Devleti yıkan büyük bozgun

Devleti yıkan büyük bozgun

Padişah Sultan Vahidüddin’in:

“Paşam, size Suriye ordusunun kumandanlığını verdim. Bu cephenin hayati bir ehemmiyeti vardır. Arzu ediyorum ki, hemen oraya gidiniz ve Suriye’nin düşman eline geçmesine meydan ver-meyiniz. Size tevdi eylediğim bu vazifeyi büyük bir maharetle ifa edeceğinizden eminim” diyerek 7’nci Ordu Kumandanı yaptığı Mustafa Kemal Paşa, cepheye gelişinden birkaç gün sonra başlayan şiddetli muharebelere girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Birinci Ordu’ya ikinci kere tayiniydi bu. Daha önce kendisi istifa ederek ayrılmisti. Bu muharebeler çok önemliydi. Çünkü Rusya’da çıkan  Bolşevik ihtilali dolayısıyla Rus ordusu Kafkasya’da esaslı bir zülmeye uğramıştı. Şark cephesinde kazanılan başarıyla ordumuz Kafkasya’ya girmişti. Nihayet 18 Aralık 1917’de Erzincan’da Ruslarla mütareke imzalanmıştı.

‘Türkiye’ye asıl darbe güneyden indirilecekti. İngilizler Kudüs’ü zapt ederek (9 Aralık 1917) Suriye’ye dayanmışlardı, irak’ın büyük kısmı çoktan kaybedilmişti. General Allenby, kesin sonuçlu taarruz için 1918 Eylül’üne kadar hazırlanacaktı.

“Türkiye, bu harbi yalnız düşman kuvvetlerinin üstünlüğü ve harp gücünün yetersizliği yüzünden kaybetmiyordu. Kaybın ve fazla yıpranmanın asıl sebebi, harbin son derece fena idare edil-mesi ve üst üste büyük stratejik hatalar yapılması idi.”

İngiliz saldırısıyla başlayan muharebeyi Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:

“Bu gece şiddetli bir muharebe ile geçti ve ordumun sol cenahı bozuldu, esir düştü. Buradan düşman süvarisi geçti, Liman von Sanders’in karargâhına kadar vasıl oldu. Ordumla sahralar ve ne-hirler geçerek Şam’a ricate mecbur oldum. Burada çekilen meşak-katin izahı uzun olur...”

“Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?” adlı eserde, bu izah edilmeyen hadise şöyle açıklanıyor:

“Filistin cephesinde üç ordumuz vardı. 4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordulardan mürekkep olup ‘Yıldırım Ordular’ adını alan bu kuv-vetlerin cephe kumandanı, Liman von Sanders idi. 4’üncü Ordu Kumandanı Arapgirli Cevad Paşa, 7’nci Ordu Kumandanı ise M. Kemal Paşa idi. Cephe umumi karargâhı Nasıra’da bulunuyordu. 4’üncü Ordu’nun merkezi Salt, 7’nci Ordu’nun Nablus, 8’inci Or-dunun ise Hıl-u Kerem kasabalarıydı. 31 Ağustos 1918’de bu cep-hede o kadar anî bir çöküş meydana geldi ve bu hâl o derece sü-ratli bir hezimete yol açtı ki, kilometrelerce geride bulunan ordu kumandanları bile canlarını güçlükle kurtarabildiler... Gerçekten devletimizi Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamaya mecbur rakan bu hezimet esnasında 8’inci Ordu Kumandanı Cevdet karargâhından kalpağını bile alamadan atmış ve burada 3’üncü Kolordu Kumandanı İsmet Paşa’yı (İnönü) tellal bağırtarak aramaya mecbur kalmıştı. Bu hezimet, Birinci Ordu’nun sağ ve solundaki 4’üncü ve 8’inci Ordulara haber vermeden anî bir şekilde ricat etmesiyle ortaya çıkmıştı...

“Bu suretle merkezî durumdaki 7’nci Ordu’nun anî ve habersiz ricatiyle cephede açılan boşluktan saldıran İngilizler, sağ ve soldaki 8’inci ve 4’üncü Orduları arkadan kuşatarak 75 bin esir ve 375 adet top ele geçirmişlerdir.

“Bizzat M. Kemal Paşa bile ‘az daha esir olacaktı.’ Emir zabiti Yüzbaşı Bedri Bey, Şeria Nehri’nde tesadüfi bir geçit buldu. Büyük şef, hayatını bu suretle kurtarabildi. Altı yüz kilometrelik ricat hattı üzerinde düşman eline 75 bin esir ve 375 top geçmişti.

“Diğer kumandanlar gibi M. Kemal Paşa da, sekiz kişilik maiyetiyle resmî elbiselerini bile giymeden kendini Şam’a atmış, fakat burada da duramamıştır. Bakiye kuvvetlerin kumandasmı Cemal Paşa’ya terk ederek Rabak’a gelen M. Kemal Paşa, bu vakıayı gazetecilere şöyle anlatmıştır:

“O gece şunu anladım ki: Bütün kıtaat ve cephelerde kumandanlık kalmamıştı... Binaenaleyh mecnunane denecek bir emir verdim: Şam’da bıraktığımız kuvvetler İsmet Bey’in, Rabak civarındaki kuvvetler ise Ali Fuat Paşa’nın emrinde ve bu kuvvederin hepsi şimale doğru hareket etsinler!..

“Gazetecilere bir askerî emir gibi not ettirilmiş bulunan bu sözlerin manası açıktır: İstikamet kuzey, herkes başının çaresine baksın! Filhakika bu emrin hakiki mahiyetinin tefsir ettiğimiz gibi olduğunu M. Kemal Paşa da teyit ederek:

“-Bu hareket amelî idi. 7’nci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şey kalmamıştı. Bu döküntüleri Suriye’nin kuzeyinde Halep’te toplamak ve orada yeni bir karar vermek gerekiyordu, demektedir.

“Gerçekten 600 kilometrelik mesafeyi, yani ancak 20-25 günde katedilecek bir yolu sürade aşıp Halep’e gelen M. Kemal Paşa, burada kendi ifadesine göre ‘ahalinin hücumuna uğramış ve so-kak muharebeleri yapmış!...' Kendisine ateş açıldığı bir arada yanında bulunan şoförüne işaretle yavaşlayan otomobiline atlamış, atlarken de Halep kumandanma emir vermiş:

“-Halep ve civarındaki kuvvetleri şimale çekip, orada harp edeceğiz!...

“Bu emir üzerine, Yıldırım Ordular Karargâhı Halep’ten Fatıma’ya naklolundu ve Yıldırım Ordular Kumandanlığına ‘Umum Cenup Orduları Kumandanı’ sıfatıyla M. Kemal Paşa cephe kumandanı tayin edildi. Fakat bu unvan da onun Halep civarında yeni bir müdafaa hattı teşkil ederek düşmanı durdurmamaya çalışmasını temin edemedi. Karargâhını 200 kilometre daha geride olan Adana’ya çekti.”

Bu son derece süratli bozgun, Mondros Mütarekesi imzalanarak durdurulmasaydı, herhâlde düşman orduları bütün Anadolu’yu çiğneyerek İstanbul’a dayanacaktı... Alman yazar Bishcaff, “Ankara” adlı eserinde bu durumu şöyle açıklar:

“(,..)30 Ekim 1918’de imparatorluğun yıkılması manasına gelen Mondros Mütarekesi imzalanmasa idi, Halep’in üzerine sirayet etmiş olan bozgun İstanbul’un kapılarına kadar devam edecekti...”

Bütün Suriye’nin kaybı, bir aydan az zamana sığdırılmıştı. “Facianın son perdesi Suriye’de oynanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, buradaki muharebelerle ve bozgunla resmî ifadesini bulacaktı.” (age., s. 21.)

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nm Viyana bozgunundan daha feci bir mağlubiyet ve hezimetti bu... Çünkü Kara Mustafa Paşa’nın hezimeti, yeni bir fetih yolunda ve sınırlarımızın gerisinde cereyan etmişti; sonunda da istiklalimizi tehlikeye atmamıştı. Bu bozgun öyle değildi: Nasıl başlayıp geliştiğini bir de hezimeti bizzat yaşayan bir asker olarak rahmetli Cevad Rifat Atilhan’dan dinleyelim:

19 Eylül 1918 sabahı, büyük ve kahraman bir ordunun birden-bire çöküş tarihidir. Öyle bir çöküş ki, tarihimizde benzeri yoktur... Dört uzun yıl her türlü zorluğa göğüs geren ve “Of!” demeden bütün meşakkatlere vatan ve Allah aşkı için mukavemet eden bir ordu, muhtelif hıyanetlerin neticesi olarak seller gibi gerilere doğru akmaya başladı... Tel Nermin ve Salt üzerinden Amman istikametine doğru bu sel akıp gidiyor ve önüne geçilemıyordu.

Yorgun asker, morali bozulmuş birlikler bir müddet için “Süveylah” isimli bir Çeçen köyünde durdu. Memen o aralık, ordunun otomobil bölüğü kumandanı Konyalı Hattatzade Mustafa Bey, askere bir hitabede bulundu:

“Arkadaşlar, bu gidiş nereye? Böyle darmadağın çekiliş bizim topyekûn mahvolmamıza sebep olur! Allah kıyamet gününde bizden bunun hesabını sorar. Allah ve Resulü’ne inananlar, Allah yolunda senelerce mücadele edenler, kendilerine cennet-i ilada hazırlanmış olan mevkileri feda etmemelidirler...”

Bu sesleniş tesirini gösterdi. Amman’a vardığımız zaman ar» dunun başmüfettişi Yafalı Abdülkadir Muzaffer Hazretleri, kıtalara gayet müessir, gayet dokunaklı hitabelerde bulundu ve bir miktar daha saflar düzelmiş olarak ricat devam etti.

“Demek oluyor ki, en ümitsiz ve müşkül durumlarda sarılacağımız ve güveneceğimiz tek kuvvet, Azimüşşan olan Cenab-ı Hak ve O’nun lütf-u keremi ve yardımından başka bir şey değildir...

“Bu akışı kim, nerede ve nasıl durduracaktı? Öyle ki, düşman lüvarileri peşimizi bırakmadığı hâlde, bize yetişemiyor. Zaman aman şurada burada duraklamalar ve düzelmeler oldu ise, o da tabur imamları ile alay müftüleri ve din adamlarının müessir telkinleriyle olmuştur.

“Feci bir mağlubiyetti bu... Dünya siyonizmi, farmasonluğu» yerli hainler ve İttihat ve Terakki’nin kötü idaresi, milleti felakete sürükledi...”

Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;44-48 [5]
Devamını Oku »

...Ve İstanbul

...Ve İstanbul

Lağvedilen ordulara bağlı birlikler perişanlık içinde, komutanlar şaşkın... O kadar ki, tıkabasa doldurulan vagonlarla bile memleketlerine taşınabilmeleri için aylar gerek... Yaya gönderilenler var...
Adana’nın boşaltılmasına şahit olmuş General F. Altay, askerin ve mümkün olan mühimmatın Konya’ya nasıl taşındığını anlatırken şöyle diyor:

“Ordu ve kolordu karargâhları binasından bayraklarımızı, tarifi mümkün olmayan bir üzüntü ve acı ile indirerek yeni yerlerimize gitmek üzere trene bindik.

“Odun ateşiyle işleyen tren, basamaklarına kadar dolu, hava soğuk... Büyük zorluklarla Konya’ya gelebildik. Ordu terhis ediliyor, seferberliğe son veriliyordu. Konya’ya gönderilen silah, cephane ve askerî eşyalar burada medreselere, camilere saklanıyordu. Yalnız kadro hâline düşen ordu mevcudu ise, depoların korunmasına bile yetmiyor, bazı Ermenilerin askerlerimize yaptığı harekedere tahammül de o kadar güç oluyordu ki... Bitmek bilmeyen zorluklar koskoca dağlar gibi dikilip duruyorlardı...”

Mütareke hükümlerine göre lağvedilen orduların kumandanları İstanbul’a çağrılıyor... Zaten bir kısmı çoktan İstanbul’dadır. Bir kısmı İstanbul’a bir an evvel gitmek istemekte, bir kısmı ise yüksek makam tekliflerine rağmen İstanbul’a çağrılmayı hayra alamet saymamaktadır. Bunların başında, erkân-ı harbiye reisi yapılacağı söylentisine rağmen İstanbul’a çağrılışını hiç de iyi bir alamet saymayan Kâzım Karabekir Paşa gelmektedir. Karabekir Paşa, muzafferane hudut hariçlerinde dolaşan ve felaketlerin teferruatından ve safahatından henüz haberdar olmayan bir kolor-du kumandanı olarak, felakete inanamaz hâldedir. Batum'dan Reşitpaşa Vapuru’na yüzlerce üzgün ve şaşkın zabitle binen paşa, feaketin asıl tesirini 28 Kasım 1918’de Boğaz’dan İstanbul'a girerken duyar. Önce bir Kızühaç gemisini Karadeniz’e açılırken görür, sonra Boğaz’ın iki tarafındaki tabyalarda dalgalanan İngiliz ve Fransız bayraklarım üzüntüyle seyreder. Gerisini kendisinden dinleyelim:

“Reşitpaşa Vapuru kaptan güvertesinde el dürbünümle bunları seyrederken duyduğum azap ve ıstırap, tahammülümün haricine çıkıyordu. Büyükdere hizasını geçiyorduk, orada feci bir manzara vardı. Bir İngiliz müfrezesi, Türk bayrağını indirecek, İngiliz bayrağını asacaktı. Mağrur ve kabalık bir İngiliz zabiti karşısında, ıstıraplar içinde kıvranan bir Türk zabiti duruyordu. Ömrümde bu kadar acı duymamıştım... Bu feci manzara ve bu acı duygu karşısmda, tek dağ başı mezar oluncaya kadar uğraşmalı, kararını verdim. Artık İstanbul Liman’ın dolduran İtilaf donanması, nazarımda ‘bostan korkuluğu’ menzilesine inmişti...”

Karabekir Paşa, İstanbul’a geldiğinin ertesi günü, eski arkadaşı İsmet’le (İnönü) ilk görüşmeyi yapar (29 Kasım 1918). Bu tarihî görüşmenin metnini Kâzım Karabekir Paşa’nın eserinden nakledeceğiz; özellikle belirtelim ki, yıllardan beri neşriyat sahasına çıkmış olan bu görüşme tekzip edilmemiştir! Evet, söz Karabekir Paşa’nın:

“İstanbul’da ilk görüştüğüm, İsmet’ti. 29 Teşrinisani’de Zey-rek’te misafir olduğum biraderimizin bahçesinde Çamlıca’lara kadar uzanan geniş manzara içinde İtilaf’ın bir yığın tekneleri ile sanki istihza eden muazzam Süleymaniye Camisi karşımızda Müslüman Türklüğün bir heykel-i vakarı gibi mağrur duruyordu. Pek eski ve pek samimi arkadaşım İsmet çok bedbindi:

“-Gördün mü Kâzım, her şey mahvoldu! Vaktiyle gördüğün gibi sürükledüer ve bitirdiler. Derdin ki: ‘Batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz...’ Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı! Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kâzım? Köylü olalım, askerlikten istifa edelim... Senin kaç liran var? Birleşelim, Kâzım Ağa, İsmet Ağa olalım. Çiftçilikle hayatımızı sürdürelim...

“-İsmet, ne söylüyorsun, dedim. Zannediyor musun ki, bizi yaşatacaklar! Ermeni ve Rumlar Garp’tan ve Şark’tan Türk’ü boğacaklar. Bırak ki benim bir tarla alacak param yok. Fakat olsa da ayaklar altında zelilane ölmektense, milletimizin bu kadar senelik yediğimiz ekmeğini namuskarane ölmekle ödemek daha çok yakışmaz mı?

- Kazım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilaf hakim, bütün cenup hudutları açık bir halde. Asıl felaket bizim içimizden Kazım. Tasfiye yapacaklar tasfiye. Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar, bir belki de iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize herşey düşman. Ben çok düşündüm. Nemiz varsa birleştiririz ne mümkünse alırız. Kazım Ağa, İsmet Ağa, ben başka türlüsünü göremiyorum Kazım. Sen de bir iyi düşün.

- İsmet ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktiyle Çanakkale’den içeri sokmamıştık. Nazarımda bostan korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca yine hepsini dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur. Ben dün Boğaz’dan gelirken ahdımı verdim. Tek kalsam bile veya tek dağ başı kalsa bile uğraşmak. Silahımı, üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir her ümide yol açar.

- Kazım, millete karşı mümkün olanı yapalım, fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın.

- İsmet acele etme. Daha görüşürüz. Yalnız hepimizin İstanbul’da toplanması feci. Beni getirtmemeliydiniz. Yapılacak ilk iş ordularımızın başına gitmektir. Ne yap yap beni bir kolorduya tayin ettir. Anadolu’da olsun. Mümkünse kendi kolorduma. Hepimiz buralardan uzaklaşalım. Yoksa günün birinde toptan bir ihanete kurban gidersek her ümit mahvolur..

‘’İşte,Harbiye Nezareti Müsteşarlığı vazifesini son günlerde görmekte bulunan iSmet Paşa’yla ilk temasımız..İzzet Paşa büyük bir hata yaparak İsmet’i de,beni de kolordumuzdan alarak İstanbul’a getirmiş,birimizi müsteşar,diğerlerini de erkanı harbiye reisi yapmakla muvaffak olacağını zannetmiş.Halbuki daha ben İstanbul’a gelmeden kendisi çekilmiş…

Bu görüşmelerden de açıkça anlaşılcağı gibi,İsmet Paşa milli bir mücadeleye inanması şöyle dursun,herşeyden ümidini kesmiş,bir köye çekilerek çiftçilikle geçinmeyi bile düşünmeye başlamıştır... Bütün tasavvuru bu kadar mıdır? Hayır, keşke bu kadar olsa idi... Muhakkak ki kendisi hakkında daha şerefli olurdu...

Kâzım Karabekir Paşa’nm hatıratından anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal, İstanbul’a geldikten ve hükümetin elemli havasını gördükten sonra da, “mütecanis ve iyi bir kabine teşkil olunursa, mümkün olan iyi bir vaziyetin teşkil edilebileceği kanaatinde” ısrar etmekteydi. Karabekir Paşa, iyi bir kabine kurmakla hiçbir netice alınamayacağına, bunun hiçbir işe yaramayacak bir tedbir olduğuna inanmaktadır.

Bu yüzden de, kararını çoktan vermiştir; fikrini soranlara “Anadolu’ya ordu başına! Başka çare yoktur” der. Kendisinin de bütün gayreti, bir kolordu kumandanlığına tayinini temin ve hu- susen Anadolu’ya mümkün olursa Şark’a gidip bir mukavemet cephesi kurmaktır. Bu arzusunun aksi istikametinde olan gelişmeleri ise şöyle anlatır:

“Orduların başında güvenilir kumandanlar kalmamış, kimi gelmiş, kimi getirilmiş, hepsi İstanbul’a toplanmıştı: Mustafa Kemal, Vehip, Fevzi, Cevad, Cemal, Ali Fuat, Ali İhsan Paşalar, İsmet ve ben... Birçok rütbeli zabit de izinli izinsiz İstanbul’a akın ediyorlardı. Vaziyetin kestirme manası, inhilaldi. Sık sık kabinelerin değişmesi, İtilafın her gün artan tecavüzü, felaket gününü yaklaştırıyordu...”

Yaklaşan felaketin manasını ve nasıl önlenebileceğini anlamayan İsmet Bey, çiftlik kurarak ağalık yapma fikrinden vazgeçmiş ve kabine kurmak ve hükümeti ele geçirmek sevdasına düşmüştür. İsmet Bey’in bu isabetsiz teşebbüsünü de Karabekir Paşa şöyle anlatıyor:

“İsmet benim haberim olmadan M. Kemal Paşa’yla bir toplantıda bulunurken, Ahmet Rıza veya İzzet Paşa başkanlığında bir kabine yapmak teşebbüsünde bulunmuştu. Bunu ben haber aldığım zaman, bana haber vermeden ve fikrimi sormadan böyle menfi işlerde bulunmasının faydasız olacağını ve şahsını yıpratacağını bir daha tekrarla, İstanbul’da yapılacak hiçbir teşebbüse girişmemesini ve Anadolu'da milli teşekkülün başına geçmesini ve ben tek başıma da kalsam uğraşacağımı, fakat halkın bizimle geleceğini, vaziyetin içinden başka türlü çıkmanın imkânı bulunmadığını izah ettim."

Ne yazık ki, İsmet Beyin bu fikri anlaması o günlerden çok sonra bile mümkün olmayacak, o daha birçok zaman kabine peşinde koşacaktır. Nitekim Karabekir'in sözlerini hiç duymamış gibi, ona kurulacak hükümette iaşe nazırlığı teklif eder, taşe nazırlığı, milleti yedirip içirecek bakanlık... Paşa ile İsmet Bey aramızda bu konuda geçen bu konuşma çok manidardır:

“Esasen hiçbir kuvvete dayanmayan bir kabineye girmeyi şahsen düşüş olacağını, iaşe nazırlığının ise, açlıktan ölenlere mersiye okuyuculuktan başka bir şey ifade edemeyeceğini söyledim.
“İsmet diyor ki:
“-Açlık diyorsun; acaba açlıktan koca İstanbul’da kim ölmüş?
“Dedim ’
“-Hangi evin kapısını çalıp da hâlini sorduk? Benim evim bite yan aç!
“İsmet müteessir oldu, söyleyip söylemediğine pişman oldu...
Mustafa Kemal Paşa da, Falih Rıfkı’ya anlattığı hatıralarımda, Ahmet Rıza Bey’le yeni kabine konusunda mahrem bir görüşme yaptığını söyler. Bu görüşmede, yeni kabine kurmanın lüzumu ve kimlerin bakan olacakları mevzusu konuşulmuş olmasına rağmen, Ahmet Rıza Bey sadrazam olamamış, düşündüklerini tatbik edememiştir. Esasen, M. Kemal, Ahmet Rıza Beyin kendisinden sakladığı bazı düşünceleri olduğu kanaatindedir...**

Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;69-73 [5]
Devamını Oku »

Musiki Devrimi mi, Devrim Musikisi mi?

İstiklâl Savaşı’nın zaferle neticelenmesinden sonra başlayan inkılâp hareketlerinin hedefi, “Batılılaşmak” idi. Batılılaşmak, bir zamanlar “muasır medeniyet seviyesine çıkmak“ sayılıyordu; şimdi ise, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak“ oldu.

Adı ve tarifi ne olursa olsun, daha düne kadar boğazlaşmış olduğumuz bir dünyaya yamanmak ve yaslanmak için can atıyorduk ve buna Batılılaşmak diyorduk.

Cumhuriyetin ilk devirlerinde, her şeyimiz gibi, musikîmiz de batılılaştırılmak istendi. Hattâ “musikî devrimi'ne hususî bir ehemmiyet verildiği bile söylenecek kadar hızlı gelişmeler görüldü.

Musikîdeki değişikliklere niçin bu kadar önem verilmiş olabilir?

Bu sorunun cevabı zor değildir. Çünkü insanın iç âlemini değiştirecek en köklü yenilikler dinde ve musikîde yapılabilirdi. Kalp ve ruha nüfuz eden dini ve musikîyi değiştirmeden insanı değiştirmek imkânsızdı.

Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği çok iyi biliyordu. Bu bakımdandır ki, dinde laiklik, musikîde de Batı'ya dönüş hareketi, Cumhuriyet tarihimiz boyunca kesin ve katı tatbikatlar gördü.

Esasen Paşa, daha 1928’lerde Batı Musıkîsi'nin Şark Musikîsi dediği yerli müzikten çok üstün olduğunu ifade etmişti. İstanbul'da, Gülhane Parkı’nda yapılan açık hava toplantısında, her iki musikîden de parçalar çaldırdıktan sonra şöyle konuşmuştu :

“— Benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musikî, bu basit musikî Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez.

Şimdi karşıda medenî dünyanın musikîsi de işitildi. Bu âna kadar Şark musikîsi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk derhal harekete ve faaliyete geçti.“

1934 yılında, Meclis’i açış nutkunda ise şöyle konuşuyordu :

Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikîde değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen musikî bizim değildir. Yüz ağartacak değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak onları bir gün önce genel son musıkî kurallarına göre işlemek gerektir.

Ancak bu düzeyde Türk Ulusal musikîsi yükselebilir, evrensel musikîde yerini alabilir.

Demek oluyor ki, Mustafa Kemal, milletin değişip, değişmediğini anlamak için musikîyi ölçü kabul etmektedir. Batı müziği dinleniyor ve benimseniyorsa, Cemiyet Batılılaşmış sayılacaktır.

Bu neticeye ulaşabilmek için de Türk musikîsinin son musikî kaidelerine göre yeniden düzenlenmesi, değiştirilmesi gerekmekte... İşte bu arzu ile, 1934 yılının Ocak ayında yapılan bir toplantıda, “Ankara Devlet Konservatuarı” ile, “Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü"nün kurulması kararlaştırılmıştır. Bu toplantıya katılanlara zamanın Millî Eğitim Bakam’nın imzasiyle gönderilmiş olan çağrı mektubunda kısaca şöyle deniyordu :

Ulu Reisicumhurumuzun işaretleri üzerine, yeni hız alan müzik devrimimizin temel dâvâsı, yurdumuzda ulusal müziğin kurulması ve ilerlemesidir. Bu büyük ilkeye varmak için tutulacak yollar, yapılacak şeyler vardır...”

Tutulacak yollar tutulmuş ve yapılacak şeyler de yapılmıştı. An’anevî yerli musikînin pabucu dama atılmış, kurulan müesseseler tamamiyle Batı musikîsine dönmüştü.

Dışarıdan dâvet edilen sanat adamları, ‘'Türkiye’nin ileri müzik sanatına önem veren bir ülke” olduğunu söylemeye başlamışlardı.

Hattâ bunlardan “Hans von Benda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla yönettiği bir konserden sonra, zamanın Millî Eğitim Bakam’na şöyle demiştir :

“— Türkiye, bu çalışmalarıyla, büyük bir bunalım ge-çirmekte olan Batı uygarlığının savunulması sorumluluğunu da üzerine almış oluyor...”

Bu bir takdir mi, yoksa kraldan fazla olan kralcıhğımızla bir alay mı idi, bilinmez.

Acaba niçin, “Mustafa Kemal, Türk musikîsinin artık garp musikî ve kültürü ile gelişeceğine inanmıştı”?

Ve neden radyoda, “Türk müziği yayınlarını durdurttuğu, yalnız halk türküleri ve klâsik batı müziği yayınları yaptırttığı doğrudur.”?

Bu soruların cevabı daha önceki izahlarımızdan anla-şılmakta ise de; Mustafa Kemal Pâşa’ya, bir çok bakımlardan olduğu gibi, bu konuda da ışık tutmuş ve yol göstermiş fikri ve temsilcisini tesbit bakımından Doç. Dr. A. Taneri'nin isabetli teşhisini dinleyelim :

“— Ziya Gökalp, müziğimizi «şark» ve «halk» gibi, isabetli olmayan bir şekilde ikiye ayırmış ve «şark» olarak tanımladığı Türk Sanat Musıkîsi'ni, Bizans asıllı zannetmek hatasına düşmüştür.

Bu hata, gerek Gökalp, gerek Atatürk’ün ölümlerinden sonra, Arel tarafından düzeltilmiştir. Bu durumda, Atatürk'ün de, şimdi olduğu gibi, o zaman da fikir hayatına hâkim olan Ziya Gökalp'tan ilham alarak millî musikîmizi yabancı menşeli olarak kabullendiği ve bunun sonucu, ona cephe aldığı söylenebilir.”

Bülent Ecevit’e göre ise, devrimleri gerçekleştirecek sihirli değnek, orkestra şefinin değneğidir. Atatürk, kendi sofrasında alaturka müzik dinlediği halde, devrimleri yerleştirmek için Batı müziğini dinletmiştir. Oldukça enteresan tesbitler ihtiva eden bu görüşlerin bir bölümü şöyledir:

‘— Geriliğin demagogları ne derlerse desinler, Atatürk’ün kendi sofrasında alaturka müzik dinlemesini ne kadar kalkan gibi kullanmaya kalkarlarsa kalksınlar, herkesin bildiği bir gerçek vardır. Atatürk, devlet radyosundan alaturka müziği kaldırmış olan insandır.

O, alaturka müziğin, bu ağlayıp sızlanma, bu gevşeklik, bu tembellik müziğinin Türkiye’de yerleştirmeye çalıştığı yeni ve dinamik hayat tarzı, devrimci hayat tarzı için ancak bir afyon olabileceğini herkesten iyi biliyordu.

Devrimci ve dinamik olabilmek için, bu milletin batı müziğini dinlemesi gerektiğini anlamış, Türkiye’de devrimleri en kısa yoldan tutunduracak sihirli değneğin, orkestra şefinin değneği olduğunu sezmişti.

Bu memlekette hâlâ alaturka müziği yaşatmak, batı müziğinin zevkinin bir an önce yerleşmesini kösteklemek isteyenler Atatürk devrimlerine bağlılık iddiasında bulunan namazlar.”

Yarım asırdan beri yürütülen ve devlet eliyle desteklenen bu “müzik devrimi” başarıya ulaşmış mıdır? Her- şeyden önce, kendi musikî geleneğimizden kopmanın zararları iyice anlaşıldığı için, iki yıldan beri, “Türk musikîsi devletin himayesine girmiş ve yeni bir haysiyet kazanmıştır.”

Bilinmesi gereken ikinci husus da, musikîmizin, her türlü baltalamaya rağmen devam ettiği, sun’î zorlamaları dikkate şayan bir kolaylıkla aştığıdır. Bu ilgi çekici noktayı Yahya Kemal merhum ne güzel açıklar :

“— Eski müesseseler birer birer yıküdıktan sonra, yavaş yavaş soyunduk. Eski kisvemizi attık. Destarın yerine başka bir serpuş, papucun yerine baçka bir çarşının ayakkabısını, bol esvap yerine başka bir makastan çıkan dar bir esvap giydik.

Türk çarşısı söndü. Bütün bu değişiklik silsilesi saymakla bitip tükenir mi? Tepeden tırnağa, içimizden dışımıza kadar muttasıl değiştik.

Buna, hayat mânâsını ima eden bir kelimeyle «teceddüd» diyorduk. Halbuki bu, bir heyetin ölümüydü. Bu tedrici ölümde eski sanatlar birer birer kay-boluyor.

Yalnız bir dereceye kadar şiir ve dikkat edilmeye çok şayan, bir kudretle musikî devam ediyor. Acaba Türk medeniyetinin en canlı cüz’ü musikî miydi?

Alafranga musikî kulaklarımızda, hâlâ bir türlü onun yerini tutmadı. Nitekim garp musikîsinin ayrılığım henüz kabul ettiğimiz için «alafranga musikî» diyoruz.”

Vehbi Vakkasoğlu
Devamını Oku »