1908 Meşruiyet Dönemi Talihsiz Devir

1908 Meşrutiyet», Devlet çekirdeği etrafında et-kemik bağlamış bulunan Türk harsının an-anevi tahtını kaybedip, yeni bir kalıpta yenı tecrübeye tâbi tutulduğu talihsiz devirdir.

"Fakat alelacele tezgaha konup aktif bir renk alan bu ideolojinin elbette ki ömrü kısa olacaktı. Zıra bir nevi kutsiyet ve saygı havası neşredegelmış tarihi Devlet anlayışının açık bıraktığı yeri dolduramayacağı aşikârdı. Nitekim dolduramadı da. Çünkü İçtimaî bünyenin zaruri ve tabii bir icabı değildi. Memleketin iç ve dış yapısı, klâsik ve tarihî inanışının yerme, yabancısı olduğu bu aşın ve tepeden gelme ideolojiyi çağırmamış, böyle bir talepte bulunmamıştı.
“Ama şu var ki. memleket bünyesi için acıklı bir sürpriz olan bu şoven milliyetçilik, İlmî ve siyasî kifayetten mahrum bulunan Meşrutiyetçi iktidar için lâzımdı. Zira sağlam olsun Çürük olsun, bir can kurtarıcıya olan ihtiyaç, bütün çıplaklığı ile meydana çıkıvermiş, felsefesiz ve prensipsiz olarak iktidarı ele geçirmiş bulunan bu alaylı devlet adamları, bir İlmî ve felsefî kal'aya sığınmadan yaslandıktan koltuğun muhafaza edilemeyeceğini anlamışlardı.
"Onun için de, İttihatçılarla el ele veren Ziya Gökalp fikriyatı, açtığı zorlama ve sun'i çığır ile kısa bir zaman tezgâhını işletti.Fakat münevver kitlenin dudağını değdirdiği heyecan, sönmeye mahkûm aydınlığı gibi, memlekete çok pahalıya mal olan siyasî, askerî ve İçtimaî hatalara yol açmakta gecikmedi. Neticede de bir İmparatorluğun başını yedikten sonra, milletin iliklerine işleyen zehirli tortusunu bırakarak çekilip gitti.

Samiha Ayverdi, Milli Kültür Meselelerimiz ve Maarif Davamız, syf;128-129
Devamını Oku »

Meşruiyet Dönemi ''Dine Siyasî Alanda Müdahale''

Meşrutiyet döneminde Gökalp’ın dine devletin hukuk sistemi açısından giriştiği siyasî müdahale teşebbüsleri; Müslüman kadınların tesettürlü olmasını emreden kanuna itirazı, şer’i mahkemelerin kaldırılması, yargılamanın meclisten çıkacak kanunlarla yapılması ile şeyhülislamın ve evkaf nazırının kabineden çıkarılması yönündeki teklifleridir. Gökalp, o zamana kadarki uygulamaların, “Ümmet devrinden kaldığını söylemekte ve bu durumu da tam anlamıyla millet olamadığımıza bağlamaktadır.

İttihad Terakki Fırkasının Genel Merkez toplantısında kadınların tesettürlü olup olmaması konusu tartışıldığında ,üyelerden biri söz alarak,umumi efkarın Müslüman kadınların tesettürlü olması
Olmasını,halkın tersine gidilmesi gerektiğini,Mekke Emin Şerif Hüseyin’in başlıca propadasının da İstanbul’daki kadınların tesettüre uymadığı olduğunu söylemesi, Gökalp’ı çok öfkelendirir. Ertesi gün Talat ve Enver Paşa Fırka’nın genel merkezine gelip aynı konuyu açtıklarında, Enver Paşa, ' Ben merkez kumandanına bazı tebligat yaptım” der. Üyelerden biri de “Efkâr-ı umumiyenin istemediği şeyleri menetmeliyiz’’deyince Gökalp, ayağa kalkar ve öfkeden yüzü kızarmış, elleri titrer şekilde bağırır:

“Efkâr-ı umumiye, etkâr-ı umumiye deyip duruyoruz, efkâr-ı umumiyenin ne olduğunu biliyor muyuz? Efkâr-ı umumiyenin her istediğine devlet adamlarının boyun eğmesi lazım geldiğine dair bir kaide olduğunu nereden çıkarıyoruz/... Devlet adamları efkâr-ı umumiyeye uymak, tabi olmak mecburiyetinde değildir. Eğer bir takım tahrikçiler vasıtasıyla meydana getirilen efkâr-ı umumiye, vicdan-ı ammeye (devletin kararını kast ediyor. ) uygun değilse, büyük devlet adamları buna mukavemet eder, hatta efkâr-ı umumiye dediğimiz cereyana rağmen milletin selameti için ne lazımsa onu yapar.”

Gökalp'ın bu öfkeli konuşması karşısında Talat Paşa, “Hoca, biz ille de şöyle yapalım, demiyoruz, sizden fikir almaya geldik” diyerek onu yatıştırır. Enver Paşa da kızmamasını rica ederek, “Biz askerler, açık fikirlerden hoşlanırız, ben de aydınlanayım diye soruyorum’’der der.

Enver Paşa, Müslümanların tesettürden yana olduklarını söylüyor ve efkâr-ı umumiye ile vicdan-ı amme arasındaki farkı koruyor. Gökalp cevap verirken efkâr-ı umumiyenin ümmet devrine aid uygulamalar istediğini, vicdan-ı umuminin ise Batı medeniyetine uygun rejim istediğini söylüyor ve Enver Paşa’dan, şayet merkez kumandanlığına gönderdiği tebligatta tesettür lehinde bir emir varsa beri almasını istiyor. Gökalp’ın açıklamaları, kadın kıyağın karışmaması şeklinde görünmekle beraber, aslında muhafaza edilmemesi şeklindedir.

Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” isimli kitabında dinle ilgili en önemli hususiyet, dünyada İslam’a ait bir medeniyetin olmadığı yönündeki açıklamadır. Ona göre, Müslümanların yaşadığı medeniyeti, İslam medeniyeti sanmak bir aldanmadır; çünkü o medeniyet, Doğu Roma (Bizans) medeniyetidir ve onu bırakıp Batı Avrupa medeniyetine geçmemiz gerekir.

Hâlbuki en çok etkilendiği Batı Avrupalı filozoflardan biri olan Nietzsche bile, İslam medeniyetinin Hıristiyan medeniyetinden üstün olduğunu söylemiş ve “Müslümanlık Hıristiyanlığı hor görüyorsa bin kez haklıdır, demiştir. Nietzsche’nin hemen hemen bütün fikirlerini alıp da bu kısmını atlaması oldukça düşündürücüdür. Şu da bir gerçektir ki; İslam medeniyetinin olmadığını söylemek, insanlarımızın sosyal hayattaki dinî aktivitelerine müdahale etmeyi kolaylaştırmaktadır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Üst Aklın Değişmeyen Oyunu: Böl, Parçala, Yut...



Üst Akıl, Tanzimat süreciyle sadece Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel rejimini değiştirmekle kalmamış, Batı tarzı yaşamın yay­gınlaştırılmasını ve ulusalcılık akımlarının güçlendirilmesini de sağlamıştı. Özellikle Islahat Fermanının ilanından sonra Avrupalı oryantalistlerin Osmanlı düşünce hayatına soktukları en tehlikeli kavram, hiç şüphesiz etnik ayrışmaya dayalı ulusalcılık’ fikirleri ol­muştu. Zira aynı dini paylaşan milletlerin (Millet-i Hâkime) halifeye gönülden bağlılığı ve emirleri doğrultusunda birlikte hareket etme­leri, ‘hasta adam’ Osmanlıların parçalanmasını engelliyordu.

Bu nedenle; Asya’daki 150 milyon Müslümanı sömürgesi altında tutan Ingilizler, Hilafet makamından oldukça rahatsızdı. Aynı rahat­sızlık, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonizm temsilci­lerinde de mevcuttu. Zira Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, ümmet bağlarının zayıflatılarak Osmanlı’nın parçalanmasından geçi­yordu. Dolayısıyla ümmet bilincini etkisiz hale getirmenin en kestir­me yolu, imparatorluk içerisindeki ‘ulusalcı’ akımları güçlendirmekti. Bu misyon, Avrupa’nın önemli kentlerinde ‘şarkiyatçılık’ adı altında kurulan çeşitli dernekler eliyle yerine getirilecekti. Mesela 1822 yı­lında bir Alman Yahudisi olan dilbilimci Julius Klaproth tarafından kurulan Société Asiatique (Asya Derneği), “şarkiyat” çalışmaları adı altında ‘Türkçülüğün’ altyapısını hazırlıyordu. Bu dernek, daha sonra da Osmanlı muhalefetine kol kanat geren ünlü Yahudi Silvestre de Sacy ailesinin yönetimine geçerek faaliyetlerine devam edecekti.

1789 Fransız ihtilali, çok uluslu devletleri parçalamanın başlangı­cı ve ilk denemesiydi. Daha sonra 1848 yılında başlayan Avrupa dev­rim hareketleri ise, ülkelerin rejimlerini ihtilal yoluyla değiştirmeyi esas alan fikirlerin benimsenmesine neden olmuştu. Hem Fransız ihtilali hem de Avrupa devrim hareketleri, milliyetçilik akımlarını körükleyerek, tarihte hiçbir zaman millet olamamış halkları dahi millet yapma çabalarına dönüşmüştü. 1848de yaşanan kargaşa ve is yan hareketlerinin en dikkat çeken yanı ise; Almanya, Fransa, İtalya Rusya, Macaristan, Polonya ve Romanya gibi Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde çıkmış olmalarıydı. Dahası, bu ihtilal ha­reketlerini başlatanlardan Karl Marx ve Friedrich Engelsin Yahudi kökenli olmaları da bir başka ilginç noktaydı.

Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak, sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Ancak güçlü Avrupa ülkeleri bu isyanları bastırınca, azılı ihtilalciler Osmanlı coğrafyasının yolunu tutacaktı. İade ta­leplerine karşın “Zorunlu Müslüman” kimliğine bürünen bu ihtilal tüccarları, Avrupa’da yapamadıkları devrimi Osmanlı topraklarında yapmaya kalkışıyordu. Ancak burada da ilginç bir durum söz ko­nusuydu. Zira Avrupa’da “sınıfsız ve milliyetsiz” bir devlet modelini savunan ihtilalciler, her ne hikmetse Osmanlı’daki mücadelelerini “Türkçülük” tezleri üzerinden yürütüyorlardı. Ancak elbette bunu Türkleri çok sevdikleri için yapmıyorlardı. İhtilalcilerin körüklediği “Türkçülük” fikri, bir milliyete duyulan sevgiden ziyade, aslında üm­meti parçalamak için geliştirilen uzun vadeli bir projeydi.

Üst Aklın bu uzun vadeli planı, Paris’te tezgahlanıp çok uluslu devletler üzerinde sinsice uygulanmıştı. Finansal kaynağı Yahudi bankerler, fikri altyapısı ise yine Yahudi ihtilalciler tarafından sağla­nan “böl, parçala, yut” politikasının en ağır şekilde uygulamaya ko­nulduğu yer, hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyası olmuştu. Bu politikala­rı icra etmek için de, öncelikle sadık bir bürokrat zümre oluşturuldu. Amaç, doğrudan işgal ve katliam politikaları uygulamak yerine, dev­let bürokrasisi içerisinde oluşturdukları ‘paralel devlet’ eliyle, meşru iradeyi vesayet altına almaktı. Nitekim bu plan, Tanzimat süreciyle birlikte başarıyla uygulanacaktı.

Diğer yandan “Şarkiyatçılık Dernekleri” ve “eğitim kurumlan” adı altında yürütülen misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmişti. Mesela Paris’te “Alliance Israelite Universelle” adıyla faaliyete başlayan eğitim örgütlenmesi, geleceğin devlet adamlarını yetiştirmek için Osmanlı coğrafyasını bir ahtapot gibi sarmıştı. Derin iktidarın küresel efendileri, Osmanlı başkentine gönderdikleri ‘Şarkiyatçı’ kılıklı ajanlar eliyle, sara­ya muhalif çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Böylelikle, imparatorluk te­baasının biat kültürüyle halife/padişaha kendi rızasıyla vermiş olduğu egemenlik gücünü, kökü dışarıya bağlı azınlık bir zümre eliyle gasp et­mek istiyorlardı. Bu uluslar arası toplumsal mühendislik faaliyeti, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla sağlanmıştı. Derin iktidar savaşının bir diğer ayağı ise, Batının seküler yaşam tarzı ve yeni fikirlerin yayılıp yerleşmesi için, dönemin gazetlerinin bir “psikolojik savaş” aracı olarak kullanılmasıydı.

Üst Aklın Filistinde bir Yahudi devleti kurma fikri önündeki en büyük engel, imparatorlukta yaşayan Müslümanları bir arada tutan ümmet olgusuydu. Dolayısıyla politik siyonizmin kurumsal uygula­yıcısı Dünya Siyonist Örgütü (WZO), kendilerine Filistin’in kapıları­nı açacak anahtarın İstanbul’da olduğunu biliyor, derin çalışmalarını Osmanlı üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bu yüzdendir ki, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid ile Filistin konusunu iki kez görüşmüş, Osmanlı Devletinin dış borçlarını ödeme karşılı­ğında Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulmasını istemişti. Her se­ferinde “hayır” cevabı alan ve Sultan Abdülhamid tahttan indirilme­den “vaat edilmiş” devletin gerçekleşmeyeceğini anlayan siyonistler, küresel psikolojik savaş yöntemlerini birer birer devreye sokmuşlar­dı. Çoğunluğu yabancıların elinde olan Osmanlı gazeteleri, siyonist emeller önünde engel teşkil eden tüm devlet adamı ve bürokratları itibarsızlaştırma, halkın gözünden düşürme görevini üstlenmişti.

Siyonistlerin Osmanlı coğrafyasında yürüttükleri derin iktidar mücadelesinde Selanik vilayetnin önemli bir yeri vardı. Yahudi nü­fusun yoğun olarak yaşadığı bu şehir, Avrupa’dan Osmanlı devleti içerisine sızmak isteyen casusların ve masonların merkezi duru­mundaydı. Mason localarını ustaca kullanarak örgütlenen siyonist­ler, Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için bütün örgütlenmeyi adeta bir Yahudi kenti olan Selanik’ten yürütüyordu. Nitekim Sultan Abdülhamid iktidarına son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti de işte bu şehirde büyüyüp gelişmişti. Siyonistler, devlet içerisine doğrudan sızmak ve devleti karşılarına almak yerine, mason locaları ile Jön Türkleri taşeron olarak kullanıyordu. Gözlerini iktidar ve intikam hırsı bürümüş, makam/mevki sahibi olmak isteyen sivil ve askeri bürokrasi, kolayca bu küresel gücün ağına düşmüştü.

Türk Olmayan Türkçüler'

Başta da belirttiğimiz gibi, kozmopolit bir imparatorlukta dağıl­ma ve yıkılma sürecini hızlandırmanın en kestirme yolu, ‘milliyet­çilik’ kartını kullanmaktı. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğunda yabancılar tarafından körüklenen ulusalcılık hareketleri, derin ik­tidar mücadelesinin birer politik enstrümanı haline getirilmişti. Osmanlı da asli unsur olan Müslümanları yüzyıllarca bir arada tutan yegane bağ, din birliğine dayanıyordu. Bu bağı zayıflatmak, zincirin halkalarını koparmak için ‘milliyetçilik’ bombasının pimi çekilmeliydi.Zira ümmet anlayışının hakim olduğu bir devlette; millet, halk,vatan gibi yeni kavramlara vurgu yapmak, şüphesiz ayrışmaya ve çözülmeye neden olacaktı.

Üst Akıl, bir yandan imparatorluğun kurucu unsuru olan Türkle arasında “Türkçülük” fikrini yaygınlaştırıp projelendirmeye çalışır­ken; diğer yandan da Arap tebaa arasında bir “Arap milliyetçiliği'' oluşturmanın gayreti içerisindeydi. Osmanlı devletinin kurucuları ve yönetenleri Türk olmalarına rağmen, “ümmetçilik” anlayışı ne­deniyle hiçbir zaman “Türk” kelimesine özel bir vurgu yapma gereği duymamışlardı. Bu anlayış, imparatorluk içerisinde yaşayan diğer milliyetlerin devlete olan aidiyet duygularını güçlendirmiş, etnik kimliğe dayalı ayrışmanın önüne geçmişti.

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan yıkılışına kadar şer-i hü­kümlerle yönetilen Müslüman bir Türk devletiydi. Ancak içerisin­de barındırdığı çeşitli ırkları bir arada tutabilmek adına, özellikle “Türk” kelimesinin sıkça kullanımından kaçınıldığı da bir gerçekti. Zira “Millet-i Hakime” arasında ‘ırk’ ve ulus ayrımı olmadığı gibi, bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü de yoktu. Emeviler devrinde Araplarda olduğu üzere, Arap kökenli olmayan Müslümanları “Mevali” sıfatı ile küçülten bir ayrım da Osmanlı’lara yabancıydı.(1) Ancak Osmanlı padişahları her ne kadar “Türk” ırkına özel bir vurgu yapma­salar bile, imparatorluk zaten bütün dünyada bir “Türk devleti” ola­rak biliniyordu. Avrupalıların yüzyıllar boyunca “Türk” sözcüğüyle kastettikleri, İslam ve Osmanlı devleti olmuştu.

Burada asıl ilginç olan mesele; ne yazık ki Osmanlı’daki “Türkçü­lük” hareketlerinin Türkler tarafından değil, genelde Avrupalı Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından başlatılmış olmasıydı. Üst Akıl, “oryanta­list” kılıfı altında gönderdiği küresel proje elemanları sayesinde, im­paratorluk coğrafyasında “ulusalcılık” fikirlerini yaymayı başarmıştı. Avrupa’nın önemli başkenlerinde ve İslam coğrafyasında kurulan kü­tüphane, dernek ve gizli cemiyetlerle; bunların yayınlamış oldukları gazete, dergi ve kitaplar vasıtasıyla Osmanlı aydınları arasında politik bir “Türkçülük” fikri oluşturdular. “Türklerin Aslı”, “Türklerin Tarihi’, ‘Türklerin Dili’ gibi kılıflar altında hazırladıkları yayınları Osmanlı bü­rokrat ve devlet adamlarının eline tutuşturan batılı Türkologlar, acaba bu hizmeti(!) gerçekten Türkleri sevdikleri için mi yapıyorlardı? Yüz­yıllar boyu Türkleri “barbar” olarak tanımlayan ve Türklerin “insan olup olmadığını” bile tartışan Batılı aydınlar, şimdi Türklerin kimliğini övüyor ve tarihleri konusunda birbiri ardına araştırmalar yapıyordu.

Osmanlı yıkılıncaya kadar “Şarkiyat Araştırmaları” etiketini bir kılıf olarak kullanan Batılı oryantalistler, öncelikle Türklerin kendilerine ait bir tarihleri olduğu vurgusunu ön plana çıkaran kitaplar yazmakla işe başlamışlardı. Oryantalistlerin özellikle vurgu yaptıkları bir diğer ayrıştırma konusu da, Türk diline yönelik araştırmalar olmuştu. Bir yandan Osmanlı tebaasının Türk unsurlarına “Bizim Osmanlıcadan başka bir dilimiz varmış” fikri benimsetilmek istenirken öte yandan Müslüman Araplarda da “Biz bugüne kadar Türklerin tahakkümü altında yaşıyormuşuz” intibaını uyandırmaktı.

Nitekim bu görevi Yahudi asıllı oryantalist Arthur Lumley Davids üstlenmişti. A Grammer of the Turkish Language” ismiyle yazdığı ünlü kitabı, büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla İkinci Mahmud'a gururla hediye edecekti. Her ne hikmetse, Türklerin soyağacını araştırmak ve “Üstün ırk” olduklarını hatırlatmak Batılı aydınlara düşmüştü. Bu sorunu kendisine dert edinenler ise, yine her ne hikmetse hep Yahudi kökenli bilim adamlarıydı. Kimileri Türklerin Avrupalılarla aynı soydan geldiğini iddia ediyor, kimileri İslam’ın Türk kültürünü yok ettiğini yazı-yor, kimleri ise, derviş kılığına girerek Orta Asya çöllerinde “saf Türk kavmi” arıyordu! Sanki Türkler Osmanlı’da “Millet-i Hakime” değil,düşman pençesi altında yaşayan esir bir milletmiş gibi... Fransızca ya da çevrilen Arthur Lumley Davids’in bu Genel Türk Dilbilgisi kitabı,dönemin Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakacaktı.

Mesela Ali Suavi, söz konusu kitaptan bol bol yararlanmıştı.(2)Türklerin tarihiyle ilgili ilk eser, 1748 yılında Fransız Şarkiyatçısı Joseph de Guignes tarafından kaleme alınmıştı. Kitap, Mémoire Historique Sur ’Origine des Huns et des Turcs” (Hunlar ve Türklerin Kökeni) adını taşıyordu. Bu eser, onun İngiltere’nin ünlü bilimsel düşünce topluluğu ‘Royal Society’ye’ girmesini sağladı. Joseph de Guignes, Royal Society ye girdikten sonra da Türkler üzerindeki çalışmalarına devam etti. Sonunda Türk tarihiyle ilgili ünlü “Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mogols et des Autres Tartares Occidentaux” (Hunlarin, Türklerin, Moğolların ve diğer Batı Tatarların Genel Tarihi) isimli eserini yazdı. Şüphesiz buraya kadar yapılanları elbette “bilimsel çalışmalar” olarak kabul edebilmek mümkün. Ancak Joseph de Guignes ve diğer Batılı oryantalistlerin, Türk tarihiyle ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ilginç bir detay hep dikkat çekiyor. Yapılan çalışmaların hemen tamamında Türklerin “İslamiyet'le bir ilgisinin olmadığı” ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra, “Türk kimliğinin yok olduğu” ısrarla vurgulanıyordu.

Şimdi daha önce kendisinden söz ettiğimiz Arthur Lumley Davids,Türk kimliğine,diline ve tarihine büyük ilgi duymuş ve Tanzimat öncesi ‘Grammer of the Turkish Language’ (Moder Türk Dili Grameri) isimli eserini yazarak ‘Türklüğe’ hediye etmişti. Kitapta verilmek istenen mesaj her ne kadar gramer’ başlığı altın da gizlense de, asıl hedef, giriş bölümünde Türklerin tarihiyle ilgili sunulan yalan yanlış bilgilerle bir ‘Türk kimlik bilinci’ oluşturmak­tı.

Lumley Davids, Türklerin geçmişteki gelenek ve göreneklerinin yüceliği ve imparatorlukta yaşayan diğer Müslümanlardan ayrı bir millet olduğunu uzun uzun vurgulama gereği duyuyordu. Öyle ki, kendisi de bir Yahudi olan ünlü tarihçi Bernard Lewis’e göre, Türkler “ayrı bir milliyet” olduklarını ilk kez bu kitaptan öğrenmişti!
Ne var ki grameri büyük bir aşkla yazan Lumley Davids, onu pa­dişaha sunamadan genç yaşta ölmüştü. Ancak Fransızca’ya çevrilen eser, Davids’in annesi tarafından 1836’da ‘yenilik arayışlarını sürdü­ren padişah İkinci Mahmut’a sunulacaktı.(4) Elbette bu kitap Osmanlı Sultanına sadece ‘hediye’ olarak takdim edilmekle kalmadı, döne­min aydınları arasında bir “Türkçülük” çığırı da açtı. Kitap, Batı aşığı Tanzimat bürokratları ve yazarları tarafından Türkçe’ye çevrilerek, “Türk kimliği” konusunda ilham kaynağı haline getirildi.

Ancak bu­radaki asıl amaç; Türk ırkının, kültürünün gerçek manada araştırıl­ması ya da Türk bilincinin oluşması değildi. Öyle ya, imparatorluğu yöneten tüm padişahlar Türk soyundandı ve Türk egemenliğine de kimsenin itirazı yoktu. Lâkin 14 ayrı milletin yaşadığı ve Türklerin “Millet-i Hakime” olduğu bir imparatorlukta, Türklere ‘milliyetini’ hatırlatmak kimin işine yarayacaktı?

Avrupalı oryantalistler tarafından “Türk kimliği” üzerine yapılan bu çok yönlü çalışmalar, aslında Türklerin Avrupalılarca sevildiği için değil, çok milletli bir yapının parçalanmasıyla ilgili uzun vadeli projelerdi. Zira Devlet-i Aliyye içerisinde bir “Türk kimliği” oluştur­maya yönelik çalışmalar sadece Joseph de Guignes ve Arthur Lumley Davids ile sınırlı kalmamıştı. Bu iki şarkiyatçının bıraktığı “Türkçü­lük” bayrağını bir başka Yahudi oryantalist David Leon Cahun ala­caktı.(5) Aynı zamanda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin küresel efendilerinden biri olan Leon Cahun, Lumley Davids gibi Türk grameriyle yetinmemiş, daha da ileriye giderek Türkçülere “Turan” hedefini göstermişti. Onun yazmış olduğu “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri, “Türk milliyetçiliğinin Kur an-ı Kerim’i” diye nitelendirilecek ve Türkçüler arasında büyük bir itibar görecek­ti.(6) Dahası, Cahun’un yazmış olduğu bu kitap, yabancı bir konsolos tarafından ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyetine hediye edilmişti.(7)

Üst Aklın Osmanlı’daki toplumsal mühendislik faaliyetlerini yü­rüten ve “Türkçülük” fikirlerinin gelişmesini sağlayan en önemli kü­resel efendilerinden bir diğeri ise; yine Yahudi asıllı ve aynı zaman­da İngiliz ajanı(8) olan Arminius Vambery idi. “Reşid Efendi” takma adıyla Sünni derviş kılığına girerek Orta Asya bozkırlarını karış karış dolaştı.(9) Elbette Arminius Vambery’nin amacı “unutulmuş Türk kavimlerini bulup ortaya çıkarmak değil, imparatorluğun çözülmesini hızlandıracak Türkçülük fikirlerinin bilimsel altyapısını hazırla­maktı. Bütün bu veriler göz önüne alınırsa, “Türkçülük” ve “Turan­cılık fikirlerinin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başladığı tezleri, koca bir yalandan ibaret olsa gerek. Zira Arminius Vambery, nam-ı diğer Reşid Efendinin Orta Asya bozkırlarında Türk boyu araması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üç paşasından en yaşlısı olan Cemal Paşanın doğumundan tam 10 yıl öncesine rastlıyordu.

Osmanlı İmparatorluğundaki milliyetçilik’ fikirlerinin yayılma­sındaki bir diğer etkili güç ise, Üst Aklın gizli eli masonluk olmuştu. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı coğrafyasında mantar gibi çoğalan mason locaları, imparatorluğun önemli kentlerinde hızlı bir örgütlen­me içerisine girdiler. Osmanlı toplumuna yabancı olan masonik fikir­lerin benimsenmesinde Bektaşi dergahları da önemli rol oynarken,(10) bu localara ilk kaydolanlar yine Bektaşiler olmuştu.(11) Tanzimat’ın sağ­lamış olduğu ‘özgürlük’ ortamıyla, masonlar hızla devlet kademelerin­de görev almaya başladı. Masonların devlet dairelerinde istihdam edil­melerini de, Tanzimat’ın mason yıldızı Mustafa Reşid Paşa sağlıyordu.

İlginç olan; masonların diğer ülkelerde “dünya kardeşliğini sa­vunurken, Osmanlı’da ‘milliyetçilik’ fikirlerini körüklemeleriydi. Millet sistemi esasına göre yönetilen ve sayıca Türklerden fazla Hı­ristiyanların yaşadığı bir imparatorlukta, ‘ Türk milliyetçiliği fikrini savunmak, aslında dolaylı olarak diğer milletlerin bağısızlığına vur­gu yapmaktan başka bir şey değildi. Türk olmayan, ama Türkçülü­ğü” savunan Yahudi/mason cephe, çıkarmış oldukları gazete, dergi ve kitaplarıyla Osmanlı bürokratlarını istedikleri şekilde yönlendirebiliyordu. Psikolojik savaş aracı olarak kullandıkları en büyük ens­trümanları; “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kelimeleriydi.

Turan’ Fikrinin Babası

‘Dil bilimci’ ve ‘şarkiyatçı’ görüntüsü altında Türklerin kökeniyle ilgili ardı ardına araştırmalar yapan yabancı tarihçilerin, “Türkçü­lük” akımını bir siyasi proje olarak kullandığını belirtmiştik. Şüp­hesiz, seküler değişim ve dönüşüm süreçleri ile yeni ulusların imal edilmesi sürecinde tarih önemli bir araçtı. Ünlü Yahudi tarihçi Eric Hosbavvm’ın deyimiyle; eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden imal edilmeliydi.(12)Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat süreciyle başlayan etnik kimlik tanımlama çalışmaları cumhuriyetin kuruluşuna kadar kesintisiz olarak devam edecekti Mesela resmi tarih tezinin oluşturulmasında, özellikle Leon Cahun gibi Batılı oryantalistlerin büyük etkisi olmuştu.(13)

Osmanlı İmparatorluğunda “Türkçülük” hareketlerinin Fikri altyapısını hazırlayan küresel efendiler, aynı zamanda saray karşıtı muhalefeti destekleyip yönlendiren kişilerdi. Dr. Capoleone, Jean Pietri, Simon Deutsch, Gregory Ganesco, Wladyslaw Plater ve Kostanty Borzecki gibi ünlü ihtilal tüccarları Jön Türk hareketini bizzat örgütlerken; Avrupalı şarkiyatçılar da yaptıkları ‘Türkçülük’ çalışma­larıyla saray karşıtı muhalefetin fikri altyapısını oluşturuyordu. Bu isimlerin en önemlilerinden biri, “Türkçülük” fikrinin babası sayı­lan ve Jön Türk hareketine destek olan Yahudi asıllı Türkolog Leon Cahun’du. Ailesi onun asker olmasını istemişti ama, her nedense o kendisini coğrafi ve tarihi araştırmalara adamış, Türklerin İslamiyet öncesi kültürünü kendisine dert edinmişti.

Günümüz koşulları çerçevesinde bakıldığında, bir “Türklük bi­lincinin” oluşturulmasında ve geçmişimizin araştırılıp topluma su­nulmasında elbette garipsenecek hiçbir durum yoktu. Ancak bütün bu etnik köken çalışmaları, dağılmakta olan çok uluslu bir impa­ratorlukta yapılıyordu.

Üstelik Leon Cahun gibi Avrupalı oryanta­listlerin Türklerle ilgilendikleri dönemde, gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da “Türklüğe” karşı özel bir ilgi de yoktu. Leon Cahun da halef ve selefleri gibi Avrupa’yı keşfetmek yerine, İslam coğrafyasını tercih etmişti. 1864 yılında o dönem Yahudi nüfusunun yoğun oldu­ğu Mısır’dan başlayarak Nubya, Kızıldeniz’in batı kıyıları ve Anadolu topraklarını karış karış gezdi. Elbette amaç; Türklerin tarihini araş­tırmak ve kültürünü dünyaya tanıtmak değil, ileri dönemde kurula­cak olan İsrail devletine yapılacak göç yollarını keşfetmekti...

Özellikle Türklerin İslamiyet’le tanışmadan önceki gelenek, gö­renek ve soyağaçları konusunda çalışmalar yapan Leon Cahun, yaz­dığı kitap ve makalelerle “Türkçülüğün” kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesini sağladı. Onun Türklerle ilgili yaz­mış olduğu “Gök Bayrak” adlı romanı ile, “Asya Tarihine Giriş” ve “Türkler ve Moğollar” adlı kitapları, dönemin Türkçülerinin büyük esin kaynağı olmuştu. Özellikle “Asya Tarihine Giriş” isimli eseri, “Türkçülüğün” temel referanslarından biriydi. Ziya Gökalp, “Türk­çülüğün Esasları” isimli eserinde “Türkçülük” tarihini anlatırken, Leon Cahun’un Türkler konusunda yazdığı bu eser hakkında şöy­le diyecekti: “1896’da İstanbul’a geldiğimde ilk aldığım kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pan-Türkizm mefkuresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir”.

Kitabın önsözünde, Türkler yıkıcı, düşünce kabiliyetleri olmayan, medeniyet kuramamış ‘budalalar olarak nitelendirilmesine(14) rağ­men, maalesef bu kitap dönemin yerli “Türkçüleri” arasında Cemil Meriç’in deyimiyle “Türkçülüğün Kur an-ı Kerim’i” haline gelmişti. Leon Cahun, Türk tarihiyle ilgili yazdığı kitaplar ve makalelerle Os­manlIdaki rejim muhaliflerine ve özellikle Türkçülere, “Gerçek Türk ruhunun İslam’ın dışında, Orta Asya’da olduğunu, sadece Türk ırkı­na ait bir yeni yönetimin olması gerektiğini” empoze ediyordu. Ya­zara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasıyla ters düşmüş, Araplar, Türkleri silahla yenemeyeceklerini anlayınca, çok iyi bildikleri iftira­ya başvurmuşlardı. Dahası, Türkler Selçukludan itibaren bozulmaya başlamıştı.(15) İlginç olan, Leon Cahun Orta Asya’ya hiç gitmediği hal­de, o bölgenin gelenek ve göreneklerini ve o toprakların insanlarını o günkü gazetelerde şehvetle yazıyordu.(16) Cahun’un bu çalışmaları­nın asıl amacı, Türkçülüğü popülarize ederek siyasal alana taşıyıp resmi ideoloji haline getirmekti.17 Mesela daha önce Türkçe’de özel bir anlam taşımayan ‘Turan kavramı; Cahun’un eserleri sayesinde yaygınlık kazanarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşına sokma gerekçelerinden biri olacaktı.

Leon Cahun, Türklerle ilgili sadece etnik temelli eserler yaz­makla kalmadı, Avrupa’daki Osmanlı muhalif hareketi olan Jön Türkleri de destekleyip yönlendirmişti.(18) Cahun, Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle Paris’e sürgüne gel­diklerinde tanışmıştı. Cemiyet üyeleri ile Paris’te sık sık ülke me­selelerini tartışan Cahun, ayrıca onları Viyanalı devrimci Yahudi asıllı ihtilalci Simon Deutsch ile de tanıştırmayı ihmal etmemişti. Avrupa’nın en önde gelen devrimcilerinden Simon Deutsch, Paris Komün Devrimi’ne katılmış ve Marx’tan sonra Uluslararası İşçiler Birliği Başkanı olmuştu.

Ne var ki Üst Aklın küresel efendilerinden biri olan Simon De­utsch, Namık Kemal ve arkadaşlarına “komünist” fikirleri değil, “milliyetçilik” fikirlerini aşılayacaktı. Cemiyet üyelerinin Leon Ca­hun ile Paris’te başlayan ilişkileri, muhalefetin İstanbul’a dönüşün­den sonra da devam etti. Ancak Leon Cahun’un Cemiyet üyelerin­den tek anlaşamadığı kişi, Namık Kemal’di. Namık Kemal, Leon Cahun’un ‘Türkçülük’ fikirlerinden ziyade, seküler rejim görüşlerin­den etkilenmişti. Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türkleri hiç sevmezdi.(19) Zira o, Türklerin Müslüman ülkelerine zarar veren Tatarlar olduğuna inanıyordu. Leon Cahun’un kitapları Mus­tafa Kemal tarafından da büyük bir ilgiyle okunacak ve onu etkileyen en önemli yazarlar arasına girecekti.(20)

Hem ‘Derviş’ Hem ‘Türkçü’ Hem AJan

Avrupa’daki 1848 ihtilallerine karıştıkları için ülkelerinde ölüm cezalarına çarptırılan çok sayıdaki devrimci, cezalardan kurtulabilmek için çareyi İstanbul’a kaçmakta bulmuştu. İşin ilginç yanı, Os­manlı’daki rejim muhalifleri “özgürlük yok” diyerek Avrupa’ya ka­çarken; 1848 devrimlerine karıştıkları gerekçesiyle ülkelerinde idama mahkum edilen yabancı ihtilalciler, kaçarak geldikleri İstanbul’da özgürce hareket edebiliyorlardı. Dahası, Osmanlı’daki saray karşıtı muhalefet, örgütlenme ve fikrî konularda bu ihtilalciler tarafından açıkça desteklendi. Bütün bunlara ilave olarak, Avrupa’dan şarki­yatçı’ ve gezgin’ kılıfı altında İstanbul’a gelerek, Cemiyet üyelerine “Türkçülük” ve ihtilalci fikirleri aşılayan çok sayıda sözde bilim ada­mı da cabasıydı. Osmanlı coğrafyasına ayak bastıktan sonra “özel hoca” ve “misafir” etiketlerini kullanan bu kişiler; özellikle mason, dönme ve Bektaşi paşaların konaklarında “özel hoca” sıfatlarıyla asıl görevlerini rahatlıkla icra edebiliyorlardı.(21)

Mustafa Reşid Paşa, Hüseyin Daim Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Abdüllatif Suphi Paşa, Sami Paşa ve Mithat Paşa gibi Tanzimat sürecinin ünlü isimlerinin konakları, saray karşıtı fikirlerin tartışılıp olgunlaştı­rıldığı merkezler haline gelmişti.(22) Öyle ki, ülke siyasetinin masaya ya­tırılarak binbir türlü toplum mühendisliğinin yapıldığı bu toplantılara katılmak, Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında adeta bir ayrıcalık sa­yılıyordu. “Encümen-i Daniş”(23) adı verilen ve Tanzimat sonrası devlet adamları ile varlıklı kişilerin konaklarında yapılan bu toplantılar, dev­rin bürokratlarına istikamet çizerken, dönemin iktidar sahiplerine de “Üst Akıl” vazifesi görüyordu. Mustafa Reşid Paşa tarafından kurulan “Encümen-i Daniş”in en ünlü harici üyesi; Üst Aklın küresel etki ajan­larından Yahudi asıllı şarkiyatçı Baron Joseph Hammer Purgstall idi.

Bu derin yapılanmanın yerli ve yabancı sabit üyeleri olduğu gibi, üye olmadığı halde bu sohbetlerin müdavimi olan Avrupalı Oryan­talist ve ihtilalciler de vardı. Mesela Encümen-i Daniş toplantılarına asıl üye olmadığı halde katılan en ünlü oryantalist, aynı zamanda Üst Aklın en kıdemli etki ajanlarından biri olan Arminius Vambery adındaki Macar Yahudisiydi. Peki, konak sohbetleriyle başlayıp dö­neminin Osmanlı siyasetinde derin izler bırakan, “Türkçülük” fik­rinin altyapısını hazırlayıp saray karşıtı muhalefeti yönlendiren ve İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında ‘arabuluculuk’ gibi önemli bir görevi üstlenecek kadar kıdemli olan bu ünlü “şarkiyatçı” kimdi? Ge­lin şimdi Arminius Vambery’nin ‘şarkiyatçı’ kimliği ile Osmanlı coğ­rafyasına yaptığı esrarengiz yolculuğu ve dönemin siyaseti üzerinde oynadığı rolü birlikte görelim.

Arminius Vambery’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Ba­basını küçük yaşlarda kolera hastalığından kaybetti. “Vambery” aile­nin orijinal adı değildi. Ailenin asıl adı, daha önce aile büyüklerinin yaşadığı ve bugün Almanyada bulunan Bamberg kasabasından ge­liyordu. Vambery ailesi, Macaristan’a göç ettikten sonra Yahudilere verilen soyadı ile birlikte ‘Wamberger’ adını aldı. Ancak daha sonra bu isim Vambery olarak kaldı. Arminius Vambery’nin babası, ünlü bir Yahudi din bilginiydi. Her ne kadar seyyar satıcılık da dahil pek çok vasıfsız işlerde çalışsa da, Yahudi tarihi ve İbrani diniyle ilgili çeşitli araştırmalar yapmış, çok sayıda kitap okumuştu.

Baba Vambery, Macaristan’ın kuzeybatısında çıkan kolera salgı­nında ölünce, anne Vambery başka bir kişiyle evlendi. Ancak kü­çük Vambery için huzursuz günler de bundan sonra başlayacaktı. Aile, mali sorunlar nedeniyle Vambery’nin doğduğu yer olan St. Georghen i terk etmek zorunda kalmıştı. Artık yeni yurtları üvey ba­basının memleketi olan Duna Szerdahely olmuştu. Küçük Vambery, önce bir Yahudi okuluna kaydedildi. Ancak üvey babasının fikir de­ğiştirmesi üzerine, Protestan ilkokuluna yerleştirildi. Üstün bir dil öğrenme yeteneğine sahip olan Vambery, sekiz yaşma kadar anadi­li îbranice’nin yanı sıra, Almanca ve Macarca’yı da öğrendi. Yahudi dini ve tarihinin önemli kitaplarını okuyup öğrendiği gibi, onları çeşitli Avrupa dillerine de tercüme etti. Kitap okumaya olan düş­künlüğü ve dini konulardaki derin incelemeleri, toplam beş kez din değiştirmesine neden olmuştu. Öyle ki aynı anda hem papazlık, hem de hahamlık yapması, en sonunda ateist olmasıyla sonuçlanacaktı.

Gerek Batı edebiyatı, gerekse Batı dilleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünen Vambery, bundan sonra kendini “doğu bilimlerine” adamaya karar vermişti. Bu amaçla Viyana’ya yaptığı gezi, Vambery’nin hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Viyanada tanış­tığı Encümen-i Daniş’in harici üyesi Yahudi oryantalist Joseph von Hammer Purgstall, Vambery’nin “şarkiyatçı” olma yolundaki kararını daha da pekiştirmişti. Aynı zamanda ‘Viyana Orientalische Akademi’ üyesi ve Şark Şubesinin başkanı da olan Hammer Purgstall, deneyim­li bir Doğu bilimleri uzmanı olduğu gibi, aynı zamanda da Osmanlı Devletini çok yakından tanıyordu. 1799 yılında diplomatik görevle gelip yedi yıl kaldığı İstanbul’da Arapça, Farsça ve Türkçe’yi öğrenmiş, Encümen-i Daniş’in harici üyeliğine kadar yükselmişti.

Vambery, kendisi de bir Yahudi olan ve dünya Yahudilerinin ulusal uyanışı” için çeşitli araştırmalar yapan dönemin Macaristanı Eğitim Bakan, Baron Eötvös Josephın yardımıyla, 1857 yılında İstanbul'a geldi. Osmanlı toplumunun dini konulardaki hassasiyetini dikkate alan Vambery, yol boyunca “40 Sual, 40 Cevap'' isimli dini kitabı elinden hiç düşürmedi. Zira İslam coğrafyasındaki amacını gerçekleştirebilmek için, bir ‘Müslüman gibi davranmalıydı.

İstanbul’a indiğinde kaldığı ilk yer, Yahudilerin ağırlıkta olduğu Galata semti olmuştu. Kalacak yeri yoktu. Gündüzleri Rum ve Ya­hudilerin işlettiği kitapçı dükkanlarına takılarak vakit geçiriyordu Aklına Macaristan’da okurken özel öğretmenlik yapıp para kazandığı günler gelmişti. Aynı şeyi İstanbul’da da yapabilirdi. Zaten tanıştı­ğı zengin Rum ve Yahudi dostları, ona paşa konaklarında ‘hocalık' yapabileceği tüyosunu çoktan vermişti. Hemen çeşitli yerlere ilan­lar vererek kendine öğrenci aradı. Nitekim çok geçmeden, Hüseyin Daim Paşanın oğluna Fransızca hocası olmuştu.

Ne var ki Vambery, sadece konaklarda paşa çocuklarına ders ver­mekle kalmayacaktı. Elbette asıl derdi başkaydı. Sözde “Macar ve Türk dillerinin ortak yönlerini araştırmak için” İstanbul’a gelmişti ama, onun asıl ilgilendiği konu, Osmanlı’daki ‘özgürlük’ hareketle­riydi. Zira İstanbul’dan İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği gizli raporunda, “İlk özgürlük hareketlerini Hüseyin Daim Paşanın evinde gördüğünü” büyük bir iştahla yazacaktı.(24) Paşa konakların­da ülke siyasetine hakim olan Vambery, kısa sürede Türk dilini ve kültürünü de yakından tanıdı. Kendisini öylesine “Türk kültürüne” kaptırmıştı ki, hâl ve hareketlerinden, kılık-kıyafetinden, konuşma­larından onun bir “ecnebi” olduğu asla anlaşılamazdı. Nitekim bir süre sonra adını da değiştirip, “Reşid Efendi” olacaktı...

Devletin Hücrelerine Giriyor

Gizemli oryantalist Vambery, ismini değiştirmesine değiştirmiş­ti ama, bu onun “Müslüman” olduğu anlamına gelmiyordu. Sadece ileride atacağı adımların önünü açmak, “oryantalist” kılıfı altında yürüttüğü ajanlık payesini gizlemek için böyle bir yola başvurmuştu. Nitekim bu yeni isim, ona pek çok kapının açılmasını sağladı. Kısa sürede Tanzimat Sürecinin mimarlarından Mithat Paşa ile tanıştı. Bir yandan Mithat Paşaya Fransızca dersleri verirken, bir yandan da ona Osmanlı siyasetiyle ilgili istikamet çiziyordu. Dahası, medrese­lerde ‘hocalık’ yaparak hem İslamiyet’i yakından tanıyor, hem de ‘ec­nebi’ yaftasından kurtulmuş oluyordu.

Vambery’nin İstanbul’daki şöhreti, kısa sürede Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında hızla yayılmıştı. Nitekim Mithat Paşadan son­ra Dışişleri Bakanı Rıfat Paşanın oğluna da ders vermeye başladı. Sadece ders mi? Bu konakta hem üst düzey yöneticilerle yakın te­maslar kuruyor, hem de devlet politikasıyla ilgili önemli bilgiler elde ediyordu. Tanzimat’ın uygulayıcılarından Ali, Fuat ve Mustafa Reşid Paşalarla da bu konakta tanıştı. Ancak Ali Paşa, Vambery’nin “Re­şid Efendi ismini almasına rağmen, iç politikaya olan yoğun ilgisi ve Osmanlı muhalif hareketi üyeleriyle olan yakınlığı nedeniyle on­dan şüphelenmişti. Ne var ki Vambery için bu hiç de sorun olmadı. Yüksek bürokrasi içerisinde edindiği dostları sayesinde, Vambery bu dikkatli bakışlardan kurtulmasını bilmişti.

Vambery îstanbulda dört yıl kaldı. Doğuya yaptığı ilk gezi, ona yabancı dil uzmanlığı ve önemli bir miktar da para kazandırmıştı. Yeni kazandığı deneyim ve bilgiler, 1858’de Almanca-Türkçe bir söz­lük yazmasını sağladı. Arapça, Osmanlıca ve Farsça’yı öğrendi. Çağa­tayca-Osmanlıca sözlüğünü Macar diline çevirdi. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde, Macar Bilimler Akademisinin üyesi oldu ve nüfuzlu Avrupa gazetelerinde muhabirlik yaptı. Artık başkent İstanbul’daki hazırlıklarını tamamlamış, asıl görev yeri olan Orta Asya yolculuğu için hazır hale gelmişti.

Arminius Vambery’nin sözde görevi, Orta Asya’ya giderek Macar ve Türklerin kökenlerini, iki ulusun dil benzerliklerini araştırmak­tı. Ancak o dönemde Orta Asya’yı gezmek hiç kolay bir iş değildi. Asya’da yaşayanlar bile, bu coğrafyada kendi başlarına dolaşmayı göze alamazlardı. Daha önce İngilizlerin casusluk amacıyla bu böl­geye gönderdiği üç kişiden ikisi, Buhara’da ölü bulunmuştu. Ancak Vambery, inandığı değerler uğruna tüm riskleri göze alıyordu. Orta Asya yolculuğuna finansör bulmak için 1861 yılında İstanbul'u terk ederek Macaristan’a gitti. O dönem Yahudi bilim adamlarının kont­rolünde olan ‘Macar Bilimler Akademisinden aldığı bin florinle tek­rar İstanbul’a döndü. Orta Asya’da maruz kalacağı tehlikelere karşı Macar Bilimler Akademisi’nden aldığı tavsiye mektuplarına, Bab-ı Ali’nin tanınmış görevlilerinden aldığı referans mektuplarını da ek­ledi. Pek çok kişi, yolculuğun çok tehlikeli olduğunu belirtip onu ka­rarından döndürmeye çalışsa da, bütün çabalar sonuçsuz kalacaktı. Artık yola çıkma zamanı gelmişti.

Orta Asya yolculuğuna başlamak için, 28 Mart 1862 tarihinde İstanbul’dan Trabzon’a hareket etti. Uzun bir yolculuğun sonunda İran’a vardı. Amacı, Sünni hacılar arasına katılıp Orta Asya’ya git­mekti. Bu arada Vambery, Osmanlı’nın Tahran Büyükelçisi Haydar Efendinin kendisine yardım etmesi için, İngiliz Konsolosluğuna çeşitli mektuplar yazıyordu. Nitekim dönemin İngiliz Konsolosu'nun ricasıyla Haydar Efendi Vambery’ye bir hayli yardımcı oldu. Yapılar plana göre Vambery, Haydar Efendi’yi ziyarete gelen Sünni Tatar hacıların arasına karışarak Orta Asya’ya gidecekti

Tabi hem o bölge insanlarını, hem de beraber yolculuk edece­ği Tatar hacıları şüphelendirmemek için, yeni bir kılık kıyafet de­ğişikliği yapmak gerekiyordu. Hemen bir ‘derviş’ elbisesi giydi, yeşil bir çanta içerisine koyduğu Kur’an-ı Kerim’i çıkarmamak üzere boynuna astı. O artık dini bütün “Hacı Reşid Efendi” olmuştu. Hacı kervanına katılan Vambery, Hive, Buhara, Semerkant, Tebriz, Herat Hokand Kaşgar ve Gümüştepe gibi bölgeleri ziyaret etti. İslam öncesi Türk gelenek ve göreneklerini araştırırken, özellikle Yomut, Tekke ve Göklen boyları gibi Alevi Türkmenleri incelemeyi ihmal etmedi.

Vambery, zorluklar içerisinde geçen ve iki yıl süren Orta Asya gezisini sonunda tamamlamıştı. Trabzon üzerinden tekrar İstanbul’a geldi. Sadece üç saat kaldıktan sonra, Haziran 1864’te yeniden Macaristan’ın yolunu tuttu. Ne var ki, onun Orta Asya ile ilgili çalış­maları ne Macaristan’ın, ne de ona para verip Orta Asya’ya gönderen Macar Bilimler Akademisinin ilgisini çekmişti. Zira akademideki yönetim değişmişti. Vambery, akademinin bilimsel misyonundan çok, politik ve ulusal bir misyonu olduğunu düşünüyordu. Büyük bir şaşkınlık yaşarken, ders vermesi için Royal Geographical Society ta­rafından Londra’ya davet edildi. O da Orta Asya’da topladığı tüm ça­lışmalarını Royal Geographical Society’e ve İngiltere Foreign Officee verdi. Vambery, bu hizmet karşılığında İngiltere ile çok yakın ilişki­ler kurmuştu. Kraliçe Victoria tarafından saraya davet edildi. Ancak Vambery’nin yerinde duracağı yoktu. Almanya’ya ve Fransa’ya gide­rek ünlü oryantalistlerle bağ kurup, çalışmalarını onlarla da paylaştı.

Vambery, elbette Orta Asya çalışmalarını sadece Foreign Office’e ve ünlü oryantalistlere vermekle kalmamıştı. Bu araştırmalardan yola çı­karak, 1865-85 yılları arasında Orta Asya, İran ve Türkiye ile ilgili pek çok makale ve kitap yazdı. Times, Nineteenth Century ve National Re­view gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Almanyada, Münc- hener Allgemeine Zeitung, Unsere Zeit, Avusturya-Macaristan da, Pes­ter Loyd, Neue Freie Presse de, Fransada Reuve des deux Mondes ve Amerikada The Forum, The North American Review gibi yayın organ­larında çeşitli yazıları çıktı. Ayrıca Avrupa’nın değişik yörelerinde yapı­lan pek çok konferansa katıldı. Nitekim Vambery’nin bu küresel şöhreti, Doğu dünyasma olan yoğun ilgisi ve saray karşıtı muhaliflere verdiği destek, Avrupa’yı yakından takip eden Sultan Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Sultan, onu 1880 yılında Yıldız Sarayına davet etti. Sultan Abdülhamid, Vambery’nin İngiltere hesabma çalışan bir casus olduğunu öğrenmişti. Eğer yakın bir dostluk kurulursa, ondan faydalanabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kurt politikacı Sultan Abdülhamid, Avrupa’ya ve­receği bütün mesajları artık Vambery üzerinden gönderiyordu.

Vambery, Sultan Abdülhamid ile görüştükten sonra, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından tekrar İngiltere’ye davet edilmişti. Artık Türkleri kendisi kadar tanıyan Vambery’ye yapılan bu teklif, şimdiye kadar olanların en heyecanlı siydi. Vambery, İngil­tere ile Osmanlı Devleti arasında resmi arabuluculuk yapması hu­susunda görevlendirilmişti. Artık İstanbul’a döndükten sonra, her istediğinde Sultan Abdülhamid ile görüşebilecekti. Elbette sadece Sultanla değil. Osmanlı muhalif hareketi üyeleri, Siyonizm’in kuru­cusu Theodor Herzl ve Dünya Siyonist Örgütü Başkanı David Wolf- fsohn, onun sürekli ilişki içerisinde olduğu kişilerdi...

Siyonizmin İlk Casusu

Buraya kadar anlatılanlar, Arminius Vambery’nin Macaristan’dan başlayıp Orta Asya’ya uzanan yolculuğunun ‘hikaye’ kısmıydı. Zira onun her türlü tehlikeyi göze alarak çıktığı bu yolculuğun, “şarkiyat­çı” kılıfı altına gizlenmiş bir de gerçekleri vardı. Bir dönem Osmanlı siyasetine damgasını vurmuş bu karanlık sima, bütün riskleri göze alarak Orta Asya’ya yapmış olduğu seyahati gerçekten Türk tarihini ve dilini araştırmak için mi gerçekleştirmişti?

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Arminius Vambery’nin Türk tarihi ve diliyle ilgi kuracağı hiçbir bağı yoktu. Osmanlı coğrafyasına ayak basmadan önce, onu etkileyen ne bir Türk arkadaşı, ne de Türklere ilgi duymasını sağlayan bir hikayesi olmuştu. Dahası, Arminius Vambery ve çağdaşı diğer oryantalistlerin Türk tarihine merak sardı­ğı o dönemde, Türkler ve ‘Türkçülük’ de revaçta değildi. Dolayısıyla Orta Asya gezisinin gerçek nedeni, Türk tarihi ve diliyle ilgili gerek­çeler olamazdı.

Her şeyden önce, Arminius Vambery sıradan bir Yahudi değildi. Tevrat şuuruyla yetişmiş, “Vaat edilmiş topraklarda” bir İsrail dev­letinin kurulacağına inanmış ve Siyonizm’e açık destek veren,(25) dini bütün bir Yahudi’ydi. Öyle ki Filistin’de Yahudilere toprak satışı kar­şılığında Osmanlı’nın dış borçlarını ödeme teklifini yapan Theodor Herzl’i Sultan Abdülhamid’le görüştüren kişi, Vambery’den başkası değildi. Ayrıca kendisini Theodor Herzl ile tanıştıran Dünya Siyonist örgütü Başkanı David Wolffsohn ile de sıkı ilişkileri vardı.

Diğer yandan, Mim Kemal ökenin İngiltere arşivlerinde yapmış olduğu araştırmalar neticesinde tespit ettiği gibi, o aynı zamanda tescilli bir İngiliz ajanıydı. Elbette böyle çok yönlü bir kişiliğe sahip olan birinin, sadece kuru meraktan Türk tarihi ve diline ilgi duyma­sı düşünülemezdi. Zira Vambery, Orta Asya'yı dolaşırken sadece bu ğrafyanın bozkırlarını not etmiyordu. Onun asıl aradığı Türk kavimleri değil, bu bölgede yaşayan Yahudilerdi. Üstelik Orta Asya’ ilgi duyan, bütün ölüm risklerini göze alıp bu bölgeye giden sade/ Vambery de değildi. Siyonistler, Orta Asya’da yaşayan Yahudilerin ulusal bilincini güçlendirmek ve Müslüman topluluklar içerisinde asimilasyona uğramalarını önlemek için, çeşitli dönemlerde o bölge­ye özel görevli kişiler göndermişlerdi.

Orta Asya’ya “Emissar” adı verilen özel görevlilerin gidişi, 1793 yıllarına rastlıyor. Orta Asya Yahudileri, daha çok Özbekistan ve Tacikistan’da bulunan Buhara, Semerkant, Taşkent, Kokand, Fergana ve Duşanbe gibi şehirlerde yaşıyorlardı. Filistin’de kurulacak olan “vaat edilmiş devlet” için insan göçünün elzem olduğu düşünülürse, Rus coğrafyasında yaşayan Yahudi nüfusun önemi büyüktü. Üstelik bu bölgede yaşayan Buhara Yahudilerinin ayrı bir önemi de vardı. Zira Buhara Yahudisi olmak, ‘katıksız’ ve ‘saf’ Yahudi olmak anlamına ge­liyordu. Buhara Yahudileri, ‘diaspora’ sürecinden sonra Yahudiliğin temel esaslarını her zaman yerine getirmiş, Tevrat’ı muhafaza etmiş ve Yahudi kimlik şuurunu güçlü bir biçimde sürdürmeyi başarmışlardı.

Siyonistler, Rus-İngiliz çıkar savaşının en üst düzeyde yaşandığı Orta Asya bölgesine Yahudi ulusal bilincini uyandırmak için ‘Emissarlar’ gönderirken, İngilizler de aynı bölgeye istihbarat akışını sağla­mak üzere “misyoner”, “kaşif” ve “diplomat” adı altında pek çok ajan yollamıştı. Yahudi ulusal bilincini canlı tutabilmek için, Vambery’den önce Buhara ve Semerkant bölgelerine Rabbi Yosef ve Haham Yosef Maimon adındaki “Emissarlar” gitmişti. Bu özel görevlilerin temel amacı, Buhara ve çevresinde yaşayan Yahudi nüfusun dini inançları­nı güçlendirerek, zamanı gelince Filistin’e göç etmelerini sağlamaktı.

Bölgeye gönderilen Emissarlar sayesinde, zengin Yahudilerin Filistin’deki soydaşlarına yardım etmeleri temin edilmiş, cemaat arasında bir İsrail Devleti kurma fikri canlı tutulmuştu. Özellikle Buhara’ya gönderilen Haham Yosef Maimon, buradaki Yahudi ce­maati arasında yarım yüzyıl gibi uzun bir süre kalarak, onların dini ve milli kimliğinin korunması ve geliştirmesi için büyük gayret gös­termiş, Rus Yahudi cemaatleriyle Buhara Yahudileri’ni yakınlaştır­mayı başarmıştı. Emissär Yosef Maimon, ömrünün sonlarına doğru ise, onlara tek bir hedef göstermişti: Bütün Yahudilerin anavatan’ olarak gördüğü Filistin topraklarına göç etmelerini..(26)

Siyonizmin olduğu gibi, İngiltere’nin de Orta Asya coğrafyası üzerinde farklı planlan vardı. Büyük devletlerin birbirlerine karşı hakimiyet mücadelesi verdiği bu dönemde; İngilizler Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişlemesine şiddetle karşıydı. Bu nedenle kozmo­polit bir nüfusa sahip olan Rusya’da, etnik kimlik temelinde bir milli­yetçilik akımı oluşturarak, Rusları kendi iç meseleleriyle baş başa bı­rakmak gerekiyordu. Bu strateji çerçevesinde, Orta Asya’da yaşayan Türkler ve Yahudiler önemli birer kilometre taşlarıydı.

Dolayısıyla planın işleyebilmesi ve istihbarat akışının sağlanma­sı için Ingilizler; Orta Asya bölgesine ‘diplomat’ Charles Stoddart, ‘kaşif Arthur Conolly ve ‘misyoner’ Joseph Wolff isimli ajanlarını göndermişti.(27) Her ne kadar bu kişilerin kullandıkları etiketler dip­lomat, kaşif ve misyoner olsa da, onlar İngiltere devleti adına çalışan kıdemli ajanlardı. Mesela İngilizlerin Buhara’ya gönderdiği üç kişi­den Charles Stoddart ve Arthur Conolly, İngiltere ordusunda görev yapan istihbarat subaylarıydı. Nitekim ikisi de ajan olduğu tespit edi­lince, Buhara’da idam edilmişlerdi.

İngiltere’nin bölgeye gönderdiği üçüncü kişi ise, çok daha ilginçti. Yahudi asıllı Joseph Wolff, sözde bir Hıristiyan misyonerdi. Yahudi olmasına rağmen, Hıristiyanlığı en ince detaylarına kadar biliyordu. Deneyimli bir papazdı. 1821 yılında İngiltere hesabına Doğuya baş­lattığı misyonerlik ziyaretlerinde; Mısır, Sina, Kudüs, Halep, Mezo­potamya, İran, Gürcistan ve Kırım’ı dolaşarak beş yıl sonra yeniden İngiltere’ye dönmüştü. Bu seyahatlerle de yetinmeyen Joseph Wolff, “kayıp İsrail kabilelerini” aramak için 1828 yılında yeniden yollara düştü. Mısır, Yemen, Etiyopya, Malta, Anadolu, Ermenistan, Afga­nistan... Joseph Wolff’un son görevi, Orta Asya bölgesiydi. 1843 yılında geri dönmeyen iki İngiliz casusun akıbetini araştırmak ve istihbarat toplamak için Buhara’ya gitmişti.

Şimdi biz yeniden Arminius Vambery’ye dönelim. Sıcak denizle­re inmemesi için İngilizler tarafından gözetim altında tutulan Rusya, Siyonizm için de büyük öneme sahipti. Zira bu dönemde Rusya topraklarında yaşayan Yahudi nüfusa yönelik baskılar artmıştı. Üstelik Yusuf Basalel’in “Yahudi Tarihi” isimli kitabına göre, bu bölgede ya­şayan beş milyona yakın Yahudi nüfus vardı. Bütün bu veriler göz önüne alındığında, bölgeye gönderilecek en isabetli oryantalist, Ar­minius Vambery’den başkası olamazdı. O da Joseph Wolff gibi hem Yahudi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, hem de Hıristiyanlığı detayla­rıyla bilen deneyimli bir papazdı.

Şüphesiz Vambery’nin bölgeye gitmesinin birden çok nedeni vardı, öncelikli hedef; Rus topraklarında yaşayan Yahudileri Filistin topraklarına göçe ikna etmek ve göç yollarını belirlemekti. Nitekim Vambery’nin Orta Asya gezisinden 1910 yılına gelinceye kadar, böl­geden Filistin topraklarına göç eden Yahudi sayısı iki milyonu aşaçaktı. Bir başka amaç, Rus coğrafyasında yaşayan Türkler arasında bir Türkçülük’ akımı başlatarak, Rusya topraklarında “milliyetçilik dalgası” yaratmaktı. Nitekim bu proje de zamanla hayata geçirilecek 1905 Devrimi’ne karışan ihtilalciler Türkiye’ye kaçarak ‘Türkçülük’ akımının öncüleri olacaktı.

‘Şarkiyatçılık’ adı altında Türk kültür ve ırkına ilgi duyanlar, aynı zamanda Türk muhalif hareketlerini de destekleyip yönlendiren ki­şilerdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle yakın ilişkiler kuran(28) Vambery, Londra’nın karanlık labirentlerinde buluştuğu muhalefet­le birlikte Osmanlı’nın kötü gidişatına çareler(!) arıyordu. Vambery, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle ülke meselelerini nasıl konuş­tuklarını ise alaylı bir şekilde şöyle anlatacaktı: “Bu efendilerle ül­kenin toplumsal, siyasal ve dinsel meselelerini saatlerce tartışırdım. Gündüz konuşmalarının havası ılımlı, hatta uykulu gibi olur, fakat akşam üzeri rakı şişeleri heyecanları kabartınca hava canlanırdı. Sa­yın efendilerin gözleri parlar, paşaların eylemlerini ve kusurlarını eleştirmeleri sertleşirdi”(29) Şimdi bütün bunlar göz önüne alındığın­da, Arminius Vambery’nin konağında ilk sohbetleri yaptığı Hüseyin Daim Paşanın ilk darbe girişimine katılması ve Vambery ile arasın­dan su sızmayan Mithat Paşanın da 1876 Darbesinin mimarı olması gerçekten birer tesadüf müydü?

Vambery’nin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle de sıkı ilişkileri var­dı. İngiltere hesabına casusluk yaptığı dönemde, İngiltere hüküme­tinin İttihatçılara destek vermesi için İngiltere Dışişleri Bakanlığına birkaç kez rapor yazmıştı. Ayrıca İttihat ve Terakkinin kurucuların­dan Abdullah Cevdet ile olan yakın dostluğunu bilmeyen yoktu. Öy- leki Abdullah Cevdet, Viyana’da buluştuğu Vambery ve Siyonizmin kurucusu Herzl İkilisine, Sultan Abdülhamide karşı ortak suikast yapma teklifinde bulunacak kadar kendilerine yakınlık duyuyordu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelerek Türklerin ve Arapların İs­lamiyet öncesi kültürleri üzerine çalışan oryantalistlerin, birbirlerini yalandan tanıması ve hemen hepsinin de Yahudi kökenli olmaları el­bette bir tesadüf olamazdı. Osmanlı coğrafyasına “şarkiyatçı” olarak gelen bu özel görevliler, bir yandan Filistin topraklarına yapılacak Yahudi göçlerini organize ederken, diğer yandan da İsrail devletinin kurulabilmesi için Osmanlı İmparatorluğunun altım oymakla meş­guldüler. Nitekim MOSSAD Eski Direktörü ve İsrail Ulusal Güven­lik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy, Londra’da 8 Kasım 2009 tarihin­de “İsrail İstihbaratı Tarihi” üzerine yapmış olduğu konuşmasında» Arminius Vambery’nin “Siyonizmin İlk Casusu” olduğunu açıkça itiraf edecekti..

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:143-160

Dipnotlar:

1- Dr. Galip Baldıran, Pierre Lotinin Aziyade’sinde Osmanlı Başkentine Tarihsel Bir Bakış, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi c.17, Sayı:l, s. 23.
2- Prof. Dr. Rıza Filizok,Milli Edebiyat Dönemini, Hazırlayan Tarihi ve Kültürel Olgulara Genel Bir Bakış, www.ege-edebiyat.org.
3- Bernard Lewis, The Pro-îslamic Jews, Islam in History, Chicago 1973, s. 144.
4- Niyazi Berkes, The Development Of Secularizm in Turkey, London 1998, s.314.
5- Jewish Encyclopedia, c.3, s. 492.
6- Cemil Meriç, Cogito, 2002, Sayı: 32, s. 291-313.
7- Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İnge Kitabevi Yayıncı­lık, 1995, s. 124.
8- Encyclopaedia Of The Social Seciences, c.15, s. 225.
9- Mim Kemal Öke, Vambery: Belgelerle Bir Casusun Yaşam Öyküsü, Bilge Yayınları, İstanbul, 1985, s.57.
10- Paul Dumont, La Turquie Dans les Archives du Grand Orient de France, Strasbourg, 1980, s. 171.
11- Irene MelikofF, L’Ordre des Bektachis Apres 1826, TURCICA, 1983, s. 155-178.
12- Eric Hosbawm, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akmhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s.9.
13- Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev: Ali Berktay, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 21.
14- Cemil Meriç ile Söyleşi Cogito, sayı: 32, 2002.
15- Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994, s. 137.
Bölüm Dipnotları 453
j5_ Orhan Gökdemir, Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Gi­riş, Fabrika Dergisi, Aralık, 2005, s. 9.
¡7- Derya Güneyli, Türk Milliyetçiliği, Sosyalist Barikat, Nisan 2000, Sayı: 5.
18- İbrahim Şirin, Osmanlıda Tarihin Anlam Arayışı, Ankara Üniversite­si Osmanlı Tarih araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 11, Ankara, 2000.
19- Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, Haz: Sebahaddin Çağın, İzmir, 1996. s. 32.
20- Münevver Sofuoğlu, Atatürkü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar, ana- lizmerkezi.com, 27.07.2010.
21- Baki Öz, Îttihat-Terakki ve Bektaşiler, Can Yayınları, s.42. Ayrıca ba­kınız: Ebüzziya Tevfık, Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 75-76.
22- Abdulhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, Hilmi Kitabevi, İs­tanbul ,1958, s.154.
23- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1930, c.II, s. 929.
24- Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitap­ları, İstanbul, 2010, s.78.
25- Tehodor Herrzl, The Complete Diaries of Iheodor Heriz, C.2, 1960, s. 1100.
26- Alanna E. Cooper, Negotiating Identity in the Context of Diaspora, Dispersion and Reunion: The Bukharan Jews and Jewish Peopleood, Co­lumbia University, Basılmamış Doktora Tezi, 2000, s. 285-290.
27- A.g.e, s. 10.
28- Paul Fesch, Constantinople Aux Derniers Jours dAbdülhamid, Paris Librairie des Sciences Politiques et Sociales Marcel Rivière, Paris, 1907, s. 323.
29- Arminius Vambery, Freiheiheitliche Bestrebungen im Moslemischen Asien, Deutsche Rundschau, Berlin 1893, Sayı: 77, s. 64 - 65.
Devamını Oku »

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

''Turan Turan !'' Diye Diye Harab Olan Memleketin Mefkureci Mimarı...

Genç yaşta ölen ve hayatı boyunca dikkat çekici fikirler ileri süren Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1912'de " Siyonistlerin Uğur­suz Siyasetini Yine Türkler mi Çekecek?" adlı bir makale neşr etmişti. Bu makalede siyonistlerin plânlarından birini şöyle dile getiriyordu:

"Türkleri aldatmak, elde tutmak, millî gururlarını okşa­yıp kendilerini müslüman ve gayr-i müslim sair Osmanlı un­surlara karşı bir kuvvet olarak kullanmak. Bu (Türk İttihadı - Pan Turanizm) adını alıyordu." (Hikmet, sayı: 5, 23 Temmuz 1328/1919)

Son asrın başlarında bizde müslümanların dışında güç ve kuv­vet kazanan gayr-i müslim unsurlar bizi parçalamak ve bölük-pörçük bir hale getirmek için değişik adlar altında İçtimaî bünyeyi sar­sıcı yollar? tevessül etmişlerdir. Yukarıda ifade edilen husus da bunlardan biridir. Zirâ Osmanlılar aslî unsur bakımından Türk ol­malarına rağmen hiç bir zaman ırkî ayrılık gözetmeden bütün müslümanlan bir bayrak altında toplamayı hedef almışlardı. Bu arada müslüman olmayan unsurlar da en az müslümanlan kadar hak sahibi olmuşlardı.Bunun hikmetini çok iyi anlayan Siyonistler değişik bölgelerde değişik alternatifler öne sürerek altı asırlık koca bir devlet parçalamayı tasarlamışlar ve kavmiyetçilik perdesi altında çeşitli unsurları devletin başına bela etmişlerdi.Siyonistlerin ırkçılık hareketini körükledikleri görüşünde bu bakımdan gerçek payı vardır.Nitekim Bir Yahudi olan çoğu yerde (Tekin Alp) takma adını kullanan Moiz Kohen adlı bir Yahudi bu ‘’Türkçülük’’ cereyanını müdafaa etmiştir.Bu safhada,bilhassa Balkan Harbi sonunda yazdığı ‘Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilir?! Adlı küçük risalesinde o devrin ileri gelen ‘Türkçü’lerinin de fikrini alır.Zaten Moiz Kohen daha önce bu fikri ele alan ve Fransızca olan neşredilen bir eserin bu ırki hareketi destekler ve önderlerinden olur.’’Pek parlak bir atisi’’olan bu fikir etrafında Ziya Gökalp’ın da fikrini alır.Zikri geçen eserde Ziya Gökalp’ın kısa mektubu şöyle yer alır:

 

Turan mefkuresi feyizli bir veludiyete maliktir.Bu kaynaktan bir Türk İslam,bir Türk medeniyeti doğmak üzredir.(Turan) Türk milletinin vicdanınından doğmuş,içtimai bir realiteye müstenid bir mefkuredir.Bunu bir (mevhume) zannedenler vehim içinde yaşarlar.Mutasavver olan mukadderdir.’’(sh:6,2,İstanbul,1330)

 

Gökalp,bu ilhamı İle yola çıkmış bir düşünür ve mefkûreci­dir.

1876 da Diyarbakır’da doğmuştur. İdadi (lise)yi doğum yerin­de okudu.Bu mekteb de Fransızca öğrendi ve felsefe ile ilgilendi. Bu iki dersi de ona Yorgi Efendi adında bir gayr-i müslim okuttu.Felsefe adı ilk  olarak Yunan filozoflarını öğrendi. Düşünce sis­temi, dindar bir aile muhitinden geldiğinden, kafasına değişik ve karmaşık sorular soktu. Bu kafa içinde İstanbul'a geldi. Baytar Okulunda okumayı başladı. Mehmet Akifle aynı mektebten il­ham aldığı halde onunla pek bir ortak nokta bulamadı. Bu arada sinir krizleri geçerdi. İntihara teşebbüs etti. Kafasına sıktığı kurşun ölümü tacil ettiremedi.Büyük dinsiz Dr. Abdullah Cevdet'in tedavisi altında kaldı. Ondan da çok şeyler aldı ve onun sayesinde İtti­hat Ve Terakki Cemiyeti ile temasa başladı. Bu cemiyetin çalışma­sı masonik esaslara bağlı olduğundan kafası tamamen değişik bir veçheye büründü.

Baytar Okulunda iken siyasî faaliyetleri yüzünden kovuldu. Diyarbakır'a gitti. Orada küçük memuriyetlerde bulundu. Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresine Diyarbakır bölge üyesi olarak katıldı. Burada kalıp "Genç Kalemlere katıldı. Dil, şiir ve edebiyatla uğraştı. Türk harsını araştırıp ortaya koyma yo­lunda Batılı sistemde bir sosyolog olarak ortaya çıktı. 1913'de İs­tanbul'da karar kılar. Tarde'i, Fouillde'yi, Comte'u, Nietzsche’yi, Bergson'u okur ve Durkheim'i sosyolojik önder kabul ederek yo­lunda yürür.

(Türk Yurdu)nda yazılara başladı. Bu dergide yazdığı (Türk­leşmek, Muasırlaşmak ve İslâmlaşmak) adlı yazılan gerçek hüvi­yetini ortaya koydu. Üniversitede sosyoloji ve metafizik kürsüle­rini kurdu. Çalışmalarına sonsuz ve engelsiz bir zemin buldu. Ko­yu bir İttihatçı idi. Masonik çevreler ve yukarıda da ifade edildiği gibi Moiz Kohen gibi Musevilerle fikrî alış-verişte bulunuyordu. Enver Paşa'ya sonsuz bağlılığı vardı. İdeallerinin gerçekleşmesini bu saraya yakın paşadan bekliyordu. Bu da onun devlet içinde iste­diği rolü oynamasını sağlıyordu.

1917 yılındaki kongrede Şer'iyye Mahkemelerinin Şeyhü­lislâmlıktan alınıp Adliye Nezaretine bağlanmasına en büyük amil olup ilk lâiklik tatbikatının önderi oldu. Zaten Gökalp'ın istediği de buydu. Müftü yerinde duracak, devletin işine din karışmaya­caktı. O'na göre Şeyhülislâmlıkta "dine, ahlâka ve mâneviyata dair hiç bir kelime İşitilmez." Bilhassa "Yeni Mecmua "da çıkan şiirlerini toplayıp 1918de neşr ettiği "Yeni Hayat" adlı şiir kitabın­da bütün fikirlerinin enmüzecini bulmak mümkündür:

Din ancak mürebbi olur. İlim ise müsbet ilimdir ve tecrübeden doğar. Müftüden fetvfa sorulur, ama onun cevabı *mevize*dir. Fakihler dini zorla nakliyet yönüne sürüklerler. Bu takdirde dine ‘’sen sağa git ben sola" demek gerekir. Devlet ile medrese iki ayrı âlem dir. Müftü ile halîfe birbirinin işine karışmaz. Hukuk dinden ayrı bir iştir. Hukuk dine uymazsa örfe uydurulmalıdır. Devlette halkın örfü hakim olmalıdır.

Ziya Gökalp bu istikamette sosyal bünyeyi yetiştiriyordu. Ni­tekim Ruşen Eşref onunla edebiyatla alâkalı yaptığı konuşmada milletin hayatı ve örfü hakkında daha açık cevaplar alır:

"Bizim yüksek edebiyatımız kendi vicdanımızdan doğmuş olamazdı. Çünkü taklitçidir. (...) Arabın dinî, Acem'in de edebî tesirlerinin neticesi olarak yüksek edebiyatımızın lisanı da Arapça ve Acemce terkîblerle dolmuştu. (...) Tanzimat dev­ri bizim Rönesansımız olacaktı. Fransız edebiyatım model ka­bul ettiğimiz için klâsik bir edebiyat vücuda getirmemiz imk­ânı hasıl olmuştu. Fakat Fransızların Yunan ve Lâtin edebiya­tına karşı ısrarlarını muhafaza için aldıkları vaziyeti biz alma­dık (...) Zevk eskiden nasıl Acem İdiyse, Tanzimatla da Fransız oldu. (Fakat) Tanzimat bizi Ortaçağdan skolâstik zihniyetten ve skolâstik edebiyattan kurtardı (...) Türkçülük felsefeyi, ta­rihi ve sosyolojiyi kendine rehber edinerek eski irfanı teşrih masası üzerine koyuyor. Sanat hars manzumesine, edebiyat medeniyet manzumesine mensup olduğundan sanatımız git­tikçe daha millileşecek, edebiyatımız tamamiyle Avrupai ve Yunanlı olacaktır." (Diyorlar ki, sh: 209 - 215)

Düşünürümüz bu ahval içinde "İttihatçılarla beraber battı. Malta'ya gönderildi. Ingilizler tarafından. Dönüşünde Kurtuluş Savaşı sürüyordu. Soluğu Diyarbakır'da aldı. Artık müdafaa ettiği fikirler yeniciler tarafından teker teker tatbik ediliyordu. Kopuz ve kımız âlemleri ile Turan'a doğru yol almak isteyen Gökalp, fikir babalığı yaptığı kimselerce hatıra getirildi ve ikinci Meclis'te Di­yarbakır milletvekili olarak katıldı.

Çok geçmeden kafasında gençliğinden beri saklı olan kurşunun son hareketi ile hayata vedâ ediyor ve 1924'de mozoleye değil de karşısında yer aldığı Saltan Hamld'in yanında yer alıyordu.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları

 

 
Devamını Oku »

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Musiki Devrimi mi, Devrim Musikisi mi?

İstiklâl Savaşı’nın zaferle neticelenmesinden sonra başlayan inkılâp hareketlerinin hedefi, “Batılılaşmak” idi. Batılılaşmak, bir zamanlar “muasır medeniyet seviyesine çıkmak“ sayılıyordu; şimdi ise, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak“ oldu.

Adı ve tarifi ne olursa olsun, daha düne kadar boğazlaşmış olduğumuz bir dünyaya yamanmak ve yaslanmak için can atıyorduk ve buna Batılılaşmak diyorduk.

Cumhuriyetin ilk devirlerinde, her şeyimiz gibi, musikîmiz de batılılaştırılmak istendi. Hattâ “musikî devrimi'ne hususî bir ehemmiyet verildiği bile söylenecek kadar hızlı gelişmeler görüldü.

Musikîdeki değişikliklere niçin bu kadar önem verilmiş olabilir?

Bu sorunun cevabı zor değildir. Çünkü insanın iç âlemini değiştirecek en köklü yenilikler dinde ve musikîde yapılabilirdi. Kalp ve ruha nüfuz eden dini ve musikîyi değiştirmeden insanı değiştirmek imkânsızdı.

Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği çok iyi biliyordu. Bu bakımdandır ki, dinde laiklik, musikîde de Batı'ya dönüş hareketi, Cumhuriyet tarihimiz boyunca kesin ve katı tatbikatlar gördü.

Esasen Paşa, daha 1928’lerde Batı Musıkîsi'nin Şark Musikîsi dediği yerli müzikten çok üstün olduğunu ifade etmişti. İstanbul'da, Gülhane Parkı’nda yapılan açık hava toplantısında, her iki musikîden de parçalar çaldırdıktan sonra şöyle konuşmuştu :

“— Benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musikî, bu basit musikî Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez.

Şimdi karşıda medenî dünyanın musikîsi de işitildi. Bu âna kadar Şark musikîsi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk derhal harekete ve faaliyete geçti.“

1934 yılında, Meclis’i açış nutkunda ise şöyle konuşuyordu :

Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikîde değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen musikî bizim değildir. Yüz ağartacak değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak onları bir gün önce genel son musıkî kurallarına göre işlemek gerektir.

Ancak bu düzeyde Türk Ulusal musikîsi yükselebilir, evrensel musikîde yerini alabilir.

Demek oluyor ki, Mustafa Kemal, milletin değişip, değişmediğini anlamak için musikîyi ölçü kabul etmektedir. Batı müziği dinleniyor ve benimseniyorsa, Cemiyet Batılılaşmış sayılacaktır.

Bu neticeye ulaşabilmek için de Türk musikîsinin son musikî kaidelerine göre yeniden düzenlenmesi, değiştirilmesi gerekmekte... İşte bu arzu ile, 1934 yılının Ocak ayında yapılan bir toplantıda, “Ankara Devlet Konservatuarı” ile, “Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü"nün kurulması kararlaştırılmıştır. Bu toplantıya katılanlara zamanın Millî Eğitim Bakam’nın imzasiyle gönderilmiş olan çağrı mektubunda kısaca şöyle deniyordu :

Ulu Reisicumhurumuzun işaretleri üzerine, yeni hız alan müzik devrimimizin temel dâvâsı, yurdumuzda ulusal müziğin kurulması ve ilerlemesidir. Bu büyük ilkeye varmak için tutulacak yollar, yapılacak şeyler vardır...”

Tutulacak yollar tutulmuş ve yapılacak şeyler de yapılmıştı. An’anevî yerli musikînin pabucu dama atılmış, kurulan müesseseler tamamiyle Batı musikîsine dönmüştü.

Dışarıdan dâvet edilen sanat adamları, ‘'Türkiye’nin ileri müzik sanatına önem veren bir ülke” olduğunu söylemeye başlamışlardı.

Hattâ bunlardan “Hans von Benda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla yönettiği bir konserden sonra, zamanın Millî Eğitim Bakam’na şöyle demiştir :

“— Türkiye, bu çalışmalarıyla, büyük bir bunalım ge-çirmekte olan Batı uygarlığının savunulması sorumluluğunu da üzerine almış oluyor...”

Bu bir takdir mi, yoksa kraldan fazla olan kralcıhğımızla bir alay mı idi, bilinmez.

Acaba niçin, “Mustafa Kemal, Türk musikîsinin artık garp musikî ve kültürü ile gelişeceğine inanmıştı”?

Ve neden radyoda, “Türk müziği yayınlarını durdurttuğu, yalnız halk türküleri ve klâsik batı müziği yayınları yaptırttığı doğrudur.”?

Bu soruların cevabı daha önceki izahlarımızdan anla-şılmakta ise de; Mustafa Kemal Pâşa’ya, bir çok bakımlardan olduğu gibi, bu konuda da ışık tutmuş ve yol göstermiş fikri ve temsilcisini tesbit bakımından Doç. Dr. A. Taneri'nin isabetli teşhisini dinleyelim :

“— Ziya Gökalp, müziğimizi «şark» ve «halk» gibi, isabetli olmayan bir şekilde ikiye ayırmış ve «şark» olarak tanımladığı Türk Sanat Musıkîsi'ni, Bizans asıllı zannetmek hatasına düşmüştür.

Bu hata, gerek Gökalp, gerek Atatürk’ün ölümlerinden sonra, Arel tarafından düzeltilmiştir. Bu durumda, Atatürk'ün de, şimdi olduğu gibi, o zaman da fikir hayatına hâkim olan Ziya Gökalp'tan ilham alarak millî musikîmizi yabancı menşeli olarak kabullendiği ve bunun sonucu, ona cephe aldığı söylenebilir.”

Bülent Ecevit’e göre ise, devrimleri gerçekleştirecek sihirli değnek, orkestra şefinin değneğidir. Atatürk, kendi sofrasında alaturka müzik dinlediği halde, devrimleri yerleştirmek için Batı müziğini dinletmiştir. Oldukça enteresan tesbitler ihtiva eden bu görüşlerin bir bölümü şöyledir:

‘— Geriliğin demagogları ne derlerse desinler, Atatürk’ün kendi sofrasında alaturka müzik dinlemesini ne kadar kalkan gibi kullanmaya kalkarlarsa kalksınlar, herkesin bildiği bir gerçek vardır. Atatürk, devlet radyosundan alaturka müziği kaldırmış olan insandır.

O, alaturka müziğin, bu ağlayıp sızlanma, bu gevşeklik, bu tembellik müziğinin Türkiye’de yerleştirmeye çalıştığı yeni ve dinamik hayat tarzı, devrimci hayat tarzı için ancak bir afyon olabileceğini herkesten iyi biliyordu.

Devrimci ve dinamik olabilmek için, bu milletin batı müziğini dinlemesi gerektiğini anlamış, Türkiye’de devrimleri en kısa yoldan tutunduracak sihirli değneğin, orkestra şefinin değneği olduğunu sezmişti.

Bu memlekette hâlâ alaturka müziği yaşatmak, batı müziğinin zevkinin bir an önce yerleşmesini kösteklemek isteyenler Atatürk devrimlerine bağlılık iddiasında bulunan namazlar.”

Yarım asırdan beri yürütülen ve devlet eliyle desteklenen bu “müzik devrimi” başarıya ulaşmış mıdır? Her- şeyden önce, kendi musikî geleneğimizden kopmanın zararları iyice anlaşıldığı için, iki yıldan beri, “Türk musikîsi devletin himayesine girmiş ve yeni bir haysiyet kazanmıştır.”

Bilinmesi gereken ikinci husus da, musikîmizin, her türlü baltalamaya rağmen devam ettiği, sun’î zorlamaları dikkate şayan bir kolaylıkla aştığıdır. Bu ilgi çekici noktayı Yahya Kemal merhum ne güzel açıklar :

“— Eski müesseseler birer birer yıküdıktan sonra, yavaş yavaş soyunduk. Eski kisvemizi attık. Destarın yerine başka bir serpuş, papucun yerine baçka bir çarşının ayakkabısını, bol esvap yerine başka bir makastan çıkan dar bir esvap giydik.

Türk çarşısı söndü. Bütün bu değişiklik silsilesi saymakla bitip tükenir mi? Tepeden tırnağa, içimizden dışımıza kadar muttasıl değiştik.

Buna, hayat mânâsını ima eden bir kelimeyle «teceddüd» diyorduk. Halbuki bu, bir heyetin ölümüydü. Bu tedrici ölümde eski sanatlar birer birer kay-boluyor.

Yalnız bir dereceye kadar şiir ve dikkat edilmeye çok şayan, bir kudretle musikî devam ediyor. Acaba Türk medeniyetinin en canlı cüz’ü musikî miydi?

Alafranga musikî kulaklarımızda, hâlâ bir türlü onun yerini tutmadı. Nitekim garp musikîsinin ayrılığım henüz kabul ettiğimiz için «alafranga musikî» diyoruz.”

Vehbi Vakkasoğlu
Devamını Oku »

Tevfik Fikret Ve Batı

“Foucault’ya göre genellikle, ‘Aydınlanma olarak adlandırılan ‘Klasik Çağ’ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır.” Anlaşılıyor ki bu ‘disipline etme’de disiplinatör olarak Antik Dünya figürleri ve düşüncesi seçilmiştir.

Tanzimat’la başlayan bizim edebiyatımızda bile, bizim aydın figürlerimizin Batı’nın izlediği bu yolu aynen izlemeye çalıştıkları görülmektedir. “Tanzimattan sonra eski medeniyet sisteminin dayandığı inanç, kıymet ve müesseselerin çökmesi karşısında, Türk aydınlarının da aynı ihtiyaçla hareket ederek, toplumun isteklerine veya kendi ruhî temâyüllerine uygun fikirler ve semboller aradıkları görülür. Bunlardan bazıları, Batı medeniyetinin muhtelif devirlerine âit örnekle­ri benimsemişler, bazıları Ziya Gökalp’te olduğu gibi, İslâmlıktan önceki Türk dinine ve Şamanizme gitmişler, daha başkaları ise en iptidaî inançları ve mitleri yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Tevfik Fikret de yeni kurulan bir dünyanın büyüsüne kapılmış, bu yeni dünyanın kahramanının Rüstem’ler, Köroğlular, Siyavuşlar yahut da Fatih’ler, Yavuz’lar değil Promete’ler olacağına inanıyordu. Mehmet Kaplan’a göre Tevfik Fikret’in tanrılara başkaldıran insanın sembolü olan Promete’yi seçmesi, bir san’atkar olarak onun olaylar karşısında devrinde aldığı aktif tavrı göstermektedir. Öyle olmasa gençliğe yeni bir dünyanın ufuk­larını çizmek ve kalkınma, aydınlanma, ilerleme yolunu göstermek için yazdığı şiire neden Promete adını versin ki? Fikret, bu şiirle ne anlatmak istiyordu?

Tevfik Fikret’e göre Promete, esâtîr-i evvel'in gökten dehâ-yı nârı çalan kahramanıdır. Yani Promete, göklerden ateşin dehasını çalan kahramandır. Fikret’in Promet’e şiirini yorumlayan bir yorumcu, şiirin başlığını şöyle koymuştur: “Çağın tiranlarına karşı Mücadelenin Şiiri” Böyle olunca Promete, hemen her devirde asla eksik olmayacak''

Fikret, bu manzumede “dışa dönük, atak ve bilginin rehberliğini kendisine yoldaş kabul eden yeni insan tipini anlatmıştır.” Promete’nin çaldığı ateş, bil­giyi temsil eder. “Tanrılara ait birtakım bilgilerin insanların eline geçmiş olması pagan düşünce ve inanç sistemi içinde tiranların gücünün zayıflaması, insanların ise güçlenmesi anlamına gelmektedir. Çağın tanrıları, her türlü ekonomik ve tek­nolojik gücü elinde bulunduran Batı’dır. O halde bu çağdaş titanların ellerindeki gücün bilgisine sahip olmak gerekir.”

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Saltanatın Kelleler Kesme Tehdidiyle Kaldırılması

Atatürk’ün şu sözleri dikkate değerdir:
“Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklanm altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.”

Atatürk’ün, Osmanoğullarını zorla Türk milletinin üzerinde hâkimiyet kurmakla itham etmesi, muhtemelen Gökalp’ın tavsiyesine uyarak “eskiyi kötülemek” maksadı gütmesindendir. Zira çok az tarih bilgisine sahip olan bir insan bile, Osmanlıların Türk milleti üzerine zor kullanarak saltanat kurduklarım düşünmez. "‘Temel türkçülük” bölümünde anlatıldığı gibi, Gökalp’ın da Osmanlı döneminde Türklerin millî adlarını söylemekten korktukları şeklinde iddiası vardır.

Zamanla komşu beyliklerle savaşarak Anadolu’da da genişlemişse de bir aşiret reisliğinden beyliğe dönüşerek başlayan Osmanoğullarının asıl hedefi, batıdaki gayrimüslim topraklarıydı. Bu hedefe yönelmiş olmalarından dolayıdır ki, diğer Müslüman ve Türk beyliklerinden de çoğu tarikat mensubu olan dindarlar, akın akın Osmanlıya gelip katılmışlar ve İslam’ın verdiği gaza görevini ifa etmişlerdir. “Alp Erenler. Gazi Dervişler" denilen bu Müslümanlarla birlikte “İlayı Kelimetu'llah” aşkına fetihler yapma şuuruyla hareket eden Osman Bey, Orhan Bey vc Murat Bey, unvanlarında derviş gazilerin reisi olduklarım belirtmeyi de itiyat etmişlerdir. Ayrıca Osman Bey'in bir unvanı da “Fahreddin" (dinin kendisiyle iftihar ettiği) idi. Buna karşılık, Müslüman Türk oldukları hâlde Bizans tarafında yer alıp Osmanlıya saldıran “Türkopol” denilen ücretli askerî birlikler de vardı., Onlara bakıp genelleme yaparak, “Türkler, Bizans’la birleşip Osmanlı’yı vurdu” demek nasıl büyük bir yanlışlık olacaksa; Osmanlının Türkler üzerinde zorla saltanat kurduğunu iddia etmek de öyle, hatta daha da büyük bir yanlışlık olacaktır. Burada önem arz eden husus, kavmiyet değil, bu iki kitleden hangisinin bu topraklardaki Türk devletini kurup yaşatan ruha sahip olduğudur. Tarihî gelişme açıkça göstermiştir ki, devleti kuran ve yaşatan güç; yabancılardan ücret gözetip Osmanlı’ya vuran Türkopollerin ruhu değil, Osmanlı'nın çeşitli kavimleri birleştiren İslâmî gaza ruhu olmuştur. Fatih döneminin tarihçilerinden Oruç Bey, Osmanlıların bu özelliklerini şöyle anlatır:

“Gaziler ve düşmanı yenicilerdir. Allah uğruna hak yoluna durmuşlardır. Gaza malını toplayıp hak yoluna sarf edicilerdir. Hak'tan yana gider, din yolunda gayretlilerdir.”

Diğer Türk beylikleri de genişleme gayesi gütmüşlerdiyse de onların çevreleri Müslüman Türk beylikleriyle çevrili olduğundan dolayı bu. daha çok birbirlerinin zararına bir genişleme gayretiydi. O zamanlar çok yüksek olan dinî hassasiyetin, Anadolu'daki diğer beyliklerin yöneticilerinin de Müslüman ve Türk olmasına rağmen, Osmanlı ya destek vermesinin sebebi de bu “gaza ruhudur.

Aslında fesin kaldırılıp şapka giyilmesi, milliyetçi İttihat ve Terakkinin de gündemindeki konulardan biriydi. Bu cemiyetin ilk kurucularından olan ve cemiyette ateist kimliğe bürünen Abdullah Cevdet, ikinci Meşrutiyet’in ilanından dört yıl sonra (1912 yılında) editörlüğünü yaptığı “İçtihad” dergisindeki, “Pek Uyanık bir uyku)başlıklı makalesinde; medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını,fesin yasaklanarak,erkeklere şapka giyilmesini telkin ediyordu.Bu görüşleri, mahiyeti itibarıyla Batılılaşmacilık içinde açıklayan Peyami Safanın belirttiği gibi; Türkçüler, inançlarının bazı esaslarını Batı Nasyonalizminden aldıkları için, tarihçi görüşlerinin yanısıra böyle sosyolojik uygulamalar da arzuluyolardı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

İslam Aleminden içki Alemine

Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ile ilgili hatıralarını anlatırken içki sofralarında çok coştuğunu ve eski bir şiirden şu mısraları okuduğunu söyler

İçelim içelim şarap içelim,
Nice bir gâv (öküz) gibi âb (su) içelim’'
"Şaraptan yana olur, suya karşı bu durum alır, derken, Türklerın Asya'daki şarap şehrı Fergana‘dan tutturur, ilk Şölenlere geçer, ataerkil (pederşahi) aileden şimdiki yüzyıla kadar uzanıverirdi.

Tabı, biz bu içki sofralarını anlatırken, Gökalpı özel hayalındaki içki düşkünlüğü açısından eleştirmiyoruz. Bizim için nasıl yaşadıkları değil, cemiyete bıraktıkları eserler önemlidir. Bu sofralarda dikkat çeken husus, Gökalp’in içkiye bakışında hile Türklerin eski şarap şehri Fergana'dakı şölenlerden bahsederek içkiye de Türkçü bir yorum getirmesidir. Oysaki her zamanda ve her toplumda içki içenler de içkiye karşı olanlar da vardır. Bunun milliyetçi bir yorumu olmayacağı kesindir. Fakat Gökalp, sadece içerken değil, normal zamanlarında yazdığı eserlerinde de yukarıda gördüğümüz gibi, Allah’tan korkmamayı ve günahlardan sakınmamayı bir meziyet olarak işlemiştir. Esasen Yahya Kemal de içki içen birisi olmasına rağmen, asla dindarlara irticacı dememiş, tam aksine daima İslâmî değerleri savunmuş ve “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” demiştir. Aynca Yahya Kemal'in düşünce dünyasında, “Fatih’in Ayasofya'da okuttuğu ezan ve Yavuz Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an” devletin iki manevî temelidir.

Yine o içki sofralarından birinde Gökalp, Yahya Kemal’i şöyle eleştiriyordu:

“Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin."

Yahya Kemal ise ona şu cevabı veriyordu:

“Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim

 

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Ziya Gökalp'e Göre Din

Ziya Gökalp, 1914 yılında yazdığı “İçtimaî Neviler” (Sosyolojik Türler) isimli makalesinde, ilkel dönemdeki toplumların özellikleri ile modern dönemdeki toplumların özelliklerini kıyaslamıştır. O mukayeseye göre toplumlar, feodal biçimden korporatif biçime doğru beş evrim safhasından geçmişlerdir. Bu evrim safhalarının ilkinde, din ve akrabalık bağları; sonuncusu olan millette ise sosyal dayanışma ve kültürel bağlar hâkimdir. Gökalp’ın değişik yazılarında ise “kültür”ün tarifi; din, ahlak, zevk, dil gibi bir toplumun vicdanında yaşayan değer yargılarının tümü, şeklinde yapılmaktadır.Bu açıklamalarında ilkel dönem toplumunda açıkça dile getirdiği din, millet düzeyindeki modem dönem toplumunda ise ancak kültürün ( “hars” diyordu) açılımında yer almaktadır. Ona göre .kültürün içindeki en önemli değer, dildir. Bir eserinde, milliyeti sadece dile indirgeyerek, “Dil cemaati, yani milliyet" diye tarif etmiştir.'Yeni Hayat isimli kitabındaki “Lisan” adlı şiirinde de bu fikri şöyle işlemiştir:

“Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir ; vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir

Demek ki, Gökalp'a göre din, sosyal evrimin son safhası olan milletle ana değer olmaktan çıkmış, yeni bir ana değer olan kültürün içindeki tali bir değer haline dönüşmüştür. Dini, bu şekilde milletin parçası halinde izah etmesi, ona her türden müdahale yapmasını kolaylaştırmıştır.-Bu müdahale teşebbüsleri de (İslam hukuku) üzerinden; önce devletin hukuk sistemi açısından siyasî, sonra itikat ve ibadetler dâhil şahsî ve sosyal alanlarda olacaktır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi

Ziyauddin Serdara göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik. Bu bağlamda teknikçi söy­lem karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin ak­sine, Batının üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmek­sizin belli alışverişler ve etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batı’nın en­telektüel üstünlüğü daha çok bilgi ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan do­layı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı hâkim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir. Bir geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde âdeta dünyanın her yanındaki Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müsliimanlar geridir' söylemi bir noktadan sonra sadece teknolo­jik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari, iktisadi bir­çok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an yar­dıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.

Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da anlam ifade edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar, bu durumu, İslâm’ın çağdaş dünyadaki yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni Müslüman top­lumun değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına yorumlanmamasıdır. İslâm Medeniyeti’nin ilk dönem medeniyet temaslarında ve karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş Müslüman toplumunun en dikkat çeken özelliği Serdar'a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamasıdır. Çağdaş dünyaya ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı» günün koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondu­rulmuş ve sabitlenmiş olarak zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile gelene­ğin hareketini reddeden hatta geleneği reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır. Zamanın koşullan tartışmasında kar­şımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe aldırdığı söylenemez. Ak­sine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda uyum gösterme riski taşıdıktan son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da görülmektedir.

Gelenek ve Modernliğin Arası

Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu bağlamda oluşan modernist söylem, kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm Medeniyeti’nin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm Medeniye­ti’nin kendi içinde bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim ta­şıdığı açık. Ancak adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar gide­rek bu geleneğe dönük olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yakla­şıma neden olmuştur. Türkiye’de çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek sesle ifade edilmemiştir. Zaman za­man siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür tanımlama ve ihtiyaç beyanla­rına başvurulmuştur. Ancak fikri tekâmül anlamında bir sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmî modemist söylem kesik kesik, bağlanışız, tarihsel ve kül­türel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bir diğer metodolojik yanlış ise medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimle­rin medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girme­leri olmuştur. Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar ara­sı geçerliliği olan bir boyuta taşınmıştır. Osmanlının son dönemlerinde sadece Osmanlı değil tüm İslâm dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılma­lar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in tezleri, âdeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur. Hafıza, savaş yıllarında ve sonra­sında sıfırlanmaya başlamış, âdeta dünyaya yeni gelmişçesine yeni bir dil ve ke­şif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da karşılaştıkları hafıza kopuş­ları hâlâ bir türlü  onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda en büyük hamle­lerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil, sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin kı­rılmasıdır aynı zamanda geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır.

Süreç içerisinde kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kur­maları ilk dönem cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuş­tur. Ancak zaman içerisinde tarihsel birikim ve kültür kodlan ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.

21.yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslü­man düşünce kadar tüm düşünce yapılan enteresan bir tarihe dönüş sürecine gir­miştir. Bunun tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi tarihin gü­nün konjonktürel yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.

Murat Erol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Dinde Reform

Erken Cumhuriyet tarafından geliştirilen “din reformu" genellikle varsayıldığı gibi dönem liderlerinin başlarına sıfırdan oluşturduğu bir program değildi. Bu program temelde Osmanlı Garbcılığı ve Ziya Gökalp’in Önde gelen sözcüsü olduğu Türkçü- islâmcı hareketin tezlerini esas alan bir bağdaştırıcılığı hedefliyordu.

Her iki hareketin önde gelen simaları Erken Cumhuriyet siyasetlerinin şekillenmesinde önemli roller oynamışlardır. 1924te ölen Gökalp tezlerinin yeni rejimin ideolojisinin oluşturulmasında ne denli etkili olduğunu görememiştir. Buna karşılık, Garpçılar gibi Türkçü-Islâmcılarla Erken Cumhuriyet kadroları arasında da bir geçişlilik söz konusuydu.

Doğal olarak Erken Cumhuriyet liderleri “dinde reform’a İslâmî açıdan değil, bir ''modernleşme ve “milliyetçilik" sorunu olarak yaklaşıyordu. Bu çerçevede “dinde reform” kendi başına bir amaç değil, ’‘modernleşme” ve “millet inşa edilmesi yolunda kullanılan bir araç haline geliyordu.

Son tahlilde amaç yeni ve modernlikle uyumlu bir "millet” oluşturmak olduğu için bu program ‘‘Türkçe ezan” benzeri oldukça radikal siyasetler üretebilyordu. Bu radikallik ise genellikle varsayıldığı gibi dönem siyasetçilerinin tercihlerinden değil, “din reformu'nun bir araç olmasından, onun merkezinde “din”in bulunmamasından kaynaklanıyordu.

Günümüzden bakıldığında Erken Cumhuriyet “dinde reform" projesinin kendisine bağlanan büyük ümitlere karşılık başarısız olduğu söylenebilir. Bu alandaki en çarpıcı başarısızlık “dinin ıslâhı yoluyla toplumun modernlikle uyumlu hale getirilmesi” alanında yaşanmıştır.

Proje, “bilimin din haline geleceği” yeni bir toplumun doğacağını düşünen, dindarlığı “bâtıl itikadlara duyulan bilimsel gerçeklerle çatışan, çağdışı inanç" olarak gören seçkinleri hedef almıyor ve “avamın eğitimi"ni hedefliyordu.

Ancak “avam” geleneğe karşı şiddetli bir saldırı olarak algıladığı reform programına ciddi bir direniş göstermiştir. Proje Tek Parti idaresi altında tüm toplumsal tepkilere karşın sürdürülmüş ama çok partili hayat onun sonunun başlangıcı olmuştur.

Bu alanda temel kaynakların tercümesi ve yeni yorumların Protestan hareketi benzeri bir dönüşüm başlatacağına duyulan inanç başarısızlıkta önemli rol oynamıştır. Bu yaklaşımı savunanlar ne Protestan hareketinin temel dinamiklerini anlayabilmişler,ne de Ortaçağ Avrupası ile 20. yüzyıl islâm toplumları arasındaki farklılıkları kavrayabilmişlerdir.

Bunun ötesinde Vahhabi hareketi benzeri bir örnek gözönünde dururken, püriten, öze dönüşçü yaklaşımların ''modernlikle daha uyumlu bir toplum oluşturmasına hizmet edeceği” düşüncesine saplanılması da başarısızlıkta etkili olmuştur. Ancak “avam”m projeye olumsuz yaklaşımının temel nedeni “din”in bir “modernleşme aracı” haline getirilmesi ve bu yapılırken onun zorlama yorumlara tabi tutulmasından kaynaklanmıştır. İlginçtir ki Erken Cumhuriyet liderlerinin varsay-dıklarının tersine gelenek ve onu terketmeyen ''avam” modernlikle farklı bir bağdaştırma gerçekleştirmiştir.

Benzer bir başarısızlık millet inşa edilmesi sürecinde de yaşanmıştır.Bu Türkiyede din-milliyetçilik sentezlerinin Erken Cumhuriyet sonrasında rafa kaldırıldığı anlamına gelmez. Ancak bu sentezler ve bunlara dayanan kimlikler Erken Cumhuriyet tasarımlarından oldukça farklı gerçekleşmiştir. Bunun neticesinde ise Ziya Gökalp ve Erken Cumhuriyet liderlerinin düşündüğü türde bütünüyle “Türklük merkezli bir sentez yerine onun son derece etkili olduğu ancak daha dengeli bir bağdaştırma şekillenmiştir.

Erken Cumhuriyet “dinde reform’ projesi temelde bir fin-desiecle (asır sonu) tasarımıydı ve büyük çapta II. Meşrutiyet Döneminde gerçekleştirilen entelektüel tartışmalara dayanmaktaydı. Erken Cumhuriyet liderleri de bu programın “düşünce babaları” olmaktan ziyade onu oldukça radikal bir praxis'e dönüştüren kişilerdi.

Bu açıdan bakıldığında dinde reform'* Cumhuriyet‘in gerçekte bir “kopuş” değil, “devamlılık” olduğunu da ortaya koyar.

Derin Tarih:Sayı,27
Devamını Oku »