonuç olarak denilebilir ki, İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham edip onun hulul ve ittihâda düştüğünü söyleyen kişi, onun yanında oturan ve sözlerini dinleyen kimseler günaha girmişlerdir. Ancak günahlarından tevbe etmekle kurtulamazlar. Zira gıybet ederek kul hakkını çiğnemişlerdir. Bırakın ilim ehlini sıradan bir müslüman hakkında bile gıybet etmek büyük bir günahtır.

İslâm’ın hoş görmediği eğlencelere katılıp buradaki çalgıları dinleyenlerin durumu, şeyhi itham edenlerin durumundan daha iyidir. Zira böylesi eğlencelere katılanlar yaptıklarının günah olduğunun farkındadırlar ve bunun dindeki yerinin ne olduğunu da bilmektedirler. Bu durum küçük büyük, Yahudi Hıristiyan herkesin malumudur. Bu nedenle günahlarının bağışlanması için Allah’tan af dilerler. Halbuki kürsüde İbnü’l‐Arabî’yi itham edenlerin yaptıkları tâat görüntüsü altında günahtan başka bir şey değildir. Ancak onları dinleyenlerin bir çoğu bunun farkında olmadıkları için böylesi vaazların iyi bir şey olduğunu zannederler. Hatta bazı kimseler işlerini güçlerini bırakarak uzak yerlerden bu vâizleri dinlemeye gelirler ve bunu da bir ibâdet olarak görürler.

Vâizin söylediklerinin ve anlattıklarının ne derece doğru olup olmadığını bilmezler; yaptıklarının gıybet olduğunu düşünmedikleri için tevbe etmez ve Allah’tan af dilemezler. Hatta bunun da ötesinde söz konusu vâizi dinleme fırsatını bulamayanlar dinleyenlere gıpta bile ederler. Halbuki gıpta edilecek olanlar bu tür vaazları dinlemeyenlerdir ki onlar bu sebeple büyük bir sevap elde etmişlerdir. Bunun farkında olan ise pek az kimse vardır. Zira bu tarz şeyler avamın fark edeceği şeyler değildir. Ancak Allah’ın basîret gözünü açtığı kimseler bunun farkına varabilir. Böylesi günahlara düşmekten Allah’a sığınırız.

Bu durumda idarecilere düşen görev, bu tür vâizlere fırsat vermemek ve insanların onları dinlemelerine engel olmaktır. Söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmalı, doğru değilse cezalandırmalıdırlar. Ancak gerçekten zemmedilmesi gereken kişiler varsa buna da izin verebilirler.”19

8. Muhammed b. Bilâl el‐Hanefî

Hanefî fakihlerinden Muhammed b. Bilâl’in şeyhle ilgili kaleme aldığı fetvâsında şu hususlara dikkati çekmektedir:

İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham eden kişinin kendisi bu sözüyle küfre düş‐ müştür. İslâm dairesinden çıktığı gibi bütün amelleri de boşa gitmiş ve bu sebeple eşinden de boş olmuştur. Hatta bu kimse İbnü’l‐Arabî’yi tekfir etmekle aynı zamanda Sultan Selim’i de tekfir etmiş olmaktadır. Çünkü Sultan Selim Han İbnü’l‐Arabî’ye inanmış, onun görüşlerini benimsemiş ve Şam’da kabrinin bulunduğu yere büyük bir külliye inşa etmiştir. Yine İbnü’l‐Arabî’yi küfürle itham eden kişi aynı zamanda Kadı Beyzâvî, Şeyhülislam İbn Hacer, Kadı Zekeriya el‐Ensârî gibi önde gelen âlimleri ve onlara uyanları da küfürle itham etmiş olmaktadır. Nitekim Kadı Beyzâvî İbnü’l‐Arabî hakkındaki fetvâsında ona inandığını, onun hâlen ve ilmen tarikat şeyhi, gerçekte muhakkiklerin imamı ve marifetleri canlandıran kişi olduğunu söylemiştir. Şeyhülislam İbn Hacer de İbnü’l‐Arabî hakkında onun sahili olmayan engin bir deniz olduğunu belirtmiştir

Ey kardeşim bilmelisin ki, keşf ve vecd ehline göre âlemdeki her şeyi Allah Teâlâ yaratmıştır. Bu sebeple eşyanın varlığı ilâhî hakîkatlere dayanmaktadır ki, her kim bunu küçümser ve bununla alay ederse, eşyayı yaratanı küçümsemiş ve onunla alay etmiş demektir. Zira varlık dairesine giren her şey O’nun hükmüdür ve Allah tarafından yaratılmıştır. Zira Allah eşyayı hikmet sahibi oluşuyla (Hakîm) yaratmış olup var olan her şey O’nun istediği şekilde ve istediği zamanda ortaya çıkmıştır. Eşyanın hik‐ metini göremeyen bu konuda câhil demektir; bu konuda bilgisiz olan aynı zamanda eşyayı yaratan hakkında da bilgisiz demektir. Cehaletten daha kötü bir şey de yoktur.

Kadı Zekeriya el‐Ensarî ile Kâmus sahibi Firûzâbâdî şeyhin ve ona bağlı olanların iyi kimseler (ahyâr) olduklarını söylemiştir.20 Hâsılı İbnü’l‐ Arabî’yi ve ona inanları tekfir etmek küfür ve dalâlettir; İslâm dairesinden çıkmaktır ki, bundan Allah’a sığınırız. Dolayısıyla böyle söyleyen kişi ciddi bir şekilde kınanmalı ve cezalandırılmalıdır (ta‘zîr). Böylece onu gören ve bu durumu işiten herkes ibret alsın. Sadece kınanmakla kalmamalı, vaaz vermesine engel olunmalı hatta yaşadığı yerden kovulmalı ve bir daha dönmesine izin verilmemelidir.”21

9-Şihâbüddin Ahmed el‐Antâkî

Fetvânın yer aldığı risâlede Câmi‐i kebîr –muhtemelen Bursa Ulucami‐ hatibi olarak tanıtılan Antâkî, fetvâsında şu hususlara değinmektedir:

“Şeyhu’l‐allâme es‐Sûyûtî, Mâlikî imamlarından Şeyh Tâceddin b. Atâullah ve Şâfiî imamlarından Şeyh Afîfüddin el‐Yâfi‘î İbnü’l‐Arabî’nin velâyetini tasdik etmiş, onu övmüş ve onun mârifet ehlinden olduğunu kabul etmişlerdir ki, bu görüşleri doğrudur. İbnü’l‐Arabî’yi kitaplarındaki görüşlerinden ötürü ta‘n eden kişiler, şeyhin sözlerinden kastettiği manayı anlamayanlardır. Zira sûfîler bazı lafızları bizim bildiğimiz manaların dışında kendi aralarında ıstılahî manalarıyla kullanmışlardır.

Şeyh Safiyüddin İbn Mansûr bir risâlesinde şöyle demektedir: ‘Şam’da iken Şeyh Muhyiddin b. Arabî’yi gördüm. Tarîkat yolunda büyük bir âlim idi. Kesbî ve vehbî ilimlere sahipti. Büyük bir şöhreti vardı; tasarrufu çoktu. Tevhîdi hem yaratılışı itibariyle hem ilmen hem de ahlâken yaşıyordu. Ona tabi olan bir çok âlim ve tevhîd erbâbı ve bunların yazdıkları eserler vardır. İbnü’l‐Arabî ile şeyhim Ebü’l‐Abbâs birlikte seyahat etmişlerdi.’ İbnü’l‐Arabî’ye ait bir çok menkıbe ve olağanüstü haller vardır ki, bunlara muttali olan kimse ona uygun olmayan şeyler söyleme cesaret edemez

İbnü’l‐Arabî’yi, ona inananları ve sevenleri küfürle itham edenler, onların İslâm dairesinden çıktığını, Allah ve Resûl’ünden uzaklaştığını söyleyenler, haddizatında kendileri küfre düşmüş, nefislerini helâk etmiş ve kudsî hadiste belirtildiği üzere “Kim velime düşmanlık ederse ben de o kişiye savaş ilan ederim” sözünün hükmüne dahil olmuşlar demektir. Onların bu sözü şer‘î hükümleri iptal etmek anlamına gelir ki, bundan Allah’a sığınırız. Eğer kıyaslayacak olursak şeyhi itham eden kişi nerede, ona tabi olan âlimler nerede! Aralarında büyük bir fark vardır. Hâsılı denebilir ki şeyhi itham eden kişin sözleri idarecilere bildirilir. Hüküm verme konumunda olanların bu durum karşısında basiretli davranmaları ve ne gerekiyorsa yerine getirmeleri gerekir.”22

10-Hüseyin b. en‐Natîbî

Şâfiî fakihi en‐Natîbî’nin konuyla ilgili fetvâsı şöyledir:

“İbnü’l‐Arabî’ye küfür isnâd eden kimse hiç şüphesiz küfre düşer; bu kimsenin sözüne inanmak Allah ve Resûlünün gazabına sebep olur. Zira böylesi büyük bir yalanda ona ortak olmuş, ahyâr ve ebrâra dil uzatmışlar demektir. Dolayısıyla şeyhi tekfîr eden aslında nefsini helak etmiş, kendisini ve yandaşlarını kazâ oklarının hedefi haline getirmiştir.

Bu durum onların rahmetten mahrum olup ilâhî huzurdan ve yaşadıkları yerden kvulmalarına sebep olur ki bu da onları şeytanın dostu yapar, avâm ve havâsın arasında kötülenmelerine yol açar. Bütün bunlar özellikle de velîlere dil uzatmaya ve temiz insanları küfürle itham etmeye yeltendilerse başlarına gelir. Zira velîler Hakk’ın gelinleri, rahmânî tecellîlerin mazharı, samadânî fütûhâtın membaı, ilâhî sevginin tecelligâhı ve imân hakîkatlerinin kendilerinde toplandığı kişilerdir. İşte bu vasıflara sahip olan kişilerin en büyüğü ve en mükemmeli Şeyh Muhyiddin b. Arabî’dir. Sayısız kerametleri vardır, velâyeti ulaşılamayacak kadar yücedir.

Şeyh Tâceddin b Atâullah, Şeyh Afîfüddin el‐Yâfi‘î, Kadı Zekeriyya, şeyhlerimizden Mekke’de mücâvir hayatı yaşayan İsmail eş‐Şirvânî el‐Acemî, Şihâbüddin Ahmed b. Abdülgaffâr el‐Mısrî, Ebû Bekir el‐Ömerî el‐Acemî gibi âlimler ve ârifler onun velâyetini kabul etmiş ve onu övmüşlerdir. İçinde yaşadığımız asırda da şeyhin velâyetine inanmayanı görmedik. Hatta Sultan Süleyman Han ve babası Sultan Selim Han dahi onun velâyetini kabul etmiş, fikirlerini beğenmiş ve değerini takdir etmişlerdir. Sultan Selim şeyhin türbesini inşa ettirmiş, gelip gidenlerin konaklayıp dinlendiği bir imaret ve tekke yaptırmıştır. Dolayısıyla şeyh ve söyledikleri hakkında sû‐i zanda bulunmaya cesaret eden aynı zamanda Sultan Selim hakkında da sû‐i zanda bulunmuş demektir.

İbnü’l‐Arabî’ye küfür isnâd eden kişinin kendisi küfre düşer; dünyada ridde ehlinden kabul edilir; âhirette de azaba dûçâr olur. Şu halde şeyh hakkında ancak aklını yitirmiş, hikmetten nasibini almamış, dalâlete ve şeytanın tuzağına düşmüş kişiler olumsuz sözler söyleyebilir. Avâmın bile tekfirle itham edilmesi mümkün değilken nasıl olur da böylesi yüce bir kimseye küfür isnâd edilebilir!

Nitekim başta Sahîh‐i Müslim olmak üzere bir çok hadis kitabında rivayet edildiği üzere Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bir kimse müslüman kardeşini küfürle itham ederse içlerinden birisi mutlaka kâfir olur.”23 Başka bir rivâyette ise “Bir kimse müslüman kardeşine ‘kâfir’ diye hitap eder‐ se içlerinden birisi mutlaka kâfir olur”24 buyurmuştur. Yine diğer bir rivâyette “Bir kimse babasını bildiği halde başkasının oğlu olduğunu iddia ederse küfre düşer. Kendisinde olmayan bir şeyi varmış gibi söyleyen bizden değildir, cehennemdeki yerini hazırlasın. Ve kim de müslüman kardeşinin kâfir olduğunu iddia eder yahut ona Allah düşmanı diye hitap ederse ve bu kişi de öyle değilse bu söz sadece kendisine döner”25 buyurmuştur.

İmam Nevevî, Ravzâ adlı eserinin ridde bölümünde şöyle bir hadis rivâyet etmiştir: “Bir kimse, küfrü söz konusu değilken müslüman kardeşine kâfir derse kendisi küfre düşer.”26 Zira bunu yapan İslâm’ı küfürle nitelendirmiş olmaktadır. Bu konudaki rivâyetler çoktur. Sıradan in‐ sanların tekfîr edilmeleri hakkında hüküm böyleyken, avâmın tekfir edil‐ mesinin nasıl bir hükmü gerektirdiğini sen düşün! Küfürleri söz konusu olmadığı halde evliyâullahı tekfîr eden ve insanları onlardan uzaklaştırmaya ve nefret ettirmeye çalışan kişi dünyada ve ahirette rezil rüsvay olur. “Kim benim velime düşmanlık ederse ben de o kişiye savaş ilan ederim.” hadîsi buna delildir.
Bütün bunlardan sonra evliyâullaha dil uzatmaya ve onların değerlerine leke sürmeye ancak takvânın kokusun koklamamış ve elinde sağlam bir delili olmayan kişiler cüret edebilir. Şiirde de geçtiği üzere “Şayet nezle isen miskin güzel kokmadığını söylemen doğru değildir” Eğer duygularında bir problem varsa ehli olanla münakaşa etme, sen hilali göremiyorsan görene itimat et.

Diğer taraftan avurdlarını doldura dolduran ileri geri konuşan vâizlerin kendileri pislik içinde bulundukları hâlde insanların ayıplarıyla meşgul olduklarını görürsün. Onları nefret ve vesvese bürümüştür. Yaptıkları kötülüklerin iyi olduklarını zannettiklerinden kendi ayıplarını göremezler. Yalan, kibir ve gurur elbisesini giymiş kişilere benzerler. Böyleleri bırakın ilmin nihayetini, daha başlangıcını bile bilmezler, ilimden tamamen uzaktırlar. Mevzû hadisler ve uydurma hikayeler anlatırlar. Cehâlet ve yalanla‐ rını tefsir olarak kullanırlar. Ehil olmamalarına rağmen Kur‘ân‐ı Kerîm ve hadîsler hakkında konuşmaya ve manasını değiştirmeye cesaret ederler. Halbuki Peygamberimiz “Kim bana yalan isnat ederse cehennemdeki yerini hazırlasın”27 buyurmuştur.

Şeyhi küfürle itham eden ve hakkında ileri geri konuşan bu aptal insanlar ne kadar kötü duruma düşmüşlerdir. İşledikleri günahlar yetmiyormuş gibi bir de değerli insanların şerefiyle oynuyorlar. Ah onları bu duruma düşüren şeyi bir bilsem! Bence kendilerini ön plana çıkarmak ve zamanımızdaki mutasavvıflara dil uzatabilmek için böyle yapmakta ve şeyhi tekfîr etmeyi bu hususta bir fırsat olarak kullanmaktadırlar. Şeyhin bereketiyle Allah onları zelil kılsın ve perişan etsin.28 Bütün bunlardan sonra denilebilir ki şeyh hakkında bu şekilde konuşanlara şerîata göre muamele edilmeli, örfe göre ne gerekiyorsa öyle davranılmalıdır.”29

11. Abdurrahman el‐Makâbırsî (ö.954/1547)

İbnü’l‐Arabî’nin Ankâü muğrib ve ed‐Duâü’l‐mahtûm adlı eserlerine şerh yazan Makâbırsî’nin şeyh hakkında verdiği fetvâ şöyledir:
“Ey kardeşim bilmelisin ki, başta Arap ve Acem ülkeleri olmak üzere birçok beldede dört hatta altı mezhebe mensup âlimler ittifakla İbnü’l‐ Arabî’yi övmüş, ilminin ve velâyetinin yüceliğini dile getirmişlerdir. Bu âlimlerden bir tanesi bile onun velâyetini kabul etmiş olsa hüccet olarak yeterlidir. Zira onlar hidâyetin önderleri olup sözleri delil olarak kabul edilmektedir. Bu âlimlere göre insanların önderi, zamanın sahibi ve asrın hatibi Muhyiddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. el‐Arabî et‐Tâî el‐ Hâtemî’dir. Şeyhi zemmeden veya ona noksanlık nispet eden kişi aklın ve naklin ölçüsünden uzaklaşmış, şeyhin fâcir olduğunu söyleyen ise ateşten bir gemle gemlenmiş demektir.

İbnü’l‐Arabî, ahyâr ve ebrârdan olup sırların sahibi ve nurların kaynağıdır. Kudüs’te ikamet eden şeyhim ve üstadım Ahmed b. Kelef bana şöyle anlatmıştı: “Zamanın kutbu Şeyh Muhyiddin Konya’ya geldiğinde sultan ona “Günümüzde tasarrufu Hz. İbrahim’in tasarrufu gibi olan ve onun sıfatlarıyla vasıflanan kimse var mıdır? Zira ateş onun için soğuk ve selamet olmuştu.” diye sordu şeyh “Evet vardır” buyurdu. Bunun üzerine sultan “Şayet böyle biri varsa sen onlardan olmalısın, bana bunu göster” dedi. Şeyh de “Emredin sahrada odun toplansın ve yakılsın. Size Allah’ın sırla‐ rından birini göstereyim” diye cevap verdi. Büyük bir ateş yakıldı. Halk toplandı ve ateşin kendilerine ulaşmasından korkarak uzak bir yere oturdular. Sultanın güzel yüzlü bir oğlu vardı. Onunla birlikte geldi ve oturdu.

Sonra şeyh geldi ve vecd hâline girdi. Üzerinde bir gömlek vardı. Sultanın oğlunu kaptığı gibi onunla birlikte ateşin içine girdi. Kimse bir şey söylemeye ve çocuğu kurtarmaya cesaret edemiyordu. Ateşin içinde yaklaşık bir saat kaldılar. Sonra şeyh yanında çocukla birlikte ateşten çıktı. Çocuğun elinde mevsimi olmadığı halde bir gül vardı. Bırakın şeyhi çocuğa bile ateş zarar vermemiş; alevleri sönerek tıpkı Hz. İbrahim’de olduğu gibi soğuk ve selâmete dönüşmüştü. Nitekim bunun delili de âhirette cehennemin müminlere “Ey mümin çabuk geç nurun ateşimi söndürüyor.”30 diyecek olmasıdır.

İbnü’l‐Arabî hakkında anlatılan bu hikaye onun bir kerameti olup bana yalan söylemeleri tevâtüren mümkün olmayan şeyhler tarafından bildirilmiştir. Bunlar arasında Acem diyarı şeyhlerinden Ahmed b. Kelef ve Hasan b. es‐Suyûfî bulunmaktadır ki, bu zât kutbiyet dercesine ulaşmış olup hem insanlara hem de cinlere hükmetmekte idi. Çünkü kutbiyet derecesine ulaşan aynı zamanda cinlere de hükmeder ki, İbnü’l‐Arabî de böyleydi. Bütün bunlar şeyhin ilminin üstünlüğüne ve velâyetinin yüceli‐ ğine işaret eder. Şeyh pek çok ilme dair eserler tasnif etmiştir ki bunlar arasında özellikle Ankâü muğrib ve ed‐Dü‘âü’l‐mahtûm ‘ale’s‐sirri’l‐mektûm, ancak keşf ve sır ehlinin anlayabileceği inceliklerle dolu eserlerindendir. Bu mertebeye ulaşamayanlar ise hayvanlar gibi hatta onlardan daha aşağıdırlar.

Şu halde İbnü’l‐Arabî’nin kusurlu olduğunu söyleyen kimsenin tevbe et‐ mesi gerekir. Eğer söylediğinde ısrar ederse, kınanır, şâhitliği kabul edilmez, doğruluk vasfını yitirir ve rivâyet ettiği şeylere değer verilmez. Daha da ileri giderek şeyhe ve ona tabi olanlara sövmeye kalkar, onları küfür ve dalâletle itham ederse kendisi küfre düşer. Zira gerek daha evvel gerekse yaşadığımız dönemde şeyhin faziletini dile getiren ve onun yolunu tutanlar sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar arasında şeyhlerimizden Şeyh Muhammed b. Davud el‐Bâzilî el‐Hamevî, İbnü’s‐Suyûfî el‐Halebî adıyla tanınan Hafız Hasan b. Ali b. Cemâleddin b. el‐Muhtâr, Kudüs’te mücavir olarak yaşayan Şeyh Ahmed b. Kelef, Şemseddin el‐Cevcerî, Kemâl eş‐ Şerîfî, Mısır bölgesinin şeyhi Kadı Zekeriya, Ahmed b Atâullah el‐ İskenderî, el‐Yâfi‘î, Şeyh Ulvân b. Atiyye el‐Hamevî, Seyyid Ali b. Meymûn el‐Mağribî, Şeyh Abdulvehhâb el‐Hindî, Ahmed eş‐Şâbî et‐ Tebâsî, Seyyid Urfe, Şeyh Muhammed b. Arrâk bulunmaktadır. Muhyiddin İbnü’l‐Arabî’yi tasdik edenler onu sevenler ve onun yoluna tabi olanlardır.

Zikredilen bütün bu âlim ve âriflere rağmen şeyh gibi din imamlarını, hidâyet önderlerini ve İslâm’ı aydınlatanları küfürle itham eden akılsız câhil kimse, söylediğinden dolayı küfre düşer. Aynı zamanda bidatçi, melun ve ilahî rahmetten mahrumdur. Ondan tevbe etmesi istenir. Eğer tevbe eder, söylediklerinden vazgeçer ve pişman olursa, Allah tevbesini kabul edebilir. Fakat söylediklerinde ısrar ederse dini yaralamış olur.”31

12-Kemalpaşazâde (ö.940/1534)

Asıl adı Şemseddin Ahmed’dir. Şehzâde Bâyezid’e (II. Bâyezid) lalalık yapan büyük babası Kemal Paşa’ya nispetle Kemalpaşazâde veya İbn Kemal diye anılır. Önceleri askerî sınıfta görev alan Kemalpaşazâde yaşadığı bir olay sebebiyle bu görevini bırakmış ve ilmiye sınıfına intisap etmiştir. Kısa zamanda müderrislik, kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislamlık mertebelerini elde etmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında Edirne kadılığı, Anadolu kazaskerliğine ve Zenbilli Ali Efendi’nin vefatından sonra da şeyhülislamlık makamına getirilmiştir.

Kemalpaşazâde hadis, tefsir, fıkıh gibi dinî ilimler başta olmak üzere tarih, edebiyat, felsefe, dil ve tıp alanlarında eser vermiş çok yönlü bir âlimdir. İlmî ihâtası, muhâkeme ve münâzara kudreti, dinî meseleleri çözme ve fetvâ verme konusundaki kabiliyetinden dolayı “müftü’s‐sakaleyn / insanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla anılmıştır. İbnü’l‐Arabî hakkında verdiği olumlu fetvâ Yavuz Sultan Selim üzerinde etkili olmuş, padişah, Mısır dönüşünde dört ay kadar kaldığı Dımaşk’ta İbnü’l‐Arabî’nin kabri üzerine bir türbe, cami ile imâret yaptırmıştır ve türbenin girişine Kemalpaşazâde’nin şeyh hakkındaki aşağıdaki fetvasını yazdırmıştır.32

ﺑﺴﻢ ﺍﷲ ﺍﻟﺮﲪﺎﻥ ﺍﻟﺮﺣﻴﻢ

ﺍﳊﻤﺪ ﳌﻦ ﺟﻌﻞ ﻋﺒﺎﺩﻩ ﻣﻦ ﺍﻟﻌﻠﻤﺎﺀ ﺍﶈﻠﺼﲔ، ﻭ ﻭﺭﺛﺔ ﺍﻷﻧﺒﻴﺎﺀ ﻭﺍﳌﺮﺳﻠﲔ، ﻭﺍﻟﺼﻼﺓ ﻭﺍﻟﺴﻼﻡ ﻋﻠﻰ ﳏﻤﺪ ﺍﳌﺒﻌﻮﺙ ﻹﺻﻼﺡ ﺍﻟﻀﺎﻟﲔ ﻭﺍﳌﻀﻠﲔ، ﻭ ﻋﻠﻰ ﺁﻟﻪ ﻭﺃﺻﺤﺎﺑﻪ ﺍﺠﻤﻟﺪﻳﻦ ﻹﺟﺮﺍﺀ ﺍﻟﺸﺮﻉ ﺍﳌﺒﲔ.

ﻭ ﺑﻌﺪ، ﺍﻳﻬﺎ ﺍﻟﻨﺎﺱ ﺍﻋﻠﻤﻮﺍ ﺃﻥ ﺍﻟﺸﻴﺦ ﺍﻷﻋﻈﻢ، ﺍﳌﻘﺘﺪﻯ ﺍﻷﻛﺮﻡ، ﻗﻄﺐ ﺍﻟﻌﺎﺭﻓﲔ، ﻭ ﺇﻣﺎﻡ ﺍﳌﻮﺣﺪﻳﻦ، ﳏﻤﺪ ﺑﻦ ﻋﻠﻲ ﺑﻦ ﺍﻟﻌﺮﰊ ﺍﻟﻄﺎﺋﻲ ﺍﳊﺎﲤﻲ ﺍﻷﻧﺪﻟﺴﻲ، ﳎﺘﻬﺪ ﻛﺎﻣﻞ، ﻭﻣﺮﺷﺪ ﻓﺎﺿﻞ، ﻟﻪ ﻣﻨﺎﻗﺐ ﻋﺠﻴﺒﺔ، ﻭﺧﻮﺍﺭﻕ ﻋﺎﺩﻳﺔ، ﻭﺗﻼﻣﻴﺬﻩ ﻛﺜﲑﺓ ﻣﻘﺒﻮﻟﺔ ﻋﻨﺪ ﺍﻟﻌﻠﻤﺎﺀ، ﻓﻤَﻦ ﺃﻧﻜﺮﻩ ﻓﻘﺪ ﺃﺧﻄﺄ، ﻭ ﺇﹺﻥ ﺃﺻﺮَّ ﰲ ﺇﻧﻜﺎﺭﻩ ﻓﻘﺪ ﺿﻞﹶّ، ﳚﺐ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺴﻠﻄﺎﻥ ﺗﺄﺩﻳﺒﻪ ﻭﻋﻦ ﻫﺬﺍ ﺍﻻﻋﺘﻘﺎﺩ ﲢﻮﻳﻠﻪ، ﺇﺫ ﺍﻟﺴﻠﻄﺎﻥ ﻣﺄﻣﻮﺭ ﺑﺎﻷﻣﺮ ﺑﺎﳌﻌﺮﻭﻑ ﻭﺍﻟﻨﻬﻲ ﻋﻦ ﺍﳌﻨﻜﺮ، ﻭﻟﻪ ﻣﺼﻨﻔﺎﺕ ﻛﺜﲑﺓ، ﻣﻨﻬﺎ: "ﻓﺼﻮﺹ ﺣﻜﻤﻴﺔ" ﻭ "ﻓﺘﻮﺣﺎﺕ ﻣﻜﻴﺔ". ﺑﻌﺾ ﻣﺴﺎﺋﻠﻬﺎ ﻣﻌﻠﻮﻡ ﺍﻟﻠﻔﻆ ﻭﺍﳌﻌﲎ، ﻭﻣﻮﺍﻓﻖ ﻟﻸﻣﺮ ﺍﻹﳍﻲّ ﻭﺍﻟﺸﺮﻉ ﺍﻟﻨﺒﻮﻱ، ﻭﺑﻌﻀﻬﺎ ﺧﻔﻲ ﻋﻦ ﺇﺩﺭﺍﻙ ﺃﻫﻞ ﺍﻟﻈﺎﻫﺮ ﺩﻭﻥ ﺃﻫﻞ ﺍﻟﻜﺸﻒ ﻭﺍﻟﺒﺎﻃﻦ، ﻓﻤﻦ ﱂ ﻳﻄﹼﻠﻊ ﻋﻠﻰ ﺍﳌﻌﲎ ﺍﳌﺮﺍﻡ ﳚﺐ ﻋﻠﻴﻪ ﺍﻟﺴﻜﻮﺕ ﰲ ﻫﺬﺍ ﺍﳌﻘﺎﻡ ﻟﻘﻮﻟﻪ ﺗﻌﺎﱃ: ﴿ﻭَﻻﹶ ﺗَﻘﹾﻒُ ﻣَﺎ ﻟﹶﻴْﺲَ ﻟﹶﻚَ ﺑﹺﻪِ ﻋِﻠﹾﻢٌ ﺇﹺﻥﱠ ﺍﻟﺴﱠﻤْﻊَ ﻭَﺍﻟﹾﺒَﺼَﺮ ﻭَﺍﻟﹾﻔﹸﺆَﺍﺩ ﻛﹸﻞﱡ ﺃﹸﻭﻟﹶﺌِﻚَ ﻛﹶﺎﻥ ﻋَﻨْﻪُ ﻣَﺴْﺌﹸﻮﻻﹰ﴾ ﻭﺍﷲ ﺍﳍﺎﺩﻱ ﺇﱃ ﺳﺒﻴﻞ ﺍﻟﺼﻮﺍﺏ، ﻭﺇﻟﻴﻪ ﺍﳌﺮﺟﻊ ﻭﺍﳌﺂﺏ.

ﺣﺮﺭﻩ ﺍﻟﻔﻘﲑ ﺍﲪﺪ ﺑﻦ ﺳﻠﻴﻤﺎﻥ ﺑﻦ ﻛﻤﺎﻝ ﻋﻔﻰ ﻋﻨﻪ ﺍﳌﻠﻚ ﺍﳌﺘﻌﺎﻝ.33

Bismillahirrahmânirrahîm

Kulunu ihlaslı âlimlerden ve peygamberler ve resullerinin vârislerinden kılan Allah’a hamd olsun. Salât, sapıtan ve saptıranların ıslahı için gönderilen Muhammed’e ve apaçık nurlu şeriatı uygulamaya çalışan onun yakınlarına ve ashabına olsun.

Ey  insanlar!  Biliniz  ki,  büyük  şeyh,  değerli  önder,  âriflerin  kutbu, muvahhidlerin imamı Endülüslü Hâtem Tayy kabilesinden Muhammed b. Arabî, kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşiddir. Şaşılacak menkıbeleri, olağan üstü hâlleri/kerametleri ve âlimler nezdinde makbul pek çok talebesi bulunmaktadır.

Onu inkâr eden hata etmiştir; inkârında ısrar ederse, dalâlete düşmüş olur. Bu durumda sultana gereken onu terbiye etmesi ve inancından çevirmesidir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötüden menetmekle memurdur.

İbnü’l‐Arabî’nin birçok eseri vardır; Fusûsu’l‐hikem ve el‐Fütühâtü’l‐ Mekkiyye bunlardandır. Bu eserlerde yer alan meselelerin bir kısmının sözü ve mânâsı açık, ilâhî buyruğa ve şer‘‐i nebeviyyeye uygundur. Bir kısmı ise zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup keşf ve bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Şeyhin merâmını anlamayana bu durumda susmak düşer.

Zira Allah Teâlâ: “İlmin olmadığı şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur.”34 buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür, dönüş ve varış O’nadır.

Bu fetvâyı Ahmed b. Süleyman b. Kemâl yazmıştır. Yüce Melîk onu affetsin.”
Daha önce de belirttiğimiz üzere Seyyid Ârif Muhammed b. es‐Seyyid Fazlullah el‐Hüseynî adındaki zât, Kemalpaşazâde’nin şeyh hakkında müdâfaa amacıyla verdiği fetvâya hazmedemeyerek reddiye sadedinde bir risâle kaleme almıştır ki, ona göre Şeyhülislâm’ın şeyhle ile ilgili verdiği hüküm tamamen yanlıştır. Zira Kemâlpaşazâde’nin elinde İbnü’l‐Arabî’nin büyük bir şeyh, âriflerin kutbu ve muvahhidlerin imamı olduğuna dair ne aklen ne de naklen geçerli hiçbir delil bulunmamakta, aksine eserlerinde tevili asla mümkün olmayan şerîata muhalif bir çok söz yer almaktadır.

Dolayısıyla âlimlerden bir kısmının onun hakkında hüsn‐i kabul göstermesi yeterli değildir. Hüseynî, şeyhin tevil edilmesi mümkün olmayan görüşlerine örnek verirken onun Vâcibü’l‐Vücûd ile mümkinâtın aynı olduğunu iddia ettiğini, velîlerin sonuncusu (hatmü’l‐evliyâ) olarak nebîlerin sonuncusunun (hatmü’l‐enbiyâ) ve diğer velîlerin kendisinden istimdâd dilediklerini söylediğini ileri sürer.Halbuki İbnü’l‐Arabî’nin sisteminde Varlık ile eşya arasında bir aynîleştirmenin olmadığı, Hak ile halk ayırımının bâriz bir şekilde yapıldığı, nübüvvet ve velâyet mukâyesesinde hangi mertebede olursa olsun bir velînin nebîden asla üstün olamayacağının belirtildiği ortadadır.

Yine Hüseynî’ye göre İbnü’l‐Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid olarak tanımlanamaz. Buna sebep olarak da hadis ehlinin sikâ olmayışı sebebiyle ondan nakilde bulunmamasını ve dolayısıyla da ictihâd şartlarına hâiz olmamasını görür. Şerî hususlarda yetersiz olanın yahut bu konuda aleyhinde delil bulunan bir kimsenin mânen irşâd edemeyeceğini, ona nispet edilen menkıbe ve olağanüstü hâllerin uydurma olup sahih senetlere dayanmadığını ileri sürer. Ancak meseleyi bir muhaddis gözüyle değerlendiren ve sûfîlerin bu konudaki metotlarını göz ardı eden kimsenin böyle bir sonuca ulaşması kaçınılmazdır.

Öyle ki Hüseynî, İbnü’l‐Arabî’nin tanınan en meşhur öğrencisi Sadreddin Konevî’nin şeyhinden daha zındık olduğunu, onun fikir ve görüşlerine değer veren âlimlerin dalâlete düştüklerini söylemekten kendini alamaz. Halbuki Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî’nin, Konevî’nin Miftâhu’l‐gayb adlı eserine şerh yazdığı, yine Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine Ahmed İlâhî ve Kudbüddinzâde İznikî’nin bu eseri şerh ettikleri bilinen bir husustur.

Meseleye bu zâviyeden bakınca Hüseynî, İbnü’l‐Arabî’yi inkâr edenlerin, dinî müdâfaa etme ve Müslümanları, ilhâda düşmüş olanların fikirlerinden koruma gibi büyük bir vazifeyi üstlendiklerine inanır. Dolayısıyla bunu yapan kimse Şeyhülislâm’ın dediği gibi hata edip dalâlete düşmeyeceğinden sultan tarafından cezalandırılamaz. Eğer sultan böyle bir yanlışa düşerse, Kur’ân’ın mahluk olduğunu söyleyen Halife Me’mûn’dan daha kötü bir duruma düşmüş, insanları bidat ve zındıklığa davet etmiş olacaktır.

Öte yandan Hüseynî’ye göre İbnü’l‐Arabî’nin eserlerinde anlaşılması güç ve zâhir ehline kapalı olan sözleri birer hile ve aldatma olup kendi bâtıl fikirlerini gizlemek için kullandığı bir yoldur. Dolayısıyla Fusûsu’l‐Hikem ve el‐Fütühâtü’l‐Mekkiyye gibi eserlerin sadece ehli tarafından anlaşılabileceğini söylemek kandırmadan başka bir şey değildir. Zira ona göre zâhiri apaçık küfür olan sözlerin bâtınındaki mânâların ne derecede doğru olduğuna bakmak gereksizdir.35

Buna benzer tenkitlere karşı ise İbnü’l‐Arabî’yi müdâfaa edenlerin ver‐ dikleri fetvâlarda vardıkları sonuçlar şöyle sıralanabilir:

1. İbnü’l‐Arabî, hem ilmen hem de hâlen bir şeyh, zahiren ve batınen ha‐ kikat ehlinin imamı olarak tasavvufa ait hususları her yönüyle yaşamıştyır. Dinî ilimlerdeki bilgisi sebebiyle müctehid, amel ve hâli itibariyle tarîkat ehlinin mürebbîsi, tevhîd erbâbının önderi ve şeyhlerin şeyhidir (şeyhu’ş‐şuyûh). Kesbî ve vehbî ilimlere sahiptir. Ahyâr ve ebrâr ehlinden olup ilahî sırların sahibi ve rabbânî nurların kaynağıdır. Zamanının kutbu, hidâyet önderi ve İslâm’ın güneşidir. Değeri ve yüceliği ifade edilemeyecek kadar büyük olup tasarrufu ve duâsının bereketi yedi kat gökyüzüne ulaşmakta ve âfâkı doldurmaktadır. Rüzgarların etkileye‐ mediği büyük bir bulata, sahili olmayan engin bir denize benzer.

2. Şeyhin eserleri, tükenmek bilmeyen bir hazîne olup ilâhî cevherlerle doludur. Bu eserleri ancak itikadı sağlam ve irfânî bilgiye kâbiliyeti olanlar okuyup anlayabilir. Ehli olmayanların ise okuması câiz değildir. Daha evvel hiç kimseye onun eserlerine benzer kitaplar yazmak nasip olmamıştır. Bu eserleri okuyan ve mütâlaaya devam edenler, dinî konularda çözülmesi zor olan hususları ve problemleri rahatlıkla çözdüklerini görmüşlerdir.

3-İbnü’l‐Arabî’nin eserlerinde kullandığı ifadeler önceki sûfîlerin sözle‐ rinden farklı değildir. Sözlerinin zâhiri değil bâtını dikkate alınmalı, ıstılâhî anlamları göz önünde bulundurularak buna göre tevil edilmelidir. Zira sûfîler kullandıkları bazı lafızları zâhirî manâlarının dışında kendi aralarında oluşturdukları ıstılâhî anlamlarıyla kullanmışlardır. Şeyhi eserlerindeki görüşlerinden ötürü ta‘n edenler bu husûsu göz ardı eden yahut kastedilen mânâyı hiç anlayamayanlardır. Bu nedenle şeyhin görüşleri hulûl ve ittihâd olarak değerlendirilemez. Nitekim Kur’ân‐ ı Kerîm ve hadîslerde zâhirine inanmakla birlikte tevil edilmesi gereken müteşâbih bir çok ifâdenin varlığı bilinmektedir.

4-Dinî hükümler açısından küfrünü açıkça beyan etmeyen veya küfre düştüğü net delillerle sabit olmayan birisini küfürle itham etmek, itham eden kişiyi küfre düşürür. Dolayısıyla İbnü’l‐Arabî’yi tekfîr etmek küfürdür, ona sövmek fısktır, buğz etmek Hak’tan uzaklaşmaktır, küçümsemek dinden dönmektir (ridde).

5-Öte yandan İbnü’l‐Arabî’yi tekfir etmek demek onun velâyetine inanan sultanları, şeyhülislâm ve kadıları, âlim ve sufîleri alaya almak ve tekfir etmek demektir. Şeyh‐i Ekber yaşadığı dönemde idâreciler tarafından saygı gördüğü gibi sonrasında da bu saygı devam etmiş, eserleri okunmuş ve sultanlar tarafından tercüme ettirilmiştir. Nitekim Yavuz Sultan Selim’in Şam bölgesini fethinde şeyhin kabrini buldurup burada türbe ve tekke inşa ettirdiği, Sultan III. Murad’ın Fusûsu’l‐Hikem’i Nev‘î’ye tercüme ettirip bu tercümenin ismini bizatihi kendisinin koyduğu tarihî bir gerçektir.

Ayrıca şeyhin yüce bir velî olduğuna inan bir çok âlim ve sûfî bulunmaktadır ki, bunlar arasında Şeyh Tâceddin b. Atâullah, Şeyh Abdullah el‐Yâfi‘î, Şeyh Abdülkâdir el‐Ebbâr, İbn Abdüsselâm, İsmail eş‐Şirvânî el‐Acemî, Şihâbüddin Ahmed b. Abdülgaffâr el‐Mısrî, Ebû Bekir el‐Ömerî el‐Acemî, Şeyh Muhammed b. Davud el‐Bâzilî el‐ Hamevî, İbnü’s‐Suyûfî nisbesiyle tanınan Hafız Hasan b. Ali b. Cemâleddin b. el‐Muhtâr, Kudüs’te mücavir olarak yaşayan Şeyh Ahmed b. Kelef, Şemseddin el‐Cevcerî, Kemâl eş‐Şerîfî, Mısır bölgesinin şeyhi Kadı Zekeriya, Şazelî şeyhlerinden Ahmed b Atâullah el‐ İskenderî, Ali b. Meymûn el‐Mağribî, onun halîfelerinden Ulvân b. Atiyye el‐Hamevî ve Muhammed b. Arrâk, Şeyh Abdulvehhâb el‐ Hindî, Ahmed eş‐Şâbî ve Seyyid Urfe gibi âlim ve şeyhler yer almakta‐ dır.

6-İbnü’l‐Arabî’yi tekfîr edenler sonradan şeyh hakkında söylediklerini tevil etmeye çalışsalar da kabul edilmez. Yaptıklarından pişman olup tevbe etmeleri gerekir. Eğer ithamlarında ısrar ederlerse şahitlikleri kabul edilmez, doğruluk vasıflarını yitirirler. Bununla birlikte tevbe etmeleri de yeterli değildir. Zira şeyhe iftira etmiş, gıybetini yapmış ve kul hakkına girmişlerdir.

7-İbnü’l‐Arabî’yi küfür ve dalâletle itham edenler bunun bir ibadet oldu‐ ğunu zannetmektedirler. Halbuki yaptıkları tâat görüntüsü altında gü‐ nahtan başka bir şey değildir. Aksine onlar bu davranışlarıyla küfür ve dalâlete düşmekte, İslâm dâiresinden çıkmaktadırlar. Nefislerini helâk etmekle kalmayıp hadiste belirtildiği üzere “Kim benim dostuma düşmanlık ederse ben de o kişiye savaş ilan ederim” sözün hükmüne dâhil olmuşlardır. Şeytanın yandaşı olduklarından Allah ve Resûlü’nün gazabına uğrar ve ilâhî rahmetten mahrum kalırlar.

8-Vâiz olarak geçinen, kendileri günah ve kötülük içinde yüzerken başkalarının hatalarıyla meşgul olan bu kişileri kin ve nefret bürümüştür. Şeyhe dil uzatmalarının sebebi kendilerini ön plana çıkarmak, şöhret ve dünyalık elde etmektir. Ayrıca bu sayede tasavvuf ehlini kötülemek için bir fırsat elde ettiklerini düşünmektedirler. Halbuki böyle kişiler, ilim ve hikmetten nasibini almamış, cehâlet karanlığında yüzen, âyet ve hadislerin mânâlarını değiştiren ve hakikat diye insanlara uydurma hikayeler anlatan akılsız bir güruhtur.

9-Aynı şekilde böyle vâizleri dinleyenler de iyi bir şey yaptıklarını ve sevap kazandıklarını zannetmektedirler. Halbuki şeyh hakkında bilgi sahibi olmadıklarından vâizlerin söylediklerinin ne derece doğru olup olmadığını tespit etmekten uzaktırlar. Bu durumda yapacakları en güzel şey bu tür vâizlerden uzak durmak, meclislerine katılmayarak onların suç ortağı olmaktan ve görecekleri muameleden kurtulmaktır.

İdârecilere düşen görev, bu gibi kimselere fırsat vermemek, halka vaaz ve nasihatte bulunmalarını engellemek ve onlara dine ve örfe göre gerekli olan cezayı vermektir.

Yazıyı aldığım yer:http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/236937020_23.16.pdf

Dipnotlar:

1-Bk. Osman Yahya, Histoire Et Classification De L’Œuvre D’Ibn ‘Arabî, Institut Français De Damas, Damas 1994, s. 114‐135.

2-Yusuf Şevki Yavuz, “Beyzâvî”, DİA, c. 4, ss. 100‐103.

3- Süleymaniye Kütüphanesi Nâfiz Paşa bölümündeki 685 numaralı yazmada fetvânın, Tefsir ve Tavâli‘ sahibi Kadı Beyzâvî tarafından kaleme alındığı belirtilmektedir. Bk. Süleymani‐ ye Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 2b‐3a. Fetva ile ilgili ayrıca bakınız; Süleymaniye Ktp., Hâ‐let Efendi, no: 271, vr. 33b‐34a; Lâleli, no: 3720/9; Hacı Mahmud Efendi, no: 2522.
4-Hulûsi Kılıç, “Firûzâbâdî”, DİA, c. XIII, s. 142‐145.
5 -el‐Kehf, 18/65.

6- Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 3a‐b. Bazı eserlerde Ebü’l‐Kâsım el‐Beyzâvî tarafından kaleme alınan fetvâ Firûzâbâdî’ye nispet edilmiştir. Öte yandan Firûzâbâdî’nin fetvâsının içeriğinin Beyzâvî ile benzerlik arzetmesi de dikkat çekicidir. Örneğin bk., Sü‐ leymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 2415, vr. 164b‐165a; Fatih no: 5376, vr. 117b‐ 118b; Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 3b‐4a; İbnü’l‐İmâd, Şezârâtü’z‐zeheb fî ahbâri men zeheb, tahk.: Abdulkâdir Arnaut, Mahmud Arnaut, Dâru İbn Kesîr, Beyrut 1991, c. VII, s. 338.

7-M. Yaşar Kandemir, “İbn Hacer el‐Askalânî”, DİA, c. XIX, ss. 514‐531.

8- Hadisin ilk kısmı İbn Hacer’in Lisânü’l‐Mîzân (Beyrut 1986, c. V, s. 366) adlı eserinde geç‐ mektedir.

9-Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 5a.

10-Abdulkadir Karahan, “Suyûtî”, İA, c. XI, s. 258‐263.

11-Hâfız Şemseddin Muhammed b. Ahmed ez‐Zehebî, Mîzânü’l‐i‘tidâl fî nakdi’r‐ricâl, tahk.: A. Muhammed Muavvaz, A. Ahmed Abdülmevcûd, Dârü’l‐kütübi’l‐ilmiyye, Beyrut 1416/1995, c. VI, ss. 269‐270.

12- Süleymaniye Ktp., Lâleli, no: 1512, vr. 53a.

13- Ebû Yahya Zekeriya el‐Ensârî, Esna’l‐metâlib şerhu ravzi’t‐tâlib, tahk.: M. Muhammed Ta‐ mir, Dârü’l‐kütübi’l‐ilmiyye, Beyrut 1422/2001, c. VIII, s. 295.

14- Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 5b.

15- et‐Tevbe, 9/65.

16- Buhârî, Rekâik, 38.

17- Kaynağı bulunamadı.

18- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 208a‐b.

19-Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 205b‐207b.

20-Hanefî burada söz konusu iki âlimin İbnü’l‐Arabî hakkındaki fetvâlarına yer vermektedir. Ancak biz tekrara düşmemek için bunları yazmaktan kaçındık.

21- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 204b‐205b.

22- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 207b‐208a.

23- Müslim, İman, 111.

24- Buharî, Edeb, 73.

25- Ahmed b. Hanbel, el‐Müsned, V/166.

26- Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref en‐Nevevî, Ravzatü’t‐tâlibîn, tahk.: A. Ahmed Abdülmevcûd‐A. Muhammed Muavvaz, Dâru Âlemi’l‐Kütüb, Beyrut 1423/2003, c. VII, s. 284‐285.

27-Müslim, Mukaddime, 3.

28- Burada uzunca beddua cümleleri yer almaktadır.

29- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 209a‐211a.

30-Taberânî, el‐Mu‘cemü’l‐kebîr, c. XXII, s. 258.

31- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 1318, vr. 211a‐213a.

32-Şerafettin Turan, “Kemalpaşazâde”, DİA, c. XXV, s. 238‐240; Mustafa Tahralı, “Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye Tesirleri”, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV Yay., Ankara1996, s. 69‐78

33- Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, no: 3743 vr. 12b; 3565, vr. 2b; Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 4a‐b

34-el -İsra,17/36

35-Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: 2680, vr. 71b‐74b; Kemalpaşazâde’nin fetva‐ sıyla ilgili bir değerlendirme için ayrıca bakınız, Atay, Hüseyin, “İlmî Bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemal Paşazâde’nin Muhyiddin b. Arabi Hakkındaki Fetvası”, Şeyhülislam İbn Kemâl Sempozyumu, TDV Yay., Ankara 1989, s. 218‐229.

Kaynakça
Atay, Hüseyin, “İlmî Bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemal Paşazâde’nin Muhyiddin b. Arabi Hakkındaki Fetvası”, Şeyhülislam İbn Kemâl Sempozyumu, TDV, Ankara 1989.


Ensârî, Ebû Yahya Zekeriya, Esna’l‐metâlib şerhu ravzi’t‐tâlib, (tah. M. Muhammed Tamir), Dârü’l‐kütübi’l‐ilmiyye, Beyrut 1422/2001.



İbn Hacer, Lisânü’l‐Mîzân, Müessesetü’l‐âlemî, Beyrut 1986.


İbnü’l‐İmâd, Şezârâtü’z‐zeheb fî ahbâri men zeheb, (tah. Abdulkâdir Arnaut‐Mahmud Arnaut), Dâru İbn Kesîr, Beyrut 1991.



Kandemir, M. Yaşar, “İbn Hacer el‐Askalânî”, DİA, c. XIX, s. 514‐531. Karahan, Abdulkadir, “Suyûtî”, İA, c. XI, s. 258‐263.



Kılıç, Hulûsi, “Firûzâbâdî”, DİA, c. XIII, s. 142‐145.


Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, Ravzatü’t‐tâlibîn, (tah. A. Ahmed Abdülmevcûd‐A. Mu‐ hammed Muavvaz), Dâru Âlemi’l‐Kütüb, Beyrut 1423/2003.


Osman Yahya, Histoire Et Classification De L’Œuvre D’Ibn ‘Arabî, Institut Français De Damas, Damas 1994.


Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1318, vr. 204a‐213a; nr. 3743 vr. 12b; 3565, vr. 2b; Hacı Mahmud Efendi, nr. 2415, vr. 164b‐165a; nr. 2680, vr. 71b‐74b; Fatih nr. 5376, vr. 117b‐ 118b; Lâleli, nr. 1512, vr. 53a; Nâfiz Paşa, nr. 685, vr. 2b‐5b; Hâlet Efendi, nr. 271, vr. 33b‐ 34a.


Tahralı, Mustafa, “Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye Tesirleri”, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, Ankara1996, s. 69‐78.



Turan, Şerafettin, “Kemalpaşazâde”, DİA, c. XXV, s. 238‐240. Yavuz, Yusuf Şevki, “Beyzâvî”, DİA, c. VI, s. 100‐103.



Zehebî, Hâfız Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Mîzânü’l‐i‘tidâl fî nakdi’r‐ricâl, (tah. A. Mu‐ hammed Muavvaz‐A. Ahmed Abdülmevcûd), Dârü’l‐kütübi’l‐ilmiyye, Beyrut 1416/1995.
Devamını Oku »

Muhyiddin İbn Arabi'den Hikmetli Sözler



Sınırlandırılamayanın sınırı hakkında soru soran biri cahildir.Sen O'nun neticeleriyle ve eserleriyle cevap ver,alim olursun.

-------

Perde açıldığı zaman her şey olduğu gibi açığa çıkar. Bunun neticesinde; bilen rahat eder, cahil ise büyük bir hüsrana uğrar. O halde ölümden önce ilim aracılığıyla kendi nefsini idrak et. Çünkü karanlık önündedir ve onda ilminden başka bir ışık yoktur. Amellerinin en şereflisi de ilimdir.

------

Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki öğreten haktır, dolayısıyla kimseye minnet etmemek gerekir. Öyleyse öğrenmeye aracı olana, emir açısından değil fiil açısından teşekkür etmek gerekir. “En eşkur II veli valideyke ileyye’l masîr / Önce bana, sonra da ana babana şükret…dönüş ancak banadır.” (Lokman, 14)

------

Değnek ve dalları birer birer kırmak mümkündür; ama demet haline getirdikten sonra onları kırmaya güç yetiremezsin. O halde birleşin ve birbirinizden ayrılmayın. Bilgi topluluk ve varlık pınarından doğar.

-----

Seni senin için seven herkese güven. Çünkü bu, sahih bir sevgidir.Allah’ın kullarını sevmesi de bu kabildendir. Onları kendileri için seviyor, kendisi için değil.

------

Kainatta olan her şey insana boyun eğdi-rilimiştir, buna rağmen insan inkar eder: “Kutilel in-sanu ma ekfereh/ Kahrolası insan! Ne inkarcıdır!” (Abese, 17)

-------

Sütten saf tereyağından başka bir şey alınmaz. Sen de şeylerin ruhlarını kavramaya çalış. Bal olarak arının kendisi için biriktirdiğinden başkasını alma. İlim şarabından, ayakların çiğnemediği halis olanından başkasını içme. Sulardan sadece yağmur suyunu iç. Çünkü yağmur suyu damlayan bir sudur ve içinde fazladan ilim vardır.

------

İnsan feleğin kutbudur. Direktir insan. Bilmiyor musunuz; insan dünyadan ayrıldığında dünya harap olur,dağlar yerinden ayrılıp dağılır, gökler parçalanır ve yıldızlar sönüp gider.

-------

Bahtiyar o kimsedir ki, halkın içinde hakka bakar; hakkın halk içindeki hükümlerine değil. Eğer mutlu biri ise bundan ayrı bir konumdadır. İmamlarımızdan biri şöyle demiştir: Halka Hakkın gözüyle bakan onlara merhamet eder. ilim gözüyle bakansa onlara buğzeder.

-------

Hak teala mutlak cömerttir; kim O’na gelirse, onu seçer. Kim de O’ndan yüz çevirirse, onu terk eder. Eğer Hakka icabet ederse, Hakla buluşur. Ama yüz çevirmeye devam ederse ve bu durumunu O’na varıncaya, yani bütün varlıkların gittiği yere ulaşıncaya kadar sürdürürse Hakkın kendisinden yüz çevirdiğini görür. Hakkın kendisiyle buluşmasını ister. Ona denir ki:Bu, senin yüz çevirmendir. Bu, senin suretindir. Ama sen onu inkar ediyorsun.

--------

Kim Allah’tan başkasına bakarsa, bu bakışı onu Allah’tan uzaklaştırır. Artık, benim düşmanım başkasıdır,dememelidir. Aksine sen kendinin düşmanısın.

---------

Hakkı idrak etmeyi engelleyen perdeler büyüktürler. Bunların en büyüğü de ilimdir. Çünkü ilim sahibi olunca, O’nu elde ettim, dersin. Herakli-yus peygamberlik bilgisine sahipti, ancak imanı yoktu, bu bilgisi ona fayda sağlamadı. Yahudiler Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gerçek Nebî olduğunu biliyorlardı. Ama bilmeleri onlara fayda vermedi. Nefisleri onun kesin Nebî olduğunu kabul ettiği halde onu inkar ettiler. İblis, Allah’ın emrine uymanın gerekli olduğunu biliyordu, ama emre uymadı ve muvaffakiyetten mahrum kaldı. İlme aldanma, ilimle gururlanma. İlim cehaleti ortadan kaldırır, ama mutluluğu, saadeti sağlamaz. İlme imanın eşlik etmesini sağla, o zaman nur üstüne nur olur. İlmin niçin en büyük perde olduğunu biliyor musun? Çünkü ilim sahibi kimse malumu ilmi oranında görmek ister. Oysa her malum için böyle bir istek tasavvur edilemez. Hakkı bildiğini iddia etmeyen, acizliğini ve muhtaçlığını kabul eden ve her makamda Hakka inanan kimse, O’nu görür. Bu hususta sahih bir hadis vardır. Bu ufukları aydınlatan kıvılcımın ışığında işaret ettiğimiz hakikate dikkat et.

------

Dünya var oldukça mutluluk da yorgunluk ve zahmet de var olacaktır. Burası erime ve ayrışıp arınma yurdudur.Sen, altı gün boyunca dolaşırsın, yedinci günde ebedilik yurduna girersin.

-------

Kendi adını söylemeden önce O’nun adını zikret; o zaman hakkı amaç edinen ve hakkın da kendileriyle ilgilendiği kimselerin divanına yazılırsın.

------

Allah’ın rahmeti, merhamet edenleri nerede olurlarsa olsunlar takip eder, yerin kat kat altında bile olsalar onların arasına sızar.

--------

Eğer Allah’ın kahredici isminden çok az bir şey halkın üzerine musallat olsa, onları tuz buz eder. Oysa Allah’ın muradı bekadır. Beka da rahmete aittir. Nitekim bazı insanlar azapta bile olsalar onları ebedi kılan rahmettir.

-----

O sana şah damarı kadar yakındır; O’ndan başkasına bakma. Eğer O’ndan başkasına bakarsan kendinden başka bir şey göremezsin. Nefsin de O’na karşı bir perdedir; asla O’nu göremezsin.

------

Bil ki, hiçbir göz ve hiçbir akıl yüce Allah’ı ihata edemez. Ancak zayıf vehim, O’nu somutlaştırır, tasavvur eder. Bu durum, bazı akıl erbabı için geçerlidir, ki Allah’ı hayal ettiklerinden ve vehmettiklerinden tenzih etmişlerdir. Sonra tenzihin ardından vehmin ve hayalin etkisi altına girerler ve O’nu orana vurmaya kalkarlar. Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İza messehum taifun mineşşeytani tezekkeru feiza hum mubsirun / Şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’raf, 201)Gerçeği görmekten maksat, aklın
sahih bir delile dayalı olarak ortaya koyduğu tenzihe dönmelidir. Hamd Allah’a hastır.

Allah’ın seninle açtığı ilk kapının senin nefsinin kapısı olduğunu bilir misin? Varlık sahnesine zuhur ettiğin zaman büyüklendin; bunun üzerine seni aç bıraktı, muhtaç kıldı.

-----

Kibirlenen birini gördüğünde ona karşı tevazu göster. Çünkü onun hakikati kulluktur. Böyle yapmakla ona kulluğunu hatırlatırsın. Böylece nefis hesap etmediğin bir taraftan aslına döner ve seni sever. Seni sevdiğinde sana yakın olur. Sana yakın olduğunda sana hizmet etmek ister. Ona hakikati siyasetle dinlet; bir hikaye anlat, tartışma ve diyalog esnasında bir örnek ver. Nefsi mutlaka bundan etkilenir ve gerçeği kabul eder. Bu takdirde onun öğretmeni olursun, reislik ondan sana intikal eder. Sen Allah ile hakikate ermişsin, onu da Allah’a döndürmüş olursun. Allah ancak kendisini bilenlerden alır. Çünkü bilen vermenin adabıyla edeblenmiş olur.

------

Bir makam var; orada zatını cahilliğinle tanıtman gerekir. Tıpkı Efendimiz Aleyhisselâmın buyurduğu gibi:“Ben, Adem oğullarının efendisiyim; ama bunda övünecek bir şey yok.” Çünkü bu sözleriyle Efendimiz (s.a.v.) övünmeyi değil, kendini tanıtmayı kast etmiştir.

--------

Hakkın zikretmesi ve çağırması var, mah-lukatın zikretmesi ve duası var. Sen hakkı zikredersen, O da seni zikreder. Sen: Ya rabbi! dersen, O da: Ey kulum! der. Sen: Bana ver, dersen, O da sana: Bana ver, der. Buna göre ister zikri ister duayı seç. Duaya şu ayette işaret edilmiştir:“Ve evfu biahdî ufi biahdikum / Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaat ettiklerimivereyim.” (Bakara,40) Zikre de şu ayette işaret edilmiştir: ” Fezkurunî ezkurkum/ Öyleyse siz beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)

---------

İsteme; çünkü istemek yazılanı değiştirmez. Ancak isteğin yazılanla ilgili olması başka. O halde kitapta yazılana vakıf ol. O takdirde bir bilgiye dayanarak istemiş olursun. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Edu. Ilallahi ala basiretin ena ve menit’tebeani / Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzere (bir bilgiye dayanarak) Allah’a çağırıyoruz.” (Yusuf, 108)

------

İnsan, alemin ruhu olmasına kanıp, ben ondan şerefliyim, dememelidir. Alem senin kardeşindir. Alem ve insan birbirini bütünler. Anneni ve babanı tanı.

------

Bilmeyen,şeriatın hakikatten farklı olduğunu düşünür. Heyhat! Düşündüğü ne kadar yanlıştır! Aksine hakikat şeriatın aynısıdır. Çünkü şeriat beden ve ruhtan ibarettir. Şeriatın bedeni ilim ve hükümler,ruhu ise hakikattir. Dolayısıyla ortada şeriattan başka bir şey yoktur.

------

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Yetbeullâhu alâ külli kalbin mutekebbirin cebbarin /Allah, büyüklük taslayan her zorbanın (cebbarın) kalbini mühürler.” (Mümin,35) Bunlar Allah’ın isimleri değil mi? Bu isimlerle sıfatlananlar ateşte değiller mi? Ateş perdelenme yeri değil midir?Perdelenme görmemek değil midir? Görmemek de apaçık ziyan değil midir? Öyleyse neden insan rabbine koşmaz, ki rabbi, onun zelil ve fakir nefsini müşahede edip ona cömertçe bağışta bulunsun. Doğru sözlü Resulullah (s.a.v.)in şu sözünü görmedin mi: “Senden sana sığınırım” Ebu Yezid de şöyle demiştir: Dedim ki: Ya Rab! Ne ile sana yaklaşayım? Dedi ki: Ben de olmayanla. Dedim ki: Sen de olmayan nedir? Dedi ki: Zillet ve muhtaçlık.

Ibn Arabi (k.s) - Risaleler 2

Kitsan Yayınları
Devamını Oku »