Gazze Aynasında İnsanlığın Geleceği ve İslam Ümmetinin Mükellefiyeti

 


İBRAHİM HALİL ÜÇER

Gazze’de yaşanan ve insanlık vicdanını ayağa kaldıran soykırım, işgalci İsrail devletinin (!) İslam coğrafyasının kalbindeki hırsızlık ve talana dayalı mevcudiyetinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor. İsrail’in bu coğrafyadaki mevcudiyeti, ilk bakışta Yahudilere bir yer arama çabasının sonucu olarak takdim edilse bile, Ortodoks Yahudilerin böylesi bir yer fikrine karşı çıktıkları göz önünde bulundurulduğunda, Yahudilere yer arayışının bizzat Yahudi teolojisiyle değil, seküler Siyonist ideolojiyle ilişkilendirilmesi gerektiği açıklık kazanıyor. Amerika Başkanı J. Biden’ın İsrail’i ziyareti esnasında “Siyonist olmak için Yahudi olmaya gerek yok” şeklindeki ifadesinin de gösterdiği gibi Siyonizm, işlevi ve değeriyle ilgili küresel batılı hegemonyanın üzerinde ittifak ettiği ve toplu bir şekilde desteklediği tastamam seküler bir ideoloji. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Bu ideoloji ve onun hizmet ettiği küresel batılı hegemonya, annelerinden özgür doğan çocukların bedenlerini, ruhlarını, iradelerini ve duygularını ele geçirmeyi amaçlıyor. Onları iliklerine kadar sömürüp kendi mülkü haline getirecek ve sonra onlara varlıklarını kendisinin armağan ettiğini söyleyecek bir güce ulaşana kadar da asla durmayacak. Varlığını bu hegemonyanın sağladığı araçlara değil, sadece Allah’a borçlu olduğunu ilan eden Gazzeli çocuklar, kadınlar ve erkeklerin mücadelesinde seyrettiğimiz şey insanlığın özgür geleceği, Batılı küresel hegemonyanın bir aygıtı olarak İsrail’in insan dışı saldırılarında seyrettiği miz şey ise insanlığın sömürülmüş, köleleştirilmiş geleceğidir. Bu yazıda Gazze aynasında seyrettiğimiz bu iki gelecek ufku üzerinde duracak ve insanlığın özgür geleceği için İslam ümmetinin nasıl bir mükellefiyet altında olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Şöyle bir soruyla başlayalım: Siyonist ideolojiyi yaratan ve her şartta onun arkasında yer alan kapitalist emperyal hegemonyanın, onu İslam coğrafyasının kalbine yerleştirmekteki maksadı ne olabilir? Bu sorunun cevabı insanlığın geleceğine dair tehditlerin ne olduğuna ve Gazze’deki mücahitlerin giriştiği mücadelenin nasıl olup da bu tehdide karşı külli bir farkındalık ve mukabele imkânı verdiğini bize öğretebilir.

Bu soruya cevap vermek için öncelikle birkaç çelişkiyi ve ona bağlı birkaç aldatmayı fark etmemiz gerekiyor. Çelişki şudur: Mevcut küresel dünya düzeni politik yasanın teşekkülünden ve kamusal alanın işleyişinden, dinsel inanca ait her türlü etkiyi dışlama fikri üzerine kuruludur. Bununla birlikte İsrail doğrudan doğruya teo-politik bir ideolojiye dayanan ve hem kamusal alanın işleyişi hem de politik yasanın teşekkülünde dinsel inançların yoğun şekilde etkili olduğu bir yapıdır. Revize edilmiş tüm unsurlarına rağmen hâlâ bir Westfalya sistemi olarak görülebilecek küresel dünya düzeni açısından bu durum ilk bakışta bir çelişki olarak görülebilir. Şöyle ki on yedinci yüzyılda teşekkül eden Westfalya sistemi, Avrupa’da politik mücadelenin din kisvesi altında yürütüldüğü ve sekiz milyona yakın insanın öldüğü otuz yıl savaşlarından (1618-1648) çıkarılan bir derse dayanıyordu: “Din, çatışma, düzensizlik ve güvensizlik kaynağıdır. Şu halde hem devletler arasında hem de bir devlet içinde barış, düzen ve güvenin tesisi için dinî inançların politik alandan dışlanması gerekir.” Westfalya barışının bir gereği olarak, her devlet kendi içinde egemen kabul edilse ve diğer devletlerin bu egemenlik alanına müdahalesi yasaklansa bile, zımni olarak bunun bir istisnası öngörülmüştü: Komşu devletlerden birinde dinsel inançlar politik alan üzerinde etki yaratma teşebbüsünde bulunursa, diğer devletlerin toplu bir şekilde buraya müdahale etme hakkı öngörülüyordu. Laiklik ilkesine kaynaklık eden ve bu ilkeyi küresel sistemin esasına yerleştiren bu seküler eğilim, Avrupa tarihinin on yedinci yüzyılı takip eden her aşamasında daha da güçlenerek korundu ve küresel sistemin taviz verilemez esaslarından biri olarak varlığını sürdürdü. Hal böyleyse küresel sistemin muhafızlığını yapan unsurlar nasıl olup da İsrail gibi kendisini teo-politik yollarla meşrulaştıran ve politik alanı binlerce yıllık dinsel ideallerin tahakkümü altına sokan bir yapıyı destekliyor? Buradaki çelişki nasıl anlaşılmalı?

Bu çelişkinin üstesinden gelmenin yolu, aslında onun sadece görünüşte çelişki olduğunu fark etmektir. Çünkü ne İsrail hakiki mânâsıyla Yahudiliğe dayalı dinsel inançların politik alana tahakküm ettiği bir yapıdır ne de bugün kavuştuğu yeni form itibarıyla ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yeni-emperyalist hegemonya dinsel herhangi bir inanca bağlılıktan tümüyle soyutlanmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsrail’in kuruluşunu temin eden Siyonizm, asıl itibarıyla dinsel değil tümüyle dünyevi bir ideolojidir. Bu ideolojiye hizmet edenlerin bir çoğu Tanrı’ya inanmayan ve hiçbir kurumsal dine mensubiyeti olmayan seküler insanlardır. Dinî inançlar Siyonizm için yalnızca araçsal bir değere sahipti ve hâlâ da öyledir. Kapitalist liberal hegemonyanın dinî inançlarla ilişkisine gelince; bu hegemonik yapı tarihsel süreç içerisinde elde ettiği olağanüstü esnek karakteri itibarıyla, kategorik olarak din karşıtı değildir. İlk olarak, onun mevcut durumda karşı olduğu şey insan iradesinin teslim olacağı en yüksek otorite olarak yalnız Hakk’ı tanıyan ve iradelerini O’ndan başkasına teslim etmeyeceğini beyan edenlerdir. “Katı olan her şeyi buharlaştıran” ve onları asıllarından koparıp kendi şekline sokan büyük bir sindirim aygıtı olarak kapitalizm; dinsel inanç, tutum ve pratikleri ruhlarından soyup sırf cesede dönüştürdüğü ve onlara “kendi ruhundan üflediği” sürece hiçbir dinsel inanç, tutum ve pratik onun için tehdit olamaz; bunlar görünüşleri itibarıyla İslamî bir karakterde olsalar bile. Yahudilik, Siyonist ideoloji tarafından tarihsel süreç boyunca ona içkin dünyevî karakterin öne çıkartılması suretiyle uhrevî tüm içeriğinden arındırılan bir cesede dönüştürülmüş ve kapitalist ruh için adanmış bir beden halini almıştır.

Kapitalist tahakküm araçları aynı şeyi Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm, Budizm veya bir başka dinî gelenek üzerinde başarabildiği sürece, onlar sırf “dinsel görünüşleri” bakımından bir tehdit teşkil etmez; elverişli araçlar olarak, bu ruha boyun eğmiş hizmetkârlara dönüşebilir. İkinci olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonya, iddia edildiği haliyle nötr değildir, tümüyle ona özgü seküler bir tedeyyün tarzına ve dinî inanış, tutum ve ferdî-kurumsal pratikler olarak tasavvur edilebilecek örüntülerin arkasında bulunan içkin bir dinsel ruha sahiptir. Bu dinsel ruhun özü, tek kelimeyle “bu-dünyacılık”tır. Bu-dünyacılık, bu dünyayı öte dünyaya nispetle hiçbir değeri bulunmayan, imar ve inşa için emek sarf etmeye değmeyecek bayağı bir şey olarak gören ruhbanî öte-dünyacı tutumun karşı kutbuna yerleşir. Bu haliyle öte dünyayı yok sayıp hayatı bu dünyadan ibaret görür ve insanın bu hayattaki nihai gayesinin dünyevî refah, üstünlük ve güçten başka bir şey olmadığını kabul eder. Bu-dünyacılık on sekizinci yüzyıldaki Aydınlanma çağıyla birlikte Avrupalı zihnin kalbine yerleşmiş ve her aşamada yeni formlar kazanarak varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Bu-dünyacı inanç, Fransız ihtilalinin öncü ismi Robespierre’in Paris’e dikerek (1794) çevresinde dinî festivaller tertip ettiği, dünyevî aklı yüceltmek için tasarlanan “Yüce Varlık Kültü”nde olduğu gibi açık veya Masonluk ile dönemin İlluminati gruplarında olduğu gibi gizli paganik ritüellerle kendini âşikâr ettiği gibi, bu-dünyacı ruhun her türlü tezahüründe saklı, öte fikrinden mahrum dünyevî egemenlik maksadında da gözlemlenebilir. Burjuva sınıfına özgü, sermaye biriktirme ve onu kârlı yeni faaliyetler için kullanarak artırma maksadına dayalı dünyevî egemenlik ideali, Avrupa tarihinin kendi iç gelişimiyle irtibatlı bir şekilde, on sekizinci yüzyılda tarihin merkezine yerleşir ve daha fazla sermaye, daha fazla kâr, daha fazla zenginlik elde etmek üzere dünyayı egemenlik altına almak isterken önüne çıkacak başka her türden egemen unsuru tasfiye etmeyi amaçlar. West-falya sistemi, dünya hayatını tanzim iddiasına sahip dinî inançları tasfiye etmiş ve dünyevî egemenliği tek başına krala, yani politik iktidara vermişti.

On yedinci yüzyıl mutlak hükümranlık sahibi kralın dünyaya nizam verirken din ve sermaye dahil olmak üzere başka hiçbir yasa ve güç tanımadığı bir dönem olsa da, on sekizinci yüzyılda sermaye sahipleri kralı ve onun mutlak politik egemenliğini kendileri için tehdit görerek bilim insanlarını, filozofları ve “aydın” rahipleri de yanına almak suretiyle mason localarında toplanmaya ve yüksek kâr ideallerine tehdit teşkil eden her türlü egemenlik kaynaklarını bertaraf etmek üzere çalışmaya başladılar. Bu yüzyılda mason locaları ve onların Almanya şartlarında biçimlenen bir tür uzantısı olarak İlluminati grubu içerisinde gizli bir şekilde yürütülen bu çalışmalar, teori ve pratiği dünya sahnesiyle sınırlandırılmış aydınlanmacı seküler zihniyetle birleşerek dünya egemenliği hedefine tehdit oluşturan unsurlara karşı gizli ve özel tekniklerle savaş açtı. Savaşın muhatabı olan unsurlar, kendileri de dünya hayatını tanzim etme iddiasına sahip şeylerdi: Dinler, devletler, devletler üzerinde hükümranlık iddiasında bulunan yöneticiler ve onların iktidar kaynakları, dinle değilse de aile değerleriyle yakından ilişkili ahlâkî idealler, hakikatle irtibatını koparmamış, bu nedenle de hakiki bir eleştiri imkânına sahip sahih fikir ve nihayet dinî inançlara, ahlâkî değerlere, sahih fikre dayalı insan iradesi. Bunlar bir kez hedef tahtasına konulduktan sonra, kurumsal dinî yapıların tasfiyesi ya da içinin boşaltılması, siyasetin kötürümleştirilmesi, ahlâkın izafileştirilmesi, fikrin gerçeklikle irtibatının kopartılarak ifsad edilmesi ve büyük kalabalığın iradesinin manipülasyonlar yoluyla kontrol altına alınması temel amaçlar olarak belirlendi.1 Sermayesini mütemadiyen artırmak isteyen kapitalist bu amaçlara sahipti, çünkü onun için dünya sermayenin serbest dolaşımı için devasa bir pazardan başka bir şey değildi. Bu “pazarı” yönetmek ve kurallarını belirlemek isteyen başka rakipleri tasfiye etmek ve pazara hakim olmak zorunluydu. Bu mücadeleyi yürütürken takip edilecek strateji, locaların özünü ele verecek bir yapıya sahipti: Gizlilik. Kapitalist küresel hegemonyayı tesis çabası tümüyle gizli bir şekilde yürütülecek, bu hegemonyayı amaçlayanlar doğrudan doğruya maddî evrenin görünür yöneticileri olmayacak, bunun yerine görünür yöneticilerin arkasında bulunan ve onları karmaşık ilişkiler yoluyla yönlendiren aktörler olacaktı.

Görünenler alanını görünmeden yönetmenin elverişli bir tarafı da vardı: Aydınlanmacı özgürlük talebi, efendiliğin her türüne meydan okuyor ve insanları kendi vicdanları dışındaki otoritelerin tümüne karşı isyana teşvik ediyordu. İngiltere’deki Muhteşem Devrim ya da Fransız İhtilali böyle bir talebin geniş halk kitlelerini hareket geçirmesiyle mümkün hale gelmişti; insanlar bir kez kendi kaderlerini ellerine aldığına inan(dırıl) mıştı. Hal böyleyken, dünya pazarını ve hepsi de bu pazardaki müşteriler olarak görülen insanları kontrol etmeyi amaçlayan bir zümrenin, efendiliğini görünür bir şekilde yürütmesi mümkün değildi. Bu nedenle pazarın serbest olduğu ve müşterilerin tümüyle kendi özgür iradeleriyle hareket ettiği fikri yerleştirilerek bu husus tartışmaya kapalı bir kural haline getirilmeli, pazar ve müşteri bu sahte serbestî perdesinin arkasından idare edilmeliydi. Fakat bu tanrısal idare yöntemini dünya sahnesi üzerinde dünyevî aktörler aracılığıyla işletmek o kadar kolay bir şey değildir. Pazarın ve müşterilerin buranın idaresinde, gizlenmiş aktörler tarafından idare edilen görünür yöneticilere karşı minnet altında bırakılması ve bu idareciler olmaksızın dünya sahnesinin mütemadiyen bir kaos altında kalacağı fikrinin yerleştirilmesi gerekir. Bu, düzeni sağlayan bir otoritenin yokluğunda, insanların kendi başlarına bırakılmaları durumunda dünyanın sonu gelmez bir kaosa düçar olacağı şeklindeki eski bir siyasî fikrin devamı olarak görülebilir. Ama burada farklı olan şey, egemenin daima kendisini gizleyerek iktidarını yürütmesidir.

Peki gizlenerek hükmünü yürütme stratejisi nasıl icra edilebilir? Bunun yolu, pazarın düzenini ve müşterilerin güvenliğini tehlike altına sokacak sahte riskler imal etmek ve bu risklerin kaynağında kendi iradeleri bulunmadığı için bir türlü başa çıkamayan pazar ahalisini söz konusu riskleri çözmek üzere kendisine muhtaç etmektir. Böylece pazar ahalisi düzen ve güvenlik için daima küresel hegemonyanın görünen aktörlerine muhtaç olacaktır. Bu strateji on sekizinci yüzyıldan itibaren giderek karmaşıklaşan egemenlik teknikleriyle desteklenmiştir. Halihazırda İslam dünyasının kalbine yerleşerek bu coğrafyayı bitip tükenmek bilmez bir kaosla meşgul eden İsrail ve onun arkasındaki Siyonizm, esasen bu egemenlik ve kontrol stratejilerinin bir ürünüdür. Siyonizmin, ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın nasıl aracı olarak kullanıldığını aşağıdaki satırlarda açacağım. Bunun öncesinde, pazarı kontrol etmek isteyen zümreler için sermayenin değişen yapısı üzerinde durmak istiyorum. On sekizinci yüzyıldan itibaren sermayenin değişen yapısını ve zenginliğin değişen anlamlarını kavramak, onun değişen egemenlik strateji ve tekniklerini tespit edebilmeyi sağlar. Buna göre zenginlik iktisadî zihniyet ve pratiklerin dönüşüm sürecine bağlı olarak başlangıçta altına sahip olmak şeklinde anlaşılıyordu, daha sonra mala-ürüne sahip olmak zenginlik olarak anlaşıldı, sanayi devrimiyle birlikte malın üretimini temin eden üretim araçlarına sahip olmak zenginlik sayılırken, Marksist bakış açısından ise üretimi temin eden emeğin kendisi, değerin esası olarak görüldü. Modern döneme geldiğimizde zenginliğin artık altına, mala, üretim araçlarına ya da emeğe sahip olmak anlamına gelmediği yeni bir durum ortaya çıktı. Çünkü emeğe, onu işleteceğiniz üretim araçlarına ve neticede ortaya çıkan ürüne sahip olabilirsiniz, fakat insanlar bu ürünü almaya dönük bir hevese sahip değilse bunlar tek başına bir şey ifade etmez. Şu halde zenginlik aslında insanların duygularına sahip olmak, onların ürünlere dönük iradelerini ele geçirmektir.2 İnsanların duygularına kim sahipse, onları kim yönlendirebiliyorsa dünyevî iktidarın ve pazarın asıl sahibi odur. Gelinen nokta itibarıyla müşteri, mal haline gelmiş, ürünü alması beklenen müşterinin duygusu pazarlanan, kontrol edilmesi ve üzerinde egemenlik kurulması gereken asıl metaya dönüşmüştür.

Buraya kadar söylenenlerden, ileri derecede kapitalistleşmiş ulus-ötesi dünya sisteminin Siyonizm aracılığıylaİslam dünyasını, yeni-emperyalist hegemonya biçimleri aracılığıyla da insanlığı egemenlik altına alma hedefine karşı Müslümanların sahip olduğu derin imkânlarla ilgili birkaç netice çıkarabiliriz. İlk olarak, ileri derecede kapitalistleşmiş bu-dünyacı liberal hegemonyanın kendi dünya egemenliğini tesis yolunda tehdit olarak gördüğü ve gerçekten onlar için tehdit olabilecek bir zümre varsa, onların bu dünyayı, öte dünyayı hesaba katarak imar etme amacı güden Müslümanlardan başkası olmadığını açık bir şekilde kavramak durumundayız. Müslümanlar, bu dünyayı adil bir şekilde imara yönelirken fiillerinin nihai maksadını bu dünyayla sınırlamaz, aksine bu sınırı aşarak ötesine, yani ilâhî rıza maksadına yönelirler. Tüm eylemlerini yalnızca Allah rızasını kazanmak için yapan ve iradelerini Allah’tan başkasına teslim etmemeyi tevhidin gereği olarak gören Müslümanlar, onların iradelerini ve duygularını teslim almayı amaçlayan her türlü hegemonik aktöre direnme kabiliyetine sahiptir. İlâhî rızayı kazanma ve onun dışındaki maksatları amellerinden dışlama çabası olarak İslam, Müslümanların hayatını siyasetten iktisada tüm alanları kapsayacak bir şekilde tanzim etme amacı taşır. Bu amaç doğrultusunda Müslümanlar, sadece böyle yaşamakla kalmaz, ilâhî rıza dışındaki maksatları dünya üzerinde yayma ve onları insan eylemlerinin nihai maksadı haline getirerek dünyayı ifsad etme amacı güden yapılarla mücadele etmeyi de salık verir. İslamî yaşantının özünü ifade eden ve farklı formlarıyla en yüksek ifadesini cihad ibadetinde kendisini gösteren bu ruh, bu-dünyacı kapitalist liberal hegemonyaya tehdit olmakla kalmaz, Westfalya düzeninin hâlâ gerçek mânâda korunan nadir ilkelerinden biri olan “dinî inançlar toplumsal-politik alanın düzenlenmesinde hiçbir rol oyanayamaz” şeklindeki kuralı tehlikeye atma ve bu kural üzerine bina edilmiş dünya düzenini sarsma potansiyeli taşır. Buna göre, teslim oldukları iradeye binaen Müslümanlar;

i) tavizsiz bir şekilde ilâhî rıza maksadını hayatlarının merkezine yerleştirmelerinden ötürü, onların bedenlerini, ruhlarını ve duygularını egemenlik altına almak isteyen çağdaş kapitalist hegemonya biçimlerine karşı direnme imkânına sahiptir.

ii) öte-dünyayı dikkate alarak bu-dünyayı imar etme çabasından doğan âdil ve mutedil hayat talepleri nedeniyle, bu-dünyacı pratiklerin zulüm doğuran neticelerini değiştirme ve insanlığa bu dünyanın âdil imarını vadetme imkânına sahiptir.

iii) bu dünyayı mutlaklaştırmayan ve önünü-ardını göstermek suretiyle onun aslî yapısını öğreten hakikate, yani Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği “ed-Dîn”e uygun bir yaşantı idealinden hiç vazgeçmedikleri için, küresel dünya düzeninin sahte esaslarını bozma imkânına sahiptir.

Yukarıda zikredilenleri dikkate alarak şu sorunun cevabına yeniden bakalım: “Varlığını dinî inançların toplumsal-siyasî varlık alanını belirlemeyeceği şeklindeki ilkeye borçlu olan çağdaş küresel düzen, açık teo-politik kabullere bağlı bir şekilde tesis edilmişİsrail’i niçin destekliyor?” Bunun sebebi, halihazırda küresel dünya düzenine yönelik en hakiki tehdidin, yukarıdaki maddelerde sıralandığı haliyle, İslam dünyasından gelmesidir. Amerika–Avrupa Birliği aksına mukabil ne Çin ne de Rusya, mevcut dünya düzeni için bu temelde bir tehdit olarak değerlendirilemez. Gizlenmiş aktörlerin şimdi Amerika–Avrupa Birliği ve onların egemenliğine dayalı görünür aktörler üzerinden yürüttükleri egemenlik stratejilerini, pek zorlanmadan Çin ve Rusya üzerinden de yürütebilmeleri mümkündür. Buna mukabil İslam coğrafyası, başından beri, bu egemenlik stratejilerine meydan okuyacak canlı bir iddiaya sahip yegane güç alanını ifade etmektedir. Bu coğrafyanın sürekli bir kaos hali içerisinde düzensizlik ve güvensizliğe düçar edilmesi, buranın kontrolü için temel stratejiyi temsil eder. İsrail coğrafyanın kontrolü için, bizzat Müslümanların küresel ölçekteki iddialarının tarih boyunca temsilî bir merkezi olan Kudüs eksenli bir şekilde kurulmuş ve coğrafyaya sürekli bir şekilde kaos, tehdit ve güvensizlik yaymıştır. Ancak bunu yaparken küresel aktörler, İsrail’i mahallede kaos yaratan söz dinlemez bir figüran, kendilerini ise bu söz dinlemez figüranın çıkardığı kaosu her seferinde çözmek için rol üstlenen hakemler olarak vaz etmiştir.

Bu konumlandırmaya göre, İsrail’in sorun çıkardığı her seferinde Amerika, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletlerin farklı organları İsrail’i uslandıracak yapmacık tedbirler ve Müslümanları bu tedbirlere ikna edecek bir dil üzerinden kendi otorite konumlarını pekiştirmiş; yeni krizlere gebe çözüm(süzlük)ler üzerinden müdahale imkânlarını sürekli hale getirmiştir. Bu, onların sunî riskler imal edip sonra bu riskleri çözmek üzere insiyatif alarak risklere maruz kalanlar nezdinde muhtaçlık ve minnet yaratma stratejisinin bir parçasıdır. Dolayısıyla şunun açıklıkla fark edilmesi gerekir: İslam coğrafyası için kaosun, güvensizliğin ve parçalanmışlığın asıl sebebi İsrail’in varlığı değil, onu (ve gücünü halkından ve hafızasından değil, bağlı olduğu küresel iktidar konumlarından alan, bölgedeki kukla rejimleri) bu coğrafyayı kontrol etmek üzere konumlandıran kapitalist hegemonyanın gizlenmiş aktörleridir. Dolayısıyla açık ya da gizli bir şekilde bu aktörlerin maşası konumundaki her siyasî, iktisadî, toplumsal teşekkül, İsrail’le benzer bir ölçekte bu coğrafya için kaosun, düzensizliğin ve parçalanmışlığın sebebidir. Bu minvalde Müslümanların aslî düşmanlarını açık bir şekilde keşfetmeleri ve bu düşmanla nasıl mücadele edeceklerine ilişkin derin bir farkındalığa sahip olmaları gerekir. Aşağıda bu tür bir mücadeleyle ilgili bazı önerilerimi ve bu aktörlerle mücadele noktasında İslam Ümmeti’nin mükellefiyetlerine ilişkin değerlendirmelerimi paylaşacağım.

Aksa Tufanı harekatı, İsrail üzerinden kendi imal ettikleri riskleri kendileri çözme ve bu yolla otorite konumlarını sürdürme hususunda maharet kesbetmiş, yani gizlenerek iktidarlarını tesis becerilerini hiç kaybetmeyeceklerini düşünen Batılı aktörleri bu kez açığa çıkardı. Bu kez Gazze’deki olaylar karşısında Batılı siyasî kurumların şimdiye kadar alışkanlık haline getirdiği iki yüzlülüğü terk ederek cüretkâr bir şekilde bebek ölümleri, toplu katliamlar, açlığa Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Sayı:14 · 57 mahkum etme, bir milletin varoluş hakkını inkâr ve soykırım gibi suçları amasız fakatsız bir şekilde savunduklarını görüyoruz. Onların gizlendikleri konumu terk ederek, küstahça İsrail’in arkasında durmaları İslam ümmetini bir farkındalıkla yüz yüze getirmelidir. Gazze hadisesi Batılı kurumların yüzündeki maskeyi kaldırmıştır. Şimdi sıra Müslümanların ve insanlığın gözlerine inmiş perdeyi kaldırmaya gelmiştir. Müslümanların ve insanlığın gözlerine, yukarıda tasvir ettiğimiz haliyle, bizzat kapitalist hegemonyanın özünü oluşturan “giz”e bağlı bir oyun perdesi çekilmiştir. Bu oyun küresel çıkar odaklarının sürekli minnet ve borç yaratarak insanlığı kendisine mahkum etme stratejisidir. Buna göre İslam ülkeleri ve genel olarak Batı dışı toplumlar; BM, UNESCO, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin hakemlik ve himayesi altında olmaksızın kendi sorunlarını çözebileceklerine ilişkin bir umuda sahip değildir. Bunun sebebi bu kurumları yönlendiren küresel güç odaklarının, mevcut potansiyeller üzerinden kaşıyarak imal ettikleri sunî krizler üzerinden bu toplumları kontrol etmeleri ve krizin başa çıkılamaz hale geldiği noktalarda yine kendi müdahaleleriyle bu krizi hafifleterek insanları kendilerine borçlu hale getirmeleridir. Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu oyun, Müslümanları kendi iradeleriyle kendi meselelerini çözemeyecekleri yönünde bir çaresizlik psikolojisi içine sokmuştur. Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Bu meydan okuma, bir yandan Batılı hegemonyanın yüzündeki peçeyi indirmiş; diğer yandan Müslümanların kendi iradeleriyle elde ettikleri oyun bozucu etki sayesinde bizzat oyunun bozulmasını, gözlerimize çekilmiş büyülü perdenin kalkmasını temin etmiştir. Daha önemlisi bu perde sadece Müslümanların gözünden kalkmamıştır.

Aksa Tufanı, Batılı siyasî-iktisadî hegemonyanın kurbanları olan Batılı halkların gözünden de bu peçenin kalkmasına katkıda bulunmuştur. Batı dünyasındaki geniş bir kesim,İsrail’e ve onun arkasında duran hegemonyaya karşı sesini yükseltmiştir. Bu durum, Müslümanların oyun bozucu iradesinin, oyun kurucu bir teklife dönüştüğü zaman ulaşacağı kitleler açısından ümit vericidir. Batılı hegemonyanın maskesinin düşmesi, Müslümanların ve bu hegemonyanın kurbanı olan kesimlerin gözündeki perdenin kalkması; Müslümanlar açısından tarihsel noktada eşsiz imkânlar ve buna bağlı olarak sorumluluklar ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki, karamsarlık, ümitsizlik ve çaresizlik içerisindeki Müslüman toplulukları, iradelerinin dönüştürücü gücüne yeniden inandırma imkânı önümüzde durmaktadır. Her bir Müslümanın tek tek başarabileceği şeyler olduğu gibi, iradelerini ortak bir hedefe yönelttiklerinde başarabileceği şeyler de vardır. Müslümanlar Gazzeli mücahitlerin ispat ettiği gibi sadece Allah’a güvenerek ve ondan yardım dileyerek yola çıktığımızda Allah’ın bizim gören gözümüz, tutan elimiz, yürüyen ayağımız olacağına dönük itikadı yeniden tahsil etmelidir. Küllî iradeye teslim olmuş bu iradenin, enerji tüketen ve sonuçta hayal kırıklıkları yaratan bir atılım olmaması için; şahsî ve kurumsal bencillikleri dışta tutacak şekilde ihlaslı; sünnete uygun bir şekilde hikmete ve bilgiye dayalı; uygulanabilir bir şekilde kademeli ve planlı ve nihayet hedeflenen sonuçlara ulaşmayı mümkün kılacak şekilde sabırlı ve azimli olması gerekir.

Böylesi bir iradeyi hayata geçirme yolunda Müslümanların atacağı adımlar, sadece onlar için değil insanlığın geri kalanı için de umut kaynağı olacaktır. Bununla birlikte şunu ifade etmek gerekir ki Müslümanların, halihazırda onların mağduriyetlerinin kaynağında bulunan ve ana maksadı Müslümanlara mahsus potansiyelleri yok etmek olan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal yaşam tarzının, farkında olarak ya da olmayarak, bir parçası oldukları zeminde bu iradenin hayata geçmesi mümkün olmayacaktır. Zihniyet, irade ve eylemleriyle sorunun bir parçası haline gelmiş zümreler, sorunu çözme iddiasına sahip olamaz. Dolayısıyla Müslümanların kendi imkânlarını keşfetmeleri, onların varlığına kasteden düşmanlarını teşhis etmeleri, imkânlarını harekete geçirmelerine mani olan şeyleri Mücahitlerin Gazze’de gerçekleştirdikleri hareket, Müslümanlar için sürekli sunî krizler imal ederek iktidarını devam ettiren Batılı hegemonyayı uzunca bir süre sonra ilk defa hakiki bir krizle yüz yüze getirmiştir. Sayı:14 · 59 belirlemeleri, mevcut durumlarını bu minvalde muhasebe etmeleri, nihayet bu muhasebe ve bilgiye dayalı olarak hayatın her alanını kuşatacak adımlarla harekete geçmeleri gerekir. Müslümanların sahip olduğu imkânlardan yukarıda kısaca bahsetmiştik. Halihazırda bu imkânları hayata geçirme iradesinin önünde çok çeşitli engellerin bulunduğunda kuşku yoktur.

Her şeyden önce Müslümanların hayatlarını içinde idame ettirdikleri siyasî, hukukî, toplumsal yapılar, Müslümanlara mahsus imkânları oldurmak ve geliştirmek değil, zayıflatıp anlamsızlaştırmak üzere tasarlanmıştır. İslam coğrafyasında, bu yapıların idaresini üstlenen politik rejimler onları Müslümanlara mahsus imkânları oldurup geliştirecek bir istikamette dönüştürme yönünde bir iradeye sahip değildir, çünkü birçoğu kendi varlığını zaten İsrail’in varlığını mümkün kılan iradeye borçludur. Böyle olmayan hükümetlerin eylemleri ise içinde bulundukları yerel ve uluslararası siyasî-iktisadî koşullar tarafından belirlenmekte ve sınırlanmaktadır. Bu şartlar altında Müslüman toplulukları yönlendirme gücüne sahip sivil kurumların, bilginlerin, iş insanlarının, sanatçıların, medya mensuplarının, farklı sektörlerdeki Müslümanların ve sokaktaki Müslüman’ın da başarabileceği şeyler vardır. Bunlardan ilki, olayların başından beri oldukça anlamlı bir şekilde hayata geçirildiği haliyle boykottur. Boykot, sadece boykot edilen şeyle ilgili değildir. Boykot edilen şeye bir zarar verir, ama asıl faydası bizedir: Bizi bilinçlendirir, kim olduğumuzu, kimden yana ve kime karşı olduğumuzu gösterir. Bizzat tevhidin öğretmek istediği haliyle neyi reddettiğimizi ve neyi kabul ettiğimizi durmaksızın, hayatın her alanında hatırlatır. Boykotu sadece pazardaki ticarî mallarla ilgili değil; genel olarak ekonomimize, zihniyetimize, ahlâkımıza, siyasetimize, diyanetimize sızmış her türden bâtıl, kirli ve çarpık unsurlara karşı yürütmek ve asıl bu yolla, gizlenerek iktidarını yürüten kapitalist hegemonyaya meydan okuyabileceğimizi fark etmemiz gerekir.

Boykot, asıl anlamıyla ancak o zaman başarıya ulaşabilir. Buna dönük bir iradeyi canlı tuttuğumuzda; boykot edilen filanca fikir, teori, eylem ve tutumun yerine Müslümanca hangi fikri, eylemi ve tutumu koymamız gerektiğini konuşmaya başlarız. Böylece boykotla ilgili bu geniş bakış açısı; sokaktan eve, iş yerinden okula Müslümanca bir yaşamı yeniden ve daha derinden talep etmeyi mümkün kılmaya başlar. Boykotu bu derin anlamıyla kavradığımızda, boykot edilmesi gereken zihniyetin, yukarıdaki satırlarda etraflıca tasvir ettiğimiz haliyle “bu-dünyacılık” olduğunu görürüz. Siyonist rejimin arkasında bulunan ileri derecede kapitalistleşmiş liberal hegemonyanın, kendilerini gizleyen aktörler tarafından yürütüldüğünü söylemiştik. Bu gizlenmiş aktörleri açığa çıkarmanın yolu, komplo teorileriyle mütemadiyen onlar hakkında konuşmak değildir. Onları açığa çıkarmanın bir yolu, Gazzeli Müslümanların da bize öğrettiği haliyle; eylemlerimizin nihai maksadını bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerle sınırlayarak onları ebter hale getirmemek, bunun yerine eylemlerimizi bu-dünyaya ait maksatlar ve menfaatlerin ötesine geçecek şekilde ilâhî rıza gayesine yöneltmektir. Müslümanlar en sıradan, en dünyevi görünen eylemlerini bile Allah rızası için yaparlar. Günlük dilimize yer ettiği haliyle bir Müslümanın diğer bir Müslümana yapacağı en büyük dua “Allah razı olsun!”dur. Çünkü Müslüman bilir ki, bir Müslüman ne yaparsa yapsın onu sadece Allah rızası için yapar ve O’nun rızasını umar. Bu bakış açısı amellerimizi bu-dünyanın ötesine taşır, onlara ilâhî rıza katına yükselecekleri bir ruh armağan eder. İbn Atâullah el-İskenderî’nin deyişiyle “Ameller dikili heykeller gibidir, bu heykellere ruh veren şey ilâhî rıza maksadının, yani ihlasın onlardaki varlığıdır ”.3

Kendinde ruhsuz bir cesetten ibaret olan eylemlerimize ihlas ve ilâhî rıza maksadı değil, bu-dünyacılığın özünü teşkil edecek şekilde yalnızca sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesi eşlik ediyorsa, biz de sorunun artık bir parçası haline gelmiş oluruz. Sermaye artışı ve daha fazla kâr hevesinden başka maksat gözetmeyen eylemler, yalnızca tüccarlar ve zenginlere havale ederek kurtulabileceğimiz bir günah değildir. Sermaye ya da kâr yalnızca para veya mal gibi maddî şeylerden ibaret sayılmaz; kâr hanesine görünürlük ve bilinirliği, beğenilmeyi, elde edilecek herhangi bir makamı, güç ve iktidarı vb. de koyabiliriz. Aynı şekilde sermaye hanesine de tüm eylemlerimiz ve ilişkilerimizi dahil edebiliriz; sermaye, çalıştırıp kâr etmeyi amaçladığımız her şeydir. En somut haliyle ifade edecek olursak; bir Müslüman aldığı arsayı, oturduğu makamı, kurduğu ilişkiyi, göründüğü sahneyi yalnızca daha kârlı bir arsa, daha üst bir makam, daha itibarlı ilişkiler ve daha büyük bir sahne için sermaye gibi görüyorsa, onun eylemlerini Hakk’a kanatlandırarak canlandıran ilâhî rıza kaybolmuş, onun yokluğunda bir cesede ve heykele dönen eylemlerinin içine kapitalist hegemonya kendi ruhunu üflemiştir. O ruh, eylemi Hakk’a değil yalnızca bu-dünyaya mahsus kâra taşır ve kendi egemenliği için hizmetkâr haline getirir. Allah Resûlü[s.a.v.] yaptığı tüm eylemlerini sadece Allah rızasını kazanma kaygısıyla yapan; dünyayı dünya için değil, ahiret için sermaye gören kişileri şöyle müjdeliyor: “Kim bütün kaygılarını tek bir kaygıda, öte dünyaya Allah’ın rızasını kazanmış bir şekilde gitme kaygısında toplarsa, Allah onun bu dünyadaki tüm kaygılarını giderir.” Diğer tara#an maksatlarını bu dünyayla sınırlamış ve eylemlerini bu dünyaya özgü maksatları elde etmek üzere parçalayarak şu işinde daha fazla mal ve para, şu işinde daha fazla şöhret, şu işinde daha üst makamı amaçlayan, ama namazında veya orucunda da ilâhî rızayı uman kişileri ise şöyle uyarıyor: “Kim de kaygılarını parçalar ve dünya hallerine dağıtırsa, Allah onun hangi vadilerde helak olduğuna aldırmaz”.4

Yalnızca Allah’a dayanan, ondan başka kuvvete boyun eğmeyen, maksatlarını onun rızasından başka şeyle dağıtmayan Gazzeli Müslümanlar, tüm insanlığa korkuyu yenmenin ne mânâya geldiğini gösterirken bu müjdeye, Allah’ın sadece onun rızasını amaçlayan kişiden dünyadaki her türlü korkuyu kaldıracağı müjdesine mazhariyeti ispat ediyor. Eylemlerini ilâhî rıza dışındaki maksatlarla dağıtan ve uzaktan Gazze’yi izleyen Müslümanlar ise sayısız korku ve endişe ile kendi vadilerinde helak olmayı bekliyor. Kimisinin korku ve tedirginlik, kimisinin lakaytlık, ki misinin uyuşturulmuş bir şuurla orada öylece durduğu bu bekleyiş tarzından sıyrılıp, düşmanı saklandığı yerden çıkarmak, rahatsız etmek, üzerimize saldığı korkuyu yenmek ve gerçekten geriletmek istiyorsak, yediden yetmişe hepimizin yapabileceği bir şey var: tek tek tüm eylemlerimizi muhasebe ederek, her birini bu dünyayı aşan bir maksatta birleştirmek. Bu-dünyayı herkesin nihai maksadı haline getirmek isteyen ve bu maksatlar üzerinden bizi egemenlik altına almak isteyen bu ruha karşı en büyük mücadele, onu eylemlerimizden tümüyle kovmaktır. Kitlesel gösteriler, ürün boykotları, ince düşünülmüş eylemler, bunların hepsi değerlidir, fakat daha değerli olan bir şey; gösteriden, eylemden ve boykottan sonraki ilk dakikadır. Gösteri bittiğinde, eylem sona erdiğinde, boykot ettiğimiz ürünü rafa koyduğumuzda atacağımız sonraki ilk adım, o eylemde sergilediğimiz ruhla yaşama yönündeki taze irade.. Bizden korkuyu alıp, düşmanın kalbine yerleştirecek şey, işte kendi adımıza yaşama iradesi olacaktır. Eylemlerimize sızarak onları ebter hale getiren bu habis ruhu tasfiye etme çabası, Müslüman için imanın gereği olduğu kadar, bu dünyayı tüm insanlara şahitlik edecek, örnek olacak bir şekilde güzelleştirme, âdil bir şekilde imar etme ve her ferde kendi hürriyetini hakiki bir şekilde kazanma imkânı verecek bir hayat tesis etme çabası da imanın gereğidir.

Bakara suresi 143. âyet, Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi’nin meâliyle, Müslümanlar üzerinden bu mükellefiyeti açık bir şekilde ortaya koyar: “Ve ey ümmet-i Muhammed! İşte böyle bir sırat-ı müstakime hidayet etmek suretiyle biz sizi vasat, merkez ve her tarafı denk, mu’tedil, hayırlı bir ümmet yaptık ki siz diğer insanlar üzerine kavlen veya fi’len veya hâlen şâhid-i adil ve nümune-i imtisal olasınız.” Müslümanlar bu ayette bildirildiği haliyle, bu dünyayı hakikatle ilişkisi içinde imar ederek güzelleştirme ve insanlığın geri kalanına insanca, hakiki mânâda hür bir hayatın nasıl olacağını gösterme mükellefiyetine sahiptir. Yer üzerinde hareket eden canlılar, gökte uçan kuşlar (En‘âm: 38) ve dünyadaki diğer topluluklar da birer ümmettir (Ankebut: 18). İslam ümmetini onlardan ayıran şey, Müslümanların sözleriyle, eylemleriyle ve halleriyle doğruya, iyiye ve güzele örneklik teşkil etmeleri; bu-dünyayı öte-dünyaya nispetle imara yöneldiklerinde ortaya çıkacak küllî iyilik alanlarını yapısal formlara kavuşturarak tüm insanlık için örnek alınabilecek bir yaşam dünyası oluşturmalarıdır. İslam ümmetinin dünya tarihi sahnesine çıkarılmasının maksadı da, insanlığın geri kalanına bu hususta şahitlik edecek, örnek olacak bir topluluğun var edilmesidir. Gazzeli Müslümanların iradesi, hep hakikati gösteren bir ayna gibi, insanlığın geleceğini tehdit altına sokan sahte hakikatin yüzündeki maskeyi indirdi ve bu maskenin ardındaki karanlığı ortaya çıkardı. Fakat başardığı yalnızca bu değildi, aynanın saf yüzünde bu dünyayı ötelere bakarak yaşamanın güzelliği de göründü tüm insanlığa. İslam ümmetinin ve ümmete mensup olma arzusundaki her bir ferdin mükellefiyeti, ötelerden iz taşıyan sözün, eylemin ve hâlin siyasetten diyanete, ticaretten hukuka, sokaktan eve nasıl bir hayata dönüştüğünü görmek ve göstermektir.

Teklif Dergisi,sayı:14(Gazze Özel Sayısı),syf:47-64

Dipnotlar:

1 Burjuvazinin gelişimini masonluk ve illuminati gruplarıyla ilişkili bir şekilde ele alan ve Aydınlanma çağını burjuva ideallerinin politik sahneyi ele geçirme
girişimi olarak okuyan Koselleck, bu yaklaşımını şu eserde ayrıntılı olarak serimler: R. Koselleck, Kriti ve Kriz: Burjuva Dünyanın Patalojik Gelişimi Üzerine Bir Katkı, çev. Eylem Soysal Murteza, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012.

2 Bu dönüşümün, marjinal fayda teorisi etrafında açık ve anlaşılır bir anlatımı için bkz. L. Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995, s. 259-286.

3 bkz. İbn Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye, 10. Hikmet, İstanbul: Sufi Kitap, 2022, s. 32

4 İbn Mâce, Mukaddime 23, Zühd 12:

Devamını Oku »

Üst Aklın Değişmeyen Oyunu: Böl, Parçala, Yut...



Üst Akıl, Tanzimat süreciyle sadece Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel rejimini değiştirmekle kalmamış, Batı tarzı yaşamın yay­gınlaştırılmasını ve ulusalcılık akımlarının güçlendirilmesini de sağlamıştı. Özellikle Islahat Fermanının ilanından sonra Avrupalı oryantalistlerin Osmanlı düşünce hayatına soktukları en tehlikeli kavram, hiç şüphesiz etnik ayrışmaya dayalı ulusalcılık’ fikirleri ol­muştu. Zira aynı dini paylaşan milletlerin (Millet-i Hâkime) halifeye gönülden bağlılığı ve emirleri doğrultusunda birlikte hareket etme­leri, ‘hasta adam’ Osmanlıların parçalanmasını engelliyordu.

Bu nedenle; Asya’daki 150 milyon Müslümanı sömürgesi altında tutan Ingilizler, Hilafet makamından oldukça rahatsızdı. Aynı rahat­sızlık, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonizm temsilci­lerinde de mevcuttu. Zira Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, ümmet bağlarının zayıflatılarak Osmanlı’nın parçalanmasından geçi­yordu. Dolayısıyla ümmet bilincini etkisiz hale getirmenin en kestir­me yolu, imparatorluk içerisindeki ‘ulusalcı’ akımları güçlendirmekti. Bu misyon, Avrupa’nın önemli kentlerinde ‘şarkiyatçılık’ adı altında kurulan çeşitli dernekler eliyle yerine getirilecekti. Mesela 1822 yı­lında bir Alman Yahudisi olan dilbilimci Julius Klaproth tarafından kurulan Société Asiatique (Asya Derneği), “şarkiyat” çalışmaları adı altında ‘Türkçülüğün’ altyapısını hazırlıyordu. Bu dernek, daha sonra da Osmanlı muhalefetine kol kanat geren ünlü Yahudi Silvestre de Sacy ailesinin yönetimine geçerek faaliyetlerine devam edecekti.

1789 Fransız ihtilali, çok uluslu devletleri parçalamanın başlangı­cı ve ilk denemesiydi. Daha sonra 1848 yılında başlayan Avrupa dev­rim hareketleri ise, ülkelerin rejimlerini ihtilal yoluyla değiştirmeyi esas alan fikirlerin benimsenmesine neden olmuştu. Hem Fransız ihtilali hem de Avrupa devrim hareketleri, milliyetçilik akımlarını körükleyerek, tarihte hiçbir zaman millet olamamış halkları dahi millet yapma çabalarına dönüşmüştü. 1848de yaşanan kargaşa ve is yan hareketlerinin en dikkat çeken yanı ise; Almanya, Fransa, İtalya Rusya, Macaristan, Polonya ve Romanya gibi Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde çıkmış olmalarıydı. Dahası, bu ihtilal ha­reketlerini başlatanlardan Karl Marx ve Friedrich Engelsin Yahudi kökenli olmaları da bir başka ilginç noktaydı.

Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak, sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Ancak güçlü Avrupa ülkeleri bu isyanları bastırınca, azılı ihtilalciler Osmanlı coğrafyasının yolunu tutacaktı. İade ta­leplerine karşın “Zorunlu Müslüman” kimliğine bürünen bu ihtilal tüccarları, Avrupa’da yapamadıkları devrimi Osmanlı topraklarında yapmaya kalkışıyordu. Ancak burada da ilginç bir durum söz ko­nusuydu. Zira Avrupa’da “sınıfsız ve milliyetsiz” bir devlet modelini savunan ihtilalciler, her ne hikmetse Osmanlı’daki mücadelelerini “Türkçülük” tezleri üzerinden yürütüyorlardı. Ancak elbette bunu Türkleri çok sevdikleri için yapmıyorlardı. İhtilalcilerin körüklediği “Türkçülük” fikri, bir milliyete duyulan sevgiden ziyade, aslında üm­meti parçalamak için geliştirilen uzun vadeli bir projeydi.

Üst Aklın bu uzun vadeli planı, Paris’te tezgahlanıp çok uluslu devletler üzerinde sinsice uygulanmıştı. Finansal kaynağı Yahudi bankerler, fikri altyapısı ise yine Yahudi ihtilalciler tarafından sağla­nan “böl, parçala, yut” politikasının en ağır şekilde uygulamaya ko­nulduğu yer, hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyası olmuştu. Bu politikala­rı icra etmek için de, öncelikle sadık bir bürokrat zümre oluşturuldu. Amaç, doğrudan işgal ve katliam politikaları uygulamak yerine, dev­let bürokrasisi içerisinde oluşturdukları ‘paralel devlet’ eliyle, meşru iradeyi vesayet altına almaktı. Nitekim bu plan, Tanzimat süreciyle birlikte başarıyla uygulanacaktı.

Diğer yandan “Şarkiyatçılık Dernekleri” ve “eğitim kurumlan” adı altında yürütülen misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmişti. Mesela Paris’te “Alliance Israelite Universelle” adıyla faaliyete başlayan eğitim örgütlenmesi, geleceğin devlet adamlarını yetiştirmek için Osmanlı coğrafyasını bir ahtapot gibi sarmıştı. Derin iktidarın küresel efendileri, Osmanlı başkentine gönderdikleri ‘Şarkiyatçı’ kılıklı ajanlar eliyle, sara­ya muhalif çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Böylelikle, imparatorluk te­baasının biat kültürüyle halife/padişaha kendi rızasıyla vermiş olduğu egemenlik gücünü, kökü dışarıya bağlı azınlık bir zümre eliyle gasp et­mek istiyorlardı. Bu uluslar arası toplumsal mühendislik faaliyeti, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla sağlanmıştı. Derin iktidar savaşının bir diğer ayağı ise, Batının seküler yaşam tarzı ve yeni fikirlerin yayılıp yerleşmesi için, dönemin gazetlerinin bir “psikolojik savaş” aracı olarak kullanılmasıydı.

Üst Aklın Filistinde bir Yahudi devleti kurma fikri önündeki en büyük engel, imparatorlukta yaşayan Müslümanları bir arada tutan ümmet olgusuydu. Dolayısıyla politik siyonizmin kurumsal uygula­yıcısı Dünya Siyonist Örgütü (WZO), kendilerine Filistin’in kapıları­nı açacak anahtarın İstanbul’da olduğunu biliyor, derin çalışmalarını Osmanlı üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bu yüzdendir ki, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid ile Filistin konusunu iki kez görüşmüş, Osmanlı Devletinin dış borçlarını ödeme karşılı­ğında Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulmasını istemişti. Her se­ferinde “hayır” cevabı alan ve Sultan Abdülhamid tahttan indirilme­den “vaat edilmiş” devletin gerçekleşmeyeceğini anlayan siyonistler, küresel psikolojik savaş yöntemlerini birer birer devreye sokmuşlar­dı. Çoğunluğu yabancıların elinde olan Osmanlı gazeteleri, siyonist emeller önünde engel teşkil eden tüm devlet adamı ve bürokratları itibarsızlaştırma, halkın gözünden düşürme görevini üstlenmişti.

Siyonistlerin Osmanlı coğrafyasında yürüttükleri derin iktidar mücadelesinde Selanik vilayetnin önemli bir yeri vardı. Yahudi nü­fusun yoğun olarak yaşadığı bu şehir, Avrupa’dan Osmanlı devleti içerisine sızmak isteyen casusların ve masonların merkezi duru­mundaydı. Mason localarını ustaca kullanarak örgütlenen siyonist­ler, Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için bütün örgütlenmeyi adeta bir Yahudi kenti olan Selanik’ten yürütüyordu. Nitekim Sultan Abdülhamid iktidarına son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti de işte bu şehirde büyüyüp gelişmişti. Siyonistler, devlet içerisine doğrudan sızmak ve devleti karşılarına almak yerine, mason locaları ile Jön Türkleri taşeron olarak kullanıyordu. Gözlerini iktidar ve intikam hırsı bürümüş, makam/mevki sahibi olmak isteyen sivil ve askeri bürokrasi, kolayca bu küresel gücün ağına düşmüştü.

Türk Olmayan Türkçüler'

Başta da belirttiğimiz gibi, kozmopolit bir imparatorlukta dağıl­ma ve yıkılma sürecini hızlandırmanın en kestirme yolu, ‘milliyet­çilik’ kartını kullanmaktı. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğunda yabancılar tarafından körüklenen ulusalcılık hareketleri, derin ik­tidar mücadelesinin birer politik enstrümanı haline getirilmişti. Osmanlı da asli unsur olan Müslümanları yüzyıllarca bir arada tutan yegane bağ, din birliğine dayanıyordu. Bu bağı zayıflatmak, zincirin halkalarını koparmak için ‘milliyetçilik’ bombasının pimi çekilmeliydi.Zira ümmet anlayışının hakim olduğu bir devlette; millet, halk,vatan gibi yeni kavramlara vurgu yapmak, şüphesiz ayrışmaya ve çözülmeye neden olacaktı.

Üst Akıl, bir yandan imparatorluğun kurucu unsuru olan Türkle arasında “Türkçülük” fikrini yaygınlaştırıp projelendirmeye çalışır­ken; diğer yandan da Arap tebaa arasında bir “Arap milliyetçiliği'' oluşturmanın gayreti içerisindeydi. Osmanlı devletinin kurucuları ve yönetenleri Türk olmalarına rağmen, “ümmetçilik” anlayışı ne­deniyle hiçbir zaman “Türk” kelimesine özel bir vurgu yapma gereği duymamışlardı. Bu anlayış, imparatorluk içerisinde yaşayan diğer milliyetlerin devlete olan aidiyet duygularını güçlendirmiş, etnik kimliğe dayalı ayrışmanın önüne geçmişti.

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan yıkılışına kadar şer-i hü­kümlerle yönetilen Müslüman bir Türk devletiydi. Ancak içerisin­de barındırdığı çeşitli ırkları bir arada tutabilmek adına, özellikle “Türk” kelimesinin sıkça kullanımından kaçınıldığı da bir gerçekti. Zira “Millet-i Hakime” arasında ‘ırk’ ve ulus ayrımı olmadığı gibi, bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü de yoktu. Emeviler devrinde Araplarda olduğu üzere, Arap kökenli olmayan Müslümanları “Mevali” sıfatı ile küçülten bir ayrım da Osmanlı’lara yabancıydı.(1) Ancak Osmanlı padişahları her ne kadar “Türk” ırkına özel bir vurgu yapma­salar bile, imparatorluk zaten bütün dünyada bir “Türk devleti” ola­rak biliniyordu. Avrupalıların yüzyıllar boyunca “Türk” sözcüğüyle kastettikleri, İslam ve Osmanlı devleti olmuştu.

Burada asıl ilginç olan mesele; ne yazık ki Osmanlı’daki “Türkçü­lük” hareketlerinin Türkler tarafından değil, genelde Avrupalı Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından başlatılmış olmasıydı. Üst Akıl, “oryanta­list” kılıfı altında gönderdiği küresel proje elemanları sayesinde, im­paratorluk coğrafyasında “ulusalcılık” fikirlerini yaymayı başarmıştı. Avrupa’nın önemli başkenlerinde ve İslam coğrafyasında kurulan kü­tüphane, dernek ve gizli cemiyetlerle; bunların yayınlamış oldukları gazete, dergi ve kitaplar vasıtasıyla Osmanlı aydınları arasında politik bir “Türkçülük” fikri oluşturdular. “Türklerin Aslı”, “Türklerin Tarihi’, ‘Türklerin Dili’ gibi kılıflar altında hazırladıkları yayınları Osmanlı bü­rokrat ve devlet adamlarının eline tutuşturan batılı Türkologlar, acaba bu hizmeti(!) gerçekten Türkleri sevdikleri için mi yapıyorlardı? Yüz­yıllar boyu Türkleri “barbar” olarak tanımlayan ve Türklerin “insan olup olmadığını” bile tartışan Batılı aydınlar, şimdi Türklerin kimliğini övüyor ve tarihleri konusunda birbiri ardına araştırmalar yapıyordu.

Osmanlı yıkılıncaya kadar “Şarkiyat Araştırmaları” etiketini bir kılıf olarak kullanan Batılı oryantalistler, öncelikle Türklerin kendilerine ait bir tarihleri olduğu vurgusunu ön plana çıkaran kitaplar yazmakla işe başlamışlardı. Oryantalistlerin özellikle vurgu yaptıkları bir diğer ayrıştırma konusu da, Türk diline yönelik araştırmalar olmuştu. Bir yandan Osmanlı tebaasının Türk unsurlarına “Bizim Osmanlıcadan başka bir dilimiz varmış” fikri benimsetilmek istenirken öte yandan Müslüman Araplarda da “Biz bugüne kadar Türklerin tahakkümü altında yaşıyormuşuz” intibaını uyandırmaktı.

Nitekim bu görevi Yahudi asıllı oryantalist Arthur Lumley Davids üstlenmişti. A Grammer of the Turkish Language” ismiyle yazdığı ünlü kitabı, büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla İkinci Mahmud'a gururla hediye edecekti. Her ne hikmetse, Türklerin soyağacını araştırmak ve “Üstün ırk” olduklarını hatırlatmak Batılı aydınlara düşmüştü. Bu sorunu kendisine dert edinenler ise, yine her ne hikmetse hep Yahudi kökenli bilim adamlarıydı. Kimileri Türklerin Avrupalılarla aynı soydan geldiğini iddia ediyor, kimileri İslam’ın Türk kültürünü yok ettiğini yazı-yor, kimleri ise, derviş kılığına girerek Orta Asya çöllerinde “saf Türk kavmi” arıyordu! Sanki Türkler Osmanlı’da “Millet-i Hakime” değil,düşman pençesi altında yaşayan esir bir milletmiş gibi... Fransızca ya da çevrilen Arthur Lumley Davids’in bu Genel Türk Dilbilgisi kitabı,dönemin Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakacaktı.

Mesela Ali Suavi, söz konusu kitaptan bol bol yararlanmıştı.(2)Türklerin tarihiyle ilgili ilk eser, 1748 yılında Fransız Şarkiyatçısı Joseph de Guignes tarafından kaleme alınmıştı. Kitap, Mémoire Historique Sur ’Origine des Huns et des Turcs” (Hunlar ve Türklerin Kökeni) adını taşıyordu. Bu eser, onun İngiltere’nin ünlü bilimsel düşünce topluluğu ‘Royal Society’ye’ girmesini sağladı. Joseph de Guignes, Royal Society ye girdikten sonra da Türkler üzerindeki çalışmalarına devam etti. Sonunda Türk tarihiyle ilgili ünlü “Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mogols et des Autres Tartares Occidentaux” (Hunlarin, Türklerin, Moğolların ve diğer Batı Tatarların Genel Tarihi) isimli eserini yazdı. Şüphesiz buraya kadar yapılanları elbette “bilimsel çalışmalar” olarak kabul edebilmek mümkün. Ancak Joseph de Guignes ve diğer Batılı oryantalistlerin, Türk tarihiyle ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ilginç bir detay hep dikkat çekiyor. Yapılan çalışmaların hemen tamamında Türklerin “İslamiyet'le bir ilgisinin olmadığı” ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra, “Türk kimliğinin yok olduğu” ısrarla vurgulanıyordu.

Şimdi daha önce kendisinden söz ettiğimiz Arthur Lumley Davids,Türk kimliğine,diline ve tarihine büyük ilgi duymuş ve Tanzimat öncesi ‘Grammer of the Turkish Language’ (Moder Türk Dili Grameri) isimli eserini yazarak ‘Türklüğe’ hediye etmişti. Kitapta verilmek istenen mesaj her ne kadar gramer’ başlığı altın da gizlense de, asıl hedef, giriş bölümünde Türklerin tarihiyle ilgili sunulan yalan yanlış bilgilerle bir ‘Türk kimlik bilinci’ oluşturmak­tı.

Lumley Davids, Türklerin geçmişteki gelenek ve göreneklerinin yüceliği ve imparatorlukta yaşayan diğer Müslümanlardan ayrı bir millet olduğunu uzun uzun vurgulama gereği duyuyordu. Öyle ki, kendisi de bir Yahudi olan ünlü tarihçi Bernard Lewis’e göre, Türkler “ayrı bir milliyet” olduklarını ilk kez bu kitaptan öğrenmişti!
Ne var ki grameri büyük bir aşkla yazan Lumley Davids, onu pa­dişaha sunamadan genç yaşta ölmüştü. Ancak Fransızca’ya çevrilen eser, Davids’in annesi tarafından 1836’da ‘yenilik arayışlarını sürdü­ren padişah İkinci Mahmut’a sunulacaktı.(4) Elbette bu kitap Osmanlı Sultanına sadece ‘hediye’ olarak takdim edilmekle kalmadı, döne­min aydınları arasında bir “Türkçülük” çığırı da açtı. Kitap, Batı aşığı Tanzimat bürokratları ve yazarları tarafından Türkçe’ye çevrilerek, “Türk kimliği” konusunda ilham kaynağı haline getirildi.

Ancak bu­radaki asıl amaç; Türk ırkının, kültürünün gerçek manada araştırıl­ması ya da Türk bilincinin oluşması değildi. Öyle ya, imparatorluğu yöneten tüm padişahlar Türk soyundandı ve Türk egemenliğine de kimsenin itirazı yoktu. Lâkin 14 ayrı milletin yaşadığı ve Türklerin “Millet-i Hakime” olduğu bir imparatorlukta, Türklere ‘milliyetini’ hatırlatmak kimin işine yarayacaktı?

Avrupalı oryantalistler tarafından “Türk kimliği” üzerine yapılan bu çok yönlü çalışmalar, aslında Türklerin Avrupalılarca sevildiği için değil, çok milletli bir yapının parçalanmasıyla ilgili uzun vadeli projelerdi. Zira Devlet-i Aliyye içerisinde bir “Türk kimliği” oluştur­maya yönelik çalışmalar sadece Joseph de Guignes ve Arthur Lumley Davids ile sınırlı kalmamıştı. Bu iki şarkiyatçının bıraktığı “Türkçü­lük” bayrağını bir başka Yahudi oryantalist David Leon Cahun ala­caktı.(5) Aynı zamanda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin küresel efendilerinden biri olan Leon Cahun, Lumley Davids gibi Türk grameriyle yetinmemiş, daha da ileriye giderek Türkçülere “Turan” hedefini göstermişti. Onun yazmış olduğu “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri, “Türk milliyetçiliğinin Kur an-ı Kerim’i” diye nitelendirilecek ve Türkçüler arasında büyük bir itibar görecek­ti.(6) Dahası, Cahun’un yazmış olduğu bu kitap, yabancı bir konsolos tarafından ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyetine hediye edilmişti.(7)

Üst Aklın Osmanlı’daki toplumsal mühendislik faaliyetlerini yü­rüten ve “Türkçülük” fikirlerinin gelişmesini sağlayan en önemli kü­resel efendilerinden bir diğeri ise; yine Yahudi asıllı ve aynı zaman­da İngiliz ajanı(8) olan Arminius Vambery idi. “Reşid Efendi” takma adıyla Sünni derviş kılığına girerek Orta Asya bozkırlarını karış karış dolaştı.(9) Elbette Arminius Vambery’nin amacı “unutulmuş Türk kavimlerini bulup ortaya çıkarmak değil, imparatorluğun çözülmesini hızlandıracak Türkçülük fikirlerinin bilimsel altyapısını hazırla­maktı. Bütün bu veriler göz önüne alınırsa, “Türkçülük” ve “Turan­cılık fikirlerinin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başladığı tezleri, koca bir yalandan ibaret olsa gerek. Zira Arminius Vambery, nam-ı diğer Reşid Efendinin Orta Asya bozkırlarında Türk boyu araması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üç paşasından en yaşlısı olan Cemal Paşanın doğumundan tam 10 yıl öncesine rastlıyordu.

Osmanlı İmparatorluğundaki milliyetçilik’ fikirlerinin yayılma­sındaki bir diğer etkili güç ise, Üst Aklın gizli eli masonluk olmuştu. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı coğrafyasında mantar gibi çoğalan mason locaları, imparatorluğun önemli kentlerinde hızlı bir örgütlen­me içerisine girdiler. Osmanlı toplumuna yabancı olan masonik fikir­lerin benimsenmesinde Bektaşi dergahları da önemli rol oynarken,(10) bu localara ilk kaydolanlar yine Bektaşiler olmuştu.(11) Tanzimat’ın sağ­lamış olduğu ‘özgürlük’ ortamıyla, masonlar hızla devlet kademelerin­de görev almaya başladı. Masonların devlet dairelerinde istihdam edil­melerini de, Tanzimat’ın mason yıldızı Mustafa Reşid Paşa sağlıyordu.

İlginç olan; masonların diğer ülkelerde “dünya kardeşliğini sa­vunurken, Osmanlı’da ‘milliyetçilik’ fikirlerini körüklemeleriydi. Millet sistemi esasına göre yönetilen ve sayıca Türklerden fazla Hı­ristiyanların yaşadığı bir imparatorlukta, ‘ Türk milliyetçiliği fikrini savunmak, aslında dolaylı olarak diğer milletlerin bağısızlığına vur­gu yapmaktan başka bir şey değildi. Türk olmayan, ama Türkçülü­ğü” savunan Yahudi/mason cephe, çıkarmış oldukları gazete, dergi ve kitaplarıyla Osmanlı bürokratlarını istedikleri şekilde yönlendirebiliyordu. Psikolojik savaş aracı olarak kullandıkları en büyük ens­trümanları; “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kelimeleriydi.

Turan’ Fikrinin Babası

‘Dil bilimci’ ve ‘şarkiyatçı’ görüntüsü altında Türklerin kökeniyle ilgili ardı ardına araştırmalar yapan yabancı tarihçilerin, “Türkçü­lük” akımını bir siyasi proje olarak kullandığını belirtmiştik. Şüp­hesiz, seküler değişim ve dönüşüm süreçleri ile yeni ulusların imal edilmesi sürecinde tarih önemli bir araçtı. Ünlü Yahudi tarihçi Eric Hosbavvm’ın deyimiyle; eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden imal edilmeliydi.(12)Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat süreciyle başlayan etnik kimlik tanımlama çalışmaları cumhuriyetin kuruluşuna kadar kesintisiz olarak devam edecekti Mesela resmi tarih tezinin oluşturulmasında, özellikle Leon Cahun gibi Batılı oryantalistlerin büyük etkisi olmuştu.(13)

Osmanlı İmparatorluğunda “Türkçülük” hareketlerinin Fikri altyapısını hazırlayan küresel efendiler, aynı zamanda saray karşıtı muhalefeti destekleyip yönlendiren kişilerdi. Dr. Capoleone, Jean Pietri, Simon Deutsch, Gregory Ganesco, Wladyslaw Plater ve Kostanty Borzecki gibi ünlü ihtilal tüccarları Jön Türk hareketini bizzat örgütlerken; Avrupalı şarkiyatçılar da yaptıkları ‘Türkçülük’ çalışma­larıyla saray karşıtı muhalefetin fikri altyapısını oluşturuyordu. Bu isimlerin en önemlilerinden biri, “Türkçülük” fikrinin babası sayı­lan ve Jön Türk hareketine destek olan Yahudi asıllı Türkolog Leon Cahun’du. Ailesi onun asker olmasını istemişti ama, her nedense o kendisini coğrafi ve tarihi araştırmalara adamış, Türklerin İslamiyet öncesi kültürünü kendisine dert edinmişti.

Günümüz koşulları çerçevesinde bakıldığında, bir “Türklük bi­lincinin” oluşturulmasında ve geçmişimizin araştırılıp topluma su­nulmasında elbette garipsenecek hiçbir durum yoktu. Ancak bütün bu etnik köken çalışmaları, dağılmakta olan çok uluslu bir impa­ratorlukta yapılıyordu.

Üstelik Leon Cahun gibi Avrupalı oryanta­listlerin Türklerle ilgilendikleri dönemde, gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da “Türklüğe” karşı özel bir ilgi de yoktu. Leon Cahun da halef ve selefleri gibi Avrupa’yı keşfetmek yerine, İslam coğrafyasını tercih etmişti. 1864 yılında o dönem Yahudi nüfusunun yoğun oldu­ğu Mısır’dan başlayarak Nubya, Kızıldeniz’in batı kıyıları ve Anadolu topraklarını karış karış gezdi. Elbette amaç; Türklerin tarihini araş­tırmak ve kültürünü dünyaya tanıtmak değil, ileri dönemde kurula­cak olan İsrail devletine yapılacak göç yollarını keşfetmekti...

Özellikle Türklerin İslamiyet’le tanışmadan önceki gelenek, gö­renek ve soyağaçları konusunda çalışmalar yapan Leon Cahun, yaz­dığı kitap ve makalelerle “Türkçülüğün” kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesini sağladı. Onun Türklerle ilgili yaz­mış olduğu “Gök Bayrak” adlı romanı ile, “Asya Tarihine Giriş” ve “Türkler ve Moğollar” adlı kitapları, dönemin Türkçülerinin büyük esin kaynağı olmuştu. Özellikle “Asya Tarihine Giriş” isimli eseri, “Türkçülüğün” temel referanslarından biriydi. Ziya Gökalp, “Türk­çülüğün Esasları” isimli eserinde “Türkçülük” tarihini anlatırken, Leon Cahun’un Türkler konusunda yazdığı bu eser hakkında şöy­le diyecekti: “1896’da İstanbul’a geldiğimde ilk aldığım kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pan-Türkizm mefkuresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir”.

Kitabın önsözünde, Türkler yıkıcı, düşünce kabiliyetleri olmayan, medeniyet kuramamış ‘budalalar olarak nitelendirilmesine(14) rağ­men, maalesef bu kitap dönemin yerli “Türkçüleri” arasında Cemil Meriç’in deyimiyle “Türkçülüğün Kur an-ı Kerim’i” haline gelmişti. Leon Cahun, Türk tarihiyle ilgili yazdığı kitaplar ve makalelerle Os­manlIdaki rejim muhaliflerine ve özellikle Türkçülere, “Gerçek Türk ruhunun İslam’ın dışında, Orta Asya’da olduğunu, sadece Türk ırkı­na ait bir yeni yönetimin olması gerektiğini” empoze ediyordu. Ya­zara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasıyla ters düşmüş, Araplar, Türkleri silahla yenemeyeceklerini anlayınca, çok iyi bildikleri iftira­ya başvurmuşlardı. Dahası, Türkler Selçukludan itibaren bozulmaya başlamıştı.(15) İlginç olan, Leon Cahun Orta Asya’ya hiç gitmediği hal­de, o bölgenin gelenek ve göreneklerini ve o toprakların insanlarını o günkü gazetelerde şehvetle yazıyordu.(16) Cahun’un bu çalışmaları­nın asıl amacı, Türkçülüğü popülarize ederek siyasal alana taşıyıp resmi ideoloji haline getirmekti.17 Mesela daha önce Türkçe’de özel bir anlam taşımayan ‘Turan kavramı; Cahun’un eserleri sayesinde yaygınlık kazanarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşına sokma gerekçelerinden biri olacaktı.

Leon Cahun, Türklerle ilgili sadece etnik temelli eserler yaz­makla kalmadı, Avrupa’daki Osmanlı muhalif hareketi olan Jön Türkleri de destekleyip yönlendirmişti.(18) Cahun, Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle Paris’e sürgüne gel­diklerinde tanışmıştı. Cemiyet üyeleri ile Paris’te sık sık ülke me­selelerini tartışan Cahun, ayrıca onları Viyanalı devrimci Yahudi asıllı ihtilalci Simon Deutsch ile de tanıştırmayı ihmal etmemişti. Avrupa’nın en önde gelen devrimcilerinden Simon Deutsch, Paris Komün Devrimi’ne katılmış ve Marx’tan sonra Uluslararası İşçiler Birliği Başkanı olmuştu.

Ne var ki Üst Aklın küresel efendilerinden biri olan Simon De­utsch, Namık Kemal ve arkadaşlarına “komünist” fikirleri değil, “milliyetçilik” fikirlerini aşılayacaktı. Cemiyet üyelerinin Leon Ca­hun ile Paris’te başlayan ilişkileri, muhalefetin İstanbul’a dönüşün­den sonra da devam etti. Ancak Leon Cahun’un Cemiyet üyelerin­den tek anlaşamadığı kişi, Namık Kemal’di. Namık Kemal, Leon Cahun’un ‘Türkçülük’ fikirlerinden ziyade, seküler rejim görüşlerin­den etkilenmişti. Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türkleri hiç sevmezdi.(19) Zira o, Türklerin Müslüman ülkelerine zarar veren Tatarlar olduğuna inanıyordu. Leon Cahun’un kitapları Mus­tafa Kemal tarafından da büyük bir ilgiyle okunacak ve onu etkileyen en önemli yazarlar arasına girecekti.(20)

Hem ‘Derviş’ Hem ‘Türkçü’ Hem AJan

Avrupa’daki 1848 ihtilallerine karıştıkları için ülkelerinde ölüm cezalarına çarptırılan çok sayıdaki devrimci, cezalardan kurtulabilmek için çareyi İstanbul’a kaçmakta bulmuştu. İşin ilginç yanı, Os­manlı’daki rejim muhalifleri “özgürlük yok” diyerek Avrupa’ya ka­çarken; 1848 devrimlerine karıştıkları gerekçesiyle ülkelerinde idama mahkum edilen yabancı ihtilalciler, kaçarak geldikleri İstanbul’da özgürce hareket edebiliyorlardı. Dahası, Osmanlı’daki saray karşıtı muhalefet, örgütlenme ve fikrî konularda bu ihtilalciler tarafından açıkça desteklendi. Bütün bunlara ilave olarak, Avrupa’dan şarki­yatçı’ ve gezgin’ kılıfı altında İstanbul’a gelerek, Cemiyet üyelerine “Türkçülük” ve ihtilalci fikirleri aşılayan çok sayıda sözde bilim ada­mı da cabasıydı. Osmanlı coğrafyasına ayak bastıktan sonra “özel hoca” ve “misafir” etiketlerini kullanan bu kişiler; özellikle mason, dönme ve Bektaşi paşaların konaklarında “özel hoca” sıfatlarıyla asıl görevlerini rahatlıkla icra edebiliyorlardı.(21)

Mustafa Reşid Paşa, Hüseyin Daim Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Abdüllatif Suphi Paşa, Sami Paşa ve Mithat Paşa gibi Tanzimat sürecinin ünlü isimlerinin konakları, saray karşıtı fikirlerin tartışılıp olgunlaştı­rıldığı merkezler haline gelmişti.(22) Öyle ki, ülke siyasetinin masaya ya­tırılarak binbir türlü toplum mühendisliğinin yapıldığı bu toplantılara katılmak, Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında adeta bir ayrıcalık sa­yılıyordu. “Encümen-i Daniş”(23) adı verilen ve Tanzimat sonrası devlet adamları ile varlıklı kişilerin konaklarında yapılan bu toplantılar, dev­rin bürokratlarına istikamet çizerken, dönemin iktidar sahiplerine de “Üst Akıl” vazifesi görüyordu. Mustafa Reşid Paşa tarafından kurulan “Encümen-i Daniş”in en ünlü harici üyesi; Üst Aklın küresel etki ajan­larından Yahudi asıllı şarkiyatçı Baron Joseph Hammer Purgstall idi.

Bu derin yapılanmanın yerli ve yabancı sabit üyeleri olduğu gibi, üye olmadığı halde bu sohbetlerin müdavimi olan Avrupalı Oryan­talist ve ihtilalciler de vardı. Mesela Encümen-i Daniş toplantılarına asıl üye olmadığı halde katılan en ünlü oryantalist, aynı zamanda Üst Aklın en kıdemli etki ajanlarından biri olan Arminius Vambery adındaki Macar Yahudisiydi. Peki, konak sohbetleriyle başlayıp dö­neminin Osmanlı siyasetinde derin izler bırakan, “Türkçülük” fik­rinin altyapısını hazırlayıp saray karşıtı muhalefeti yönlendiren ve İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında ‘arabuluculuk’ gibi önemli bir görevi üstlenecek kadar kıdemli olan bu ünlü “şarkiyatçı” kimdi? Ge­lin şimdi Arminius Vambery’nin ‘şarkiyatçı’ kimliği ile Osmanlı coğ­rafyasına yaptığı esrarengiz yolculuğu ve dönemin siyaseti üzerinde oynadığı rolü birlikte görelim.

Arminius Vambery’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Ba­basını küçük yaşlarda kolera hastalığından kaybetti. “Vambery” aile­nin orijinal adı değildi. Ailenin asıl adı, daha önce aile büyüklerinin yaşadığı ve bugün Almanyada bulunan Bamberg kasabasından ge­liyordu. Vambery ailesi, Macaristan’a göç ettikten sonra Yahudilere verilen soyadı ile birlikte ‘Wamberger’ adını aldı. Ancak daha sonra bu isim Vambery olarak kaldı. Arminius Vambery’nin babası, ünlü bir Yahudi din bilginiydi. Her ne kadar seyyar satıcılık da dahil pek çok vasıfsız işlerde çalışsa da, Yahudi tarihi ve İbrani diniyle ilgili çeşitli araştırmalar yapmış, çok sayıda kitap okumuştu.

Baba Vambery, Macaristan’ın kuzeybatısında çıkan kolera salgı­nında ölünce, anne Vambery başka bir kişiyle evlendi. Ancak kü­çük Vambery için huzursuz günler de bundan sonra başlayacaktı. Aile, mali sorunlar nedeniyle Vambery’nin doğduğu yer olan St. Georghen i terk etmek zorunda kalmıştı. Artık yeni yurtları üvey ba­basının memleketi olan Duna Szerdahely olmuştu. Küçük Vambery, önce bir Yahudi okuluna kaydedildi. Ancak üvey babasının fikir de­ğiştirmesi üzerine, Protestan ilkokuluna yerleştirildi. Üstün bir dil öğrenme yeteneğine sahip olan Vambery, sekiz yaşma kadar anadi­li îbranice’nin yanı sıra, Almanca ve Macarca’yı da öğrendi. Yahudi dini ve tarihinin önemli kitaplarını okuyup öğrendiği gibi, onları çeşitli Avrupa dillerine de tercüme etti. Kitap okumaya olan düş­künlüğü ve dini konulardaki derin incelemeleri, toplam beş kez din değiştirmesine neden olmuştu. Öyle ki aynı anda hem papazlık, hem de hahamlık yapması, en sonunda ateist olmasıyla sonuçlanacaktı.

Gerek Batı edebiyatı, gerekse Batı dilleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünen Vambery, bundan sonra kendini “doğu bilimlerine” adamaya karar vermişti. Bu amaçla Viyana’ya yaptığı gezi, Vambery’nin hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Viyanada tanış­tığı Encümen-i Daniş’in harici üyesi Yahudi oryantalist Joseph von Hammer Purgstall, Vambery’nin “şarkiyatçı” olma yolundaki kararını daha da pekiştirmişti. Aynı zamanda ‘Viyana Orientalische Akademi’ üyesi ve Şark Şubesinin başkanı da olan Hammer Purgstall, deneyim­li bir Doğu bilimleri uzmanı olduğu gibi, aynı zamanda da Osmanlı Devletini çok yakından tanıyordu. 1799 yılında diplomatik görevle gelip yedi yıl kaldığı İstanbul’da Arapça, Farsça ve Türkçe’yi öğrenmiş, Encümen-i Daniş’in harici üyeliğine kadar yükselmişti.

Vambery, kendisi de bir Yahudi olan ve dünya Yahudilerinin ulusal uyanışı” için çeşitli araştırmalar yapan dönemin Macaristanı Eğitim Bakan, Baron Eötvös Josephın yardımıyla, 1857 yılında İstanbul'a geldi. Osmanlı toplumunun dini konulardaki hassasiyetini dikkate alan Vambery, yol boyunca “40 Sual, 40 Cevap'' isimli dini kitabı elinden hiç düşürmedi. Zira İslam coğrafyasındaki amacını gerçekleştirebilmek için, bir ‘Müslüman gibi davranmalıydı.

İstanbul’a indiğinde kaldığı ilk yer, Yahudilerin ağırlıkta olduğu Galata semti olmuştu. Kalacak yeri yoktu. Gündüzleri Rum ve Ya­hudilerin işlettiği kitapçı dükkanlarına takılarak vakit geçiriyordu Aklına Macaristan’da okurken özel öğretmenlik yapıp para kazandığı günler gelmişti. Aynı şeyi İstanbul’da da yapabilirdi. Zaten tanıştı­ğı zengin Rum ve Yahudi dostları, ona paşa konaklarında ‘hocalık' yapabileceği tüyosunu çoktan vermişti. Hemen çeşitli yerlere ilan­lar vererek kendine öğrenci aradı. Nitekim çok geçmeden, Hüseyin Daim Paşanın oğluna Fransızca hocası olmuştu.

Ne var ki Vambery, sadece konaklarda paşa çocuklarına ders ver­mekle kalmayacaktı. Elbette asıl derdi başkaydı. Sözde “Macar ve Türk dillerinin ortak yönlerini araştırmak için” İstanbul’a gelmişti ama, onun asıl ilgilendiği konu, Osmanlı’daki ‘özgürlük’ hareketle­riydi. Zira İstanbul’dan İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği gizli raporunda, “İlk özgürlük hareketlerini Hüseyin Daim Paşanın evinde gördüğünü” büyük bir iştahla yazacaktı.(24) Paşa konakların­da ülke siyasetine hakim olan Vambery, kısa sürede Türk dilini ve kültürünü de yakından tanıdı. Kendisini öylesine “Türk kültürüne” kaptırmıştı ki, hâl ve hareketlerinden, kılık-kıyafetinden, konuşma­larından onun bir “ecnebi” olduğu asla anlaşılamazdı. Nitekim bir süre sonra adını da değiştirip, “Reşid Efendi” olacaktı...

Devletin Hücrelerine Giriyor

Gizemli oryantalist Vambery, ismini değiştirmesine değiştirmiş­ti ama, bu onun “Müslüman” olduğu anlamına gelmiyordu. Sadece ileride atacağı adımların önünü açmak, “oryantalist” kılıfı altında yürüttüğü ajanlık payesini gizlemek için böyle bir yola başvurmuştu. Nitekim bu yeni isim, ona pek çok kapının açılmasını sağladı. Kısa sürede Tanzimat Sürecinin mimarlarından Mithat Paşa ile tanıştı. Bir yandan Mithat Paşaya Fransızca dersleri verirken, bir yandan da ona Osmanlı siyasetiyle ilgili istikamet çiziyordu. Dahası, medrese­lerde ‘hocalık’ yaparak hem İslamiyet’i yakından tanıyor, hem de ‘ec­nebi’ yaftasından kurtulmuş oluyordu.

Vambery’nin İstanbul’daki şöhreti, kısa sürede Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında hızla yayılmıştı. Nitekim Mithat Paşadan son­ra Dışişleri Bakanı Rıfat Paşanın oğluna da ders vermeye başladı. Sadece ders mi? Bu konakta hem üst düzey yöneticilerle yakın te­maslar kuruyor, hem de devlet politikasıyla ilgili önemli bilgiler elde ediyordu. Tanzimat’ın uygulayıcılarından Ali, Fuat ve Mustafa Reşid Paşalarla da bu konakta tanıştı. Ancak Ali Paşa, Vambery’nin “Re­şid Efendi ismini almasına rağmen, iç politikaya olan yoğun ilgisi ve Osmanlı muhalif hareketi üyeleriyle olan yakınlığı nedeniyle on­dan şüphelenmişti. Ne var ki Vambery için bu hiç de sorun olmadı. Yüksek bürokrasi içerisinde edindiği dostları sayesinde, Vambery bu dikkatli bakışlardan kurtulmasını bilmişti.

Vambery îstanbulda dört yıl kaldı. Doğuya yaptığı ilk gezi, ona yabancı dil uzmanlığı ve önemli bir miktar da para kazandırmıştı. Yeni kazandığı deneyim ve bilgiler, 1858’de Almanca-Türkçe bir söz­lük yazmasını sağladı. Arapça, Osmanlıca ve Farsça’yı öğrendi. Çağa­tayca-Osmanlıca sözlüğünü Macar diline çevirdi. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde, Macar Bilimler Akademisinin üyesi oldu ve nüfuzlu Avrupa gazetelerinde muhabirlik yaptı. Artık başkent İstanbul’daki hazırlıklarını tamamlamış, asıl görev yeri olan Orta Asya yolculuğu için hazır hale gelmişti.

Arminius Vambery’nin sözde görevi, Orta Asya’ya giderek Macar ve Türklerin kökenlerini, iki ulusun dil benzerliklerini araştırmak­tı. Ancak o dönemde Orta Asya’yı gezmek hiç kolay bir iş değildi. Asya’da yaşayanlar bile, bu coğrafyada kendi başlarına dolaşmayı göze alamazlardı. Daha önce İngilizlerin casusluk amacıyla bu böl­geye gönderdiği üç kişiden ikisi, Buhara’da ölü bulunmuştu. Ancak Vambery, inandığı değerler uğruna tüm riskleri göze alıyordu. Orta Asya yolculuğuna finansör bulmak için 1861 yılında İstanbul'u terk ederek Macaristan’a gitti. O dönem Yahudi bilim adamlarının kont­rolünde olan ‘Macar Bilimler Akademisinden aldığı bin florinle tek­rar İstanbul’a döndü. Orta Asya’da maruz kalacağı tehlikelere karşı Macar Bilimler Akademisi’nden aldığı tavsiye mektuplarına, Bab-ı Ali’nin tanınmış görevlilerinden aldığı referans mektuplarını da ek­ledi. Pek çok kişi, yolculuğun çok tehlikeli olduğunu belirtip onu ka­rarından döndürmeye çalışsa da, bütün çabalar sonuçsuz kalacaktı. Artık yola çıkma zamanı gelmişti.

Orta Asya yolculuğuna başlamak için, 28 Mart 1862 tarihinde İstanbul’dan Trabzon’a hareket etti. Uzun bir yolculuğun sonunda İran’a vardı. Amacı, Sünni hacılar arasına katılıp Orta Asya’ya git­mekti. Bu arada Vambery, Osmanlı’nın Tahran Büyükelçisi Haydar Efendinin kendisine yardım etmesi için, İngiliz Konsolosluğuna çeşitli mektuplar yazıyordu. Nitekim dönemin İngiliz Konsolosu'nun ricasıyla Haydar Efendi Vambery’ye bir hayli yardımcı oldu. Yapılar plana göre Vambery, Haydar Efendi’yi ziyarete gelen Sünni Tatar hacıların arasına karışarak Orta Asya’ya gidecekti

Tabi hem o bölge insanlarını, hem de beraber yolculuk edece­ği Tatar hacıları şüphelendirmemek için, yeni bir kılık kıyafet de­ğişikliği yapmak gerekiyordu. Hemen bir ‘derviş’ elbisesi giydi, yeşil bir çanta içerisine koyduğu Kur’an-ı Kerim’i çıkarmamak üzere boynuna astı. O artık dini bütün “Hacı Reşid Efendi” olmuştu. Hacı kervanına katılan Vambery, Hive, Buhara, Semerkant, Tebriz, Herat Hokand Kaşgar ve Gümüştepe gibi bölgeleri ziyaret etti. İslam öncesi Türk gelenek ve göreneklerini araştırırken, özellikle Yomut, Tekke ve Göklen boyları gibi Alevi Türkmenleri incelemeyi ihmal etmedi.

Vambery, zorluklar içerisinde geçen ve iki yıl süren Orta Asya gezisini sonunda tamamlamıştı. Trabzon üzerinden tekrar İstanbul’a geldi. Sadece üç saat kaldıktan sonra, Haziran 1864’te yeniden Macaristan’ın yolunu tuttu. Ne var ki, onun Orta Asya ile ilgili çalış­maları ne Macaristan’ın, ne de ona para verip Orta Asya’ya gönderen Macar Bilimler Akademisinin ilgisini çekmişti. Zira akademideki yönetim değişmişti. Vambery, akademinin bilimsel misyonundan çok, politik ve ulusal bir misyonu olduğunu düşünüyordu. Büyük bir şaşkınlık yaşarken, ders vermesi için Royal Geographical Society ta­rafından Londra’ya davet edildi. O da Orta Asya’da topladığı tüm ça­lışmalarını Royal Geographical Society’e ve İngiltere Foreign Officee verdi. Vambery, bu hizmet karşılığında İngiltere ile çok yakın ilişki­ler kurmuştu. Kraliçe Victoria tarafından saraya davet edildi. Ancak Vambery’nin yerinde duracağı yoktu. Almanya’ya ve Fransa’ya gide­rek ünlü oryantalistlerle bağ kurup, çalışmalarını onlarla da paylaştı.

Vambery, elbette Orta Asya çalışmalarını sadece Foreign Office’e ve ünlü oryantalistlere vermekle kalmamıştı. Bu araştırmalardan yola çı­karak, 1865-85 yılları arasında Orta Asya, İran ve Türkiye ile ilgili pek çok makale ve kitap yazdı. Times, Nineteenth Century ve National Re­view gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Almanyada, Münc- hener Allgemeine Zeitung, Unsere Zeit, Avusturya-Macaristan da, Pes­ter Loyd, Neue Freie Presse de, Fransada Reuve des deux Mondes ve Amerikada The Forum, The North American Review gibi yayın organ­larında çeşitli yazıları çıktı. Ayrıca Avrupa’nın değişik yörelerinde yapı­lan pek çok konferansa katıldı. Nitekim Vambery’nin bu küresel şöhreti, Doğu dünyasma olan yoğun ilgisi ve saray karşıtı muhaliflere verdiği destek, Avrupa’yı yakından takip eden Sultan Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Sultan, onu 1880 yılında Yıldız Sarayına davet etti. Sultan Abdülhamid, Vambery’nin İngiltere hesabma çalışan bir casus olduğunu öğrenmişti. Eğer yakın bir dostluk kurulursa, ondan faydalanabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kurt politikacı Sultan Abdülhamid, Avrupa’ya ve­receği bütün mesajları artık Vambery üzerinden gönderiyordu.

Vambery, Sultan Abdülhamid ile görüştükten sonra, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından tekrar İngiltere’ye davet edilmişti. Artık Türkleri kendisi kadar tanıyan Vambery’ye yapılan bu teklif, şimdiye kadar olanların en heyecanlı siydi. Vambery, İngil­tere ile Osmanlı Devleti arasında resmi arabuluculuk yapması hu­susunda görevlendirilmişti. Artık İstanbul’a döndükten sonra, her istediğinde Sultan Abdülhamid ile görüşebilecekti. Elbette sadece Sultanla değil. Osmanlı muhalif hareketi üyeleri, Siyonizm’in kuru­cusu Theodor Herzl ve Dünya Siyonist Örgütü Başkanı David Wolf- fsohn, onun sürekli ilişki içerisinde olduğu kişilerdi...

Siyonizmin İlk Casusu

Buraya kadar anlatılanlar, Arminius Vambery’nin Macaristan’dan başlayıp Orta Asya’ya uzanan yolculuğunun ‘hikaye’ kısmıydı. Zira onun her türlü tehlikeyi göze alarak çıktığı bu yolculuğun, “şarkiyat­çı” kılıfı altına gizlenmiş bir de gerçekleri vardı. Bir dönem Osmanlı siyasetine damgasını vurmuş bu karanlık sima, bütün riskleri göze alarak Orta Asya’ya yapmış olduğu seyahati gerçekten Türk tarihini ve dilini araştırmak için mi gerçekleştirmişti?

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Arminius Vambery’nin Türk tarihi ve diliyle ilgi kuracağı hiçbir bağı yoktu. Osmanlı coğrafyasına ayak basmadan önce, onu etkileyen ne bir Türk arkadaşı, ne de Türklere ilgi duymasını sağlayan bir hikayesi olmuştu. Dahası, Arminius Vambery ve çağdaşı diğer oryantalistlerin Türk tarihine merak sardı­ğı o dönemde, Türkler ve ‘Türkçülük’ de revaçta değildi. Dolayısıyla Orta Asya gezisinin gerçek nedeni, Türk tarihi ve diliyle ilgili gerek­çeler olamazdı.

Her şeyden önce, Arminius Vambery sıradan bir Yahudi değildi. Tevrat şuuruyla yetişmiş, “Vaat edilmiş topraklarda” bir İsrail dev­letinin kurulacağına inanmış ve Siyonizm’e açık destek veren,(25) dini bütün bir Yahudi’ydi. Öyle ki Filistin’de Yahudilere toprak satışı kar­şılığında Osmanlı’nın dış borçlarını ödeme teklifini yapan Theodor Herzl’i Sultan Abdülhamid’le görüştüren kişi, Vambery’den başkası değildi. Ayrıca kendisini Theodor Herzl ile tanıştıran Dünya Siyonist örgütü Başkanı David Wolffsohn ile de sıkı ilişkileri vardı.

Diğer yandan, Mim Kemal ökenin İngiltere arşivlerinde yapmış olduğu araştırmalar neticesinde tespit ettiği gibi, o aynı zamanda tescilli bir İngiliz ajanıydı. Elbette böyle çok yönlü bir kişiliğe sahip olan birinin, sadece kuru meraktan Türk tarihi ve diline ilgi duyma­sı düşünülemezdi. Zira Vambery, Orta Asya'yı dolaşırken sadece bu ğrafyanın bozkırlarını not etmiyordu. Onun asıl aradığı Türk kavimleri değil, bu bölgede yaşayan Yahudilerdi. Üstelik Orta Asya’ ilgi duyan, bütün ölüm risklerini göze alıp bu bölgeye giden sade/ Vambery de değildi. Siyonistler, Orta Asya’da yaşayan Yahudilerin ulusal bilincini güçlendirmek ve Müslüman topluluklar içerisinde asimilasyona uğramalarını önlemek için, çeşitli dönemlerde o bölge­ye özel görevli kişiler göndermişlerdi.

Orta Asya’ya “Emissar” adı verilen özel görevlilerin gidişi, 1793 yıllarına rastlıyor. Orta Asya Yahudileri, daha çok Özbekistan ve Tacikistan’da bulunan Buhara, Semerkant, Taşkent, Kokand, Fergana ve Duşanbe gibi şehirlerde yaşıyorlardı. Filistin’de kurulacak olan “vaat edilmiş devlet” için insan göçünün elzem olduğu düşünülürse, Rus coğrafyasında yaşayan Yahudi nüfusun önemi büyüktü. Üstelik bu bölgede yaşayan Buhara Yahudilerinin ayrı bir önemi de vardı. Zira Buhara Yahudisi olmak, ‘katıksız’ ve ‘saf’ Yahudi olmak anlamına ge­liyordu. Buhara Yahudileri, ‘diaspora’ sürecinden sonra Yahudiliğin temel esaslarını her zaman yerine getirmiş, Tevrat’ı muhafaza etmiş ve Yahudi kimlik şuurunu güçlü bir biçimde sürdürmeyi başarmışlardı.

Siyonistler, Rus-İngiliz çıkar savaşının en üst düzeyde yaşandığı Orta Asya bölgesine Yahudi ulusal bilincini uyandırmak için ‘Emissarlar’ gönderirken, İngilizler de aynı bölgeye istihbarat akışını sağla­mak üzere “misyoner”, “kaşif” ve “diplomat” adı altında pek çok ajan yollamıştı. Yahudi ulusal bilincini canlı tutabilmek için, Vambery’den önce Buhara ve Semerkant bölgelerine Rabbi Yosef ve Haham Yosef Maimon adındaki “Emissarlar” gitmişti. Bu özel görevlilerin temel amacı, Buhara ve çevresinde yaşayan Yahudi nüfusun dini inançları­nı güçlendirerek, zamanı gelince Filistin’e göç etmelerini sağlamaktı.

Bölgeye gönderilen Emissarlar sayesinde, zengin Yahudilerin Filistin’deki soydaşlarına yardım etmeleri temin edilmiş, cemaat arasında bir İsrail Devleti kurma fikri canlı tutulmuştu. Özellikle Buhara’ya gönderilen Haham Yosef Maimon, buradaki Yahudi ce­maati arasında yarım yüzyıl gibi uzun bir süre kalarak, onların dini ve milli kimliğinin korunması ve geliştirmesi için büyük gayret gös­termiş, Rus Yahudi cemaatleriyle Buhara Yahudileri’ni yakınlaştır­mayı başarmıştı. Emissär Yosef Maimon, ömrünün sonlarına doğru ise, onlara tek bir hedef göstermişti: Bütün Yahudilerin anavatan’ olarak gördüğü Filistin topraklarına göç etmelerini..(26)

Siyonizmin olduğu gibi, İngiltere’nin de Orta Asya coğrafyası üzerinde farklı planlan vardı. Büyük devletlerin birbirlerine karşı hakimiyet mücadelesi verdiği bu dönemde; İngilizler Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişlemesine şiddetle karşıydı. Bu nedenle kozmo­polit bir nüfusa sahip olan Rusya’da, etnik kimlik temelinde bir milli­yetçilik akımı oluşturarak, Rusları kendi iç meseleleriyle baş başa bı­rakmak gerekiyordu. Bu strateji çerçevesinde, Orta Asya’da yaşayan Türkler ve Yahudiler önemli birer kilometre taşlarıydı.

Dolayısıyla planın işleyebilmesi ve istihbarat akışının sağlanma­sı için Ingilizler; Orta Asya bölgesine ‘diplomat’ Charles Stoddart, ‘kaşif Arthur Conolly ve ‘misyoner’ Joseph Wolff isimli ajanlarını göndermişti.(27) Her ne kadar bu kişilerin kullandıkları etiketler dip­lomat, kaşif ve misyoner olsa da, onlar İngiltere devleti adına çalışan kıdemli ajanlardı. Mesela İngilizlerin Buhara’ya gönderdiği üç kişi­den Charles Stoddart ve Arthur Conolly, İngiltere ordusunda görev yapan istihbarat subaylarıydı. Nitekim ikisi de ajan olduğu tespit edi­lince, Buhara’da idam edilmişlerdi.

İngiltere’nin bölgeye gönderdiği üçüncü kişi ise, çok daha ilginçti. Yahudi asıllı Joseph Wolff, sözde bir Hıristiyan misyonerdi. Yahudi olmasına rağmen, Hıristiyanlığı en ince detaylarına kadar biliyordu. Deneyimli bir papazdı. 1821 yılında İngiltere hesabına Doğuya baş­lattığı misyonerlik ziyaretlerinde; Mısır, Sina, Kudüs, Halep, Mezo­potamya, İran, Gürcistan ve Kırım’ı dolaşarak beş yıl sonra yeniden İngiltere’ye dönmüştü. Bu seyahatlerle de yetinmeyen Joseph Wolff, “kayıp İsrail kabilelerini” aramak için 1828 yılında yeniden yollara düştü. Mısır, Yemen, Etiyopya, Malta, Anadolu, Ermenistan, Afga­nistan... Joseph Wolff’un son görevi, Orta Asya bölgesiydi. 1843 yılında geri dönmeyen iki İngiliz casusun akıbetini araştırmak ve istihbarat toplamak için Buhara’ya gitmişti.

Şimdi biz yeniden Arminius Vambery’ye dönelim. Sıcak denizle­re inmemesi için İngilizler tarafından gözetim altında tutulan Rusya, Siyonizm için de büyük öneme sahipti. Zira bu dönemde Rusya topraklarında yaşayan Yahudi nüfusa yönelik baskılar artmıştı. Üstelik Yusuf Basalel’in “Yahudi Tarihi” isimli kitabına göre, bu bölgede ya­şayan beş milyona yakın Yahudi nüfus vardı. Bütün bu veriler göz önüne alındığında, bölgeye gönderilecek en isabetli oryantalist, Ar­minius Vambery’den başkası olamazdı. O da Joseph Wolff gibi hem Yahudi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, hem de Hıristiyanlığı detayla­rıyla bilen deneyimli bir papazdı.

Şüphesiz Vambery’nin bölgeye gitmesinin birden çok nedeni vardı, öncelikli hedef; Rus topraklarında yaşayan Yahudileri Filistin topraklarına göçe ikna etmek ve göç yollarını belirlemekti. Nitekim Vambery’nin Orta Asya gezisinden 1910 yılına gelinceye kadar, böl­geden Filistin topraklarına göç eden Yahudi sayısı iki milyonu aşaçaktı. Bir başka amaç, Rus coğrafyasında yaşayan Türkler arasında bir Türkçülük’ akımı başlatarak, Rusya topraklarında “milliyetçilik dalgası” yaratmaktı. Nitekim bu proje de zamanla hayata geçirilecek 1905 Devrimi’ne karışan ihtilalciler Türkiye’ye kaçarak ‘Türkçülük’ akımının öncüleri olacaktı.

‘Şarkiyatçılık’ adı altında Türk kültür ve ırkına ilgi duyanlar, aynı zamanda Türk muhalif hareketlerini de destekleyip yönlendiren ki­şilerdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle yakın ilişkiler kuran(28) Vambery, Londra’nın karanlık labirentlerinde buluştuğu muhalefet­le birlikte Osmanlı’nın kötü gidişatına çareler(!) arıyordu. Vambery, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle ülke meselelerini nasıl konuş­tuklarını ise alaylı bir şekilde şöyle anlatacaktı: “Bu efendilerle ül­kenin toplumsal, siyasal ve dinsel meselelerini saatlerce tartışırdım. Gündüz konuşmalarının havası ılımlı, hatta uykulu gibi olur, fakat akşam üzeri rakı şişeleri heyecanları kabartınca hava canlanırdı. Sa­yın efendilerin gözleri parlar, paşaların eylemlerini ve kusurlarını eleştirmeleri sertleşirdi”(29) Şimdi bütün bunlar göz önüne alındığın­da, Arminius Vambery’nin konağında ilk sohbetleri yaptığı Hüseyin Daim Paşanın ilk darbe girişimine katılması ve Vambery ile arasın­dan su sızmayan Mithat Paşanın da 1876 Darbesinin mimarı olması gerçekten birer tesadüf müydü?

Vambery’nin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle de sıkı ilişkileri var­dı. İngiltere hesabına casusluk yaptığı dönemde, İngiltere hüküme­tinin İttihatçılara destek vermesi için İngiltere Dışişleri Bakanlığına birkaç kez rapor yazmıştı. Ayrıca İttihat ve Terakkinin kurucuların­dan Abdullah Cevdet ile olan yakın dostluğunu bilmeyen yoktu. Öy- leki Abdullah Cevdet, Viyana’da buluştuğu Vambery ve Siyonizmin kurucusu Herzl İkilisine, Sultan Abdülhamide karşı ortak suikast yapma teklifinde bulunacak kadar kendilerine yakınlık duyuyordu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelerek Türklerin ve Arapların İs­lamiyet öncesi kültürleri üzerine çalışan oryantalistlerin, birbirlerini yalandan tanıması ve hemen hepsinin de Yahudi kökenli olmaları el­bette bir tesadüf olamazdı. Osmanlı coğrafyasına “şarkiyatçı” olarak gelen bu özel görevliler, bir yandan Filistin topraklarına yapılacak Yahudi göçlerini organize ederken, diğer yandan da İsrail devletinin kurulabilmesi için Osmanlı İmparatorluğunun altım oymakla meş­guldüler. Nitekim MOSSAD Eski Direktörü ve İsrail Ulusal Güven­lik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy, Londra’da 8 Kasım 2009 tarihin­de “İsrail İstihbaratı Tarihi” üzerine yapmış olduğu konuşmasında» Arminius Vambery’nin “Siyonizmin İlk Casusu” olduğunu açıkça itiraf edecekti..

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:143-160

Dipnotlar:

1- Dr. Galip Baldıran, Pierre Lotinin Aziyade’sinde Osmanlı Başkentine Tarihsel Bir Bakış, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi c.17, Sayı:l, s. 23.
2- Prof. Dr. Rıza Filizok,Milli Edebiyat Dönemini, Hazırlayan Tarihi ve Kültürel Olgulara Genel Bir Bakış, www.ege-edebiyat.org.
3- Bernard Lewis, The Pro-îslamic Jews, Islam in History, Chicago 1973, s. 144.
4- Niyazi Berkes, The Development Of Secularizm in Turkey, London 1998, s.314.
5- Jewish Encyclopedia, c.3, s. 492.
6- Cemil Meriç, Cogito, 2002, Sayı: 32, s. 291-313.
7- Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İnge Kitabevi Yayıncı­lık, 1995, s. 124.
8- Encyclopaedia Of The Social Seciences, c.15, s. 225.
9- Mim Kemal Öke, Vambery: Belgelerle Bir Casusun Yaşam Öyküsü, Bilge Yayınları, İstanbul, 1985, s.57.
10- Paul Dumont, La Turquie Dans les Archives du Grand Orient de France, Strasbourg, 1980, s. 171.
11- Irene MelikofF, L’Ordre des Bektachis Apres 1826, TURCICA, 1983, s. 155-178.
12- Eric Hosbawm, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akmhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s.9.
13- Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev: Ali Berktay, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 21.
14- Cemil Meriç ile Söyleşi Cogito, sayı: 32, 2002.
15- Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994, s. 137.
Bölüm Dipnotları 453
j5_ Orhan Gökdemir, Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Gi­riş, Fabrika Dergisi, Aralık, 2005, s. 9.
¡7- Derya Güneyli, Türk Milliyetçiliği, Sosyalist Barikat, Nisan 2000, Sayı: 5.
18- İbrahim Şirin, Osmanlıda Tarihin Anlam Arayışı, Ankara Üniversite­si Osmanlı Tarih araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 11, Ankara, 2000.
19- Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, Haz: Sebahaddin Çağın, İzmir, 1996. s. 32.
20- Münevver Sofuoğlu, Atatürkü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar, ana- lizmerkezi.com, 27.07.2010.
21- Baki Öz, Îttihat-Terakki ve Bektaşiler, Can Yayınları, s.42. Ayrıca ba­kınız: Ebüzziya Tevfık, Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 75-76.
22- Abdulhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, Hilmi Kitabevi, İs­tanbul ,1958, s.154.
23- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1930, c.II, s. 929.
24- Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitap­ları, İstanbul, 2010, s.78.
25- Tehodor Herrzl, The Complete Diaries of Iheodor Heriz, C.2, 1960, s. 1100.
26- Alanna E. Cooper, Negotiating Identity in the Context of Diaspora, Dispersion and Reunion: The Bukharan Jews and Jewish Peopleood, Co­lumbia University, Basılmamış Doktora Tezi, 2000, s. 285-290.
27- A.g.e, s. 10.
28- Paul Fesch, Constantinople Aux Derniers Jours dAbdülhamid, Paris Librairie des Sciences Politiques et Sociales Marcel Rivière, Paris, 1907, s. 323.
29- Arminius Vambery, Freiheiheitliche Bestrebungen im Moslemischen Asien, Deutsche Rundschau, Berlin 1893, Sayı: 77, s. 64 - 65.
Devamını Oku »