Vizyoner Sultan’la Geleceğe Dönüş

1-İstanbul Boğazı’nın iki yakasını birleştirecek köprü projeleri nasıl geliştirildi?

Keskin bir vizyona ve ileri görüşe sahip II. Abdülhamid zamanını aşan projelere destek vermiş, araştırmaları teşvik etmişti. Destek verdiği tüp geçit, Boğaz köprüleri ve yer altındaki tren hatları gibi projeler vefatından bir asır sonra hayata geçirilirken vizyoner Sultan’ın ayak seslerini işitmemek mümkün mü?

Fransız Mühendis Ferdinand Arnodin Mart 1900 tarihinde “Compagnie Internationale du Chemin de Fer de Bosphore” şirketi adına İstanbul’u bir demiryoluyla çevrelemeyi, Asya ve Avrupa’yı iki boğaz köprüsüyle birbirine bağlamayı teklif etmişti. Sultan’a sunulan haritada yeni yollar ve köprüler bütün ayrıntılarıyla belirtilmişti. Projenin ilk gayesi Asya ile Avrupa arasında kesintisiz demiryolu ulaşımını sağlamaktı.

İlk köprü Üsküdar ile Sarayburnu’nu birleştirecekti. Haydarpaşa’da biten demiryolu oradan Üsküdar’a kadar uzanacak ve köprünün üzerinden İstanbul-Edirne hattına bağlanacaktı. İkinci köprü ise çevre yoluyla Bostancı-Bakırköy hattına işlerlik kazandıracak olan Rumeli HisarıKandilli arasında inşa edilecekti. İki köprü de Paris’teki Eyfel Kulesi’nde kullanılan çelik teknolojisiyle yapılacaktı.

Arnodin’in köprülerinin etkileyici büyüklüğü ve alışılmışın dışındaki mimarileri şehrin siluetine yeni unsurlar ekleyecekti. Özellikle Sarayburnu ile Üsküdar arasındaki köprü İstanbul’un girişinde heybetli bir kapı mahiyetinde olacaktı.

Asma köprü biçiminde düşünülen yapı, sahilden 130’ar metre uzaklıktaki iki payanda üzerine oturacak; ortasında bir büyük payanda daha olacaktı. Köprünün karaya yakın iki ayağı arasındaki mesafe bin 700 metreydi. Köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı.



Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından bağlanacak iki teleferikle tren vagonlarının taşınması hedefleniyordu. Ayrıca projede bazı İslamî motifler de bulunmaktaydı: taşıyıcı ayakların tepelerine minik kubbeler yerleştirilmiş, köprünün ayakları minareli camilere benzetilmiş yapılarla sağlamlaştırılmıştı.

Minareler 16 metre yüksekliğinde olduğundan seyredenlere bir dizi küçük cami hissi verecekti. Mimarî üslup bakımından Rumeli Hisarı Kandilli arasında yapılması planlanan ikinci köprü birincisinden çok daha iddialıydı. Bu da bir asma köprüydü. Birincisinden çok daha romantik ve şık bir görünüm arz ediyordu.

Cisr-i Hamidî (Hamidiye Köprüsü) adını alacak olan bu köprünün taşıyıcı ayakları, köprü geçidi düzeyinde camilere dönüşüyordu. Her camide merkezi bir kubbe ve dört minare bulunmaktaydı. Hamidiye Köprüsü Projesi büyük bir bina üzerine, minarelerle ve Memlûk mimari tarzında kubbelerle süslü, som kâgir destekler arasına kurulu ve çelik halatlarla havada asılı demirden bir binaydı.

Bu kubbelerden her biri granitten yapılmış bir sütun üzerinde olup bunların üstüne toplar 50 kurulmuştu. Döner kuleleri askerî savunmada kullanılacak olan köprü sayesinde Boğaz’dan geçişler de kontrol edilecekti. Hamidiye Köprüsü ışıklandırmayla geceleri çok daha efsunlu bir havaya bürünecekti. İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakalarını birbirine bağlıyordu. İstasyonların Bakırköy ve Bostancı’ya kurulması, demiryolunun da şehrin dışından geçmesi planlanıyordu. Ayrıca tren, araba ve yayalara mahsus ayrı yollar bulunan köprü Bağdat demiryolu hattına da bağlanacaktı.

Böylece bir insanın Hicaz demiryoluyla Medine’den trene binip Viyana’da inmesi mümkün olacaktı. Kanaatimizce İstanbul Boğaz’ına üç köprü inşa eden Cumhuriyet dönemi idarecilerimizin bunlardan birine Sultan II. Abdülhamid Han’ın adını vermeleri isabetli olurdu.

2-Raylı sistem projeleri nelerdi? Sonuçları ve İslam dünyasındaki etkileri ne oldu?



19.yüzyılın ilk yarısında demiryolunun kullanımıyla ulaşım alanında çok hızlı ve kolay bir alternatif ortaya çıkmıştı. 1830’da İngiltere’de Liverpool-Manchester hattının açılmasıyla da demiryolu çağı başladı. Tramvay, tren ve metro ile şehir içi ulaşım son derece kolaylaştı. Anadolu topraklarında ilk demiryolu Sultan Abdülaziz devrinde İzmir-Aydın arasında yapıldı (1866).

Osmanlı’nın ilk büyük raylı sistem projesi ise Rumeli demiryolu hattıydı (1869). Bu projeyle 5 Ocak 1871’de İstanbul ilk defa trenle, bir başka ifadeyle raylı sistemle tanışmıştı. Önce Yedikule-Küçükçekmece hattı hizmete açıldı. Halkın isteği üzerine bu hat kısa sürede Sirkeci’ye kadar uzatıldı. EminönüTopkapı arasındaki çalışmaları sürdüren tramvay şirketi buna karşı çıkarak hattın Topkapı Sarayı bahçesinden geçmesini bahane ederek Sultan’ın desteğini almaya çalıştı. Ancak Sultan Abdülaziz, “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” diyerek hattın Sirkeci’ye ulaşmasını sağladı.

Sultan II. Abdülhamid de demiryolu yatırımlarına önem veriyordu. Demiryoluna kesinlikle ihtiyaç vardı ve yeni hatlar yapıldıkça halkın refah seviyesi artacaktı. Ayrıca demiryolları askerî birliklerin hareketini hızlandıracağından stratejik önemi de vardı. Bu yüzden Sultan ilk olarak Belçikalı Yahudi Banker Baron Maurice de Hirsch’in yarım kalan Rumeli demiryolu projesine el attı. Böylece 1888’de Avrupa ile doğrudan ilk tren yolu bağlantısı kuruldu.

İstanbul’dan Viyana’ya giden ilk trenin hareket düdüğü 12 Ağustos 1882’de Sirkeci’den kalkışta çınlayacaktı.Abdülhamid döneminin meşhur raylı sistem projelerinden biri Bağdat demiryoluydu. Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa tarafından 1880’de hazırlanan bir layihayla gündeme gelmişti. Proje hem taşımacılık, hem de stratejik açıdan önem arz ediyordu.

Buhat ile Haydarpaşa’dan hareket eden bir tren 75 km hızla 40 saatte Bağdat’a ulaşabilecekti. Ancak Duyun-u Umumiye’nin birçok gelirine el koyduğu Osmanlı Devleti açısından oldukça masraflı ve riskliydi. Sultan bu projeyi İngiliz sömürgeciliği karşısında daha az tehlikeli gördüğü ve bir denge unsuru olarak kullanmayı düşündüğü Almanlara yaptırdı. Önceki hataları tekrarlamak istemiyordu.

Bu yüzden ihaleyi alanların az demir kullanmalarını önlemek için kilometre başına kullanılacak demir miktarını bile sözleşmeye yazdırmıştı. Sözleşmeye eklenen gizli bir maddeyle yabancı devlet vatandaşlarının demiryolu boyunca iskâna teşvik edilmeleri yasaklandı.

Böylece şirketin gereğinden fazla arazi satın alması ve buralara yabancıları -özellikle de Yahudileri yerleştirmeleri engellendi. Ayrıca Sultan, Balkanlardan gelen Müslüman göçmenleri buralara yerleştirerek hem onlara iskân alanı açıyor, hem de vatan topraklarını muhafazaya çalışıyordu. Haydarpaşa-Konya, Konya-Bağdat olarak iki bölümden oluşan projenin çalışmaları 1902’de başladı.

Ne garip bir tecellidir, Ekim 1918’de bitirilen Bağdat demiryolu hattı ilk defa 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı ve Almanya askerlerinin tahliyesinde kullanılmıştı. Bir başka tarihî teşebbüs olan Hicaz demiryolu projesinden dünya 2 Mayıs 1900’de Sultan Abdülhamid’in bir emriyle haberdar oldu. Demiryolu Arabistan’ın kapısı kabul edilen Şam’dan başlayacak, Medine ve Mekke’ye ulaşacaktı. Projenin en dikkat çekici yönü, hattın tamamının Osmanlı tarafından inşa edilecek ve işletilecek olmasıydı. Tamamen Müslümanların eseri olacaktı anlayacağınız. Avrupalı devlet adamları, uzmanlar ve diplomatik temsilciler bu plana “imkânsız ve hayali” nazarıyla baktılar.

Bazı Osmanlı devlet adamları bile maddî kazanç sağlamayacağı ve masrafının çok olacağı gerekçesiyle projeye karşıydı. Maddî gelirden çok “rıza-yı İlahî” beklentisi içinde olan Sultan ve onu destekleyenler var güçleriyle çalıştılar. Sultan “Müminlerin Emiri ve Halifesi” sıfatıyla yapım emrini verdi ve 50 bin Osmanlı lirası bağışlayarak bir yardım kampanyası başlattı. Ardından Sadrazam 75 bin, Nafia Nazırı 71 bin, Şeyhü’l-İslam 55 bin, Hariciye Nazırı 45 bin Osmanlı altınıyla kampanyaya katıldılar.

Her biri 36 bin altından az olmamak kaydıyla diğer bakanlar da yardım ettiler. Bütün devlet çalışanları da en az birer maaşlarını bağışlamışlardı. Özellikle İstanbullular -müderris ve medreselilerin organizasyonuyla- bu projeye büyük katkıda bulundular. Öte yandan bütün İslam dünyası ayağa kalkmıştı.

Kahire’de yayınlanan El-Müeyyed gazetesi projeyi “minnet ve şükranla anılacak bir eser” olarak tanımlıyordu. Hindistan, Orta Asya, Kırım, Kuzey Afrika, Orta Afrika,Güney Afrika, Çin ve Güneydoğu Asya’dan birçok Müslüman yardım kampanyasına katıldı. Hindistan’daki Müslümanların Halife/Sultan’ın projesine gösterdiği teveccüh İngiltere’yi o derece rahatsız etmişti ki, İngiliz basını yardım edenler için “Yıldız parazitleri için sağmal inekler” tabirini kullanacak kadar ileri gitti.

Aslında yurt dışından gelen 110 bin liralık yardımın toplam harcamalar içindeki yeri ancak %2,8 oranındaydı. Osmanlı halkının yardımı ise 3,15 milyon lira olup toplam harcamanın %80’ini oluşturuyordu.

Diğer deyişle 52 ticaretin gelişmesini, ihracatın artmasını, şehirleşme sürecinin hızlanmasını, atıl kaynakların değerlendirilmesini, merkez-çevre ilişkisinin güçlenmesini ve hepsinden önemlisi Osmanlı’nın Ortadoğu’da inisiyatif alabilecek güçlü bir konuma gelmesini sağlayacaktı. Ayrıca Hicaz demiryoluyla hacca gelenler mukaddes beldelerden dünyaya İslam birliği mesajını götüreceklerdi. dış yardımlar temsili bir nitelikteydi ve malî yükün büyük bir bölümünü Müslüman Osmanlı toplumu karşılamıştı. Ancak bu bile Batılı sömürgecileri tedirgin etmeye yetmişti.

Payitaht toplanan yardımların istismarını önlemek için ciddi tedbirler aldı. Yardımlar sırf bu iş için kurulmuş olan Hicaz Demiryolu Komisyonunun hesabına geçiriliyor; harcamalar bu komisyon tarafından yapılıyordu. İnşaatın her aşaması kamuoyuna resmî bildirilerle açıklanarak gerçekleştirildi. Her bağış ve harcama gazetelerde ilan edildi.

1902’de başlayan Hicaz demiryolu projesi 1908’de Medine-i Münevvere’ye ulaşarak tamamlandı. Sultan’ın tahta çıkış yıldönümü olan 1 Eylül 1908’de resmî bir merasimle işletmeye açıldı. Olağanüstü bir başarıydı bu. Demiryolu inşaatlarında yılda yaklaşık 150 km inşa edilirken, bu projede çöl sıcaklarına rağmen yılda 288 km’ye ulaşılmıştı. Bu hatla daha önce 40 günde gidilen Şam-Medine yolu 3 güne indi. Altı çizilmesi gereken tarihî bir icraat da, Medine-i Münevvere’ye yaklaşılınca Sultan’ın emriyle Hz. Peygamber’in (sas) ruhaniyetinin rahatsız olmaması için çelik yerine ağaç traversler kullanılması ve gürültüyü engellemek için raylara keçe döşenmesidir.

Hattın Medine-i Münevvere’ye ulaşması münasebetiyle İslam âlemi büyük bir coşku yaşadı. Çok sayıda tebrik telgrafı ve kutlama mektupları alan Halife/Sultan Müslümanların gönlünde taht kurmuştu. 27 Nisan 1909’da tahttan indirildiğinde, bilhassa Hindistan’da ve Güney Afrika’da büyük üzüntü yaşandığını ve Hicaz demiryolu fonuna gönderilen yardımların kesildiğini hatırlatalım. Hatta Osmanlı konsolosları bu ülkelerden kovuldu, protesto gösterileri yapıldı.

1. Dünya Savaşı sırasında Fahreddin Paşa’nın uzun ve zorlu bir mücadele sonunda teslim olmak zorunda kalmasıyla birlikte hem Medine, hem de Hicaz demiryolu Osmanlı hâkimiyetinden çıkacaktı (10 Ocak 1919).

3-Istanbul Boğazı’nın altından geçecek tüp geçit projeleri nelerdi?



Boğaz geçişi için hayal sayılabilecek ilk tüp geçit projesi Fransız mühendis Eùqène Henri Gavand tarafından Sultan’ın tahta geçtiği ilk yıl sunuldu. Halen faal olan Karaköy-Galata tünelinin mühendisi Gavand 1876’da “The Metropolitan Railway of Constantinople” adlı şirketi adına Osmanlı hükümetine İstanbul’u kuzeyden güneye kat eden ve büyük bölümü yeraltından geçen bir demiryolu projesi yapmayı teklif etti. Kumkapı’dan başlayacak olan demiryolu yarımadayı yeraltından kat edecek ve İstanbul terminalinin inşa edileceği Eminönü’nde yerüstüne çıkacaktı.

Araçlar Haliç’i geçmek için yeni Galata Köprüsü’nü kullanacak, ancak Galata’ya geçer geçmez yine yeraltına ineceklerdi. Öngörülen plana göre sistem Karaköy’den Ortaköy’e kadar sahile paralel gidecek; Karaköy, Tophane, Fındıklı, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy’de tren istasyonları olacaktı. Demiryolunun Kumkapı’dan Beşiktaş’a kadar olan tahmini uzunluğu 4.300 metreydi. Haliç ve Marmara sahilleri arasında yer altından bir bağlantı kurulmasını tasarlayan Gavand’ın en dikkat çekici teklifi ilk tüp geçit projesiydi.

Marmara sahilini setlerle genişletme projesinin yanı sıra Boğaz’ı Sarayburnu-Üsküdar arasından geçecek bir yeraltı treni yapılmasını teklif ediyordu. Bu sayede Avrupa’dan gelen trenler doğrudan Asya yakasına geçebileceklerdi. “Yeni Şehir Projesi” adı verilen bu çok iddialı ilk tüp geçit projesinin ayrıntılarına fazla girilmemişti. Ancak Gavand’ın yaptığı bu kıtalar arası ilk metro projesinin Marmaray ve tüp geçit projelerine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz.

Sarayburnu-Üsküdar (Şemsipaşa-Salacak) arasının tüp geçitle bağlanmasına yönelik ikinci proje bir başka Fransız mühendis Simon Preault tarafından 1891’de Sultan’a sunulmuştu. “Deniz Altında Boru (Tüp) Köprünün Ön Projesi” adıyla sunulan proje için çok büyük bir inşaat teknolojisinin gerektiği anlaşılıyor. Amaçlarından biri de Haydarpaşa-Sirkeci arasını tüp geçitle birleştirerek demiryolu ulaşımını kesintisiz hale getirmekti. İmtiyaz sözleşmesi, anlaşma, inşaat projesi, bakım, işletme ve şirket bölümlerinden oluşan ve Fransızca olarak hazırlanan 33 sayfalık proje Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndedir.

Aslında Simon Preault iki ayrı proje hazırlamıştı. İlkinde tüp tünel 7 payandalı ve 2,200 metre uzunluğunda tasarlanmıştı. Yeni projede ise payanda sayısı 13’e, tünel uzunluğu 3,100 metreye çıkarıldı. Preault çizimlerinde Boğaz’ı geçmek için küp şeklinde 3,2 metre genişliğinde ve 4,3 metre yüksekliğinde iki tüp kullanmayı düşünmüştü. Ancak deniz dibinde açıkta duran bu payandaların Boğaz’ın sert dip akıntısına karşı koymasını imkânsız gören Preault bunun çaresini bulamadan projesinin uygulanamayacağı kanaatindeydi.

Tasarımları günümüzdeki tüp geçit projesine de ilham kaynağı olmuştur. Dip akıntısından etkilenmemesi için bugün tüpler deniz yüzeyinde oluşturulmuş tabaların üzerine yerleştirildi. Çelik tüplerin kullanılması, tüplerin yüzeyde yapılıp daldırma yöntemiyle yerleştirilmesi, geçidin Salacak-Sarayburnu istikametinde düşünülmesi, çift tünelli olması ve raylı sistemi ön görmesi iki projenin diğer ortak yönleridir. Preault’dan 11 yıl sonra, 1902’de Amerikalı mühendisler Frederick E. Strom, Frank Lindman ve John Hilliker tarafından Sultan’a üçüncü proje sunulacaktı.

Dönemin meşhur amirallerinden Ahmed Besim Paşa aracılığıyla sunulan “Cisr-i Enbûbî fi’l-Bahr yani Subaküs Viyadikt” adlı projeye göre Boğaz’ın Anadolu (Üsküdar-Salacak) ile Rumeli (Yenikapı-Sarayburnu) yakası denize sabitlenmiş 16 büyük sütun üzerinden geçirilmiş büyük bir tüp geçit ile birleştirilecekti. Tüp geçidin içinde ikisi yolcuya, biri de eşyalara mahsus olmak üzere üç vagonlu bir tren işleyecekti. Bu arada Salacak kısmı raylarla Haydarpaşa tren istasyonuna bağlanacaktı.

Strom ve arkadaşlarının hedefi Avrupa ile Asya arasında kesintisiz bir demiryolu bağlantısı sağlamaktı. Projede 1890’da inşa edilen Sirkeci Garı’na karşılık Asya yakasında anıt benzeri bir gar düşünülmüştü. 1902 yılında çizdirilen projede köprülerin çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu. Strom arkadaşları adına, kendilerine yakınlık gösteren ve onları teşvik eden Sultan’dan bu konuda bir izin beratı bile almıştı. Ancak hükümet, uygulanabilirlikten uzaklığı, teknik açıdan Preault’un projesinden daha yetersiz olması ve maliyetinin yüksekliği sebebiyle projeyi onaylamadı.

4-Konya Ovası’nı sulama projeleri hangileriydi?



Ülkemizin tahıl ambarı olan Konya Ovası’nı suya kavuşturmak ve ikinci bir Çukurova ortaya çıkarmak maksadıyla tasarlanan ilk sulama projesi Konya Valisi Çelik Mehmed Paşa tarafından 1819’da hazırlanmıştı. 1862’de Konya Valisi Hafız Paşa’nın, Beyşehir Gölü’nün ovaya akıtılmasının beklenenden çok daha kolay olduğu, ovanın sulanmasıyla hem verimin artacağı, hem de bataklıkların kurutulacağı konusundaki raporu İstanbul’da büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı. Çelik Mehmed Paşa’nın projesini tamamlamak isteyen Vali Hafız Paşa, Suğla Gölü’ne akan Beyşehir Çayı’nın mecrasını değiştirmeyi ve “Mavi Boğaz” yoluyla Konya Ovası’na akıtmayı denemiş, ancak bu teşebbüsü neticelenmemiştir.

1871 yılında Vali İzzet Paşa, Arvana Düdeni’ni 54 yeniden açtırmak istemişse de başarılı olamamıştı. Sultan II. Abdülhamid de Konya Ovası’nın sulanması meselesine önem veriyordu. 1883, 1887, 1889 ve 1893 yıllarında buna yönelik bazı istimlâk, hafriyat ve kanal çalışmaları yaptırmıştı. 29 Temmuz 1896’da Eskişehir-Konya tren yolunun, diğer adıyla “Hububat Hattı”nın tamamlanması, Konyalı çiftçiler için tarım ürünlerinin iç ve dış pazarlara daha kolay şekilde ulaştırılmasını sağlayacak çok olumlu bir gelişmeydi. Sultan 1899’da ülkenin zirai kapasitesinin arttırılması, arazilerin ıslahı ve memlekette bulunmayan ağaç ve bitkilerin ithaliyle ilgili vilayetlere bir yazı göndermişti.

Konya valiliği 3 Nisan 1899’da Beyşehir ve Karaviran göllerini kullanarak tarlaların sulanması yönünde yazılı bir talepte bulundu. Bunun üzerine Sultan dönemin valisi Avlonyalı Ferid Paşa’dan bu konuda ayrıntılı çalışma yapmasını istedi. Hemen çalışmalara başlayan Ferid Paşa 1902’de sadrazam olunca tasarıyı önemli bir safhaya taşıyacaktı.

1903’te Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketi proje doğrultusunda arazi ve etüt çalışmalarına başladı. Akabinde Konya Ovası’nı sulama projesi ortaya çıktı. Kasım 1907’de 850 bin Osmanlı altını keşif bedeliyle bir şirketle proje sözleşmesi imzalandı. Sultan, Alman şirketiyle yapılan anlaşmaya üç özel şart koydurmuştu. İlki sulanacak araziye yabancıların iskân edilmemesi, ova dâhilinde yabancılara hiçbir sebep ve vesileyle emlâk ve arazi satışının yapılmamasıydı. Böylece Batılıların sömürgeleştirme teşebbüslerini engellemek istemişti. İkincisi proje bittikten sonra şirketin hiçbir işletme ve hak talebinde bulunmamasıydı.

Proje yeni kurulacak yerli bir şirket tarafından işletilecekti. Üçüncü şart da ön çalışma ve inşaat sürecinde istihdam edilecek çalışanların Konya ve çevresinde yaşayan devletine bağlı “sadık” insanlardan seçilmesiydi. Ancak şirket Abdülhamid sonrasında ikinci ve üçüncü şartlara uymadı.

Özellikle ayrılıkçı Ermeni ve Rumların çalıştırılması ve şirketin halktan para istemesi birçok problemin ortaya çıkmasına yol açtı. Çeşitli tartışmalar yaşandı, halk şirket binalarına saldırdı. Konya Ovası’nı sulama projesi Beyşehir Gölü suyunun Beyşehir Çayı ile Karaviran Gölü’ne dökülmeden, doğrudan tarım arazilerine aktarılmasıyla gerçekleştirilecekti. Nisan 1908’de Sultan Abdülhamid Han’ın tasdikiyle inşasına başlanan projeyle Karaviran (Suğla) Gölü’nün kurutulması ve toplam 53 bin hektar arazinin sulanması hedeflenmişti.

1913 yılında tamamlanan proje Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen sulama projelerinden biri olmuştu. Ana kaynak Beyşehir Gölü’ydü. Buradan alınan su üç ana isale hattı, buna bağlı kanallar ve taksim merkezleriyle (regülatörler) 217 kilometre uzaklıktaki Konya Ovası’na ulaştırılmıştı. Susuzluk yüzünden büyük bir çöle dönüşen binlerce kilometrekare arazi bu projeyle suya kavuşacak, hasılatın artmasıyla değer kazanacak, ayrıca vergi ve aşar da o nispette artacaktı. Böylece Konya Ovası asırlar öncesinde olduğu gibi yeniden Anadolu’nun “zahire ambarı” olacaktı. Bataklıkların kurutulması ve sulu tarıma geçilmesiyle devletin yıllık 400 bin lira vergi kazancı olmuştu.

Kurtulan bataklıkların satılmasıyla da 2 milyon liradan fazla bir ek gelir sağlandı. 1985’te Göksu Havzası’ndan Konya Ovası’na yılda yaklaşık 415 milyon metreküp su getirecek Mavi Tünel Projesi, önceki proje artık ihtiyaca cevap veremediği için yeniden gündeme geldi. Konya Ovası’nın yüzde 70’ini sulanabilir hale getirecek olan bu proje 6 Temmuz 2007’de uygulamaya kondu. Bunun yanı sıra 12 etaptan oluşan ve GAP’tan sonra en büyük sulama projesi yatırımı olan Konya Ovası Sulama Projesi (KOP) çalışmaları da hız kazandı.

Yapımı uzun zamandır gündemde olan ancak bir türlü bitirilemeyen Konya Ovası Sulama Projesi ve Mavi Tünel 2015 yılında tamamlanarak hizmete girdi. Türkiye’nin GAP’tan sonraki ikinci en büyük entegre sulama sistemi olan Mavi Tünel’in yapımıyla Sultan Abdülhamid’in mirasçıları ondan bir asır sonra onun bir hayalini daha gerçekleştirmiş oldular.(Ahmet Uçar - Dr.Araştırmacı Yazar)

5-Hafiye teşkilatı Sultan’ın şüpheciliğinin mahsulü mü?

Sultan’ın tahta çıkışı sancılı olmuştur: Amcasının “delilik töhmetiyle” tahttan indirilmesi, Sultan V. Murad’ın, tahta çıkışının ilk gününden itibaren akıl sağlığını yitirmeye başlaması ve sonunda “cünûn-ı mutbık/tedavisi mümkün olmayan akıl hastalığı” teşhisiyle tahttan indirilmesi, Şehzade Abdülhamid’e taht yolunu açtı. Fakat saltanatın yeni sahibi, iki hal‘ ve bir iclâsı gerçekleştiren ilmiye, seyfiye ve mülkiye bürokrasisinin tepesinde bulunan kişilerin oluşturduğu ekiple karşı karşıya idi.

Sultan V. Murad’ın hastalığı, ekibi başka bir arayışa sevk etti. Abdülhamid’le pazarlıklar başladı: Mütercim Rüştü ve Mithat paşalar Kanun-ı Esasi’nin hazırlanarak yürürlüğe konulması ve Meşrutiyetin ilanı karşılığında kendisini tahta çıkarabileceklerini dile getirdiler. Talep sahipleri, hal‘leri ve iclâsı gerçekleştiren ekibin iki önemli ismi idi. Şehzade Abdülhamid talebi kabul ederek iktidara gelmiş oldu. Sultan V. Murad, tahttan indirildiği 31 Ağustos 1876’dan vefat ettiği güne kadar (29 Ağustos 1904) siyasî malzeme olarak kullanıldı. Abdülhamid’in muhalifleri onu pek çok defa tekrar tahta çıkarma veya Avrupa’ya kaçırma girişiminde bulundular.

Masonların bazı faaliyetleri ve Ali Suavi’nin Çırağan baskının amacı da V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmaktı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve katli de Sultan’ı derinden etkilemiştir: V. Murad’ı da aynı ekip tahta çıkarmış, cinnet hali ortaya çıkınca yine bu ekip tahttan indirmiş ve II. Abdülhamid’in tahta çıkışı bu ekip eliyle olmuştur. Sultan, karşı karşıya bulunduğu gücün, “kuvve-i mücbirenin” farkındadır.

Bu durum onu devlet adamlarını, sivil ve askerî bürokrasiyi kontrol altında tutmak için bazı tedbirler almaya sevk edecektir. Saltanatının 7. ayında Sultan’ın kendisini Osmanlı-Rus Savaşı’nın kucağında bulduğunu söyleyebiliriz. 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı sınırını geçip savaşı başlattılar. İmzalanan Yeşilköy Antlaşması sonrasında Balkan toprakları üzerinde dört bağımsız devlet kuruldu. Bölgeden yapılan büyük ölçüdeki göçler, sosyal ve ekonomik sıkıntılara yol açtı. Berlin Kongresi bu antlaşmayı hafifletmek adına toplandıysa da Tunus, Mısır ve Kıbrıs elden çıktı. Doğuda Kars, Ardahan ve Batum’u ele geçiren Ruslar Erzurum’a dayandılar. Vilayât-ı Sitte’de Ermenilere bir bakıma özerklik verecek ıslahatlar hususunda Osmanlı Devleti baskılara maruz kaldı.

Fatura parlamento tarafından Sultan’a kesildi. İttihat ve Terakki’nin örgütlenme sürecine girdiği 1895’ten itibaren Sultan’ın yönetimine yönelik yıkıcı faaliyetleri artmıştı. Şubat 1902’de Paris’te yapılan kongrede İttihat ve Terakki, Sultan’ın muhalifi olan kesimlerle ittifak yaptı: Ermeni-Taşnak, Arnavut, Arap, Rum, Yahudi gibi etnik unsurlar... Ülkesinin geleceğini inşa için açtığı eğitim kurumlarında yetişenler de ona düşmandı. Harp okulunda, akademide “hürriyet, meşrutiyet” gibi fikirlerle, ancak bunların neye tekabül ettiğini, toplumda karşılığının olup olmadığını bilmeden Abdülhamid yönetimine karşı yetiştirilmişlerdi.

Rakiplerinin bütün bu faaliyetlerine karşı kurulan hafiye örgütü yüzünden Abdülhamid ağır eleştirilerin odağında yer almıştı. Bu örgüt Ekim 1879’da sadrazamlığa atanan Said Paşa tarafından kuruldu. Uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda Mabeyn Başkâtibi olan Tahsin Paşa hatıralarında böyle bir teşkilatın Said Paşa’nın ilk sadaretinde kurulduğunu ifade eder. Ancak teşkilatın, Abdülhamid’in tahta çıkışından çok daha sonra kurulduğunu yazanlar da vardır.(Mehmet Ali Beyhan - Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü)

6-Dış politikası pasif bir direniş miydi, planlı ve hesaplı bir strateji mi?

Sultan II. Abdülhamid dönemi dış siyasetinin, kendinden önceki ve sonraki dönemlerle kıyaslandığı zaman daha istikrarlı ve gerçekçi olduğu görülmektedir. 93 Harbi akabinde devletin kendisini toparlayabilmesi için acil ve uzun süreli bir barışa ihtiyaç bulunduğuna hükmeden II. Abdülhamid, bir yandan Avrupalı devletler arasındaki rekabet ve çıkar çatışmalarından faydalanmaya, diğer yandan da bu devletlerle olan meselelerini mümkün olduğunca sulh yolu ile halletmeye gayret ediyordu. Padişah’a göre mevcut şartlarda Avrupa devletlerine karşı izlenebilecek en iyi politika tarafsızlık idi. Bu siyasetinde zaman zaman “korkaklık ve pasiflik” iddialarına muhatap olacak derecede ısrarlı olan II. Abdülhamid’in son tahlilde pek de yanılmadığı söylenebilir.

Berlin Kongresi akabinde Osmanlı Devleti’nin önünde ya bir devletle müttefik olarak devam etmesi ya da tarafsızlık siyaseti gütmesi gibi iki seçenek kalmıştı. Birinci tercihte yaşanmış tecrübelerin ittifak taahhütlerine güvenilemeyeceğini açıkça ortaya koyması bir tarafa, eşit şartlar ve güçlerde gerçekleşmeyen bu ittifak bir bakıma güçlü müttefikin güdümüne girmek anlamına geliyordu. Böyle bir durum Osmanlı Devleti’nin vaziyeti açısından hiç de tercih edilecek bir durum değildi.

Sultan II. Abdülhamid’in tarafsızlığı, Avrupalı devletlere duyulan güvensizliğin ışığında bilinçli bir karardı. Gaye  mümkün olduğunca savaşlardan uzak kalmak, sonra da eldeki toprakları muhafaza edebilmekti. Bu çerçevede 1880’lerden itibaren sömürgecilerin iştahını kabartan Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarına özel hassasiyetle eğilmiş, buraları en azından hukuken Osmanlı sınırları içerisinde tutabilmek için gayret sarf etmiştir. Özellikle Cezayir, Tunus ve Mısır konusunda Fransa ve İngiltere’ye yönelik tutumu bu anlayışına örnek gösterilebilir. Nitekim Osmanlı Devleti fiili işgalleri hiçbir zaman kabullenmeyerek bu toprakları kendi vilayeti olarak görmeye devam edecekti.

Sultan II. Abdülhamid Osmanlı tarihinin belki de en buhranlı dönemlerinden birinde hüküm sürmüş ve sadece dış siyaset ve devletlerarası ilişkiler nokta-i nazarından bile saltanatının sonuna kadar rahat bir nefes alamamıştır. Hatıralarında ve değişik vesilelerle sadır olan irade ve muhtıralarında hep ifade ettiği şey, devletin en önemli ihtiyacının savaşlardan, gerginliklerden uzak uzun bir sulh devri olduğu ve yeniden toparlanıp ayağa kalkmak için bir nefes almaya ihtiyaç bulunduğudur.

Devletin mevcut sınırlarında varlığının devam ettirebilmesinin kendi güç ve dinamiklerinin yanı sıra başka devletlerin arasındaki anlaşmazlıklara da dayandığının aşikar olması Sultan II. Abdülhamid’in zihninde hep yer etmiştir. Hal böyle olunca gün gelip ilgili devletlerin Osmanlı üzerindeki hesaplarında anlaşabilmeleri ihtimali Abdülhamid’i daima tedirgin kılmıştır.(Azmi Özcan - Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Tarih Bölüm)

...

Derin Tarih Dergisi - Bilinmeyen Abdülhamid Sayısı, syf.49-57

Şubat 2017
Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han





Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir. 5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:



23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455





Devamını Oku »

Bediüzzaman,2.Abdulhamid'in Değil,İstibdadın Muhalifidir



2.4 SULTAN 2. ABDÜLHAMİD ZAMANI BİR“DEVR-İ İSTİBDÂD" MI?

Sultan II. Abdülhamid devrine devr-i istibdâd adını verenleri iki gruba ayırmak gerekmektedir; Birinci grup, onun muhâlifi olan İttihâdcılardır; ikinci grup ise, onun cüz'i istibdâdını tenkid eden ulemâdır. Ancak Sultan Abdülhamid, tarihin kanûnlarına uyarak, Osmanlı Devleti'ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtarmak için, Bedîüzzaman’m yerinde ifadesiyle, “mec­burî, cüz'î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif istibdâd“a mecbur kalmıştır. 30 yıl devam eden ve dünyanın muazzam bir parçası üze­rinde hâkim olan bu şahsî idârenin özellikleri nelerdir?

Evvela, yanlış anlaşılan bir hususun altını çizmemiz gerekmektedir. Eğer Abdülhamid'in hükümetlerinin ve devlet ricâlinin yaptığı bir istibdâd varsa, bunu, dünyadaki baskı idâreleri ile ve özellikle de İttihâd ve Terakkî Partisi- nin uyguladığı oligarşik istibdâd ile kıyaslamak mümkün değildir. Zira batıda istibdâd deyince, bir şahsın veya grubun yargı, yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplaması manası anlaşılır. Hâlbuki II. Abdülhamid devrinde, yargı tamamen şer'î hükümler çerçevesinde ve kadılar veya hâkimler tarafından yürütülmüştür. En çok tenkid edilen Yıldız Mahkemesi meselesi, ayrıca tedkik olunmalıdır.

Yasama ise, 1876'da Kanûn-ı Esâsi kabul edilmeden evvelki gibi, Tanzîmât devrinin temel özelliği olan Meclisler eliyle yürümüştür. Hatta bazı hukukçular, tamamen ehliyetsiz kişilerden oluşan Meclis yerine, hukuk­çuların teşkil ettiği bu tarz meclisleri tercih etmektedirler. Gerçekten de bu dönemde yasama gücü, Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye ve Şûrây-ı Devlet tarafından kullanılmıştır. Bazan Meclis-i Vükelâ ve kurulan Meclis-i Mahsûslar da bunlara yardımcı olmuşlardır. O zaman geriye sadece yürütme gücü kalmıştır. II. Ab­dülhamid'in yürütme gücünü, kendi kontrolündeki Meclis-i Vükelâ ve özel­likle de devleti korumak için kurduğu Hafiye Teşkilâtı ile birlikte yürüttüğü doğrudur. Ayrıca sadrazamı ve nazırları, kimseye danışmadan azil ve nasb etmesi, yürütmedeki tek güce misâl olarak verilebilir. Bu noktada, Meclis-i Meşveret usûlüne riayet etmediği için, bazı İslâm âlimleri de onun zamanın­daki icrâatlara istibdâd yaftasını vurmuşlardır. Netice olarak, Abdülhamid'in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında is­tibdâd devri diye vasıflandırmak mümkün değildir.

İkinci olarak, Sultan Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idâreyi kaba kuvvete dayandırmamıştır. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendi­leri kaba kuvvetle istibdâd idâresini sistematik hale getirmişlerdir. Elbette ki Osmanlı zâbıtası denilen polis iş başında olmuştur; hafiye tabir edilen istihbârât elemanları işe karışmıştır; ancak II. Abdülhamid, orduyu iç siyâsette asla kullanmamıştır ve en önemlisi de muhâlifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcılar'ın marifetidir.

Üçüncü olarak, Sultan Abdülhamid, şahsî idâresini devam ettirmek için, asla idam cezasına ve su-i kasd sistemine başvurmamıştır. En azılı muhâlifle- rini bile, nâdiren ve hafif hapis cezaları ile susturmak yoluna gitmiştir. Siyasi olan bütün hapis cezaları, kısa bir müddet sonra, mecburî ikamete çevril­miştir.

Dördüncü olarak, Sultan Abdülhamid'in şahsî idâresini devam ettiren tek unsur, müstakim bir hayat yaşaması sebebiyle halk nazarında velî kabul edi­lerek itibar edilmesi ve bütün dünya Müslümanlarının Halîfesi ünvanıyla çok büyük bir prestije sahip olmasıdır. Saltanat itibariyle 30 milyonu ve Osmanlı Devleti'ni temsil eden Abdülhamid, hilâfet itibariyle de 300 milyonluk bütün İslâm âlemini temsil ediyordu. Abdülhamid'in hilâfet ve ittihâd-ı İslâmî kul­lanmaktaki dehası, dostları ve düşmanları tarafından kabul edilen müstesna bir özelliğidir. Halîfe sıfatıyla yeryüzünde Allah'ın gölgesidir ve Müslümanla­rın en güçlü insanıdır. Düşmanları onu yıktıkları zaman, bütün İslâm âlemini yıkacaklarının farkındaydılar. Padişahlıktan düşürüldükten sonra meydana gelen olaylar, onun politikasının ne kadar gerçekçi olduğunu ispatlamak için yeterli delildir.

Beşinci olarak, Abdülhamid, icrâdaki gücünü sonuna kadar kullanmıştır;onun zamanında imar ve ma'ârif alabildiğine ilerlemesine rağmen, basın ve yayına koyduğu sansür, devrinin mühim özelliklerindendir. Hele teşkil ettiği Hafiye Teşkilâtı, özellikle son zamanlarına doğru, can yakmaya ve lüzumsuz sürgünlere sebep oluyordu. En çok önem verdiği hususlar, birinci derecede ma'ârif ve ikinci derecede bayındırlıktır. Hatta onun muhâlifi olan Hüseyin Câhid, "İmar ile siyasi iktidar mümkün olsaydı, Abdülhamid, hayatının sonuna kadar tahtta kalırdı" demiştir. 33 yıllık saltanatı içinde, okuma yazma ortala­ma beş misli artmıştı.

Altıncı olarak, onun şahsî İdâresinin devam etmesinin sebeplerinden biri de, halkın Abdülhamid zamanında hayatından memnun olmasıydı. Halk Devleti'n iyi yönetildiğine ve meşrû sahibinin elinde olduğuna gönülden inanıyordu. Onun için aleyhteki faaliyetler etkili olamıyordu. Enflasyon sı­fırdı. Hayat inanılmaz derecede ucuzdu. Evler çok ucuzdu. Kendisi bütün dinî vazifelerini yerine getirdiğinden, dindar halk da kendisine çok bağlıy­dı. Müslümanlar, Abdülhamid'i candan sevdikleri gibi, gayr-ı Müslimler de, onun saygın bir şahsiyet olduğuna inanıyorlardı. Çünkü dünyada açlığın ve sefilliğin hâkim olduğu bir devirde, Osmanlı vatandaşı, huzur içinde yaşıyor­du. Osmanlı ülkesinde Türklerden sonra ikinci Müslüman nüfusu teşkil eden Araplar, Sultan Abdülhamid'e âşık idiler ve kendileri de kavm-ı necîb olarak mu'âmele görüyorlardı. Müslüman Kürdler de, kendilerini Ermenilere karşı koruyan Abdülhamid için canlarını fedaya hazırlardı. Ayrıntılı bilgi isteyen­ler, Yılmaz Öztuna'nın Abdülhamid'le alakalı yazdıklarına bakabilirler.

Yedinci olarak, Sultan Abdülhamid'in elbette ki muhâlifleri de vardı. Bunlar şunlardır:

a)Avrupa'da tahsîl gören bazı gençler ve genç subaylardır. Buna Galata­saray Mektebi gibi seçkin okullarda okuyanları da katmak gerektir. Aleyhin­deki ilk propaganda yapanların, Rusya'dan gelen gençler, Avrupai hayat ya­şayan ailelerin çocukları, Arnavudlar gibi Türk olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir.

b)AvrupalIlar, milyonlarca Hristiyan'ı pençesinde tuttuğu, hilâfet sıfa­tıyla Müslümanlar üzerindeki ma'nevî nüfuzunu kullandığı ve güttüğü dış politika ile Hristiyan Devletleri birbirine düşürdüğü için, Abdülhamid'i asla sevmiyorlardı.

c)Filistin'i kendilerine satmadığı, Yahudiler ve Müslümanları birbirine kırdırtmadığı için de Ermeniler Abdülhamid'i sevmiyorlardı.

d)Hicaz demiryolu ve Bağdad demiryolu ile petrol bölgelerini onların elinden alan Abdülhamid, İngilizler ve Fransızlar tarafından da asla sevilmi­yordu. Kısaca dinini ve vatanını sevenler, II. Abdülhamid'i seviyor; ama bu iki değere düşman olanlar Abdülhamid'i sevmiyorlardı.

Son olarak, son zamanlarda hafiye teşkilâtının olur olmaz jurnallerle bazı zulümlere girişmesi ve 30 yıldır devam eden şahsî idâre devrinin ister istemez bir nevi istibdâda dönüşmeye başlaması, Mehmed Akif ve Bedıüz- zaman gibi bazı İslâm âlimlerinin de, İttihâd ve Terakki Cemiyeti'ni tasvip etmemelerine rağmen, Abdülhamid'e bazı ikazlarda bulunduklarını ve hatta hürriyet-i şer'iyyenin ilânı için bazı yazılar kaleme aldıklarını da burada kay­detmeliyiz. Kısaca Saray'da Hünkâr, halk arasında Padişah, resmen Hâkân, İslâm âleminde Halîfe-i Rûy-ı Zemin ve Emîr'ül-Mü'minîn olan II. Abdülhamid, nev'i şahsına münhasır bir idâre tarzı kurmuştu.(1)

2.5 BEDÎÜZZAMAN II. ABDÜLHAMİD'E MU'ÂRIZ VE MUHÂLİF Mİ?

Bu iddia sahipleri,(2) Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini ten- kid etmişler ve Abdülhamid'in kurduğu hükümetlerin, bazan istibdâd dene­bilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid'in de Devleti'n devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idâre sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir.(3)

Bedıüzzaman ile diğer alimler arasında muhalefet şeklinde de önemli farklar bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu farkları iki noktada top­lamak mümkündür:

Birinci Nokta: Bedîüzzaman Abdülhamid'i belli noktalarda tenkid etse bile, İttihad ve Terakki Hükümetinin onu devirdikten sonra zamanın âlim­lerinin aleyhinde sürdürdükleri iftira kampanyasına asla katılmamıştır. Me­sela Şeyhülislâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân'ül-Hakk’da Mustafa Sabriler, Sebilürreşad’da Mehmed Akifler ve benzeri âlimler aleyhte yazılara ve Abdülhamid devrini karalamaya devam ederken, Bedîüzzaman asla bun­lara katılmamıştır. İsteyenler bu dergiye müracaat edebilir ve bazı makalele­ri okuyabilirler.

İkinci Nokta: II. Abdülhamid'i tenkid eden Mehmed Akif ve Abdülaziz Ça- viş gibi zatlar, Mısır'daki Muhammed Abduh ve benzeri şahsiyetlerin moder­nist ve reformist yaklaşımlarının tesiri altına girmişlerdir ve Osmanlı Devleti içinde onların tercümanı gibi davranmışlardır. Ancak Bedîüzzaman bu tür fikirlere karşı Ehl-i Sünnet'in düsturlarını müdafaadan asla vaz geçmemiştir. Bütün bu dediklerimizin delilleri, Beyân'ül-Hak, Sebil'ür-Reşâd gibi dergiler­de yayınlanan makalelerde görülebilir.

Özellikle Bedîüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bedîüzzaman-Abdülha- mid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:

1907'de İstanbul'a gelen Bedîüzzaman, Meşrûtiyet'in ilânından evvel söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid'i, "Yaşasın yaralan tedavi et­mek fikrinde olan Halîfe-i Peygamberi" diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart'ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır

''Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdüiaziz gibi sarf et. Ta ki, biatin manası gerçekleşsin. Meşrütiyet'i kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız'ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Îstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabul ettiğin gibi; menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemâyı doldurmak., ve Yıldızı Dâr'ül-Fünûn gibi etmek...

Ve ulûm-u İslâmiye'yi ihya etmek ve meşîhat-ı İslâmiye'yi ve Hilâfeti, mevki-i hakikisine is'ad etmek... Ve milletin kalb hastalığı olan za'f-ı diyanet ve baş has­talığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilâfette pertev-nisâr-ı adâlet olabilsin.

Hem de havaîc-i zaruriyeye iktisad et Tâ alıştırılmış olan isrâfa iktidarı olma­yan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, Îmâmsın!,..”.(4)

Bedîüzzaman'a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir Sultandır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid'in şahsî idaresini anlatırken, "Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdâd" ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemâl’in Abdülhamid'i tenkid ettiği Hürriyet Kasidesi'ni değerlendi­ren Bedîüzzaman, Tek Partili yılların idâresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:

Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın (yani Abdülhamid'in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün:

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.’’(5)

1952 yılında bazı kimseler, Bedîüzzaman'ın sanki İttihâdcıları destekle­yerek Sultan Abdülhamid'e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda meseleyi bütün yönleriyle açıklamaktadır Lahikanın önce özetini ve sonra da tamamını aktaracağız:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes'ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid'in hükümetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bedîüzzaman, II. Meşrû­tiyetin başında, hürriyet-i şer'iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhaliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idâresi için de, “mecburi, cüz'î ve ha­fif istibdâd”, İttihâdcılar'm zulmu için ise, "pek şiddetli külli istibdâd" tabir­lerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhûrdur: "Eğer meşrûtiyet, İttihâdcılar'm istibdâdından ibaret ise ve Şerî'ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şâhid olsun ki, ben mürteciyim."

3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olun­mazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid'in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halîfesi olması, Şark Vilâyetleri'ni Hamîdiye Alayları ve İslâm kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm'ın bütün hükümle­rini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında ma'nevî şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir velî olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mec­buriyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyân eylemiştir.(6)

Şimdi de tam metni verelim:

SULTAN ABDÜLHAMİD HAKKINDA BİR BEYAN

“Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid'in hakkında Üstâdımızın Hürri­yet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid'e hücum etmiş ve o kıymet­tar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.

Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakikat-i hal ile cevap veriyoruz.

Elcevap: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düsturu ,Kur'an-ı Hakimin bir kânun-u esâsisidir ki: “ Bir adamın cinâyetiyle başkası mesul ol­amaz" kâide-i Kur'âniyesi ile, "O padişahın zamanındaki hükümetin hatâları ona verilmez" diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da, onun muârızlarına karşı da tevile çalışmış.

Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat daire­sindeki hürriyet-i şer'iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer'iyeye muhâlif olanlara demiş ki:

" Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburi, cüz'i ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı külli olup inkısam edecek. Herkes ,bir nevi müstebit olur. İstibdâd-ı, mutlak çıkar. Binler istib- dad hükmüne dönecek, yani,hürriyet ölecek ,bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.”

Hattâ, bu meselede Üstâdımız, idam için kurulan Divân-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: "Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim."

Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable'l-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebi istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş , hisset­miş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer'iyeyi takdir etmiş. O zaman­ki hutbelerinde demiş ki: "Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak,yerine çıkacak.”

Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebil­erin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzaminin halifesi olmak; hem, biçare vilâyât-ı Şarki- yenin bedevi aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi,Hamidiye Camiinde her Cuma günü bu­lunması , şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, daima Yıldız dairesinde mânevi üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için ,Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevi veli hük­müne geçtiğini kanaat etmişti.

Muhsin-Ziyâ 1953, Fatih/İstanbul"(7)

O halde başta Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid'e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetva- sini hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvayı zamanın Fetvâ Emîni Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcılar'ın kuk­lası haline gelen Şeyhül-İslâm Mehmed Ziyâuddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal' gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultan Abdülhamid'in 31 Mart Vak'asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hâzinesini isrâf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişah'a bunu isnâd etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.(8)

Dilekçede görüldüğü gibi, Bedîüzzaman, Şark Vilâyetleri'ne ma'ârifi gö­türmek istemesiyle, pek çok faidelerin yanında, Osmanlı Devleti'nde karışık­lığı önlemek ve âşâ'irin birbirine karşı sarf ederek kırıp bitirdikleri büyük kuvveti toplattırıp Hükûmeti'n eline vermekle, dış düşmanlara karşı o kuv­veti kullanmak ve neticesinde hal-i hazırdaki vahşet ve cehâletleri ile birlik­te, medeniyet ve ma'ârife kabiliyetli bir millet olduklarını, lâkin fıtratlarında mevcud bu kabiliyet ve isti'dat ma'denini ma'ârif ile işletmekle o muazzam netice elde edilebileceğini ve o zaman bu milletin adâlete nasıl istihkak kesbedeceğinin bilineceğini söylüyor. Fakat yukarıda belirtildiği üzere, Mâbeyn paşaları bu maksad ve neticeleri göremiyerek veya görmezlikten gelerek, di­lekçesinde gösterilen o muazzam hizmeti nazarı ehemmiyete almıyor. Lâkin buna rağmen Bedîüzzaman'ın ümidi kırılmıyor. İnkisar-ı hayale uğramıyor. Yine aynı maksad üzerinde çalışmasına devam ediyor.

2.6 BEDÎÜZZAMAN'IN ESKİ ESERLERİ, YENİ ESERLERİ VE HATIRALARINDA II. ABDÜLHAMİD İLE İLGİLİ TESBİTLERİ

Bu mesele belli mihraklar tarafından çok tahrif edildiği ve kaşındığı için konuyu, bütün yönleriyle ele almak istiyoruz:

2.6.1 BEDÎÜZZAMAN'IN ESKİ ESERLERİNDE II. ABDÜLHAMİD

1- Meşrûtiyetin ilânının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölü­münde: “Yaşasın yaralan tedavî etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamber“(9) de­mek suretiyle, onun şahsiyet ve makâmının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da Volkan gazetesinde yayınlanan "Dağ meyvesi acı da olsa devadır.'' başlıklı makalesinin yedinci maddesinde:

''Hilâfete dair bir rû'yadır. Âlem-i menamda Padişah'ı (Sultan Abdülhamid’i) gördüm, dedim: Sen zekât'ül-ömrü, Ömer-i Sânî (Ömer bin Abdülaziz) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyâsetine lâzım ve bi'atın ma'nâsı olan teveccüh-ü umûmiyeyi kazanasın!

Padişah dedi: "Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid ede­biliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk..."

Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkâr-ı umûmî ve tekmil-i mebâdî ve vesâ'it ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla, hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intaç edebiliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adâleti bunu ispat eder.

O dedi: Nasıl yapacağım?

Dedim: îstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul'da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile Meşrûtiyet'i kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldız'ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş.(10)

İşte Bedîüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektub tarzında neşrettiği ve onun sonunda. "Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş" dediği makalesinde, merhûm Sultan Abdülhamid'in İslâm Halîfesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca Hazret-i Osman Radiyallahü anhuya benzer bir tarzda, elinde gücü, kuvveti, askerî varken, kan dökülme­mesi için, Jön Türkler'in ve İttihâdçılar'ın Selânik'te 21 Temmuz 1908'de i'lân ettikleri anayasayı ve Manastır'da yeryer hâdiseler çıkararak, işi kuvve­te döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli âmirler, defalarca ona yalvararak, karşı koymaları için izin istedikleri halde, sonunda 31 Mart hâdisesinde Yıldız Sarayı'nı çe­viren Hareket Ordusu'na karşı, bilhâssa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkati kan dökülmeğe rıza göstermemesini hatırlatmaktadır. Bütün bunlara rağmen, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri zaman, Padişah'ın Tüfekçibaşısı'nı yakalayıp, getirip onun Saray'ının bahçesinin kenarında as­mışlardır. Bu da gösteriyor ki; Bedîüzzaman'ın “Pür-şefkat ile Meşrûtiyet'i kansız kabul ettiğin gibi..." ifadesiyle bu ve buna benzer hâdiseleri ifâde et­mektedir.

Ayrıca, bu hakikatli rü'yanın şu paragrafında biraz daha açık ifadeyle:

Nefret edilen Yıldız Sarayını kalplerin sevgilisi haline getirmek için, zebani gibi olan istihbaratçılar yerine, rahmet melekleri gibi âlimleri doldur. Yıldız Sarayını üniversite haline getirmek, İslâmi ilimleri ihyâ etmek, Şeyhül-lslâmlığı ve Hilâfeti hakiki mevkiine ulaştırmak; milletin kalp hastalığı olan dindeki zafiyet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle, yıldızı Süreyya kadar yükselt! Ta, Hânedân-ı Osmanî ol Hilâfet burcunda adâlet yıldızlarını parlatsın.(11) demek suretiyle, Osmanlı Hânedâm'nın ebedî kalması ve daima hilâfet burcunda kalarak, etrafında adâlet saçmak için Halîfeye yol gösteriyor ve irşâd ediyordu.

3- "Kürdistan ulemâ ve meşâyıh ve rüesâ ve efradına Meşrûtiyet'e dair telkinâtıdır” başlıklı yazısında, Bedîüzzaman, Padişah Abdulhamid için şöyle diyor:

Şimdiye kadar Padişah’a iktida ettiniz fakat milletin vahşetinden dolayı, tedenni ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de Padişah yine size imâmdır, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebe­dîye mazhar olan ma’rifet ve adâleti ile milletini idare edecek. Hasıl-ı kelam, Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü sündüs-i adalet ve merhamete teb­dil etmiş. Siz de o eski ağalık abası yerine hulle-i adalete ve riyaset-i adilaneyi giyiniz!(12)

Bedîüzzaman Hazretleri Padişah'a ve hilâfet-i İslâmiye cihetinden Halî­feye, şarklı vatandaşlarını, itaate, i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrûtiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet et­melerini tavsiye ediyor ve Meşrûtiyet şerefinin esasını yine Sultan Abdülha- mid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor:

İstibdâdın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibarî rütbeden istimdat ve milleti istihdam., ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî râbıta etmekdir ki; vahşetin ağalığı budur. Ümm'ül-ağavat olan Yıldız'da, Eb'ül-ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!(13)

Burada gerçi Bedîüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve hay- siyyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bil-münasebe geçmektedir. “Ağaların Babası" şeklinde bir ta'bir vardır ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki aşiretleri kendisine, dolayısıyla Osmanlı Saltanatı'na bağlamak maksadıyla büyük aşîret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık, kimisine binbaşılık rütbesi vermiştir. Neticesinde o aşîret çöl paşalarının çok zulümleri ve vah­şetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idâresindekı bir siyâsetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama Padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken “gidin millete zulmedin, yağma edin şeklinde bir emri, işareti yoktu ki, o suçların tamamı ona yüklensin, Onun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vere­rek, hükümete karşı itaatlerini te'min idi. Ayrıca, Üstâd Bedîüzzaman aynı yazısında Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti" diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Dîvân-ı Harb-i Örfîdeki müdâfa'atının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der:

İstibdâdlar umumen Sultan-ı Mahlû’a isnâd edildiği halde, onun Zabtiye Nâzın ile bana verdiği ma’âşı ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin nâmını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultan'a boyun eğmedim.(14)

Bedîüzzaman "İstibdâdlar umumen Sultan-ı Mahlû'a isnâd edildiği hal­de..." sözüyle, JönTürk Hareketi'nin başladığı zamanları kasdetmektedir. Ger­çekten o zamanlar, başta Namık Kemâl, Ziya Paşa ve sonra Mehmed Âkif gibi Mücâhid, edib şâ’irler, hürriyet-perverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hü­cum ettikleri ve bütün istibdâd ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lâkin Hazret-i Üstâd Bedîüzzaman ise; isnâd edildiği halde" diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telâkkî ve kabul ediliyordu demek istiyor. Ve "O şefkatli Sultan'a boyun eğmedim" sözüyle Sul­tan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kayde­diyor.

Ayrıca, Bedîüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve maka­lelerinde, hiç bir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şah­sî, İnsanî ahvâline sair hürriyet-perver mücâhidler gibi hakaretâmiz sözlerle ilişmemiş, hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.

5- Meşrûtiyet'in Hânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılı­nın başında te'lif ve tab'ettirdiği Münâzârat isimli eserinde, istibdâd ve meş­rûtiyeti ta'rif ederken, Sultan Abdülhamid'in bahsi münasebetiyle şöyle der:

''Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare mil-letin halini anlamıyordu.. Veyahut za'f-. kalb ve kuvvet-i vehm ile anlamak istermiyordu. Yahut mütehevvısane ve mütekeyyilane ve mütekalkıl olan tabiatı aniattırmağa nıüsa’id değildi''.(15)

Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zahirde bir ta'riz görünmek­tedir. Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, "kendiyerinde mahbusgibi oturuyordu'' ifadesiyle, Mâbeyn'deki pa­şaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla "mahbusgibi" yani sağını solunu tam ma'nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malu­mat da “Mâbeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı. Sondaki ihtimal ise, Onun beşerî ve İnsanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za'if olan bazı damarların­dan bahsediyor ki, onun tamamen beşeriyetine yöneliktir. Yaratılış itibarîyle vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bedîüzzaman da ahirki zaif ihti­mal ile birazcık onun fıtrî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in(16) Hürriyet hakkındaki:Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe lâyıktır. Zira kâfire mahsus bir şi'ardır'' sözünü sual tarzında Bedîüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevab vermiştir:

''O biçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibâha mezhebi zannetmiş.Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allaha karşı ubudiyyeti intaç eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e Ahrârdan ziyâde hücum ediyordu ve derdi:"Hürriyeti ve Kanûn-ı Esâsîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır."

İşte yahu, Sultan Abdulhamid'in mecbur olduğu istibdâdını hürriyet zan­neden ve Kanûn-ı Esâsî’nin müsemmâsız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur: Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslâmiyet'in bir fedaîsi de demiştir:Yani: Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünki îmânın hasiyetidir.''(17)

Bedîüzzaman'ın bu, dini rasihâne bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman ba'zı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar,hemen bir ayetin zahirî ma'nâsına yapışarak, mezkûr Anayasa'yı kabul eden­leri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bedîüz- zaman, o zaman cevab vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

Bediüzzaman’ın Münazarat adlı eserindeki şu kısmı anlayabilenler, onun Abdülhamid hakkındaki fikirlerini daha iyi değerlendirebilirler;

Sual; İnkılâptan on sene evvel, hükümete nihayet derecede mûteriz oldu­ğun halde, hükümete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâ- niyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: 'Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Ne­den hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka ir- şad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemâl'in “Rüyâ" sıyla uyandım. Lâkin, maatteessüf, sû-i te­sadüfle hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlar­dı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insaf­sızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır.

Elhasıl: Hükümete hücum edenlerin, bazıları "Haydo, Haydo" derlerdi. Ba­zıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa" derlerdi; ben "Haydar" derdim. Şimdi de “Hay­dar" diyorum, vesselâm.(18)

6. 2 BEDÎÜZZAMAN'IN YENİ ESERLERİNDE II. ABDÜLHAMİD

Merhum Sultan Abdülhamid’le ilgili eski eserleri ve makalelerinden alı nan mezkûr nümunelerden başka, hayatının ikinci devresi olan Yeni Sü İd ta bir ettiği zamanlarında bu mevzuda söyledikleri kısaca şöyledir:

1- 22. Lem'a'da; Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, ama ona kar­şı söylenmiş bir şiir'i bir münasebetle kaydederken şöyle diyor:

Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gad­dar yüzüne çarpılmaya layık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zâtın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün

"Ne mümkin zulm ile bîdad He imhay-ı hürriyet
Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten."(19)

Bu beyân ile Bedîüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mü­him bir zât’ şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların adalet terazisinde tartılması gerektiğini vurguluyor.

2- Beşinci Şu'â' Risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdâd mes'elesi münasebetiyle şöyle demektedir:

Zannederim, asr-ı ahirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri bir hiss-i kab- lel-vuku’ ile bu dehşetli istibdâdı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler.(20)

Bu paragrafta Bedîüzzaman Sa'îd-i Nursî Hazretleri çok açık ve kesin ola­rak, Sultan Abdülhamid'e atılan i'tiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yan-lış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemaller, Mehmed Akifler bir hiss-i kablel-vuku' ile çok sonra meydana çıkacak bir istibdâd ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

3- Birinci Şu'â' Risâlesi, 29. ayetin beyânının sonunda şöyle demektedir:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri oldu­ğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.(21)

4- Sekizinci Şu'â’nın âhirinde, Hilâfet-i İslâmiye hakkında gelen hadîs-i şerifin ma'nây-ı işarîlerini yazarken cifrî ve ebcedî hesabiyle, Hicrî 1328, Rumî 1326 (Milâdî 1910) ederek hilâfet-i İslâmiye’nin sona erdiğine işâ- ret ettiğini, ayrıca İslâmiyet'in ilk dört Halîfeleri Hazret-i Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Alî -Radiyallahü teala aleyhim ecma'in-in isimlerinin beraberce Ebcedî makâmı yine 1326 Rumî (1910) ederek Hilâfet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilâfet'in şartlarına muvafık tarzda ta­karrür etmediğine ve etmiyeceğine işâret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamid'in İslâm'ın son Halîfesi olduğuna açıkça işâret etmektedir.(22)

5- Rumuzât-ı Semâniye Risâlesi'nde, Sûre-i Alak'ın bazı cümleleri 1322 Rumî/1324 Hicrî/1907 Miladi ederek yine Hânedân-ı Osmaniye'nin hal' ve nasb gibi mühim olaylarına baktığını ve Balkan ittifakiyle zuhura gelen mü­him hâdiselere işâret ettiğini kaydetmektedir.(23)

6- Başka bir eserinde Bedîüzzaman şöyle diyor:

Hilâfet-i Abbasîye, Hülagu’nun hücûmiyle hatime verildi. Üç dört asır za- man-ı fetretten sonra (Mâide: 54; Allah öyle bir mil­let getirir ki, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı sever...) âyetinin sırrına maz- har olan Osmanlı âdil padişahları, hadîs-i şerifteki istikameti yerine getirmeye çalıştıklarından, hadîsin hükmiyle ümmet için bin sene hilâfet-i İslâmiye'yi ve Şer’-i Şerif üzerine giden Hükûmeti’n idâmesine vâsıta oldular.(24)

7- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meş­gul eden, Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri'nin II. Meşrûtiyet sıralarında, Sul­tan Abdülhamid'le macerasını ve Üstâd'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyet-perverler gibi Bedîüzzaman'ın da bir i'tirazı, bir hücumu ma'nâsında anlaması üzerine, Bedîüzzaman Sa'îd-i Nursî Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettir­miş ve bir lâhika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmiştir. O mektubu tekrar olmasına rağmen buraya Osmanlıca orijinaliyle birlikte aynen buraya alıyoruz.

''Bir muallim kardeşimiz Sultan Abdülhamid'in hakkında Üstâdımızın hür­riyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid'e hücum zannetmiş ve o kıymetdar Padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş?...

Elcevab: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakikat-i hal ile cevab veriyoruz.

Evvela: Üstâdımızın hayatındaki birinci bir düstûru: Kur'an'ı Hakîm’in bir Kanûn-ı Esasisidir ki; "Bir adamın cinâyetiyle başkası mes'ul olamaz!." kaide-i Kur'aniyesiyle o Padişah'ın zamanındaki Hükûmeti'n hataları ona verilmez,diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba'zı zaman mecburiyetle ettiği kusurları onun muarızlarına karşı te’vile çalışmış.

Saniyen: Üstâdımız Hiirriyet'in başında bütün kuvvetiyle Şerî'at dairesin­deki Hürriyet-i Şer'iye'yi sena etmiş, nutuklarıyla halkı o hürriyete davet et­miş. Ve Hürriyet-i Şeri'ye'ye muhalif olanlara demiş ki; Eğer Şerî’at dairesinde olmazsa, istibdâd namı verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz'î ve hafif istibdadı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkisam edecek. Herkes bir nevi müstebid olur, istibdâd-ı mutlak çıkar, binler istibdâd hükmüne dönecek, yani; hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak. Hatta bu mes'elede, Üstâdımız idam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfı'de demiş ki: Eğer Meşrûtiyet İttihâdçılar'ın istibdâdından ibaret ise ve hilâf-ı Şerî'at hareket ise, bütün dünya şâhid olsun ki ben mülteciyim.

Salisen: Üstâdımız o zamanda, bir hiss-i kablel-vuku' nev'inden şimdiki âlem-i İslâm'ın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer'iyeyi takdir etmiş. O zamanki hita­belerinde demiş ki: "Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa ölecek, yerine istib- dâd-ı mutlak çıkacak

Rabian: Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebi­lerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem-i İslâm'ın kısm-ı azaminin Halîfesi olmak; Hem biçare Vilâyat-ı Şarki- ye’nin bedevi aşâirini Hamîdiye alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi ve Hamîdiye Camii'nde her cuma günü bulun­ması ve şe'âir-i İslâmiye'yi elden geldiği kadar müraat etmesi ve daima Yıldız dairesinde ma'nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutukla­rında, bir mecburiyet tahtında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem Aşere-i Mübeşşere içinde, Hazret-i Ali (R.A.) ile Hazret-i Talha ve Zübeyir'in birbiri hakkındaki hataları, onların Hakikat-ı İslâmiye'ye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstâdımızın merhûm Padişah’ın hakkında bir hatası medar-ı i'tiraz olamaz.
Üstâdımızın hizmetinde bulunan Nur Talebeleri.(25)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubundu beş vecihle merhûm Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galib olduğundan ma'nevî makâmı ve derecesi yüksek olduğunu belirtiyor. Bedîüzzaman Hazretleri diğer hürriyet-perverlerden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah’ı lâyık olduğu nisbette medhediyor.

2.6.3 BEDÎÜZZAMAN'IN HATIRALARINDA 2. ABDÜLHAMİD

Bedîüzzaman Hazretleri'nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından nakledilen bir iki rivayeti daha kaydedelim:

1- Mustafa Sungur: Bedüzzaman Hazretlerinin son on yıldan fazla de­vamlı yanında olan hizmetkârlarından ve talebelerinden olan Mustafa Sun­gur ağabeyin naklettiği bir hatıra var ki, Said Nursi Hazretlerinin Sultan Ab- dülhamid'le alakalı görüşü ve kanatine en kuvvetli delillerdendir. Şöyle ki:

"Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şid­detli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem-i îslâmın kısm-ı azaminin halifesi olmak; Hem biçare vilâyat-ı şarkiye'nin bede­vi aşairini "Hamidiye" alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeni- yeye onları sevk etmesi., ve Hamidiye camiinde her cuma günü bulunması ve şeair-i İslâmiye'yi elden geldiği kadar müraat etmesi., ve daima yıldız dairesin­de ma'nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir."

“Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdül- hamid hakkında demişti ki: "Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi duala­rım içine almışım. Her sabah; "Ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye'den râzı ol!" diye dualarımda yadederim" demişlerdi."(26)

2- Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel: Bir gün Üstadımız merhûm Sul­tan Abdülhamid hakkında demişti ki: ‘‘Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hânedân-ı Osmaniye'den râzı ol!” diye dualarımda yadederim" demişlerdi.(27)

İşte konunun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifa­de ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki: Bedîüzzaman Sa'îd-i Nursî Hazretleri eskiden II. Meşrûtiyet'in Hânından evvel ve sonrasında, Hürriyet-i Şer'iyenin gerçek ma'nâda Osmanlı devleti idâresinde yerleştiril­mesini ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı'nın idâresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûrâ meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda müca­dele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid'e karşı da i'tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur. Lâkin Bedîüzzaman'ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halîfesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca her­hangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur.

Prof.Dr.Ahmed Akgündüz - Arşiv Belgeleri Işığında Sultan 2.Abdulhamid ve Bediüzzaman,Osav yay.,syf:42-66

Dipnotlar:

1- Karal, Osmanlı Tarihi, c. VIII, sh. 191-575; Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 584- 599.

2- Bu iddiaları teker teker ele acağız. Ancak özet olarak verirsek, burada ilk zikretme­miz gereken şahsiyet Necip Fazıl'dır. Onun Risâle-i Nur karşısında yanlış veya eksik bir duruşu vardı. Ehl-i fetret konusunda Bedîüzzaman’ın tespitlerini içine sindireme- miştir ve aleyhinde bazı ifadeler kullanınca Mehmed Kırkıncı Hocamız Erzurum'dan gelmiş ve Ebu Hamid Gazalî'nin Risâlelerinde benzer ibareleri göstermiş ve Necip Fa­zıl geri adım atmıştır. Krş. Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, (İstanbul: Büyük Doğu, 1997), sh. 244-245; Necip Fazıl Kısakürek, Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, İs­tanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2009. Ahmed Şimşirgil, Necip Fazıl'ın iddialarını tekrar etmektedir.

Bir diğer isim Ömer Faruk Yılmaz'dır. Bkz. Ömer Faruk Yılmaz, Sultan İkinci Ab­dülhamid Han, İstanbul: Osmanlı Yayınları, 1999, sh. 288-293; Burada Bedîüzzaman’ı da maalesef Sultan Abdülhamid muarızları arasında saymaktadır. Maalesef yanlış yo­rumlardan başka bir dayanağı yoktur.
Bir Başka şahsiyet ise, muhterem Hocam İhsan Sürey-ya Sırma, II. Abdülhamid'in İslâm Birliği Siyâseti, İstanbul, Beyân Yayınları, sh. 113-114. Şöyle iddia ediyor:

"Ancak, bu meşrûtiyetçilerin "meşrûtiyet" anlayışları birbirinden farklılıklar arz ediyordu. Fakat onlar, bu görüş farklılığına rağmen, Abdülhamid'in aleyhinde birleş­mesini bildiler: Bedîüzzaman Sa'îd Nursî'den, Mehmed Akif’e; Enver Paşa'dan, Rıza Tevfik’e kadar... Hatta Tefsir yazarı Elmalılı Hamdi Yazır'a kadar. Ne var ki tarih, bu zevatın bir kaç dönmenin oyununa geldiklerini ayan beyân göstermiştir."

Bedîüzzaman'ın eserlerini ve değerlendirmelerini okuyanlar bunun ne kadar temelsiz bir tenkid olduğunu anlayacaktır. Biz de ayrıntılı olarak değerlendireceğiz. Muhterem Hocamız, bu mesnedsiz değerlendirmelerine Bedîüzzaman'ın Meşrûtiyet fikrini tam anlamadan devam etmektedir. Bkz. sh. 115 vd. Ayrıca krş. İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II Abdülhamid Dönemi, İstanbul: Beyân Yayınları.

Sultan Abdülhamid ve Bedîüzzaman konusunda Muhterem Kadir Mısıroğlu'nun değerlendirmeleri ise, nazara alınmayacak kadar sathî olduğundan üzerinde durmu­yoruz. Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlûm Pâdişâh: Sultan II. Abdülhamid adlı eserinin mu­kaddimesinde çok yakışıksız olan "Sultan II. Abdülhamid'e muhâlefet kendilerine hiç yakışmayacak iki şahıstan biri olan Üstâd Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî, pek geç kalmış dahî olsa, âhir ömründe nedâmet göstermiştik’ demekte ve Sultan Abdülhamid’in to­runu Nemika Sultan’dan helallik dilediğini iddia etmektedir. Naklettiğimiz vasıflan­dırması asla doğru değildir; ayrıca muhtevasından da tamamen kuşkuluyuz. Zira Bedîüzzaman’ın Sultan Abdülhamid değerlendirmesini biraz sonra ayrıntılarıyla açık­layacağız.

Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabey, bu manasız iftiralara İlmî ve mantıklı ce­vaplar ihtiva eden bir makale kaleme almıştır. Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 446; Bedîüzzaman Abdülhamid’de Yanıldı mı?

(3)-Bedîüzzaman'ın talebelerinden Muhsin Alev'in hatıralarında anlattığı bir olay, Be- dîüzzaman'ın Abdülhamid hakkındaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘İstanbul’da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhûm Padişah’a çok hücum edip hakaret ediyormuş. Bunu Üstâd duyunca üzüldü. Bize, "Sultan Abdül­hamid 60 milyon Müslümanm Halîfesiydi. Ben ona bir velî nazarıyla bakıyorum" diye buyurarak Abdülhamid hakkında bir lahika mektubu neşretmişti." Nur Talebelerinden Ziya ve Muhsin imzasıyla daha sonraları Münâzarâta eklenen bu lahika mektubun­da şu ifadeler bulunmaktaydı: ‘Üstadımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâm’ın kısm-ı âzaminin Halîfesi olmak; hem, biçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamîdiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamîdiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiye’ye elden geldiği kadar mürâât etmesi, daima Yıldız dairesinde manevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenât, için, Üstadımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kanaat etmişti." Bkz. Necmeddin Şahiner, Son Şâhidler Bediüzzaman Said Nursi'yi Anlatıyor' Cilt 1- İstanbul 1994, Yeni Asya Yayınları, s. 307;Munazarât,sh. 150-151 (Yeni Asya Neşriyât).

(4)- Dağ meyvesi acı da olsa devadır, Misbah, 19.9.1324/2.10.1908 tarihli 2. Sayısı. "Mis* hah” gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur:
"İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle ma'ruf, fâzıl-ı şehîr Bedîüzzaman-ı Kürdt Molla Sa'îd Hazretieri'nin inkılâb-ı mes’ud ibtidâlarında Dersa'âdet ve Selanik'te kiraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticâlidir"

(5)-BSN, Lem ’alar, sh. 171.

(6)-Emirdağ Lahikası Müntehap dosya,sh: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur tale­beleri.

(7)-Emirdağ Lahikası Müntehap dosya, sh: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur tale­beleri.

(8)-Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 618-619; Büyük Türkiye Tarihi, c. VII, sh. 231-233 (Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bu eserlerde bulmak mümkündür); Uzunçarşılı "II. Sultan Abdülhamid'in Hal'i ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar", sh. 705-748; Badıllı Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 176-184; Bedîüzzaman Sa'îd Nursî, Âsâr-ı Bedi'iyye sh. 312,376,361,364,408,462; Müntehab Dosya, sh. 56 (Badıllı'dan naklen); Muvafak Benil-Merce, Es-Sultan Abdül Hamid, Kuveyt 1984, sh. 410 (Bütün kitap, Abdülhamid ile ilgilidir).

(9)- Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. 1, sh. 217.

(10)-Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.; El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd.; Badıllı. Âsâr-ı Bedî'iyye, sh. 376.

(11)-Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.;El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd, Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 219.

(12)- Ittihâd ve Terakki Gazetesi, Yıl: 1, No: 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bediyye, sh. 361.

(13)-Ittihâd ve Terakki Gazetesi, Yıl: 1, No; 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye. sh. 364.

(14)-Badıllı, Âsâr-ı Bediiyye, sh 312

(15)- Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. 1, sh. 221.

(16)-Şeyh Selim yahut Molla Selim, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne 1913’de ilk isyanı baş­latan şahıstır. Daha sonra 1915-1916 Rus Harbi'nde şehit düşmüştür. Ayrıntılı bilgiyi ileride vereceğiz.

(17)-BSN, Münâzarât, sh. 22-23.

(18)-BSN. Münazarat. sh.126. Osmanlıca.

(19)-BSN, Lem’alar, sh.l71,Yirmiikinci Lem'a.

(20)-BSN, Şu’âlar, sh. 594, Beşinci Şu'â/Tetimme olarak üç küçük mes'ele/ikinci Mes’ele.

(21)-BSN, Şu'âlar, sh. 721, Birinci Şu'â.

(22)-BSN. Şualar sh. 506. Ondördüncü Şu'â/Gençlik Rehberi'nin küçük bir haşiyesi.

(23)-BSN, Rumûzât’i Semâniye, Osmanlıca, sh. 191-192.

(24)-BSN, Lem'alar, Osmanlıca, sh. 425.

(25)-Müntehab Dosya, sh. 56.

(26)-Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, sh: 326

(27)-Şahiner,Son Şahitler,c1.,sh.379-455
Devamını Oku »