Münafıklık ve Çeşitleri

Münafıklık ve Çeşitleri

"Nifak" kalpte olursa küfürdür. Eğer amellerde olursa masiyettir. Peygam­ber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dört şey var ki, onlar kimde bulunursa, o ki­şi katıksız münafık olur.

Kimde bunlardan bir tanesi bulunacak olursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet (özellik) bulunur: Kendisine birşey emanet verilirse hainlik eder, konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman ah­dinde durmaz ve tartıştığı zaman da haddi aşar, kötü söz söyler." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[1]  Bu kelimenin türeyişi ile açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/10. ayetin tefsirinde) geçtiğinden burada onları tekrar­lamanın bir anlamı yoktur.

İlim adanılan bu hadisin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Bu hüküm yalan olduğunu bilerek bir söz söyleyen, kendisine bağlı kalması gerektiğine inanmaksızın alıidleşen ve zamanı gelin­ce hainlik etmek için emaneti bekleten kimse hakkında sözkonusudur. Bu görüşün sahipleri senet itibariyle zayıf bir hadis olan şu rivayete dayanırlar.

Ali b. Ebi Talİb, Ebu Bekir ve Ömer'le (Allah hepsinden razı olsun) Rasûlullah (sav)'ın yanından kederli bir şekilde çıkarken karşılaşmış. Hz. Ali: Ne diye sîzi böyle kederli görüyorum diye sorunca, Onlar da: Münafıkların nitelikleriyle ilgili olarak Rasûlullah (sav)'dan işittiğimiz bir hadisten dolayı. (Hadis şudur): "(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman bozar, kendisine bir şey emanet edilirse hainlik eder, söz verirse sözünde dur­maz." Hz. Ali: Peki buna dair ona birşey sormadınız mı, diye sorunca, O­lar: Rasûlullah (sav) dan çekindik, dediler. Hz. Ali: O halde ben ona soraca­ğım, demiş ve Rasûlullah (sav)'ın huzuruna girerek şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, Ebu Bekir ve Ömer yanından üzüntülü bir şekilde çıktılar. 'Daha son­ra da söylediklerini nakletmiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) şöyle buyur­muş: "Ben onlara bir hadis söyledim, ama onların anladıklarını kastetmedim. Ancak münafık kendi kendisine yalan söylediğini bile bile konuştuğu vakit yalan söyleyen, söz verdiğinde kendi kendisine bu sözünde durmayacağını telkin eden, kendisine emanet bırakıldığında içten içe bu emanete hainlik ede­ceğini kararlaştıran kimsedir."[2]

İbnül-Arabî der ki: Bu İşleri kasti olarak işleyenin kâfir olmayacağına da­ir açık deliller vardır. Kişi, ancak Allah'a, sıfatlarına dair hususlardaki bilgi­sizliği, yahut da O'nu yalanlaması ile ilgili bir itikad ile kâfir olur. Şanı yü­ce Allah ise cahillerin inanışlarından ve sapıkların sapmalarından yücedir, mü­nezzehtir.

Bir başka kesim şöyle demektedir: Bu husus Rasûlullah (sav)'m dönemin­deki münafıklara hastır. Onlar, bu konuda Mukatil b. Hayyân'ın, Said b. Cü-beyr'den, onun, İbn Ömer ile İbn Abbas'tan şöyle dediklerine dair rivayeti­ni delil gösterirler. İbn Ömer ile İbn Abbas dediler ki: Bir grup ashab ile bir­likte varıp dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, sen şöyle buyurdun: "Üç haslet var­dır ki, onlar kimde bulunursa o kişi ister oruç tutsun, namaz kılsın ve mü'rain olduğunu iddia etsin yine münafıktır: Konuştuğu zaman yalan söy­ler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir emanet verildiği za­man hainlik eder. Ve her kimde bu hasletlerden birisi bulunursa, o kimse­de münafıklığın üçte biri var demektir." Biz bunlardan, yahut bunlardan bi­risinden kendimizi kurtaramayacağımız yahut da insanların çoğunun bunlar­dan uzak kalamayacağı kanaatindeyiz. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) gül­dü ve şöyle buyurdu: "Sizin bunlarla ne ilginiz var ki?

Ben bu özellikleri, yü­ce Allah'ın Kitabında münafıkları tahsis ettiği gibi münafıklara has olarak söy­ledim. Benim, konuştuğu zaman yalan söyler, şeklindeki ifadem, yüce Allah'ın: "Münafıklar sancı geldiklerinde..." (el-Münafîkun, 63/) buyruğu gibidir. Siz böyle misiniz?" Biz: Hayır deyince şöyle buyurdu: "Bundan dolayı o halde korkmayınız. Siz bundan uzaksınız. Benim, söz verdiği zaman sözünde dur­maz şeklindeki ifademe gelince; bu da yüce Allah'ın bana indirmiş olduğu şu buyruklardadır: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: Eğer bize lütfundan ihsan ederse..." -diyerek üç âyeti okudu- "Siz böyle misiniz?" diye sordu, biz: Hayır dedik. Allah'a hamd olsun ki, eğer herhangi bir hususa dair Allah'a söz verecek olursak, onu yerine getiririz. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız. Ona bir şey ema­net edilirse hainlik eder şeklindeki sözüme gelince; bu da yüce Allah'ın bana İndirmiş olduğu şu buyrukta dile getirilmektedir: "Muhakkak Biz emane­ti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." (el-Ahzab, 33/72) Buna göre her kişiye dîn emanet olarak verilmiştir. Mü'min kişi gizlide de açıkta da cünüplükten yıkanır. Münafık ise bu işi ancak açıktan açığa yapar. Siz böyle misi­niz?" Biz; Hayır dedik. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız."[3]

Tabiinden ve imamlardan pek çok kimse bu görüştedir.

Bir başka kesim şöyte demektedir: Bu hüküm, bu tür hasletlerin çoğunlukla kendisine galip geldiği kimseler hakkındadır. Buhârî ve ondan başka diğer ilim adamlarının görüşlerinden anlaşıldığına göre, kıyamet gününe ka­dar bu kötü hasletlere sahip olan bir kimse münafıktır.

İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre, bir kimseye masiyetler galip gelecek olsa bu, onun itikadını etkilemediği sürece kâfir olmaz. (Mezhebi­mize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Hz. Yusuf'un kardeşleri babaları­na söz verdiler, fakat verdikleri sözde durmadılar. Ona birşeyler söyleyip al­dattılar, yalan söylediler. Hz. Yusuf'u onlara emanet etti, ama o emanete ha­inlik ettiler, bununla birlikte münafık olmadılar.

Ata b. Ebi Rebah der ki: Yusuf'un kardeşleri bütün bu işleri yaptıkları hal­de münafık olmadılar, aksine peygamber oldular.

el-Hasen b. Ebi'l-Hasen el-Basrî der ki: Münafıklık iki türlüdür: Yalan ile yapılan münafıklık ve amelî münafıklık. Yalan ile yapılan münafıklık Rasûlullah (sav) döneminde idi. Amelî münafıklığın ise kıyamet gününe kadar so­nu gelmeyecektir, Buhârî de Huzeyfe'den, münafıklığın Rasûlullah (sav)ın döneminde olduğu, bugün ise ancak ve ancak imandan sonra küfre düşme­nin sözkonusu olduğunu İfade ettiğini rivayet etmektedir.[4]

Yüce Allah'ın: "Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah'in muhakkak bildiğini... bilmezler mi?" şeklindeki bu buyruğu bir azardır. O, bu du­rumlarını bildiğine göre, onları pek yakında cezalandıracaktır.[5]

--------------------

[1] Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim. İman 106; Ebû Dâvûd, Sünne 15; Nesaî, İman 20; Tirmizî, İman 14; Müsned, II, 189, 198.



[2] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 108, "senedinde: ...Ebu'n-Nu'mân, Ebu Vakkas'ın.,. diye zikredilen iki râvî, -Tirmizî'nin dediğine göre- meçhuldür (hadis kivisi olarak bi­linmemektedirler); diğer râvilerin ise sika (güvenilir) oldukları biidirilmistir" kaydıyla.



[3] Îbnul-Arabî, Ahkûmu'l-Kur'ân, II, 985-986' bu rivayeti "Mescid-i Aksâ'da Ebîl Bekr el-Fihrî'nin kendisine naklettiğini" belirttikten sonra zikretmekte ve sonunda: "Bu, se­nedi meçhul bir hadistir..." kaydını koymatadır.



[4] Buhâri, Fiten21.



[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/333-335

Devamını Oku »

Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek

Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek


Bu âyet-i kerime(tevbe,113), hayatta olanlarıyla, ölmüşleriyle kâfirler ile dostluk ilişkilerinin kesilmesi gereğini ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah, mü'minlere, müşrikler için mağfiret dileme hakkını vermemektedir. Buna göre müş­rik bir kimseye mağfiret talebinde bulunmak caiz olmayan şeylerdendir. Denil­se ki: Peygamber (sav)ın Uhud günü küçük azı dişini kırıp yüzünü yaraladık­ları esnada "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" de­miştir. Peki, Hz, Peygamberin bu yaptıkları ile yüce Allah'ın Rasûlüne ve mü'minlere, müşriklere mağfiret istemelerini yasaklamasını bir arada nasıl bağ­daştıracağız?


Böyle diyene şöyle cevap verilir: Peygamber (sav)'in söylediği nakledilen bu söz, kendisinden önce geçen peygamberlerden bir nakil şeklindedir. Buna delil de Müslim'in, Abdullah (b. Mes'ud) dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ben, Peygamber (sav)'e kavmi tarafından kendisine vurulup da yüzünden kanları silerken ve bu arada: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" diyen bir peygamberin durumunu naklederken onu görür gibiyim.[1]



Buharide de şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) kendisinden önce kav­mi tarafından başı yaralanmış bir peygamberden sözetti. Peygamber (sav) onun haberini anlatmaya koyuldu ve onun: "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" dediğini nakletti.[2]

Derim ki: İşte bu, Hz. Peygamber'in kendisinden önceki peygamberler­den birisini anlattığı hususunda açık bir ifadedir. Yoksa, bazılarının zannet­tiği gibi bunu Hz. Peygamber kendi durumunu anlatmak için zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İleride, yüce Allah'ın izniyle Hûd Sûresi'nde (11/44. âyetin tefsirinde) açık­laması da geleceği üzere, Hz. Peygamberin hakkında bu olayı zikrettiği kişi, Nûh (a.s)'dır.

Âyet-i kerimede geçen mağfiret dilemek ile cenaze namazının kastedildiği de söylenmiştir. Bir ilim adamı şöyle demiştir: Zinadan hamile kalmış Habeş-li bir kadın dahi olsa, kıble ehlinden herhangi bir kimsenin cenaze namazını terk etmem. Çünkü ben, yüce Allah'ın: "Müşriklere, Peygamberinde mü'minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" buyruğu ile müşrik­ler dışında herhangi bir kimseye duayı (ve cenaze namazını kılmayı) yasakladığını duymuş değilim. Ata b. Ebi Rebah der ki: Müşriklere dua etmeyi yasaklayan âyet-i kerime ve burada mağfiret dilemeyi yasaklayan âyet-i kerime ile kastedilen şey (cenaze) namazıdır.

Üçüncü bir cevap da şöyledir: Hayatta bulunanlara mağfiret dilemek caizdir. Çünkü, onların iman etmeleri umulur. Güzel sözlerle onların kalp­lerini ısındırmak ve dine girmeye onları şevklendirmek mümkündür.

Pek çok ilim adamı da şöyle demektedir: Kişinin, hayatta bulundukları sürece, kâfir anne ve babasına dua etmesinde, onlar için mağfiret dilemesin­de bir mahzur yoktur. Ancak, ölenden ümit tamamıyla kesilmiş olduğundan ona dua edilmez.


İbn Abbas der kî: Müslümanlar, ölmüşlerine mağfiret diliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, bu sefer onlara mağfiret dilemekten uzak durdular. Ancak, ölecekleri vakte kadar hayatta olanlar için mağfiret dilemelerini de yasaklamadı.[3]

--------------

[1] Buhâri, Enbiyâ 54, İstitâbem'l-Mürteddîn 5; Müslim, Cihad 105; İbn Mace, Filen 23; Müsned, 1, 380, 427, 432, 441


[2] Buharî, belirtilen yerler; Müsned, I, 453, 456-457.


[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/422-423.



Devamını Oku »

Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah'tır

Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah'tır

"Sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu..." buyruğu sadakaları alıp kabul edenin onların mükâfatını verenin ve hakkın yüce Allah'ın hakkı ol­duğunu, Peygamber (sav)'ın bu hususta bir aracı olup, vefat etmesi halinde onun yerine geçen görevlinin ondan sonraki aracı olduğunun, yüce Al­lah'ın ölmeyen, diri olduğunun açık delilidir. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al" buyruğunun Peygamber (sav)'e münhasır olma­dığını da açıkça ortaya koymaktadır.



Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre o şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu sağına alır ve o sadakayı sizden herhangi biriniz için, sizden herhangi bir kimsenin kendi ta­yını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür. Öyleki, sonunda bir lokma bi­le Uhud dağı gibi olur. Bunu doğrulayan ise, Allah'ın Kitabındaki: "O, kul­larından tevbeyi kabul eden, sadakaları alanın kendisidir. "Allah faizin be­reketini giderir, sadakaları ise kat kat artırır" (Tirmizi.) dedi ki: Bu, hasen, sa­hih bir hadistir.[1]



Müslim'in Sahihinde de şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse helal bir kazançtan bir hurma dahi sadaka verecek olursa, mutlaka Allah onu sağına alır. -Bir rivayette:- Ve bu sadaka Rahman'in avucunda dağdan daha büyük oluncaya kadar gelişip büyür."[2]



Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz kî sadaka dilencinin avucuna düşmeden önce Rahman'ın avucuna düşer.[3]   O da sizden herhangi bir kimse kendi tayını, yahut da deve yavrusunu besle­yip büyüttüğü gibi artırıp durur. Allah dilediğine kat kat artırır."



İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu hadislerin te'vili olarak şöyle demişlerdir: Bu ifade sadakanın kabulü ve ona mükâfat verilmeşinden kinayedir. Nitekim şanı yüce Allah, zat-ı mukaddesi'nden kuluna atıfet yoluyle "Ey Adem oğlu, ben hastalandım sen beni ziyaret etmedin"[4]  hadisinde "hasta" diye söz etmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.



Özellikle sağ'ın ve avuç'un söz konusu edilmesine gelince, bir şeyi kabul eden her bir kimse o şeyi avucuyla ve sağıyla alır, ya da ona verilirken, bun­lara bırakılır. Burada da İnsanların alışageldikleri bir ifade kullanılmıştır. Aziz ve celil olan Allah ise azalardan münezzehtir. Zaten, Arapçada da "yemin; sağ" azadan başka bir anlamda da kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:



"Bir şan ve şeref için bir sancak yükseldi mî, Arâbe bunu sağı ile abverir."



O, şan ve şerefe ehil kimsedir, demektir. Burada şair, organ olarak sağ eli kastetmemektedir. Çünkü, şan ve şeref bir manadır. Dolayısıyla şan ve şeref sancağını alacak olan yemin (sağ) de manevi bir şey olmalıdır. İşte yüce Al­lah'ın zatı hakkında da "sağ" böyledir.



"Rahman'm avucunda gelişip büyür" İfadesinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bundan kasıt, amellerin tartılacağı Mizan'in kefesidir. O takdir­de bu, muzafın hazf edilmesi kabilinden bir ifade olur ve şöyle buyurulmuş gibidir: Rahman'ın mizanının kefesinde artar ve büyür.



Malik, es-Sevrî ve İbnü'l-Mübarek'ten bu ve benzeri hadislerin te'vilinde şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Bunları keyfiyetsiz olarak kabul ediniz. Bu ifadeleri Tirmizî ve başkaları nakletmiştir. Ehl-i Sünnet ve'1 Cemaat'ten il­im ehlinin bu konudaki görüşleri işte [5]böyledir.[6]



[1] Tirmizi, Zekât 28.



[2] Buhâri, Zekât 8; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât 28.



[3] el-Heysemî, Mecmau't-Zevâid, III, 111. Hadisin bundan sonraki bölümleri, anlam iti­bariyle az Önceki rivayetlerde dile getirilmiştir.



[4] Müslim, Bin 43.



[5] Tirmizî, Zekat 28; 662 no'lu hadisin akabindeki ta'liki.



[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/390-391.
Devamını Oku »

Tevbe Suresi 100.Ayet Tefsiri

Tevbe Suresi 100.Ayet Tefsiri


Tevbe:100

İleriye geçen Muhacir ve Ensar İle onlara güzellikle uyanlar­dan Allah razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar İçin orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kurtuluştur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[1]



1-Ashab-ı Kiram ve Ensar:

Yüce Allah, bedevî arapların çeşitlerini sözkonusu ettikten sonra Muha­cirlerle Ensarı sözkonusu etmekte ve onlar arasından kimisinin erken hicret ettiğini, kimilerinin de onlara tabi olduğunu açıklayıp onlardan övgüyle söz etmektedir. Ashab-ı Kiram'ın tabaka ve sınıflarının sayısı hususunda farklı görüşler vardır. Bizler, bu konuda yüce Allah'ın izniyle bir dereceye ka­dar açıklamalarda bulunacak ve buradaki maksadı bir dereceye kadar açıklamaya çalışacağız:

Ömer b. el-Hattab'ın, "Ensar" anlamındaki kelimeyi;  İleriye ge­çenler" kelimesine atf ile ötreli okuduğu rivayet edilmiştir.[2]  b-Ahfeş ise der ki: Uygun okuma şekli, bu kelimenin esreli okunmasıdır. Çünkü, "ileriye ge­çenler" hem Ensardan, hem de Muhacirlerdendir.

"Ensar", İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Malik'e şöyle sorulmuş: İnsan­ların sîzlere "Ensar" demesine ne dersin? Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir isim midir, yoksa cahiliye döneminde de bu isimle anılıyor muydunuz? Şu ce­vabı vermiş: Hayır o, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de bize verdiği bir isimdir. Bu rivayeti Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) "el-îstizkâr" adlı eserinde nakletmektedir.[3]



2-Ensar ve Muhacirler Arasından İleriye Geçenlerin Üstünlüğü:

Kur'an-ı Kerim, Muhacirlerle Ensardan İleriye geçen (Önce müslüman olan)ların üstünlüğünü açık nass ile tesbit etmiştir. Bunlar ise, Saİd b. el-Müseyyeb ile bir kesimin görüşüne göre her iki kıbleye doğru namaz kılabilen kimselerdir. Şafiî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüne göre ise bun­lar, Rıdvan Bey'ati olarak bilinen Hudeybiye'deki bey'atta hazır bulunanlar­dır. eş-Şa'bî de bu görüştedir.

Muhammed b. Kâ'b ile Ata b. Yesar'dan nakledilen görüşe göre ise bun­lar Bedir'e katılanlardır. Bununla birlikte kıblenin değiştirilmesinden önce hic­ret edenlerin ilk muhacirler arasında sayılacağını ittifakla kabul etmişler ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Ashabın en faziletlilerine gelin­ce, bu da bir sonraki başlığın konusudur.[4]



3-Ashabın Fazilet Dereceleri:

Ebu Mansur el-Bağdadî et-Temimî der ki: Bizim mezhebimize mensub ilim adamları, ashabın en faziletlilerinin dört raşid halife, daha sonra da sa­yıları ona tamamlayan diğer altı kişi, sonra Bedir'e katılanlar, sonra Uhud'a katılanlar, sonra da Hudeybiye'de Rıdvan Bey'atine katılanlar olduğunu icma île kabul etmişlerdir.[5]



4-İslâm'a İlk Girenler:

Ashab-ı kiram arasında kimin İslâm'a ilk girdiği hususuna gelince; Müca-lid, eş-Şa'bi'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, İbn Abbas'a İnsanlar ara­sında ilk müslüman kişi kimdir diye sordum. O, Ebu Bekir'dir dedi, Sen, Has­san'in şu beyitlerini hiç İşitmedin mi:

"Güvenilir bir kardeşten hüznünü harekete geçiren bir şey hatırladığında Kardeşin Ebu Bekir'in neler yaptığını an. O ki, Peygamberden sonra insanların en hayırlıları, en takvalısı, en adil olanı idi Ve yüklendiğini en mükemmel şekilde ifa edenleridir.

İkincisi,hemen ondan sonra gelen ve hazır bulunduğu ve yaptığı işler övülen, tasanlar arasında da peygamberleri ilk tasdik edendir."

Ebu'l-Ferec el-Cevzî de, Yusuf b. Yakub b. el-Macişun'dan şöyle dediği­ni nakleder: Ben, babama, hocamız Muhammed b. el-Munkedir'e, Rabia b. Abdurrahman'a, Salih b. Keysan'a, Sa'd b. İbrahim'e, Osman b. Muhammede yetiştim. Bunların hepsi de ilk İslâm'a giren kişinin Ebu Bekir olduğunda şüphe ve tereddüt etmiyorlardı. Bu aynı zamanda İbn Abbas, Has­san, Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'nın da görüşüdür. İbrahim en-Nehaî de bu görüştedir.

Bir diğer görüşe göre, İslâm'a giren ilk kişi Hz. Ali'dir. Bu görüş, Zeyd b. Erkam'dan, Ebu Zer'den, el-Mikdad ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir, el-Hakim Ebu Abdullah der ki: Ben, tarih ile ilgilenen ilim adamları arasında İs­lâm'a giren ilk kişinin Ali olduğu hususunda bir görüş ayrılığı olduğunu bil­miyorum.

Yine denildiğine göre, İslâm'a giren ilk kişi Zeyd b. Hârise'dir. Ma'mer de buna benzer bir görüşü ez-Zührf den nakletmektedir. Bu aynı zamanda Sü­leyman b. Yesar, Urve b. ez-Zübeyr ve İmran b. Ebi Enes'in de görüşüdür.

Bir başka görüşe göre; İslama ilk giren kişi mü'minlerin annesi Hadice (r.an-ha)'dır. Bu görüş ez-Zührîden de çeşitli yollardan rivayet edilmiştir. Aynı za­manda bu, Katade'nin, Muhammed b. ishak b. Yesar'in ve bir topluluğun da görüşüdür. Yine bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Müfessir es-Sa'le-bî de İslâm'a ilk giren kişinin Hz. Hadice olduğu hususunda ilim adamları­nın ittifak ettiklerini ve Hz. Hadice'den sonra kimin İslâm'a girdiği hususun­da görüş ayrılıklarının bulunduğunu iddia etmektedir. İshâk b. İbrahim b. Rahaveyh el Hanzalî ise, bütün bu konudaki haberleri telif eder ve şöyle der­di: Yetişkin erkeklerden İslâm'a giren ilk kişi Ebu Bekir, kadınlardan Hati­ce, genç çocuklardan Ali, azad edilmiş kölelerden Zeyd b. Harise ve köle­lerden Bilal'dır. Doğrusunu en İyi bilen de Allah'tır.

Muhammad b. Sa'd der ki: Bana Mus'ab b. Sabit haber verdi, dedi ki: Ba­na, Ebu'l-Esved, Muhammed b. Abdurrahman b. Nevfel anlatarak dedi ki: ez-Zübeyrin İslâm'a girmesi Ebu Bekir'den sonra olmuştur. ez-Zübeyr, dördün­cü veya beşinci kişi idi. el-Leys b. Sa'd da der ki; Bana Ebu'l-Esved anlata­rak dedi ki: ez-Zübeyr sekiz yaşındayken İslâm'a girdi. Hz. Ali'nin de yedi yaşındayken İslâm'a girdiği rivayet olunur, on yaşında iken müslüman oldu­ğu da söylenir.[6]



5-Sahabe Kime Denir:

Hadis ehlinin metodundan anlaşıldığına göre, Rasûlullah (sav)'ı gören her bir müslüman onun ashabı ndandır. Buhârî Sahihi'nde der ki: Peygamber (sav,)'in sohbetinde bulunan, yahut da onu gören müslüman, Hz. Peygamber'in ashabındandır.[7]

Said b. el-Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (sav) ile bir­likte bir veya iki yıl ikâmet etmeyen, onunla beraber bir ya da iki gazaya ka­tılmayan kimseleri sahabi saymıyordu. Eğer bu sözü söylediği Said b. El Mü­seyyeb'den sahih olarak sabit ise; mesela, Cerir b. Abdullah el-Becelî'yi, yahut da bizim ashab-ı kiramdan sayıldığı hususunda herhangi bir görüş ayrı­lığı bulunduğunu bilmediğimiz kimselerde öngördüğü şartı zahiren taşıma­mak noktasında Cerir  ile ortak tarafı bulunan kimseleri ashab arasında say­maması gerekir.[8]



6-Muhacirlerden İlk Müslüman Olanlar ve Hz. Ebu Bekir:

Muhacirlerden öne geçen müslümanların ilkinin Ebu Bekir es-Sıddîk ol­duğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

İbn Arabi der ki: Öne geçmek üç şeyde olur. Birisi nitelikle, bu imandır diğeri zaman, üçüncüsü mekan İle. Bu şekillerin en üstünü ise nitelikler ile önde olmaktır. Buna delil de Hz. Peygamber'in Sahih'teki şu hadistir: "Biz son­ra gelenler, ilk (ve önde) olanlarız. Ancak onlara bizden önce kitap verilmiş, bize de onlardan sonra kitap verilmiştir. İşte onların hakkında ihtilafa düş­tükleri gün bu gündür. Allah hidâyeti ile bize bu günü gösterdi. Yahudilerin haftalık bayram günü) yarındır. Hristiyanlarınki ise yarından sonradır."[9]  Böylelikle Peygamber (sav) zaman itibari ile bizden önce geçen ümmetlerden iman ve yüce Allah'ın emrine uymak, O'na itaat etmek, O'nun emrine tesli­miyet gösterip yükümlülüklerine razı olmak, görevlerini taşımak sureti ile onları geçtiğimizi haber vermektedir. Biz bunların hiçbirisine itiraz etmiyor ve onun emri varken başka bir tercihe yönelmiyoruz. Kendi görüşümüze daya­narak -Kitap ehlinin yaptığı gibi- onun şeriatını değiştirmiyoruz. Bu ise yü­ce Allah'ın verdiği hükmü isabet ettirmeye muvaffak kılması, razı olduğu şey­leri yapabilmeyi kolaylaştırması ile olmuştur. Esasen Allah bizi hidâyete iletmese idi bizim kendiliğimizden hidâyet bulmamız mümkün olmazdı.[10]



7-Âyetin Belirlediği Üstünlüğün Kapsamı:

İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerime erken İslâm'a girip ileri ge­çenlerin bu üstün meziyetlerinin şeriatta üstün bir meziyet olarak kabul edi­len, ilim, din, kahramanlık gibi meziyetlerden; ya da bunların dışında kalan mali bağış ve ikramlardaki ileri mertebede oluş ile elde edilen her bir üstün­lükten daha ileri olduğu gerçeğini ihtiva etmektedir. Mali atiyye ve ikram meselesinde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer arasında görüş ayrılığı vardı. İlim adamları da İslâm'a önce giren ve ileri geçenlerin atiyye hususunda diğerle­rine üstün kılınması noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Bekir es-Sıddîk (ra)'dan rivayet edildiğine göre o İslâm'ı öncelikle girmeyi göz önünde bulundurmak sureti ile verilecek atiyyelerde insanlar arasında farklılık gözetileceği görüşünde değildi. Hz. Ömer ise ona şöyle derdi: Sen önce İslâm'a girip ileri geçme sıfatına sahip olan kimseleri böyle olmayan kimseler gibi mi değerlendireceksin? H2. Ebu Bekir ise ona şu cevabı vermişti: Onlar Allah için amellerini işlediler. Ecirlerini vermek de Allah'a aittir. Hz. Ömer de halifeli­ği döneminde önceleri aralarında fark gözetirken daha sonra vefatı esnasın­da şöyle demiştir: Yarına kadar yaşayacak olursak hiç şüphesiz insanların en alt tabakasında bulunanlarını yukarıda olanları ile aynı seviyeye getireceğim. Ancak gece vefat etti. Bu konuda görüş ayrılığı günümüze kadar devam edegelmiştir.

Bu buyrukların"Bir de onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur’’ bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:[11]



1-İleriye Geçenler ve Onlara Güzel Bir Şekilde Uyanlar:

Hz. Ömer -önceden de geçtiği gibi- Ensar" kelimesini ref ile okumuş, "onlar" kelimesini de "Ensar'a sıfat olmak üzere "vav"sız okumuştur.[12]  Ancak Zeyd b. Sabit ona doğru şeklini söyleyince Hz. Ömer, Ubey bin Ka'b'a başvurmuş, Ubey de Zeyd'in doğru söylediğini belirtince Hz. Ömer ona durup şöyle demiş: Biz yükseltildiğimiz bu yüce mevkiye herhangi bir kimsenin bize ortak olacağı görüşünde değildim. Bunun üzerine Ubey ona şöyle demişti: Ben bunun doğrulayıcı ifadelerini Allah'ın Kitabında görüp tesbit edebiliyorum. Cuma Sûresi'nin baş taraflarında: "Ve onlardan he­nüz kendilerine kavuşmamış olanlara da" (el-Cuma, 62/3) el-Haşr Sûresi'nde: 'Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" (el-Haşr, 59/10) buyruğunda el-Enfal Sû-resi'nde de yüce Allah'ın: "Sonraları iman ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenlere gelince onlar da sizdendir" (el-Enfal, 8/75) buyruğunda bu­luyorum,

Kıraat bu suretle (Hz. Ömer için de) "vav" ile sabit olmuş oldu.

Yüce Allah'ın: "Güzellikle" buyruğu onların söz ve fiillerinden neye ta­bi olacaklarını beyan etmektedir. Bu uymanın, onlardan sadır olan yanılma ve kaymalarda sözkonusu olmayacağını göstermektedir. Çünkü onlar -Allah onlardan razı olsun- masum değillerdi.[13]



2-Tabiin ve Mertebeleri:

îlim adamları tabiîn ve mertebeleri konusunda farklı görüşlere sahiptir. Ha­fız el-Hatib (el-Bağdadî) der ki: Tabii sahabe ile sohbet ve arkadaşlığı bulu­nandır. Tabiînden tek bir kişiye tâbi' ve tabiî denir. el-Hakim Abu Addullah ve başkalarının ifadeleri ise tabiînden sayılmak için sahabeden (hadis) din­lemiş olmasının yahut da -örfen sohbet ve arkadaşlık olmasa bile- onunla kar­şılaşmış olmasının yeterli olacağı intibaını vermektedir.

Şöyle de denilmiştir: Tabiîn adı Hudeybiye'den sonra İslâm'a giren kim­seler hakkında kullanılır. Halid b. Velid, Âmr b. el-Âs ile onlara yakın (bir sü­re sonra) İslâm'a giren Mekke Fethi günü müslüman olan kimseler gibi. Çün­kü Abdurrahman b. Avfın Peygamber (sav)e Halid b. Velid'i şikâyet etmesi üzerine Hz. Peygamber'in Halid'e şöyle dediği sabittir: "Ashabımı bana bırakınız, nefsim elinde olana yemin ederim ki sizden herhangi bir kimse her gün Uhud Dağı kadar altın infak edecek olursa onlardan birisinin intak et­tiği bir müd kadarına hatta onun yansına bile ulaşamaz."[14]

Hayret edilecek bir husus da şudur ki; el-Hâkim Ebu Abdullah, tabiînden kardeş olanları sözkonusu ettiğinde Muzeyneli Mukarrin'in oğullarından olan Numan ve Suveyd'i de tabiîn arasında zikretmektedir.[15]  Halbuki bunların iki­si de bilinen iki sahabedir ve ashab arasında anılmaktadırlar. Önceden de geç­tiği üzere her ikisi de Hendek gazasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Tabiînin en büyükleri, Medinelilerden olup "fukaha-i seb'a (yedi fakih)" diye bilinen kimselerdir. Bunlar ise Said bin el-Müseyyeb, el Kasım bin Muhammed, Urve bin ez-Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebu Seleme bin Abdurrah­man, Abdullah bin Utbe bin Mes'ud ve Süleyman bin Yesar'dır. Yüce zatlar­dan birisi de bunların yedisini tek bir beyitte nazım halinde bir araya geti­rip şöyle demiştir:

"İşte onların isimlerini (benden) öğren. (Bunlar) Ubeydullah (bin Abdullah bin Utbe}, Urve, Kasım, Said, Ebu Bekr (bin Abdurrahman), Süleyman ve Hatice'dirler."

Ahmed bin Hanbel dedi ki: Tabiînin en faziletlisi Said bin el Müseyyeb-dir. Ona-, ya Alkame ile el-Esved denilince, o da; Said bin el Müseyyeb, Alkarne ve e!-Esved'dir, diye cevap verdi. Yine ondan şöyle bir bilgi nakledil­mektedir: Tabiînin en faziletlisi Kays, Ebu Osman, Alkame ve Mesruk'tur. Bunlar faziletliler ve tabiînin ileri gelenlerinden İdiler. Yine şöyle demiştir: Ata Mekke'nin müftüsü, el-Hasen Basra'nın müftüsü idiler. İnsanlar bu ikisinden çokça naklettiler, demiş ancak neleri naklettiklerini müphem bırakmıştır.

Ebu Bekr bin Ebi Davud'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Tabi­înin hanımlardan efendileri Sîrîn'in kızı Hafsa ile Abdurrahman'ın kızı Am-re'dir Üçüncüleri ise -ancak onlar gibi değil- Umed-Derda (es-Suğrâ ed Dımeşkîye'dir).

Yine el-Hakim Ebu Abdullah'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir ta­baka da vardır ki tabiînden sayılmakla birlikte bunlardan herhangi birisinin ashabdan hadis dinledikleri sahih olarak sabit olmamıştır. İbrahim bin Suveyd en-Nehai -ki fakih İbrahim bin Yezid en-Nehai değildir. - Bukeyr bin Ebi Su-meyt, Bukeyr bin Abdullah el-Eşec bunlar arasındadır. Bunlardan başka kimseleri de zikrettikten sonra şöyle der: Yine insanlar arasında ashab ile karşılaşmış olmakla birlikte- tabiinlerin tabiileri arasında sayılan bir tabaka daha vardır ki Abdullah bin Ömer ile Enes ile karşılaşmış, Ebu'z-Zinâd Ab­dullah bin Zekrân İle Abdullah bin Ömer ile Cabir bin Abdullah'ın yanına gö­türülmüş, Hişam bin Urve ile Enes bin Malik'e yetişmiş bulunan Musa bin Ukbe ve Halid bin Said'in kızı Um Halid gibileri bunlardandır.

Yine tabiîn arasında "el Muhadramûn" diye adlandırılan bir tabaka daha vardır ki bunlar hem cahiliye dönemine yetişmiş, hem Rasûlullah (sav) ha­yatta iken yaşamış ve İslâm'a girmiş bulunmakla birlikte, Hz, Peygamber ile sohbetleri bulunmayanlardır. Bu kelimenin tekili "muhadram" şeklinde gelir. Muhadram ise Hz. Peygamber'in sohbetini ve başka hususları idrak etmiş benzerlerinden ayrı bir kenarda kalmış kimse anlamına gelir. Müslim bunları sözkonusu ederek sayılarını yirmiye ulaştırmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî, Kin-deli Suveyd bin Gafele, Amr bin Me'mun el-Evdî, Ebu Osman en Nehdi, Ab-dulhayr bin Yezid el Hayranı -Hayran Hemdanlıların bir koludur Abdurrahman bin Mul1, Ebu'l-Halal el-Atekî, Rabia bin Zürâre... bunlar arasındadır.[16]

Müslim'in anmadığı kimseler arasında Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah bin Süved ile el-Ahnef bin Kays da vardır.

İşte bu açıklamalarımız, Kur'an-ı Kerimin faziletlerini açıkça ifade ettiği ashab-ı kiram ile tabiîni tanımaya dair bir nebze bilgidir. Önceden de geç­tiği üzere bize yüce Allah'ın: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. " (Ali İmran, 3/110) buyruğu ile: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık."(el-Bakara, 2/143) âyeti yeterlidir.

Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "Keşke kardeşlerinizi görmüş ol­saydık diye candan arzu ederdim..."[17]  Hz. Peygamber bu hadisinde bizleri de kardeşleri kılmaktadır. Eğer biz Allah'tan korkar, O'nun izini takib edersek Allah bizi onunla birlikte olacakların zümresi arasında hasreder. Muhammed (sav')ın ve âlinin hakkı için, bizi onun yolundan, onun dininden ayır­masın![18]

----------------------

[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368.



[2] Buna göre bıı bölüme kad;ır buyruğun anlamı şöyle olur: Muhacirlerden ileriye geçen­ler ile Ensar ve onlara güzellikle uyanlar...

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368-369.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/369.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/369-370.

[7] Buhâri, Fedailu Ashabi’n-Nebiyy 1.

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/370-371.

[9] Buhârî, Cumua 1, 12, Enbiyâ 54; Müslim, Cıımıtıı 19-21; Nesât, Cumua 1; Müsned, 11. 236, 243, 249, 274...

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/371.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/371-372.

[12] Buna göre anlam şöyle olur; İleriye geçen Muhucirier ile onlara güzellikle uyan Ensar-dan Allah razı olmuştur.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/372.

[14] Buhari, Fedâilu AsMbi'n-Nebiyy 5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 221-222; Ebû Davûd, Sünne 10; Tirmizi, Menâkıb 58; lbn Mace, Mukaddime 11; Müsned, III, 11, 54, (yakın ifa­delerle).

[15] el-Hâkim, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadis, Beyrut 1400/1980, s. 154.

[16] el-Hâkim, Ma'rifetu. Ulûmi'l-Hadis, s.41 v.d.

[17] Müslim, Tahare 39; Nesai, Tahare 110; İbn Mace, Zühd 36; Muvatta, Tahare 28; Müsned, II, 300, 408.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/373-375.

Devamını Oku »

Uymamız Gereken Dosdoğru Yol

Uymamız Gereken Dosdoğru Yol

Yüce Allah'ın: "Şüphesizki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun"(En'am 153)



Bununla yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sav) vasıtası ile açıklamış ve açmış olduğu geniş bir yol olarak teşri buyurduğu, sonu da cennete ula­şan yoluna tabi olmayı emretmektedir. Bu yoldan bir çok yollar ayrılmıştır. Kim o doğru yolu izlerse kurtulur, kim bu ayrılan yollara koyulacak olursa, bu yollar kendisini cehenneme götürür. İşte yüce Allah: "Başka yollara uy­mayın. Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar" uzaklaştırır, kaydırırlar diye buyurmaktadır.

Dârimî Ebu Muhammed Müsned'inde sahih bir îsnadla şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize Atvan haber verdi, bize Hammâd b. Zeyd anlattı, bi­ze, Âsim b. Behdele, Ebu Vâil'den anlattı. Ebu Vâil, Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Rasulullah (sav) bir gün bize bir çizgi çizdi, sonra şöyle buyurdu: "İş­te bu, Allah'ın yoludur.''Daha sonra onun sağında bir takım çizgiler, solun­da da bir takım çizgiler çizdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Bunlar da her biri­sinin başında ona çağıran bir şeytanın bulunduğu bir takım yollardır." Son­ra da bu âyet-i kerimeyi okudu. [1]

Bu hadisi, İbnMace de Sünen'inde rivayet etmiştir. Cabir b. Abdullah'tan dedi ki: Peygamber (sav)'ın yanında idik. Bir çizgi çizdi. Sonra da onun sa­ğında iki çizgi çizdi, solunda da iki çizgi çizdi. Daha sonra elini ortadaki çiz­gi üzerine koyup şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Sonra da şu: "Şüphesiz ki, bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yol­lara uymayın. Sonra sîzi onun yolundan ayırırlar" âyetini okudu. [2]

Bu ayrı yollar, yahudilîği, Hıristiyanlığı, mecusiliği, diğer din mensupları­nı fer'i meselelerde hevâlarının arkasından giden istisna olan bid'at ve da­lâlet sahiplerini de; bunların dışında kalan, tartışmalarda işi aşırıya götüren ve kelamı meselelerde olmadık şekilde dalıp gidenleri de kapsamına alır. Çün­kü, bütün bunlar, ayaklarının kaymasına maruzdurlar ve yanlış inanışlara sap­maları zannolunur. Bu açıklamaları ibnAtiyye yapmıştır.

Derim ki: Doğrusu da budur Taberî, "Kitabu Âdâbı'n-Nüfus"da şunu nakletmektedir: Bize Muhammed b. Abdulâlâ es-San'anî anlattı, dedi ki: Bi­ze Muhammed b. Sevr anlatti: Ma'mer'den, o, Eban'dan naklettiğine göre, ada­mın birisi İbn Mes'ud'a şöyle sormuş: Sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) han­gisidir?

İbn Mes'ud şu cevabı verdi: Muhammed (sav) bizi onun başında bıraktı, onun bir ucu da cennetledir. Sağında bir takım yollar, solunda bir takım yol­lar vardır. O yolların başında oralardan geçenleri davet eden bir takım kim­seler vardır Her kim bu yollara koyulacak olursa, o yollar sonunda onu ce­henneme götürür. Her kim de dosdoğru yola koyulacak olursa, o da onu so­nunda cennete ulaştırır. Daha sonra İbn Mes'ud: "Şüphesiz ki, bu Benim dos­doğru yolumdur'' âyetini okudu. Abdullah b. Mes'ud ayrıca dedi ki; Kabzo-lunmadan önce ilmi öğreniniz. Kabzedilmcsi ise ilim ehlinin geçip gitmesi­dir. Gereksiz yere ince eleyip sık dokunmaya kalkışmaktan, gereksiz yere işi derinliğine kavramaya kalkışmaktan ve bid'atlerden çokça sakınınız. Size tâ İlkinden gelen kadim şeylere sarılmanızı tavsiye ediyorum. Bunu da Darimi rivayet etmiştir. [3]

Mücahid de yüce Allah'ın: "Başka yollara uymayın" buyruğunu, bid'at-lere uymayın diye açıklamıştır.

İbn Şihab da der ki; Bu da yüce Allah'ın: "Dinlerini parça parça edip fır­ka fırka ayrılanlar varya..." (el-En'âm, 6/159) buyruğuna benzemektedir. Bunlardan kaçmak gerekir, kaçmak. Kurtulmak gerekir, kurtulmak. Selet'-i sa­libin izlediği o sırat-ı müştekime, o dosdoğru yola yapışmak gerekir. İşte kâr­lı ticaret ondadır.

Hadis İmamları Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasululllah (sav) buyurdu ki: "Size neyi emrettiysem onu alınız. Ve size neyi yasakladıysam ondan da uzak durunuz." [4]

İbnMâce ve başkaları da el-trbad b. Sâriye'den şöyle dediğini nakleder­ler: Rasulullah (sav) bize öyle bir vaazda bulundu ki, ondan dolayı gözler ya­şardı, ondan dolayı kalpler korkuyla titredi. Ey Allah'ın Rasulü dedik. Bu, âde­ta bir veda edenin öğüdüne benzemektedir. Bize neyi tavsiye edersin? Şöy­le buyurdu: "Ben, sizi (hiç bir şüphe ve tereddüt gerektirmeyen) apaydınlık yol üzerinde bıraktım. Onun gecesi de gündüzü gibidir. Benden sonra bu yol­dan helak olandan başkası sapmaz. Aranızdan yaşayacak olanlar, pek çok ay­rılıklar göreceklerdir. Size, benim sünnetimden ve benden sonra hidâyet bul­muş raşit halifelerin sünnetinden bildiğinize bağlı kalmanızı tavsiye ediyo­rum. Onlara dişlerinizle kavrarcasına sımsıkı sarılınız. Sonradan uydurma iş­lerden (bid'atlerden) de sakınınız. Çünkü, şüphesiz her bir bid'at bir sapık­lıktır. Size itaat etmenizi tavsiye ediyorum. İsterse başınızdaki Ha beşli bir kö­le olsun. Şüphesiz ki mü'min, burnuna halka takılmış deveye benzer. Nere­ye çekilirse oraya gider." Bu hadisi Tirmizî de bu manada rivayet etmiş ve sahih olduğunu irade etmiştir. [5]

EbûDâvûd da şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize İbn Kesir anlattı, de­di ki: Bize Sül'yan haber verdi, dedi ki: Adamın birisi, Ömer b. Abdülaziz'e mektup yazarak kader hakkında soru sordu. Ona şu cevabı yazdı: İmdi, ben sana Allah'a karşı takvalı olmayı, O'nun emrinde orta yolu izlemeyi, Rasu-lullah (sav)'ın sünnetine tabi olmayı, O'nun sünnetinin uygulana gelişinden sonra bid'atçilerin ortaya çıkardıkları şeyleri -ki, onların bu gibi şeylerle uğ­raşmalarına gerek yoktur. Ümmet buna ihtiyaç bırakmamıştır- terk etmeni tav­siye ediyorum.

Sana cemaate bağlı kalmanı tavsiye ediyorum. Çünkü, cemaat Allah'ın iz­niyle senin İçin bir koruyucudur. Hem şunu bil ki, insanlar ne kadar bid'at ortaya çıkarmışlarsa mutlaka ondan önce, ya onun aleyhine delil olacak bir şey geçmiştir veya o hususta ibret teşkil edecek bir durum. Şunu bil ki sün­neti, ona muhalefet etmekte ne kadar hata, ne kadar yanlışlık, ne kadar ah­maklık, ne kadar gereksiz yere derinlere dalmak istemenin miktarını bilen bir kimse ortaya koymuştur. O bakımdan sen de kendin için, başkalarının ken­dileri için razı oîup beğendiği şeye razı ol. Onlar, bilerek durmuşlardır. İşin özüne nüfuz eden bir basiretle de bu gibi işlere dalmaktan kurtulmuşlardır.

Üstelik onlar işleri açığa çıkarabilmekte daha güçlü idiler. Sahip oldukları lü­tuf ve fazilet dolayısıyla da buna onlar daha layıktılar.

Eğer, hidâyet sizin Üzerinde bulunduğunuz yol olsaydı, o takdirde siz bu hususta onları geride bırakmışsınız demektir. Şayet sizler, bu gibi şeyler on­lardan sonra ortaya çıkmıştır diyorsanız, şunu bilin ki, bunları ortaya çıkar­tanlar ancak onların yolundan başkasına tabi olup onlara uymaktan yüz çe­virerek nefsine uyan kimselerdir. Şüphe yok ki onlar önde gidenlerdir. Bu hususta yeteri kadar konuşmuşlardır ve rahatlatacak kadarım anlatmışlardır. Onlar bu hususta, her hangi bir kusur eksik bırakmadıkları gibi, daha da açık­lanması gereken bir şey de bırakmış değillerdir. Bazıları bu hususta onlar­dan geri kaldılar, o bakımdan hakka uzak düştüler. Bazıları da onlardan ile­ri geçmeye çalsştılar, fakat aşırıya gittiler. Onlar İse, bu ikisinin arasında ve dosdoğru bir yol üzere idiler... diyerek bundan sonra hadisin geri kalan bö-Kimünü nakletti. [6]

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de der ki: Size, ashabın yoluna ve sünnete uy­manızı tavsiye ediyorum. Çünkü, kısa bir süre sonra Peygamber (sav)'dan ve onun bütün hallerinde ona uymaktan söz edecek bir kişi ortaya çıkarsa, (di­ğerlerinin) onu yereceklerinden, ondan uzaklaşıp gideceklerinden, onunla ilişkilerini keseceklerinden, onu zelil edeceklerinden, küçük düşüreceklerin­den korkuyorum.

Yine Sehl der ki: Şunu bilin ki bid'at, ancak ve ancak ehl-i sünnetin el­leriyle ortaya çıkmış üstünlük kazanmıştır. Çünkü onlar, bid'at ehline karşı çıktılar, onlarla konuşup tartıştılar. Böylelikle bid'atçilerin görüşleri de orta­ya çıktı ve herkes arasında yaygınlık kazandı. Bunun sonucunda onları işit­medik kimseler de işitti. Eğer onları bırakıp onlarla konuşmamış olsalardı, on­ların her birisi kalbinde sahip olduğu inançlarıyla birlikte ölür gider, ondan hiçbir şey onaya çıkmaz ve o bid'atini beraberinde kabrine taşıyıp götürmüş olurdu.

Yine Sehl der ki: Sizden her hangi birinize, İblis, bir ibadet uydurup onun­la kendisine ibadet ettirmedikçe, bir bid'at ortaya koymaz. Ancak ondan son­radır ki, İblis o kimseye bir bid'at çıkartır. Bu kişi de bid'at sözü söyleyip in­sanları ona çağırmaya başladı mı, İblis de o hususta o zilleti ondan çeker.

Yine Sehl der ki: Ben, bid'atçiler hakkında şu hadisten daha ağır bir ha­dis geldiğini bilmiyorum: "Allah, cenneti bid'at sahibine karşı perdelemiştir." Sehl der ki; Buna göre, yahudi de hristiyan da bid'atçilerden daha çok ümitvar olabilirler.

Yine Sehl der ki: Her kim dinîne ikramda bulunmak istiyor ise, sultanın huzuruna girmesin. Kadınlarla başbaşa kalmasın, heva ehli kimselerle de tar­tışmasın. [7]

Yine Sehl şöyle demiştir: Tabi olun, bid'at çıkartmayın. Çünkü ona ihti­yacınız yoktur.

Darİmî'nin Müsned'inde nakledildiğine göre Ebu Musa el-Eş'arî, Abdullah b. Mes'ud'a gelip şöyle demiş: Ey Abdurrahma'nın babası, ben az önce mescidde birşeyler gördüm. Fakat, onu yeni görüyorum. Bununla birlikte Al­lah'a andolsun ki, hayırdan başka bir şey de görmüş değilim. Abdullah, o da neymiş diye sorunca, Ebu Musa, ömrün yeterse göreceksin diyerek şunları anlattı: Ben, mescidde oturarak halka halka olmuş ve namazı bekleyen top­luluklar gördüm. Ellerinde çakıl taşlan olduğu halde, her halkada bir kişi on­lara yüz defa tekbir getirin diyor, onlar da yüz defa tekbir getiriyorlar. Yüz defa tehlil getirin diyor, onlar da tehli] getiriyorlar. Yüz defa teşbih getirin di­yor, onlar da: Yüz defa teşbih ediyorlar.

Abdullah b. Mes'ud: Peki onlara ne dedin diye sorunca, Ebu Musa, onla­ra bir şey demedim, senin görüşünü bekledim, senin vereceğin emri bekle­dim, dedi. Abdullah dedi ki: Sen bunun yerine ne diye günahlarını sayma­larını emretmedin ve hasenatlarının hiçbir şekilde zayi olmayacaklarına da­ir teminat vermedin? Sonra o da kalkıp gitti ve biz de onunla birlikte gittik. Nihayet bu halkalardan birisine vardı, başlarında durdu ve şöyle dedi: Şu yap­tığınızı gördüğüm şey nedir? Onlar: Abdurrahman'ın babası, tekbir, tehlil ve teşbihi kendileriyle saydığımız çakıl taşlandır, dediler. Bunun üzerine Abdul­lah b. Mes'ud şöyle dedi: Siz kötülüklerinizi sayınız. Ben hasenatınızdan hiç­bir şeyin zayi olmayacağına dair size teminat veriyorum. Ey Muhammed üm­meti, ne oldu size, ne kadar da çabuk helâka koştunuz? Yoksa siz, sapıklık kapılarını mı açanlarsınız? Onlar: Allah'a yemin olsun Ey Abdurı-ahman'ın ba­bası, hayırdan başka bir isteğimiz yoktu dediler. Abdullah şöyle dedi: Nice hayır isteyen vardır ki, onu bir türlü isabel ettiremez. [8]

Ömer b. Abdülaziz'den rivayete göre, adamın birisi kendisine hevâ ve bid'at ehli hakkında bir husus sormuş, o da şu cevabı vermiş: Sen, bedevî Araplar gibi küttaba giden (ilk okuma yazma öğrenmeye çalışan) küçük ço­cuk gibi dinine bağlan ve bunun dışında kalan şeylerle oyalanma.

el-Evzaî de der ki: İblis, dostlarına sordu: Siz, Ademoğullarını hangi yol­larla yaklaşıp kandırıyorsunuz? Onlar: Her yoldan, dediler. Peki, istiğfar yö­nünden onlara yaklaşabiliyor musunuz? Onlar, heyhat! Bu tevhid İle birlikte olan bir şeydir, dediler, iblis şöyle dedi: Aralarında Öyle bir şey yaygınlaş­tıracağını ki, ondan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeyecekler. Evzaî dedi ki: O da aralarına bevaların arkasından gitmeyi yaygınlaştırdı. [9]

Mücahid de der ki: Bilemiyorum, mazhar olduğum şu iki nimetin hangi­si daha büyüktür: Allah'ın beni İslâm'a hidâyet etmesi mi, yoksa bu iıeva ve bid'atleıden beni esenliğe kavuşturmuş olması mı? [10]

Şa'bî de der ki: Bu kimselere "hevfı sahipleri" deniliş sebebi, onlann ce­hennemde uzun süre yuvarlanacak olmalarından Ötürüdür. (Hevâ ile yuvar­lanma kelimelerinin aynı kökten geldiklerine işaret ediyor). Bu rivayetlerin hepsi Darimî'den nakledilmiştir.

Sehl b. Abdullah'a, Mu'tezile'ye mensup kimseler arkasında namaz kılma­ya, onlardan kız almaya, onlara kız vermeye dair soru soruldu, şu cevabı ver­di: Hayır, bunun iyi bir taralı olamaz. Onlar kâfirdir. [11] Kur'an mahluktur, el'an yaratılmış bir cennet yoktur, yaratılmış bir ateş yoktur, Allah'ın sıratı yoktur, şefaat yoktur, mü'minlerden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir ve Muhammed (sav)'m günahkârlarından hiç kimse cehennemden çıkmayacaktır, kabir azabı yoktur, münker yoktur, nekir yoktur, âhirette Rabbimizin görün­mesi de, fazladan ikramda bulunması da yoktur, Allah'ın ilmi mahluktur, imam tayin etmeye gerek yoktur, cum'a yoktur diyen, buna karşılık bütün bunla­ra iman edenleri tekfir edenler nasıl mü'min olabilir?

Fudayl b. İyad dedi ki: Bid'at sahibi birisini sevenin Allah, amelini boşa çıkartır, İslâm'ın nurunu da kalbinden alır.

Onun bu kabilden sözleri ve fazlası da geçmiş bulunmaktadır.

Süfyan es-Sevrî der ki; Bid'atı İblis masiyetten daha çok sever. Çünkü,ma-siyetten tevbe sözkonusu olur. Fakat bid'atten tevbe sözkonusu olmaz.

îbn Abbas da der ki: Sünnet ehlinden olup sünnete çağıran, bid'atten de uzaklaştırmaya gayret eden bir kimseye bakmak dahi ibadetıir.

Ebu'l-Âliye der ki: Siz, ayrılığa düşmeden önce izlemekte oldukları o ilk işe yapığınız.

Âsim el-Ahvel der ki: Ben bunu el-Hasen'e naklettim, o da, o gerçekten sana güzel bir öğüt vermiştir. Allah'a yemin olsun ki, sana doğruyu söylemiş­tir, dedi.

Âl-i İmran Sûresi'nde Hz. Peygamberin: "İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır" şeklindeki hadis ve bu­nun anlam* geçmiş bulunmaktadır. (Âl-i İmran, 3/102. âyet, 2. başlıkta)

ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Muhammed ümmetine faz­ladan ilave edilen bu fırka, ulemaya düşmanlık eden, fukalıaya buğzeden bir fırkadır. Böylesi bir fırka geçmiş ümmetlerde hiçbir şekilde görülmüş değil­dir.

Rafi b. Hadic'in rivayetine göre o, Rasulullah (s;ıv)'ı şöyle buyururken din­lemiş: "Ümmetim arasında farkında olmadıkları halde, yahudi ve hıristiyan-i arın kâfir oldukları gibi, Allah'a ve Kur'an'a kâfir olacak bir topluluk olacak­tır." Ben, Ey Allah'ın Rasulü, canım sana feda, bu nasıl olacak, diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bir bölümünü kabul edecekler, bir bölümünü inkâr edecek­lerdir." Canım sana feda Ey Allah'ın Rasulü dedim. Nasd bunu söyleyecek­ler? Şöyle buyurdu: "Yaratmasında, kuvvetinde, rızkında, İblis'i Allah'a denk koşacaklar ve diyecekler ki: Hayır Allah'tan, şer İblistendir." Ebu Rafv dedi ki: Peki, hem Allah'ı inkâr edecekler, hem de bunun üzerine kalkıp Allah'ın Kitabını okuyacaklar, imandan ve marifetten sonra da Kur'anı inkâr mı ede­cekler? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ümmetimin böylelerinden görece­ği düşmanlık, kin ve tartışma (çok büyük olacaktır), İşte bunlar, bu ümme­tin zındıklarıdır" deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

en-Nisa Sûresi'ndebid'at ehli ve nevalarının arkasından giden kimseler­le oturup kalkma yasağı, onlarla oturup kalkanların hükmünün de onlarla aynı olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman... kendilerin­den yüz çevir" (el-En'âm, 6/68, âyet).

Daha sonra yüce Allah, Medine'de inmiş bulunan en-Nisa Sûresi'nde bu şekilde davranıp Allah'ın verdiği emre muhalefet edenlerin cezasını açıkla­yıp şöyle buyurmaktadır: "O, size Kur'an'da şunu indirdi...O zaman siz de onlar gibi olursunuz." (en-Nisa, 4/140) Böylelikle onlarla beraber oturup kal­kanları da onlara katmış olmaktadır.

Bu ümmetin önder imamlarından bir grup da bu görüşte olup onlarla iş­ret etmek ve onlarla içli dışlı olmak maksadıyla bid'at ehliyle beraber otu­rup kalkan kimse hakkında bu âyetler gereğince hüküm vermişlerdir ki, bun­lar arasında Ahmed b, Hanbel, el-Evzaî ve İbn Mübarek gibileri vardır. On­lar, işi bid'at ehliyle oturup kalkmak olan bir kimse hakkında şöyle demiş­lerdir: Böyle birisine onlarla beraber oturup kalkmaktan vazgeçmesi söyle­nir. Vazgeçerse mesele yok. Aksi takdirde onlar gibi değerlendirilir. Bunun­la hüküm bakımından onlar gibi değerlendirilir, demek istemektedirler.

Ömer b. Abdulaziz, içki içenlerle oturan kimselere de haddi uygulamış ve görüşüne de: "Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz"  âyetini okumuştur. Kendisine: Şöyle denildi: Bu adam, ben onlarla birlikte meseleyi onlara açıklamak ve onların yaptıklarını reddetmek için oturuyo­rum, diyor denilince, o da şu cevabı vermiş: Onlarla oturup kalkması yasak­lanır. Eğer vazgeçmeyecek olursa, o da onlara katılır.



(1)Darimî, Mukaddime 23; Müsııed, I, 435, 465.

(2)İbnMâce, Mukaddime ; Müsned, III, .197.

(3)Dârimi, Mukaddime 19, Hadis no: 1<15.



İmam Kurtubi,el-Camiul Ahkamul Kuran cilt:7





























İbn Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Ömer b. el-Hat-tab'ı şöyle derken dinledim: Ey insanlar, şüphesiz recm haktır. Sakın ondan yana aldanışa düşürülmeyesiniz. Bunun âyeti (alameti) de şudur: Rasulullalı (sav) recm etti, Ebu Bekrrecm etti. Biz de ikisinden sonra recm ettik. Bu üm­metten recini yalanlayacak, Deccali yalanlayacak, güneşin batıdan doğuşu­nu yalanlayacak, kabir azabını yalanlayacak, şefaati yalanlayacak ve kemik­leri görününceye kadar derileri yandıktan sonra bir topluluğun cehennem­den çıkartılmasını yalanlayacak kimseler gelecektir. Bunu, Ebû Ömer (b. Ab-di'1-Berr) zikretmiştir.İbnAbdi'l-Berr, el-ltizkâr, XXIV. 52-53.





159- Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin - onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.

Hz. Ali, şöyle derdi: Allah'a yemin ederim, onlar dinlerini parça parça et­mediler. Kendileri dinlerinden ayrıldılar.

Diğerleri ise, "re" harfini şeddeli olarak ("fe"den sonra "elif koymaksızın) okumuşlardır. Şu kadar var ki en-Nehaî bu kelimeyi; Ayırdılar," di­ye şeddesiz (ve elifsiz) oiarak okumuştur. Yani, bir bölümüne iman ettiler, bir bölümünü de inkâr ettiler demek olur.

Bu buyrukla kastedilenler, Mücahid, Katade, es-Süddî ve ed-Dalıhâk'a gö­re, yahudi ve hristiyankirdır. (Kur'ân-ı Kerim'de) ayrılık içerisinde olmakla vasfed il mislerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap veri­lenler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler" (el-Beyyine, 98Aİ); "Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler..." (en-Nisa, 4/150)

Bu buyrukların müşrikleri kastettiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimi­si putlara, kimisi de meleklere tapınıyorlardı.

Âyetin, bütün kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yüce Al­lah'ın emretmemiş olduğu her bir şeyi uydurup bid'at utarak ortaya çıkanın da dinini parçalamış olur.

EbııHureyre (r.a) Peygamber (sav)'dan şu: "Dinlerini parça parça edip..." âyeti hakkında bunların, bu ümmetten olup bid'at ve şüphe ehli ile dalâlet ehli kimseler olduğunu beyan ettiğini rivayet etmektedir. [13][213]

Bakiyye b. d-Velid rivayet etmektedir: Bize, Şu'be b. el-Haccâc anlattı, bi­ze, Mücâlid, eş-Şa'bî'den anlattı, o, Şüreyh'ten, o, Ömer b. el-Hattab 'den rivayetine göre, Rnsulullah (sav) Hz. Âişe'ye şöyle demiştir: "Dinlerini par­ça parça edip, kendileri de fırka fırkaayrıianiar, bu ümmetin bid'at sahiple­ri, heva sahipleri ve dalâlet sahiplendir. Ey Aişe, her günah işleyenin bir tev-besi vardır. Bid'at sahipleriyle lıevâ sahipleri müstesnadır. Onların tevbele-ri yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar." [13][214]

Leys b. EbiSüleym'in, Tâvus'dan rivayetine göre Ebu Hureyre, Peygam­ber <sav)'ı Dinlerinden ayrılan..." diye okuduğunu riva­yet etmekledir. [13][215]

Fırka fırka" tabiri çeşitli fırkalar, çeşitii hizipler anlamındadır. Aynı iş etrafında birleşmiş, biri diğerinin görüşüne tabi olan topluluklara; Fırkalar" denilir.

'Senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" buyruğu ile onlardan uzak kalıp ilişkileri kesmeyi emretmektedir. Bu da Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile di­le getirilmektedir: "Bizi aldatan bizden değildir." [13][216] Yani biz, böyle bir kim­seden uzağız, beriyi;:. Şair de şöyle demektedir:

"Bir aralanın günah işlemesine (ahdini bozmasına) gayret edecek olursan.

şunu bil ki, Ne ben aendenim, ne sen bendensin."

Yani, senden uzaklaşırım, seninle ilişkilerimi koparırım, demektir.

Hiçbir ilişki" kelimesi, haberde gizli bulunan zamirden hal ola­rak nasbnıahalltndedir. Bu açıklamayı Ebu Ali (el-Farisî) nakletmiştir. el-Fer-râ ise şöyle demektedir: Bu, bir muzaf'ın hazfı üzeredir.

Yani: Onlara gelecek ceza husu­sunda senin hiç bir müdahelen yoktur, sana düşen yalnızca uyarmaktan iba­rettir.

"Onların işi ancak Allah'a aittir." Bu da Peygamber (sav)'a yönelik bir teselli ifadesidir



T:ıber:ıoî, el-Evsat, I, 384; el-Heysem!,Mecmau'z-Zevâid, VII, 2ji'fle: "kivilerinin scıhilıridli olduklarını" bdirtıuekledır.

[13][214]Taburfnî. es-Sağîr, s.243; el-Heysenıî. Mecmau'z-Zevâid, I. 188de "Bakiyye ile Mücn-lîd'irız;ıyıfr;ıvilerolduklaıım' kaydetmekte, Vll, 22de de isnadının "ceyyid" okluğu­nu belirtmektedir.

[13][215]Suyutî, cd-Durnt't-Mensuı; III. 4()2.

[13][216] Müslim, İm:tn 16-î; EbüDâvûd, BtıyıV 50; Tirmizî, Buyu' 74, İbtıMâce, Tictırât 36; Dârimî, BııyıT 10: Müsned, II. 50, 242. 417, HI, 466, IV, 45.







Devamını Oku »

Hz.İbrahim'in '' Bu benim Rabbim (En'am 76) '' Demesi Hakkında

Hz.İbrahim'in '' Bu benim Rabbim (En'am 76) '' Demesi HakkındaŞöyle de açıklanmıştır: Hz. İbrahim'in "bu benim rabbim"demesi, kav­mine karşı delili ortaya koyması içindi. O, zahiren onlara uygun düşündü­ğünü göstermişti. Fakat yıldız kaybolunca delili ortaya koyup: Değişen bir şeyin Rabb olması mümkün değildir, dedi, Halbuki kavmi yıldızları ta'zim edi­yor, onlara tapınıyor ve yıldızlara göre hüküm veriyorlardı. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söylenen en güzel açıklama, İbn Abbas'tan sahih olarak ge­len ve yüce Allah'ın: "Nur üstünde nurdur" (en-Nûr, 24/35) buyruğu hak­kındaki şu açıklamasıdır: İşte mü'minin kalbi böylece aziz ve celil olan Allah'ı'bilip tanır ve kalbiyle O'na delil getirir. O'nu bilip tanıdı mı, nuruna nur katılır.

İşte Hz. İbrahim de böyledir. Yüce Allah'ı kalbiyle bilip, diğer delillerle O'nun varlığına delil gösterince kendisinin bir Rabbi ve bir yaratıcısı oldu­ğunu kesinlikle bilmiş oldu. Yüce Allah ona kendisini tanıtınca, onun da Al­lah hakkındaki marifeti artmış ve şöyle demişti: "Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz?" (el-En'âm, 6/80)

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, onların yaptıklarını reddeden bir üslupla soru ve azar anlamındadır. Yani, bu muymuş benim rabbim? Yahut bunun gibi birisi na­sıl rabb olur? anlamında olup soru edatı hazfedil mistir. Nitekim Kur'an-ı Ke­rimde bir başka yerde şöyle buyrulmaktadır: "Sen öldükten sonra onlar ebedi mi kalacaklar" (el-Enbiya, 21/34) anlamındadır. el-Hüzelî der ki:

"Beni teskin ettiler ve dediler ki: Korkma ey Huveylid O yüzleri tanımayarak dedim ki: Bunlar bunlar (mı) dır?"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ömrün hakkı için. -her ne kadar bilip anlayan birisi isem de- bilemedim. Onlar cemreye yedi (taş mı) attılar, yoksa sekiz taş mı?"

Anlamın: "Sizin iddianıza göre benim rabbim budur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İd­dia ettiğiniz ortaklarım nerede?" (el-Kasas, 28/74) Bir başka yerde de şöy­le buyru i maktadır: "Tad bakalım. Çünkü sen (dünyada) aziz ve kerim idin (imişsin)?" (ed-Duhan, 44/4?) Yani sen kendi kanaatine göre böyleymişsin.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler, bu benim de Rabbimdir di­yorsunuz. Burada "diyorsunuz" anlamındaki kelimeyi hazfetmiştir. Hazf ise Kuran-ı Kerim'de çokça görülmektedir. Anlamın: Bu benim Rabbime delil­dir, olduğu da söylenmiştir.

İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/68-71.
Devamını Oku »

Bid'at Sahiplerine Karşı Takınılması Gereken Tavırlar





Hüccet olan imamlarla onların peşinden gidenlerin, takiye olmak üzere fasıklarla beraber oturup kalkabileceklerini ve onların görüşlerinin doğrulu­ğunu ifade edebileceklerini iddia edenlere karşı bu âyet-i kerimede aziz ve celil olan Allah'ın Kitabındaki bu âyette açık bir red bulunmaktadır.

Taberî, Ebu Cafer, Muhammed b. Ali (r.a)'dan şöyle dediğini zikretmek­tedir: Çeşitli davalar ileri sürerek birbirine düşmanlık eden husumet sahibi kimselerle birlikte oturup kalkmayınız. Çünkü onlar Allah'ın âyetleri hakkın­da (bilgisizce) dalan kimselerdir.

Îbnü'l-Arabî der ki: Bu da büyük günah işleyen kimselerle oturup kalk­manın helal olmadığına delildir.

İbn-Huveyzimendad der ki: Allah'ın âyetleri hakkında dalan kimselerle otu­rup kalkmak terkedilir ve ondan uzak kalınır. İster mü'min, ister kâfir olsun. Yine şöyle demektedir: Aynı şekilde bizim mezhep alimlerimiz, düşman topraklarına, onların kilise ve havralarına girmeyi uygun görmediği gibi, kâ­firlerle ve bid'at ehli İle de oturup kalkmayı uygun görmemişlerdir. Onların (mü'minlere) sevgi gösterdiklerine inanılmaması, sözlerine kulak verilmeme­si ve onlarla tartışılmaması da gerekir,

Bid'at sahiplerinden birisi Ebu îmran en-Nehai’ye şöyle demiştir: Benim bir sözümü dinle. Ancak, Ebu İmran ondan yüz çevirmiş ve senin yarım sö­zünü dahi dinlemem, demiştir. Buna benzer bir rivayet Eyyub es-Sahtiyârenden rivayet edilmiştir.

el-Fudayl b. Iyad der ki: Bid'at sahibi birisini seven bir kimsenin Allah ame­lini boşa çıkarır. Onun kalbinden İslâm'ın nurunu çıkartır. Her kim kızını bir bid'atçi ile evlendirecek olursa kızıyla akrabalık bağını koparmış olur. Bid'at sahibi bir kimse ile oturana hikmet verilmez. Bir kimsenin bid'atçi birisine buğzederse Allah'ın da ona mağfiret edeceğini ümit ederim.

Ebû Abdullah et-Hâkim de Âişe (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Her kim bid'at sahibi birisine saygı gös­terecek olursa o, İslâmın yıkılışına yardımcı olmuş olur."[1]

Bunlar, bid'at sahibi kimselerle oturup kalkmanın -onlarla beraber olan­lar kulaklarını korudukları takdirde- caiz olduğu İddiasında bulunanların gö­rüşleri çürütülmüş olur.



[1}Müstedrek'te tespit edemedik; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Evsat, VIî, 396'ta zikretmekte­dir. Hadîsin zayıf olduğu belirtilmektedir. el-Azizî, es-Sirâcu'l-Münir.,, III, 361.



İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/51-52.





Devamını Oku »

"Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti

"Müşrikleri Öldürün" Emrinin Mahiyeti



Yüce Allah'ın: "Artık o müşrikleri... öldürün" buyruğu, bütün müşrikler hakkında umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, ra­hip, çocuk ve benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bı-rakmıştır. Nitekim yüce Allah kitap ehli hakkında da: "Cizye verinceye ka­dar..." (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak "müşrikler" lafzının ki­tap ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapan­lardan ve diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu bilmeli ki, yüce Allah'ın: "Müşrikleri öldürün" buyruğundaki mutlak ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin caiz olmasını gerek­tirmektedir. Ancak, Hz. Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid ol­muştur.



Bununla birlikte Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)'ın irtidad edenleri ateşle yakma­sı, taşla öldürmesi, dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şek­lindeki öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı şekilde Ali (r.a)'ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldür­mesini de bu görüşe meyletmesi ve lafzın genel oluşuna dayanarak bunu yap­mış olması ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[1]



  1. Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden İstisnalar:



"O müşrikleri nerede bulursanız..." buyruğu, her yer hakkında umumi­dir. Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- ise, dalıa önce el-Bakara Sûresi'nde (2/191-192. âyetler, 3. başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte (hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-İ ke­rime, Kur'an-ı Kerimde yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabre­dip katlanmaktan söz eden bütün âyetleri nesli etmiştir.



ed-Dalıhâk, es-Süddî ve Ata da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğu ile nesli edilmiştir ve hiçbir esir eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Esir ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığın­da bırakılır.



Mücahid ve Katade ise derler ki; Bilakis bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın" (Muhammed, 47/4) buyruğunu neshetmekte ve müşrik olan esirler hakkında öldürülmelerinden başka bir uygulama caiz bulunmamakladır.



îbn Zeyd her iki âyet de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk savaş olan -önceden de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uy­guladığı hükümler olagelmiştir. Yüce Allah'ın: "Onları yakalayın" buyruğu da buna delildir. Yakalamak ise esir almaktır. Esir almak da, imamın uygun göreceği tercihe göre ya öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşı­lıksız bırakmak için olur.



"Onları alıkoyun" buyruğu ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunma­larını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile yanınıza girebilirler, demektir.[2]





  1. Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak:





"...onların bütün geçit yerlerini tutun" buyruğunda geçen ve "geçit yeri" diye meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendi­ği yer, demektir. "Filanı gözetledim, gözetlemekteyim," denilir. Buyruk, onların gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yer­lerde onlar için oturun (pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki:



"Ben kesin olarak biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip durduğunu,"



Şair Adiy de şöyle demektedir:



"Ey Âzile, (hanımının adı) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanın zevkin (e düşkünlüğün) den ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir."



Bu buyrukta davette bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın caiz ol­duğuna delil vardır, ": Bütün" kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zec-câc'ın tercihi de budur. Mesela; "Bir yolda gittim denildiği" gibi, "Her yolda gittim" denilir (ve "bütün, her" anlamındaki ke­lime nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: "Bütün geçit yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun" demek olur. Böylelikle ": Geçit yerleri" kelimesi geçtikleri yolun adı kabul edilir.



Ebu Ali ise, ez-Zeccâc'ı , "yol" kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilme-si caiz olamaz. Nitekim Sibeveyh "Şam'a girdim, eve girdim" şeklindeki kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benze­mektedir:



"Tilkinin yolda sallanarak koşması gibi..."[3]



  1. Müşriklerle Savaşmanın Hedefi:



"Eğer tevbe edip" yani, şirkten vazgeçip "namaz kılar ve zekât verirler­se, yollarını serbest bırakın" âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup dü­şünmek gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha sonra da: "Eğer tevbe edip..." diye buyurmaktadır. Asıl kaide de şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönün-de bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de or­tadan kalkmıştır. Bu ise, bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonu-su etmiştir ki, bunları boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hz. Peygamberin şu buyruğu da buna benzemektedir; "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması hali müstesna hesapları ise Allah'a aittir."[4]



Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) da şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim, na­maz ile zekât arasında ayırım gözetenlerle mutlaka savaşacağım. Çünkü ze­kât mahn hakkıdır." İbn Abbas da: Allah Ebu Bekir'e rahmet eylesin. O, ne kadar da fakih bir kimse idi demiştir.



İbnü'l'Arabî der ki: Böylelikle Kur'an ve Sünnet aynı gerçekleri dile ge­tirmiş olmaktadır. Namazı ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetle­ri önemsemeyerek terkeden de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir ve­bal yoktur. Ancak, nafilenin faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tu­tumu ile Rasûlullah (sav)'m getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmak­tadır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmek­sizin namazı terkeden kimsenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı gö­rüşleri vardır. Yunus b. Abdulalâ dedi ki: Ben, İbn Vehb'i şöyle derken din­ledim: Malik dedi ki: Allah'a iman edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kıl­mayı kabul etmeyen kimse öldürülür. Ebu Sevr de; Şafiî mezhebinin bütün alimleri bu görüştedir, der. Hammad b. Zeyd, Mekhul ve Veki'in görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: Böyle bir kimse hapse atılır, dövülür ama öldürül­mez. Bu, İbn Şihab'ın da görüşüdür. Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunla­rın delilleri arasında Hz. Peygamberin şu buyruğu da vardır: "Ben insanlar­la la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı İle olması müstesna- benden kanlarını ve mallannı korumuş olurlar."[5]

Bu görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hz. Peygamberin bir başka hadisinde şöylece dile getirilmiştir: "Müslüman bir kim­senin kanı ancak üç şeyden birisiyle helal olur: İmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık ol­maksızın birisini öldürmek."[6]



Ashab-ı kiram ve tabiinden bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de istenmeyeceği görüşünde­dirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok. Aksi takdirde öldürü­lür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu, aynı zamanda İshak'ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sav)'dan şu günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir.



İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, na­mazın kılınması için uygun görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, ki­misi de zaruret vaktinin sonuna kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti de şöyledir: İkindi namazı vaktinden gü­neşin batacağı zamana kadar dört rekat kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört rekat kala, sabah namazı vaktinin bi­timi olan güneşin doğuşundan önce iki rekat kılacak kadar bir zamandır. İs­hak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise, öğle namazını güneşin batışına, ak­şam namazını da tan yerinin ağarması vaktine kadar ertelemesi demektir.[7]



  1. Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır:



Bu âyet-i kerime "tevbe ettim" diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle yetinilmeyeceğine delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte namaz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine geti­rilmesiyle tevbenin gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de: "Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir" (el-Bakara, 2/279) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: 'Tevbe edenler, ıslah eden­ler ve açıklayanlar müstesna..." (el-Bakara, 2/l60) diye buyurmaktadır, el-Bakara Sûresi'nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[8]



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/131-132.



[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132.



[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/132-133.



[4] Buhâri, iman 17, Salat 28, Zekât 1, İ'tisâan 2, 28; Müslim, İman 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd 95; Tirmizî, Tefsir 88. sûre; Nesaî, Zekât 3; İbn Mace, Fiten 1; Darimi, Siyer 10; Müs-ned, IV, 8.



[5] Buhâri, iman 17, İ'tisâm 28; Müslim, îman 34-36; Tirmizî, îman 1, Tefsir 88. sûre; Ne-sai, Cihâd 1, Tahrîmu'd-Dem 1; tbn Mâce, Fiten 1...



[6] Buhûri, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebu Dâvûd, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 1.5, Diyât 10; Nesaî, Kasâme 6,14, Tahrîmu'd-Dem 5, 11, 14; İbn Mace, Hudûd 1; Dârimi, Sîyer U; Müsned, 1, 61, 63...



[7]İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/133-135.



[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/135.





Devamını Oku »

Dinlerini Parça Parça Edenler

Dinlerini Parça Parça Edenler

159- Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin - onlarla hiç bir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.

Hz. Ali, şöyle derdi: Allah'a yemin ederim, onlar dinlerini parça parça et­mediler. Kendileri dinlerinden ayrıldılar.

Diğerleri ise, "re" harfini şeddeli olarak ("fe"den sonra "elif koymaksızın) okumuşlardır. Şu kadar var ki en-Nehaî bu kelimeyi; Ayırdılar," di­ye şeddesiz (ve elifsiz) oiarak okumuştur. Yani, bir bölümüne iman ettiler, bir bölümünü de inkâr ettiler demek olur.

Bu buyrukla kastedilenler, Mücahid, Katade, es-Süddî ve ed-Dalıhâk'a gö­re, yahudi ve hristiyankirdır. (Kur'ân-ı Kerim'de) ayrılık içerisinde olmakla vasfedilmislerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap veri­lenler, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler" (el-Beyyine, 98Aİ); "Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler..." (en-Nisa, 4/150)

Bu buyrukların müşrikleri kastettiği de söylenmiştir. Çünkü onların kimi­si putlara, kimisi de meleklere tapınıyorlardı.

Âyetin, bütün kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir. Yüce Al­lah'ın emretmemiş olduğu her bir şeyi uydurup bid'at olarak ortaya çıkanın da dinini parçalamış olur.

Ebu Hureyre (r.a) Peygamber (sav)'dan şu: "Dinlerini parça parça edip..." âyeti hakkında bunların, bu ümmetten olup bid'at ve şüphe ehli ile dalâlet ehli kimseler olduğunu beyan ettiğini rivayet etmektedir.

Bakiyye b. d-Velid rivayet etmektedir: Bize, Şu'be b. el-Haccâc anlattı, bi­ze, Mücâlid, eş-Şa'bî'den anlattı, o, Şüreyh'ten, o, Ömer b. el-Hattab 'den rivayetine göre, Rnsulullah (sav) Hz. Âişe'ye şöyle demiştir: "Dinlerini par­ça parça edip, kendileri de fırka fırka ayrılanlar, bu ümmetin bid'at sahiple­ri, heva sahipleri ve dalâlet sahiplendir. Ey Aişe, her günah işleyenin bir tev-besi vardır. Bid'at sahipleriyle hevâ sahipleri müstesnadır. Onların tevbele-ri yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar."

Leys b. EbiSüleym'in, Tâvus'dan rivayetine göre Ebu Hureyre, Peygam­ber (sav)'ı Dinlerinden ayrılan..." diye okuduğunu riva­yet etmekledir.

Fırka fırka" tabiri çeşitli fırkalar, çeşitli hizipler anlamındadır. Aynı iş etrafında birleşmiş, biri diğerinin görüşüne tabi olan topluluklara; Fırkalar" denilir.

'Senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur" buyruğu ile onlardan uzak kalıp ilişkileri kesmeyi emretmektedir. Bu da Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile di­le getirilmektedir: "Bizi aldatan bizden değildir." Yani biz, böyle bir kim­seden uzağız, beriyiz. Şair de şöyle demektedir:

"Bir aralanın günah işlemesine (ahdini bozmasına) gayret edecek olursan.

şunu bil ki, Ne ben aendenim, ne sen bendensin."



Yani, senden uzaklaşırım, seninle ilişkilerimi koparırım, demektir.

Hiçbir ilişki" kelimesi, haberde gizli bulunan zamirden hal ola­rak nasbnıahalltndedir. Bu açıklamayı Ebu Ali (el-Farisî) nakletmiştir. el-Fer-râ ise şöyle demektedir: Bu, bir muzaf'ın hazfı üzeredir.

Yani: Onlara gelecek ceza husu­sunda senin hiç bir müdahelen yoktur, sana düşen yalnızca uyarmaktan iba­rettir.

"Onların işi ancak Allah'a aittir." Bu da Peygamber (sav)'a yönelik bir teselli ifadesidir



Taberani, el-Evsat, I, 384; el-Heysemi,Mecmau'z-Zevâid, VII, 2ji'fle: "ravilerinin sıhhatliolduklarını" bildirmektedır.

Taberanî. es-Sağîr, s.243; el-Heysem. Mecmau'z-Zevâid, I. 188

Suyutî, ed-Durnt't-Mensur; III. 4(02.

Müslim, İmann 16-; Ebu Dâvûd, Büyü V 50;

İmam Kurtubi,el Camiul Ahkamul Kuran,cild:7
Devamını Oku »

Örtünmeye Dair Hükümler

Örtünmeye Dair Hükümler

Yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları size avret yerlerinizi örtecek bir libas...indirdik" buyruğu ile ilgili olarak çoğu ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, avreti örtmenin vücubuna delildir. Çünkü yüce Allah: "Avret yer­lerinizi örtecek" diye buyurmaktadır. Kimisi de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerimede onların sözünü ettikleri hususa delil teşkil edecek bir taraf yok­tur. Aksine bunda sadece bununla Allah'ın bize nimet İhsan etmiş olduğu­na delalet vardır, o kadar.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Avretin örtülmesi de bu nimetlerin bir parçasıdır. Böylelikle şanı yüce Allah, Âdemoğlunun zürriyetine avretle­rini örtecek şeyleri yaratmış olduğunu beyan etmekte ve tesettürün emr olun­duğuna delâlet etmektedir. Başkalarının görmesine karşı avretin örtülmesi­nin vücubu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak, avretin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ebizi'b der ki: Avret, erkekte, fercin kendisidir. Yani kubül ve dübürdür, başka da yoktur. Bu aynı zamanda Davud'un, Zahirîlerin, İbn Ebi Able'nin ve Taberî'nin de görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Avret yerlerinizi örtecek"; "Avret yerleri ken­dilerine göründü" (el-A'râf, 7/22) diye buyurmuştur.

Buharî'de de Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasulullah (sav) Hayber sokağında (bineğini) yürüttü -hadiste şunlar da zikredilmektedir:- Son­ra elbisesini baldırından yukarıya doğru çekti. Halta (şu anda ben) Allah'ın Peygamberinin -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- baldırının beyazlığı­nı görüyor gibiyim. [1]

Malik der ki: Göbek çukuru avret değildir. Bununla birlikte erkeğin, ha­nımının huzurunda baldırın açmasını hoş görmüyorum.

Ebu Hanîfe der ki: Dizkapağı avrettir. Bu, Ata'nın da görüşüdür.

Şafiî de der ki: Ne göbek çukuru, ne de dtzkapakları -sahih olan görüşe göre- avret değildir.

Ebu Hâmid et-Tirmizî'mn naklettiğine göre ise, göbek çukuru hususun­da Şafiî'nin İki görüşü vardır.

Malİk'in delili Hz. Peygamber'in Cerhed'e: "Baldırını ört. Çünkü baldır av­rettir" demiş olmasıdır." [2] Buharı, bu hadisi muallak olarak zikretmiş ve şöy­le demiştir: Enes'in rivayet ettiği hadis, sened itibariyle daha sağlamdır, Cerhed'in rivayet ettiği hadis ise daha ihtiyatlıdır. Tâ ki, kişi (bu ihtiyata ri­âyet etmek suretiyle) fukâhanın ihtilâfından kurtulmuş olsun. [3]

Cerhed'in bu hadisi de Ebu Hanife'nin dediğinin hilâfına delil teşkil etmek­tedir. Rivayete göre Ebu Hureyre, el-Hasen b. Ali'nin göbek çukurunu öp­müş ve şöyle demiş: Rasulullah (sav) seni nereden öpüyor idiyse ben de se­ni aynı yerden öpüyorum. Şayet göbek çukuru avret olsaydı, Ebu Hureyre de orayı öpmezdi, el-Hasen de ona böyle bir İmkân tanımazdı.

Hür kadına gelince; yüz ve eller müstesna her yeri avrettir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Her kim bir kadın ile evlenmek isterse, onun yüzüne ve ellerine baksın." [4]

Çünkü, ihramlı İken de açılması vacib olan azalar da bunlardır. Ebu Bekr b. Abdurrahman el-Haris b. Hişam der ki: Tırnağı da dahil ol­mak üzere kadının her şeyi avrettir.

Ahmed b. Hanbel'den de buna yakın bir görüş nakledilmiştir.

Ummu'I-Veled (efendisinden çocuğu bulunan cariye) hakkında ise el-Es-rem şöyle demektedir: Ben Onun -yani Ahmed b. Hanbel'in- Ummi Veled'in na­sıl namaz kılacağına dair sorulan soruya şu cevabı verdiğini duydum: Başı­nı ve ayaklarını örter. Çünkü, öyle bir cariye satılamaz. Ve hür bir kadının na­maz kıldığı gibi o da namaz kılar.

Cariyeye gelince, onun da göğsünün alt tarafı avrettir. O, başını ve bilek­lerim açabilir.

Erkek hükmünde olduğu söylendiği gibi, başını ve göğsünü açmasının mekruh olduğu da söylenmiştir. Hz. Ömer de cariyeleri başlarını öttükleri için vurur ve: Hür kadınlara benzemeyin, dermiş. Esbağ da der ki: Baldırı açıla­cak olursa, vakit çıkmamışsa namazını iade etmesi gerekir.

Ebu Bekr b. Abdurra liman el-Haris b. Hişam der ki: Cariyenin tırnağı da dahil olmak üzere her şeyi avrettir.

Ancak bu, fukalıanın görüşlerinin dışına çıkmaktır. Zira fuhaka, hür ka­dının farz namazı elleri ve yüzü açık olduğu halde kılabileceğini ve bu şe­kilde bunların yere değeceğini icma ile kabul etmişlerdir. Cariye hakkında hükmün böyle olması öncelikle sözkonusudur. Um Veled'in durumu ise, ca­riyeye nisbetle daha ağırdır.

Küçük çocuğun ise, avretinin hürmeti yoktur. Küçük kız, göze gelecek ve arzulanacak bir hale geldi mi, avretini örter.

Ebu Bekr b. Abdurrahman'ın deliii yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü'mirilerin kadınlarına de ki: Cilbab-larını (dış elbiselerini) üzerlerine giyinsinler..." (el-Ahzab, 33/59)

Bir diğer delili de Um Seleme yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: Ona: Ka­dın hangi elbiseler ile namaz kılar, diye sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: Kadın dış gömlek ile ayaklarının üst taraflarını dahi örten bürüyücü baş ör­tüsü içerisinde namaz kılar. [5]Bu hadis, merfu' olarak da rivayet edilmiştir. Fakat onu Ummi Seleme'den mevkuf olarak rivayet edenler daha çok ve hıfz bakımından daha ileridirler. Bunlar arasında Malik, İbn ishâk ve başkaları da vardır. [6]Ebu Davud der ki: Bu hadisi, Abdurrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b. Zeyd'den, o, annesinden, O da Um Seleme'den şöylece mer­fu' olarak rivayet etmektedir: Um Seleme Rasulullah (sav)'a sordu... [7]

Ebu Ömer der ki: Burada sözü edilen Abdurrahman, hadis alimlerince za­yıf bir ravi olarak kabul edilmiştir. Şu kadar var ki, Buharı onun hadisinin bir bölümünü de rivayet etmiştir. Ancak, bu husustaki icma, gelen bu rivayet­ten daha güçlüdür



(1)-Buharî, Salat 12; Müslim, Nikâh 84, Cilıâd 120; Müsned, III, 102.

(2)-Tirmizî, Edeb 40; Ebu Dâvûd, Hamıram 1; Müsned, I 478. 479.

(3)-Buhari, Salar 12.

Hadisi bu lafizlarla tespit edemedik. Ancak, evlenmek isteyen kimsenin, talip olduğu ha­nını:!bııkmnsını öğütleyen rivayetlerin bazıları; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 239 v.d.;İbn lineer. Bulüğu'l-Mer&m, baskı yer ve yılı yok, s.179; Mııhanuned b. tsıniıil es-Snn'ânî, Subulu's-Sel&m, Mısır 1369/1950, 111, 113 v.d.; Şevkini, Neylü'l-Evtâr, Mısır tarihsiz, Vı. 124 v.d. da görülebilir.

(4)-Muvatta, Salâtu'l-Cemaa 36.

(5)-Bk. İbnAbdi'l-Berr, el-lstiskâr, V, 441.

(6)-EbûDâvûd, Salât 83.

(7)- İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/305-307.
Devamını Oku »

Îblis'in Yanlış Kıyası

Îblis'in Yanlış Kıyası

Yüce Allah'ın: "Dedi ki; Ben ondan daha hayırlıyım" buyruğu şu demek­tir: Beni ona secde etmekten alıkoyan, ona olan üstünlüğümdür. Bu, anlam itibariyle iblis'ten cevap mahiyetindedir. Nitekim: Bu ev kimindir? diye so­rarsak, muhatabın bize, bu evin sahibi Zeyd'tir demesi de bu kabildendir. Bu, bizzat cevabın verilmesi gereken kendisi olmamakla birlikte, cevap anlamı­na raci bir sözdür.

"Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." Böylelikle o, ateşin çamurdan daha üstün olduğu görüşüne sahip olmuştur. Buna sebep ise ateşin yükselmesi, yukarı doğru çıkması ve hafifliğidir. Ayrıca ateş, ışık sa­çan bir cevherdir.

İbn Abbas, el-Hasen ve İbnSîrin der ki: İlk kıyas yapan İblistir ve yanlış kıyas yapmıştır. Buna göre her kim dinde yalnızca kendi görüşüne dayana­rak kıyas yapacak olursa, Allah onu İblis ile birlikte koyar. İbnSîrin der ki: Güneşe ve aya da ancak kıyaslar yapılarak ibadet olunmuştur.

Hakimler şöyle demişlerdir: Allah'ın düşmanı, ateşin çamura üstünlüğü­nü iddia etmek bakımından hataya düşmüştür. Her ne kadar her ikisi de ya­ratılmış ve cansın olmak bakımından aynı derecede bulunsalar bile, çamur dört bakımdan ateşten daha üstündür:

  1. Sağlamlık, sükûn, vakar, temkin, hilm, haya ve sabır çamurun özünden gelir. İşte kendisi için takdir olunmuş mutluluktan ayrı olarak, Âdem'i tev-beye, alçak gönüllülüğe, yalvarıp yakarmaya iten sebep budur. Bunun sonu­cunda mağfirete, seçilmişlîğe ve hidayete mazhar olmuştur.

Hafiflik, serkeşlik, keskinlik, yükselmek ve kararsızlık da ateşin özünden­dir. İşte kendisi için takdir olunmuş bedbahtlıktan ayrı olarak, İblis'i büyüklenmeye ve bunda ısrar etmeye iten sebep budur. Bunun sonucunda ise o, helake, azaba, lanete ve bedbahtlığa hak kazanmıştır. Bu açıklamaları el-Kaf-fal yapmıştır.

  1. Rivayetler, cennetin toprağının hoş kokulu misk olduğunu [1] ifade et­mekle birlikte, cennette ateş bulunduğunu, cehennemde de toprak bulun­duğunu ifade etmemektedir.

  2. Ateş azaba sebeptir. Ateş, Allah'ın düşmanlarına azabıdır. Toprak ise aza­ba sebep değildir.

  3. Çamurun ateşe ihtiyacı yoktur. Ama ateşin bir mekâna ihtiyacı vardır, onun mekânı da topraktır.

Bu hususta beşinci bir sebep daha zikredilebilir, o da toprağın hem sec­de yeri, hem de temizlenme aracı olduğudur. Sahih hadiste ifade edildiği gi­bi. [2]Ateş ise, korkutma ve azap aracıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "İşte Allah bununla kullarını korkutuyor." (ez-Zümer, 39/161

İbn Abbas da der ki: İblis'e itaat kıyastan daha çok yakışırdı. Fakat o Rab-bine isyan etti. Sırf kendi görüşünden hareketle İlk kıyas yapan kişi odur. Nas-sa muhalefet halinde kıyas reddolunur.[3]





[1]Tirmizi, Cennet 2; Dârimî, Rikaak 100-. Müsned, II, 305, 445.

[2]-Buhâri, Teyemmüm 1, Salat 56; Müslim, Mescid 3-5; EbûDâvûd, Salât 24; Tirmizi, Mevâkıt 119: Siyer 5: Nesaî, Gusl 26; İbnMâce, Talıâre 90.

[3]-İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/289-290.
Devamını Oku »

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur



Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabını almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir."[1]



Enes (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,"[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.



Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.



Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]







  1. Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:





Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun "Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin."[4]



Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.



Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[5]







  1. Ebu Talib'in Özel Durumu:





Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım."[6]



Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur'an-ı Kerim: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: "Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar."[7] Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kayde­dilmektedir.[8] Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir.[9]

----------------------------------------------

[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.



[2] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.



[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.



[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.



[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.



[276] Müslim, İman 358.



[7] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.



[8] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.



[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
Devamını Oku »