Üst Aklın Değişmeyen Oyunu: Böl, Parçala, Yut...



Üst Akıl, Tanzimat süreciyle sadece Osmanlı İmparatorluğunun geleneksel rejimini değiştirmekle kalmamış, Batı tarzı yaşamın yay­gınlaştırılmasını ve ulusalcılık akımlarının güçlendirilmesini de sağlamıştı. Özellikle Islahat Fermanının ilanından sonra Avrupalı oryantalistlerin Osmanlı düşünce hayatına soktukları en tehlikeli kavram, hiç şüphesiz etnik ayrışmaya dayalı ulusalcılık’ fikirleri ol­muştu. Zira aynı dini paylaşan milletlerin (Millet-i Hâkime) halifeye gönülden bağlılığı ve emirleri doğrultusunda birlikte hareket etme­leri, ‘hasta adam’ Osmanlıların parçalanmasını engelliyordu.

Bu nedenle; Asya’daki 150 milyon Müslümanı sömürgesi altında tutan Ingilizler, Hilafet makamından oldukça rahatsızdı. Aynı rahat­sızlık, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonizm temsilci­lerinde de mevcuttu. Zira Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, ümmet bağlarının zayıflatılarak Osmanlı’nın parçalanmasından geçi­yordu. Dolayısıyla ümmet bilincini etkisiz hale getirmenin en kestir­me yolu, imparatorluk içerisindeki ‘ulusalcı’ akımları güçlendirmekti. Bu misyon, Avrupa’nın önemli kentlerinde ‘şarkiyatçılık’ adı altında kurulan çeşitli dernekler eliyle yerine getirilecekti. Mesela 1822 yı­lında bir Alman Yahudisi olan dilbilimci Julius Klaproth tarafından kurulan Société Asiatique (Asya Derneği), “şarkiyat” çalışmaları adı altında ‘Türkçülüğün’ altyapısını hazırlıyordu. Bu dernek, daha sonra da Osmanlı muhalefetine kol kanat geren ünlü Yahudi Silvestre de Sacy ailesinin yönetimine geçerek faaliyetlerine devam edecekti.

1789 Fransız ihtilali, çok uluslu devletleri parçalamanın başlangı­cı ve ilk denemesiydi. Daha sonra 1848 yılında başlayan Avrupa dev­rim hareketleri ise, ülkelerin rejimlerini ihtilal yoluyla değiştirmeyi esas alan fikirlerin benimsenmesine neden olmuştu. Hem Fransız ihtilali hem de Avrupa devrim hareketleri, milliyetçilik akımlarını körükleyerek, tarihte hiçbir zaman millet olamamış halkları dahi millet yapma çabalarına dönüşmüştü. 1848de yaşanan kargaşa ve is yan hareketlerinin en dikkat çeken yanı ise; Almanya, Fransa, İtalya Rusya, Macaristan, Polonya ve Romanya gibi Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde çıkmış olmalarıydı. Dahası, bu ihtilal ha­reketlerini başlatanlardan Karl Marx ve Friedrich Engelsin Yahudi kökenli olmaları da bir başka ilginç noktaydı.

Marx ve Engels’in birlikte yazdıkları ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak, sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Ancak güçlü Avrupa ülkeleri bu isyanları bastırınca, azılı ihtilalciler Osmanlı coğrafyasının yolunu tutacaktı. İade ta­leplerine karşın “Zorunlu Müslüman” kimliğine bürünen bu ihtilal tüccarları, Avrupa’da yapamadıkları devrimi Osmanlı topraklarında yapmaya kalkışıyordu. Ancak burada da ilginç bir durum söz ko­nusuydu. Zira Avrupa’da “sınıfsız ve milliyetsiz” bir devlet modelini savunan ihtilalciler, her ne hikmetse Osmanlı’daki mücadelelerini “Türkçülük” tezleri üzerinden yürütüyorlardı. Ancak elbette bunu Türkleri çok sevdikleri için yapmıyorlardı. İhtilalcilerin körüklediği “Türkçülük” fikri, bir milliyete duyulan sevgiden ziyade, aslında üm­meti parçalamak için geliştirilen uzun vadeli bir projeydi.

Üst Aklın bu uzun vadeli planı, Paris’te tezgahlanıp çok uluslu devletler üzerinde sinsice uygulanmıştı. Finansal kaynağı Yahudi bankerler, fikri altyapısı ise yine Yahudi ihtilalciler tarafından sağla­nan “böl, parçala, yut” politikasının en ağır şekilde uygulamaya ko­nulduğu yer, hiç şüphesiz Osmanlı coğrafyası olmuştu. Bu politikala­rı icra etmek için de, öncelikle sadık bir bürokrat zümre oluşturuldu. Amaç, doğrudan işgal ve katliam politikaları uygulamak yerine, dev­let bürokrasisi içerisinde oluşturdukları ‘paralel devlet’ eliyle, meşru iradeyi vesayet altına almaktı. Nitekim bu plan, Tanzimat süreciyle birlikte başarıyla uygulanacaktı.

Diğer yandan “Şarkiyatçılık Dernekleri” ve “eğitim kurumlan” adı altında yürütülen misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmişti. Mesela Paris’te “Alliance Israelite Universelle” adıyla faaliyete başlayan eğitim örgütlenmesi, geleceğin devlet adamlarını yetiştirmek için Osmanlı coğrafyasını bir ahtapot gibi sarmıştı. Derin iktidarın küresel efendileri, Osmanlı başkentine gönderdikleri ‘Şarkiyatçı’ kılıklı ajanlar eliyle, sara­ya muhalif çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Böylelikle, imparatorluk te­baasının biat kültürüyle halife/padişaha kendi rızasıyla vermiş olduğu egemenlik gücünü, kökü dışarıya bağlı azınlık bir zümre eliyle gasp et­mek istiyorlardı. Bu uluslar arası toplumsal mühendislik faaliyeti, Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla sağlanmıştı. Derin iktidar savaşının bir diğer ayağı ise, Batının seküler yaşam tarzı ve yeni fikirlerin yayılıp yerleşmesi için, dönemin gazetlerinin bir “psikolojik savaş” aracı olarak kullanılmasıydı.

Üst Aklın Filistinde bir Yahudi devleti kurma fikri önündeki en büyük engel, imparatorlukta yaşayan Müslümanları bir arada tutan ümmet olgusuydu. Dolayısıyla politik siyonizmin kurumsal uygula­yıcısı Dünya Siyonist Örgütü (WZO), kendilerine Filistin’in kapıları­nı açacak anahtarın İstanbul’da olduğunu biliyor, derin çalışmalarını Osmanlı üzerinde yoğunlaştırıyordu. Bu yüzdendir ki, Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, Sultan Abdülhamid ile Filistin konusunu iki kez görüşmüş, Osmanlı Devletinin dış borçlarını ödeme karşılı­ğında Filistin’de bir Yahudi Devletinin kurulmasını istemişti. Her se­ferinde “hayır” cevabı alan ve Sultan Abdülhamid tahttan indirilme­den “vaat edilmiş” devletin gerçekleşmeyeceğini anlayan siyonistler, küresel psikolojik savaş yöntemlerini birer birer devreye sokmuşlar­dı. Çoğunluğu yabancıların elinde olan Osmanlı gazeteleri, siyonist emeller önünde engel teşkil eden tüm devlet adamı ve bürokratları itibarsızlaştırma, halkın gözünden düşürme görevini üstlenmişti.

Siyonistlerin Osmanlı coğrafyasında yürüttükleri derin iktidar mücadelesinde Selanik vilayetnin önemli bir yeri vardı. Yahudi nü­fusun yoğun olarak yaşadığı bu şehir, Avrupa’dan Osmanlı devleti içerisine sızmak isteyen casusların ve masonların merkezi duru­mundaydı. Mason localarını ustaca kullanarak örgütlenen siyonist­ler, Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için bütün örgütlenmeyi adeta bir Yahudi kenti olan Selanik’ten yürütüyordu. Nitekim Sultan Abdülhamid iktidarına son veren İttihat ve Terakki Cemiyeti de işte bu şehirde büyüyüp gelişmişti. Siyonistler, devlet içerisine doğrudan sızmak ve devleti karşılarına almak yerine, mason locaları ile Jön Türkleri taşeron olarak kullanıyordu. Gözlerini iktidar ve intikam hırsı bürümüş, makam/mevki sahibi olmak isteyen sivil ve askeri bürokrasi, kolayca bu küresel gücün ağına düşmüştü.

Türk Olmayan Türkçüler'

Başta da belirttiğimiz gibi, kozmopolit bir imparatorlukta dağıl­ma ve yıkılma sürecini hızlandırmanın en kestirme yolu, ‘milliyet­çilik’ kartını kullanmaktı. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğunda yabancılar tarafından körüklenen ulusalcılık hareketleri, derin ik­tidar mücadelesinin birer politik enstrümanı haline getirilmişti. Osmanlı da asli unsur olan Müslümanları yüzyıllarca bir arada tutan yegane bağ, din birliğine dayanıyordu. Bu bağı zayıflatmak, zincirin halkalarını koparmak için ‘milliyetçilik’ bombasının pimi çekilmeliydi.Zira ümmet anlayışının hakim olduğu bir devlette; millet, halk,vatan gibi yeni kavramlara vurgu yapmak, şüphesiz ayrışmaya ve çözülmeye neden olacaktı.

Üst Akıl, bir yandan imparatorluğun kurucu unsuru olan Türkle arasında “Türkçülük” fikrini yaygınlaştırıp projelendirmeye çalışır­ken; diğer yandan da Arap tebaa arasında bir “Arap milliyetçiliği'' oluşturmanın gayreti içerisindeydi. Osmanlı devletinin kurucuları ve yönetenleri Türk olmalarına rağmen, “ümmetçilik” anlayışı ne­deniyle hiçbir zaman “Türk” kelimesine özel bir vurgu yapma gereği duymamışlardı. Bu anlayış, imparatorluk içerisinde yaşayan diğer milliyetlerin devlete olan aidiyet duygularını güçlendirmiş, etnik kimliğe dayalı ayrışmanın önüne geçmişti.

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan yıkılışına kadar şer-i hü­kümlerle yönetilen Müslüman bir Türk devletiydi. Ancak içerisin­de barındırdığı çeşitli ırkları bir arada tutabilmek adına, özellikle “Türk” kelimesinin sıkça kullanımından kaçınıldığı da bir gerçekti. Zira “Millet-i Hakime” arasında ‘ırk’ ve ulus ayrımı olmadığı gibi, bir ırkın diğer bir ırka üstünlüğü de yoktu. Emeviler devrinde Araplarda olduğu üzere, Arap kökenli olmayan Müslümanları “Mevali” sıfatı ile küçülten bir ayrım da Osmanlı’lara yabancıydı.(1) Ancak Osmanlı padişahları her ne kadar “Türk” ırkına özel bir vurgu yapma­salar bile, imparatorluk zaten bütün dünyada bir “Türk devleti” ola­rak biliniyordu. Avrupalıların yüzyıllar boyunca “Türk” sözcüğüyle kastettikleri, İslam ve Osmanlı devleti olmuştu.

Burada asıl ilginç olan mesele; ne yazık ki Osmanlı’daki “Türkçü­lük” hareketlerinin Türkler tarafından değil, genelde Avrupalı Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından başlatılmış olmasıydı. Üst Akıl, “oryanta­list” kılıfı altında gönderdiği küresel proje elemanları sayesinde, im­paratorluk coğrafyasında “ulusalcılık” fikirlerini yaymayı başarmıştı. Avrupa’nın önemli başkenlerinde ve İslam coğrafyasında kurulan kü­tüphane, dernek ve gizli cemiyetlerle; bunların yayınlamış oldukları gazete, dergi ve kitaplar vasıtasıyla Osmanlı aydınları arasında politik bir “Türkçülük” fikri oluşturdular. “Türklerin Aslı”, “Türklerin Tarihi’, ‘Türklerin Dili’ gibi kılıflar altında hazırladıkları yayınları Osmanlı bü­rokrat ve devlet adamlarının eline tutuşturan batılı Türkologlar, acaba bu hizmeti(!) gerçekten Türkleri sevdikleri için mi yapıyorlardı? Yüz­yıllar boyu Türkleri “barbar” olarak tanımlayan ve Türklerin “insan olup olmadığını” bile tartışan Batılı aydınlar, şimdi Türklerin kimliğini övüyor ve tarihleri konusunda birbiri ardına araştırmalar yapıyordu.

Osmanlı yıkılıncaya kadar “Şarkiyat Araştırmaları” etiketini bir kılıf olarak kullanan Batılı oryantalistler, öncelikle Türklerin kendilerine ait bir tarihleri olduğu vurgusunu ön plana çıkaran kitaplar yazmakla işe başlamışlardı. Oryantalistlerin özellikle vurgu yaptıkları bir diğer ayrıştırma konusu da, Türk diline yönelik araştırmalar olmuştu. Bir yandan Osmanlı tebaasının Türk unsurlarına “Bizim Osmanlıcadan başka bir dilimiz varmış” fikri benimsetilmek istenirken öte yandan Müslüman Araplarda da “Biz bugüne kadar Türklerin tahakkümü altında yaşıyormuşuz” intibaını uyandırmaktı.

Nitekim bu görevi Yahudi asıllı oryantalist Arthur Lumley Davids üstlenmişti. A Grammer of the Turkish Language” ismiyle yazdığı ünlü kitabı, büyük bir zafer kazanmış komutan edasıyla İkinci Mahmud'a gururla hediye edecekti. Her ne hikmetse, Türklerin soyağacını araştırmak ve “Üstün ırk” olduklarını hatırlatmak Batılı aydınlara düşmüştü. Bu sorunu kendisine dert edinenler ise, yine her ne hikmetse hep Yahudi kökenli bilim adamlarıydı. Kimileri Türklerin Avrupalılarla aynı soydan geldiğini iddia ediyor, kimileri İslam’ın Türk kültürünü yok ettiğini yazı-yor, kimleri ise, derviş kılığına girerek Orta Asya çöllerinde “saf Türk kavmi” arıyordu! Sanki Türkler Osmanlı’da “Millet-i Hakime” değil,düşman pençesi altında yaşayan esir bir milletmiş gibi... Fransızca ya da çevrilen Arthur Lumley Davids’in bu Genel Türk Dilbilgisi kitabı,dönemin Türk aydınları üzerinde büyük bir tesir bırakacaktı.

Mesela Ali Suavi, söz konusu kitaptan bol bol yararlanmıştı.(2)Türklerin tarihiyle ilgili ilk eser, 1748 yılında Fransız Şarkiyatçısı Joseph de Guignes tarafından kaleme alınmıştı. Kitap, Mémoire Historique Sur ’Origine des Huns et des Turcs” (Hunlar ve Türklerin Kökeni) adını taşıyordu. Bu eser, onun İngiltere’nin ünlü bilimsel düşünce topluluğu ‘Royal Society’ye’ girmesini sağladı. Joseph de Guignes, Royal Society ye girdikten sonra da Türkler üzerindeki çalışmalarına devam etti. Sonunda Türk tarihiyle ilgili ünlü “Histoire Generale des Huns, des Turcs, des Mogols et des Autres Tartares Occidentaux” (Hunlarin, Türklerin, Moğolların ve diğer Batı Tatarların Genel Tarihi) isimli eserini yazdı. Şüphesiz buraya kadar yapılanları elbette “bilimsel çalışmalar” olarak kabul edebilmek mümkün. Ancak Joseph de Guignes ve diğer Batılı oryantalistlerin, Türk tarihiyle ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ilginç bir detay hep dikkat çekiyor. Yapılan çalışmaların hemen tamamında Türklerin “İslamiyet'le bir ilgisinin olmadığı” ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra, “Türk kimliğinin yok olduğu” ısrarla vurgulanıyordu.

Şimdi daha önce kendisinden söz ettiğimiz Arthur Lumley Davids,Türk kimliğine,diline ve tarihine büyük ilgi duymuş ve Tanzimat öncesi ‘Grammer of the Turkish Language’ (Moder Türk Dili Grameri) isimli eserini yazarak ‘Türklüğe’ hediye etmişti. Kitapta verilmek istenen mesaj her ne kadar gramer’ başlığı altın da gizlense de, asıl hedef, giriş bölümünde Türklerin tarihiyle ilgili sunulan yalan yanlış bilgilerle bir ‘Türk kimlik bilinci’ oluşturmak­tı.

Lumley Davids, Türklerin geçmişteki gelenek ve göreneklerinin yüceliği ve imparatorlukta yaşayan diğer Müslümanlardan ayrı bir millet olduğunu uzun uzun vurgulama gereği duyuyordu. Öyle ki, kendisi de bir Yahudi olan ünlü tarihçi Bernard Lewis’e göre, Türkler “ayrı bir milliyet” olduklarını ilk kez bu kitaptan öğrenmişti!
Ne var ki grameri büyük bir aşkla yazan Lumley Davids, onu pa­dişaha sunamadan genç yaşta ölmüştü. Ancak Fransızca’ya çevrilen eser, Davids’in annesi tarafından 1836’da ‘yenilik arayışlarını sürdü­ren padişah İkinci Mahmut’a sunulacaktı.(4) Elbette bu kitap Osmanlı Sultanına sadece ‘hediye’ olarak takdim edilmekle kalmadı, döne­min aydınları arasında bir “Türkçülük” çığırı da açtı. Kitap, Batı aşığı Tanzimat bürokratları ve yazarları tarafından Türkçe’ye çevrilerek, “Türk kimliği” konusunda ilham kaynağı haline getirildi.

Ancak bu­radaki asıl amaç; Türk ırkının, kültürünün gerçek manada araştırıl­ması ya da Türk bilincinin oluşması değildi. Öyle ya, imparatorluğu yöneten tüm padişahlar Türk soyundandı ve Türk egemenliğine de kimsenin itirazı yoktu. Lâkin 14 ayrı milletin yaşadığı ve Türklerin “Millet-i Hakime” olduğu bir imparatorlukta, Türklere ‘milliyetini’ hatırlatmak kimin işine yarayacaktı?

Avrupalı oryantalistler tarafından “Türk kimliği” üzerine yapılan bu çok yönlü çalışmalar, aslında Türklerin Avrupalılarca sevildiği için değil, çok milletli bir yapının parçalanmasıyla ilgili uzun vadeli projelerdi. Zira Devlet-i Aliyye içerisinde bir “Türk kimliği” oluştur­maya yönelik çalışmalar sadece Joseph de Guignes ve Arthur Lumley Davids ile sınırlı kalmamıştı. Bu iki şarkiyatçının bıraktığı “Türkçü­lük” bayrağını bir başka Yahudi oryantalist David Leon Cahun ala­caktı.(5) Aynı zamanda Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin küresel efendilerinden biri olan Leon Cahun, Lumley Davids gibi Türk grameriyle yetinmemiş, daha da ileriye giderek Türkçülere “Turan” hedefini göstermişti. Onun yazmış olduğu “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri, “Türk milliyetçiliğinin Kur an-ı Kerim’i” diye nitelendirilecek ve Türkçüler arasında büyük bir itibar görecek­ti.(6) Dahası, Cahun’un yazmış olduğu bu kitap, yabancı bir konsolos tarafından ilk kez İttihat ve Terakki Cemiyetine hediye edilmişti.(7)

Üst Aklın Osmanlı’daki toplumsal mühendislik faaliyetlerini yü­rüten ve “Türkçülük” fikirlerinin gelişmesini sağlayan en önemli kü­resel efendilerinden bir diğeri ise; yine Yahudi asıllı ve aynı zaman­da İngiliz ajanı(8) olan Arminius Vambery idi. “Reşid Efendi” takma adıyla Sünni derviş kılığına girerek Orta Asya bozkırlarını karış karış dolaştı.(9) Elbette Arminius Vambery’nin amacı “unutulmuş Türk kavimlerini bulup ortaya çıkarmak değil, imparatorluğun çözülmesini hızlandıracak Türkçülük fikirlerinin bilimsel altyapısını hazırla­maktı. Bütün bu veriler göz önüne alınırsa, “Türkçülük” ve “Turan­cılık fikirlerinin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başladığı tezleri, koca bir yalandan ibaret olsa gerek. Zira Arminius Vambery, nam-ı diğer Reşid Efendinin Orta Asya bozkırlarında Türk boyu araması, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üç paşasından en yaşlısı olan Cemal Paşanın doğumundan tam 10 yıl öncesine rastlıyordu.

Osmanlı İmparatorluğundaki milliyetçilik’ fikirlerinin yayılma­sındaki bir diğer etkili güç ise, Üst Aklın gizli eli masonluk olmuştu. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı coğrafyasında mantar gibi çoğalan mason locaları, imparatorluğun önemli kentlerinde hızlı bir örgütlen­me içerisine girdiler. Osmanlı toplumuna yabancı olan masonik fikir­lerin benimsenmesinde Bektaşi dergahları da önemli rol oynarken,(10) bu localara ilk kaydolanlar yine Bektaşiler olmuştu.(11) Tanzimat’ın sağ­lamış olduğu ‘özgürlük’ ortamıyla, masonlar hızla devlet kademelerin­de görev almaya başladı. Masonların devlet dairelerinde istihdam edil­melerini de, Tanzimat’ın mason yıldızı Mustafa Reşid Paşa sağlıyordu.

İlginç olan; masonların diğer ülkelerde “dünya kardeşliğini sa­vunurken, Osmanlı’da ‘milliyetçilik’ fikirlerini körüklemeleriydi. Millet sistemi esasına göre yönetilen ve sayıca Türklerden fazla Hı­ristiyanların yaşadığı bir imparatorlukta, ‘ Türk milliyetçiliği fikrini savunmak, aslında dolaylı olarak diğer milletlerin bağısızlığına vur­gu yapmaktan başka bir şey değildi. Türk olmayan, ama Türkçülü­ğü” savunan Yahudi/mason cephe, çıkarmış oldukları gazete, dergi ve kitaplarıyla Osmanlı bürokratlarını istedikleri şekilde yönlendirebiliyordu. Psikolojik savaş aracı olarak kullandıkları en büyük ens­trümanları; “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kelimeleriydi.

Turan’ Fikrinin Babası

‘Dil bilimci’ ve ‘şarkiyatçı’ görüntüsü altında Türklerin kökeniyle ilgili ardı ardına araştırmalar yapan yabancı tarihçilerin, “Türkçü­lük” akımını bir siyasi proje olarak kullandığını belirtmiştik. Şüp­hesiz, seküler değişim ve dönüşüm süreçleri ile yeni ulusların imal edilmesi sürecinde tarih önemli bir araçtı. Ünlü Yahudi tarihçi Eric Hosbavvm’ın deyimiyle; eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden imal edilmeliydi.(12)Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat süreciyle başlayan etnik kimlik tanımlama çalışmaları cumhuriyetin kuruluşuna kadar kesintisiz olarak devam edecekti Mesela resmi tarih tezinin oluşturulmasında, özellikle Leon Cahun gibi Batılı oryantalistlerin büyük etkisi olmuştu.(13)

Osmanlı İmparatorluğunda “Türkçülük” hareketlerinin Fikri altyapısını hazırlayan küresel efendiler, aynı zamanda saray karşıtı muhalefeti destekleyip yönlendiren kişilerdi. Dr. Capoleone, Jean Pietri, Simon Deutsch, Gregory Ganesco, Wladyslaw Plater ve Kostanty Borzecki gibi ünlü ihtilal tüccarları Jön Türk hareketini bizzat örgütlerken; Avrupalı şarkiyatçılar da yaptıkları ‘Türkçülük’ çalışma­larıyla saray karşıtı muhalefetin fikri altyapısını oluşturuyordu. Bu isimlerin en önemlilerinden biri, “Türkçülük” fikrinin babası sayı­lan ve Jön Türk hareketine destek olan Yahudi asıllı Türkolog Leon Cahun’du. Ailesi onun asker olmasını istemişti ama, her nedense o kendisini coğrafi ve tarihi araştırmalara adamış, Türklerin İslamiyet öncesi kültürünü kendisine dert edinmişti.

Günümüz koşulları çerçevesinde bakıldığında, bir “Türklük bi­lincinin” oluşturulmasında ve geçmişimizin araştırılıp topluma su­nulmasında elbette garipsenecek hiçbir durum yoktu. Ancak bütün bu etnik köken çalışmaları, dağılmakta olan çok uluslu bir impa­ratorlukta yapılıyordu.

Üstelik Leon Cahun gibi Avrupalı oryanta­listlerin Türklerle ilgilendikleri dönemde, gerek Osmanlı’da gerekse Avrupa’da “Türklüğe” karşı özel bir ilgi de yoktu. Leon Cahun da halef ve selefleri gibi Avrupa’yı keşfetmek yerine, İslam coğrafyasını tercih etmişti. 1864 yılında o dönem Yahudi nüfusunun yoğun oldu­ğu Mısır’dan başlayarak Nubya, Kızıldeniz’in batı kıyıları ve Anadolu topraklarını karış karış gezdi. Elbette amaç; Türklerin tarihini araş­tırmak ve kültürünü dünyaya tanıtmak değil, ileri dönemde kurula­cak olan İsrail devletine yapılacak göç yollarını keşfetmekti...

Özellikle Türklerin İslamiyet’le tanışmadan önceki gelenek, gö­renek ve soyağaçları konusunda çalışmalar yapan Leon Cahun, yaz­dığı kitap ve makalelerle “Türkçülüğün” kültürel plandan politik bir hareket haline dönüşmesini sağladı. Onun Türklerle ilgili yaz­mış olduğu “Gök Bayrak” adlı romanı ile, “Asya Tarihine Giriş” ve “Türkler ve Moğollar” adlı kitapları, dönemin Türkçülerinin büyük esin kaynağı olmuştu. Özellikle “Asya Tarihine Giriş” isimli eseri, “Türkçülüğün” temel referanslarından biriydi. Ziya Gökalp, “Türk­çülüğün Esasları” isimli eserinde “Türkçülük” tarihini anlatırken, Leon Cahun’un Türkler konusunda yazdığı bu eser hakkında şöy­le diyecekti: “1896’da İstanbul’a geldiğimde ilk aldığım kitap, Leon Cahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pan-Türkizm mefkuresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir”.

Kitabın önsözünde, Türkler yıkıcı, düşünce kabiliyetleri olmayan, medeniyet kuramamış ‘budalalar olarak nitelendirilmesine(14) rağ­men, maalesef bu kitap dönemin yerli “Türkçüleri” arasında Cemil Meriç’in deyimiyle “Türkçülüğün Kur an-ı Kerim’i” haline gelmişti. Leon Cahun, Türk tarihiyle ilgili yazdığı kitaplar ve makalelerle Os­manlIdaki rejim muhaliflerine ve özellikle Türkçülere, “Gerçek Türk ruhunun İslam’ın dışında, Orta Asya’da olduğunu, sadece Türk ırkı­na ait bir yeni yönetimin olması gerektiğini” empoze ediyordu. Ya­zara göre, Müslümanlık gerçek Türk dehasıyla ters düşmüş, Araplar, Türkleri silahla yenemeyeceklerini anlayınca, çok iyi bildikleri iftira­ya başvurmuşlardı. Dahası, Türkler Selçukludan itibaren bozulmaya başlamıştı.(15) İlginç olan, Leon Cahun Orta Asya’ya hiç gitmediği hal­de, o bölgenin gelenek ve göreneklerini ve o toprakların insanlarını o günkü gazetelerde şehvetle yazıyordu.(16) Cahun’un bu çalışmaları­nın asıl amacı, Türkçülüğü popülarize ederek siyasal alana taşıyıp resmi ideoloji haline getirmekti.17 Mesela daha önce Türkçe’de özel bir anlam taşımayan ‘Turan kavramı; Cahun’un eserleri sayesinde yaygınlık kazanarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşına sokma gerekçelerinden biri olacaktı.

Leon Cahun, Türklerle ilgili sadece etnik temelli eserler yaz­makla kalmadı, Avrupa’daki Osmanlı muhalif hareketi olan Jön Türkleri de destekleyip yönlendirmişti.(18) Cahun, Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle Paris’e sürgüne gel­diklerinde tanışmıştı. Cemiyet üyeleri ile Paris’te sık sık ülke me­selelerini tartışan Cahun, ayrıca onları Viyanalı devrimci Yahudi asıllı ihtilalci Simon Deutsch ile de tanıştırmayı ihmal etmemişti. Avrupa’nın en önde gelen devrimcilerinden Simon Deutsch, Paris Komün Devrimi’ne katılmış ve Marx’tan sonra Uluslararası İşçiler Birliği Başkanı olmuştu.

Ne var ki Üst Aklın küresel efendilerinden biri olan Simon De­utsch, Namık Kemal ve arkadaşlarına “komünist” fikirleri değil, “milliyetçilik” fikirlerini aşılayacaktı. Cemiyet üyelerinin Leon Ca­hun ile Paris’te başlayan ilişkileri, muhalefetin İstanbul’a dönüşün­den sonra da devam etti. Ancak Leon Cahun’un Cemiyet üyelerin­den tek anlaşamadığı kişi, Namık Kemal’di. Namık Kemal, Leon Cahun’un ‘Türkçülük’ fikirlerinden ziyade, seküler rejim görüşlerin­den etkilenmişti. Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türkleri hiç sevmezdi.(19) Zira o, Türklerin Müslüman ülkelerine zarar veren Tatarlar olduğuna inanıyordu. Leon Cahun’un kitapları Mus­tafa Kemal tarafından da büyük bir ilgiyle okunacak ve onu etkileyen en önemli yazarlar arasına girecekti.(20)

Hem ‘Derviş’ Hem ‘Türkçü’ Hem AJan

Avrupa’daki 1848 ihtilallerine karıştıkları için ülkelerinde ölüm cezalarına çarptırılan çok sayıdaki devrimci, cezalardan kurtulabilmek için çareyi İstanbul’a kaçmakta bulmuştu. İşin ilginç yanı, Os­manlı’daki rejim muhalifleri “özgürlük yok” diyerek Avrupa’ya ka­çarken; 1848 devrimlerine karıştıkları gerekçesiyle ülkelerinde idama mahkum edilen yabancı ihtilalciler, kaçarak geldikleri İstanbul’da özgürce hareket edebiliyorlardı. Dahası, Osmanlı’daki saray karşıtı muhalefet, örgütlenme ve fikrî konularda bu ihtilalciler tarafından açıkça desteklendi. Bütün bunlara ilave olarak, Avrupa’dan şarki­yatçı’ ve gezgin’ kılıfı altında İstanbul’a gelerek, Cemiyet üyelerine “Türkçülük” ve ihtilalci fikirleri aşılayan çok sayıda sözde bilim ada­mı da cabasıydı. Osmanlı coğrafyasına ayak bastıktan sonra “özel hoca” ve “misafir” etiketlerini kullanan bu kişiler; özellikle mason, dönme ve Bektaşi paşaların konaklarında “özel hoca” sıfatlarıyla asıl görevlerini rahatlıkla icra edebiliyorlardı.(21)

Mustafa Reşid Paşa, Hüseyin Daim Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Abdüllatif Suphi Paşa, Sami Paşa ve Mithat Paşa gibi Tanzimat sürecinin ünlü isimlerinin konakları, saray karşıtı fikirlerin tartışılıp olgunlaştı­rıldığı merkezler haline gelmişti.(22) Öyle ki, ülke siyasetinin masaya ya­tırılarak binbir türlü toplum mühendisliğinin yapıldığı bu toplantılara katılmak, Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında adeta bir ayrıcalık sa­yılıyordu. “Encümen-i Daniş”(23) adı verilen ve Tanzimat sonrası devlet adamları ile varlıklı kişilerin konaklarında yapılan bu toplantılar, dev­rin bürokratlarına istikamet çizerken, dönemin iktidar sahiplerine de “Üst Akıl” vazifesi görüyordu. Mustafa Reşid Paşa tarafından kurulan “Encümen-i Daniş”in en ünlü harici üyesi; Üst Aklın küresel etki ajan­larından Yahudi asıllı şarkiyatçı Baron Joseph Hammer Purgstall idi.

Bu derin yapılanmanın yerli ve yabancı sabit üyeleri olduğu gibi, üye olmadığı halde bu sohbetlerin müdavimi olan Avrupalı Oryan­talist ve ihtilalciler de vardı. Mesela Encümen-i Daniş toplantılarına asıl üye olmadığı halde katılan en ünlü oryantalist, aynı zamanda Üst Aklın en kıdemli etki ajanlarından biri olan Arminius Vambery adındaki Macar Yahudisiydi. Peki, konak sohbetleriyle başlayıp dö­neminin Osmanlı siyasetinde derin izler bırakan, “Türkçülük” fik­rinin altyapısını hazırlayıp saray karşıtı muhalefeti yönlendiren ve İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında ‘arabuluculuk’ gibi önemli bir görevi üstlenecek kadar kıdemli olan bu ünlü “şarkiyatçı” kimdi? Ge­lin şimdi Arminius Vambery’nin ‘şarkiyatçı’ kimliği ile Osmanlı coğ­rafyasına yaptığı esrarengiz yolculuğu ve dönemin siyaseti üzerinde oynadığı rolü birlikte görelim.

Arminius Vambery’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Ba­basını küçük yaşlarda kolera hastalığından kaybetti. “Vambery” aile­nin orijinal adı değildi. Ailenin asıl adı, daha önce aile büyüklerinin yaşadığı ve bugün Almanyada bulunan Bamberg kasabasından ge­liyordu. Vambery ailesi, Macaristan’a göç ettikten sonra Yahudilere verilen soyadı ile birlikte ‘Wamberger’ adını aldı. Ancak daha sonra bu isim Vambery olarak kaldı. Arminius Vambery’nin babası, ünlü bir Yahudi din bilginiydi. Her ne kadar seyyar satıcılık da dahil pek çok vasıfsız işlerde çalışsa da, Yahudi tarihi ve İbrani diniyle ilgili çeşitli araştırmalar yapmış, çok sayıda kitap okumuştu.

Baba Vambery, Macaristan’ın kuzeybatısında çıkan kolera salgı­nında ölünce, anne Vambery başka bir kişiyle evlendi. Ancak kü­çük Vambery için huzursuz günler de bundan sonra başlayacaktı. Aile, mali sorunlar nedeniyle Vambery’nin doğduğu yer olan St. Georghen i terk etmek zorunda kalmıştı. Artık yeni yurtları üvey ba­basının memleketi olan Duna Szerdahely olmuştu. Küçük Vambery, önce bir Yahudi okuluna kaydedildi. Ancak üvey babasının fikir de­ğiştirmesi üzerine, Protestan ilkokuluna yerleştirildi. Üstün bir dil öğrenme yeteneğine sahip olan Vambery, sekiz yaşma kadar anadi­li îbranice’nin yanı sıra, Almanca ve Macarca’yı da öğrendi. Yahudi dini ve tarihinin önemli kitaplarını okuyup öğrendiği gibi, onları çeşitli Avrupa dillerine de tercüme etti. Kitap okumaya olan düş­künlüğü ve dini konulardaki derin incelemeleri, toplam beş kez din değiştirmesine neden olmuştu. Öyle ki aynı anda hem papazlık, hem de hahamlık yapması, en sonunda ateist olmasıyla sonuçlanacaktı.

Gerek Batı edebiyatı, gerekse Batı dilleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünen Vambery, bundan sonra kendini “doğu bilimlerine” adamaya karar vermişti. Bu amaçla Viyana’ya yaptığı gezi, Vambery’nin hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Viyanada tanış­tığı Encümen-i Daniş’in harici üyesi Yahudi oryantalist Joseph von Hammer Purgstall, Vambery’nin “şarkiyatçı” olma yolundaki kararını daha da pekiştirmişti. Aynı zamanda ‘Viyana Orientalische Akademi’ üyesi ve Şark Şubesinin başkanı da olan Hammer Purgstall, deneyim­li bir Doğu bilimleri uzmanı olduğu gibi, aynı zamanda da Osmanlı Devletini çok yakından tanıyordu. 1799 yılında diplomatik görevle gelip yedi yıl kaldığı İstanbul’da Arapça, Farsça ve Türkçe’yi öğrenmiş, Encümen-i Daniş’in harici üyeliğine kadar yükselmişti.

Vambery, kendisi de bir Yahudi olan ve dünya Yahudilerinin ulusal uyanışı” için çeşitli araştırmalar yapan dönemin Macaristanı Eğitim Bakan, Baron Eötvös Josephın yardımıyla, 1857 yılında İstanbul'a geldi. Osmanlı toplumunun dini konulardaki hassasiyetini dikkate alan Vambery, yol boyunca “40 Sual, 40 Cevap'' isimli dini kitabı elinden hiç düşürmedi. Zira İslam coğrafyasındaki amacını gerçekleştirebilmek için, bir ‘Müslüman gibi davranmalıydı.

İstanbul’a indiğinde kaldığı ilk yer, Yahudilerin ağırlıkta olduğu Galata semti olmuştu. Kalacak yeri yoktu. Gündüzleri Rum ve Ya­hudilerin işlettiği kitapçı dükkanlarına takılarak vakit geçiriyordu Aklına Macaristan’da okurken özel öğretmenlik yapıp para kazandığı günler gelmişti. Aynı şeyi İstanbul’da da yapabilirdi. Zaten tanıştı­ğı zengin Rum ve Yahudi dostları, ona paşa konaklarında ‘hocalık' yapabileceği tüyosunu çoktan vermişti. Hemen çeşitli yerlere ilan­lar vererek kendine öğrenci aradı. Nitekim çok geçmeden, Hüseyin Daim Paşanın oğluna Fransızca hocası olmuştu.

Ne var ki Vambery, sadece konaklarda paşa çocuklarına ders ver­mekle kalmayacaktı. Elbette asıl derdi başkaydı. Sözde “Macar ve Türk dillerinin ortak yönlerini araştırmak için” İstanbul’a gelmişti ama, onun asıl ilgilendiği konu, Osmanlı’daki ‘özgürlük’ hareketle­riydi. Zira İstanbul’dan İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği gizli raporunda, “İlk özgürlük hareketlerini Hüseyin Daim Paşanın evinde gördüğünü” büyük bir iştahla yazacaktı.(24) Paşa konakların­da ülke siyasetine hakim olan Vambery, kısa sürede Türk dilini ve kültürünü de yakından tanıdı. Kendisini öylesine “Türk kültürüne” kaptırmıştı ki, hâl ve hareketlerinden, kılık-kıyafetinden, konuşma­larından onun bir “ecnebi” olduğu asla anlaşılamazdı. Nitekim bir süre sonra adını da değiştirip, “Reşid Efendi” olacaktı...

Devletin Hücrelerine Giriyor

Gizemli oryantalist Vambery, ismini değiştirmesine değiştirmiş­ti ama, bu onun “Müslüman” olduğu anlamına gelmiyordu. Sadece ileride atacağı adımların önünü açmak, “oryantalist” kılıfı altında yürüttüğü ajanlık payesini gizlemek için böyle bir yola başvurmuştu. Nitekim bu yeni isim, ona pek çok kapının açılmasını sağladı. Kısa sürede Tanzimat Sürecinin mimarlarından Mithat Paşa ile tanıştı. Bir yandan Mithat Paşaya Fransızca dersleri verirken, bir yandan da ona Osmanlı siyasetiyle ilgili istikamet çiziyordu. Dahası, medrese­lerde ‘hocalık’ yaparak hem İslamiyet’i yakından tanıyor, hem de ‘ec­nebi’ yaftasından kurtulmuş oluyordu.

Vambery’nin İstanbul’daki şöhreti, kısa sürede Osmanlı yüksek bürokrasisi arasında hızla yayılmıştı. Nitekim Mithat Paşadan son­ra Dışişleri Bakanı Rıfat Paşanın oğluna da ders vermeye başladı. Sadece ders mi? Bu konakta hem üst düzey yöneticilerle yakın te­maslar kuruyor, hem de devlet politikasıyla ilgili önemli bilgiler elde ediyordu. Tanzimat’ın uygulayıcılarından Ali, Fuat ve Mustafa Reşid Paşalarla da bu konakta tanıştı. Ancak Ali Paşa, Vambery’nin “Re­şid Efendi ismini almasına rağmen, iç politikaya olan yoğun ilgisi ve Osmanlı muhalif hareketi üyeleriyle olan yakınlığı nedeniyle on­dan şüphelenmişti. Ne var ki Vambery için bu hiç de sorun olmadı. Yüksek bürokrasi içerisinde edindiği dostları sayesinde, Vambery bu dikkatli bakışlardan kurtulmasını bilmişti.

Vambery îstanbulda dört yıl kaldı. Doğuya yaptığı ilk gezi, ona yabancı dil uzmanlığı ve önemli bir miktar da para kazandırmıştı. Yeni kazandığı deneyim ve bilgiler, 1858’de Almanca-Türkçe bir söz­lük yazmasını sağladı. Arapça, Osmanlıca ve Farsça’yı öğrendi. Çağa­tayca-Osmanlıca sözlüğünü Macar diline çevirdi. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde, Macar Bilimler Akademisinin üyesi oldu ve nüfuzlu Avrupa gazetelerinde muhabirlik yaptı. Artık başkent İstanbul’daki hazırlıklarını tamamlamış, asıl görev yeri olan Orta Asya yolculuğu için hazır hale gelmişti.

Arminius Vambery’nin sözde görevi, Orta Asya’ya giderek Macar ve Türklerin kökenlerini, iki ulusun dil benzerliklerini araştırmak­tı. Ancak o dönemde Orta Asya’yı gezmek hiç kolay bir iş değildi. Asya’da yaşayanlar bile, bu coğrafyada kendi başlarına dolaşmayı göze alamazlardı. Daha önce İngilizlerin casusluk amacıyla bu böl­geye gönderdiği üç kişiden ikisi, Buhara’da ölü bulunmuştu. Ancak Vambery, inandığı değerler uğruna tüm riskleri göze alıyordu. Orta Asya yolculuğuna finansör bulmak için 1861 yılında İstanbul'u terk ederek Macaristan’a gitti. O dönem Yahudi bilim adamlarının kont­rolünde olan ‘Macar Bilimler Akademisinden aldığı bin florinle tek­rar İstanbul’a döndü. Orta Asya’da maruz kalacağı tehlikelere karşı Macar Bilimler Akademisi’nden aldığı tavsiye mektuplarına, Bab-ı Ali’nin tanınmış görevlilerinden aldığı referans mektuplarını da ek­ledi. Pek çok kişi, yolculuğun çok tehlikeli olduğunu belirtip onu ka­rarından döndürmeye çalışsa da, bütün çabalar sonuçsuz kalacaktı. Artık yola çıkma zamanı gelmişti.

Orta Asya yolculuğuna başlamak için, 28 Mart 1862 tarihinde İstanbul’dan Trabzon’a hareket etti. Uzun bir yolculuğun sonunda İran’a vardı. Amacı, Sünni hacılar arasına katılıp Orta Asya’ya git­mekti. Bu arada Vambery, Osmanlı’nın Tahran Büyükelçisi Haydar Efendinin kendisine yardım etmesi için, İngiliz Konsolosluğuna çeşitli mektuplar yazıyordu. Nitekim dönemin İngiliz Konsolosu'nun ricasıyla Haydar Efendi Vambery’ye bir hayli yardımcı oldu. Yapılar plana göre Vambery, Haydar Efendi’yi ziyarete gelen Sünni Tatar hacıların arasına karışarak Orta Asya’ya gidecekti

Tabi hem o bölge insanlarını, hem de beraber yolculuk edece­ği Tatar hacıları şüphelendirmemek için, yeni bir kılık kıyafet de­ğişikliği yapmak gerekiyordu. Hemen bir ‘derviş’ elbisesi giydi, yeşil bir çanta içerisine koyduğu Kur’an-ı Kerim’i çıkarmamak üzere boynuna astı. O artık dini bütün “Hacı Reşid Efendi” olmuştu. Hacı kervanına katılan Vambery, Hive, Buhara, Semerkant, Tebriz, Herat Hokand Kaşgar ve Gümüştepe gibi bölgeleri ziyaret etti. İslam öncesi Türk gelenek ve göreneklerini araştırırken, özellikle Yomut, Tekke ve Göklen boyları gibi Alevi Türkmenleri incelemeyi ihmal etmedi.

Vambery, zorluklar içerisinde geçen ve iki yıl süren Orta Asya gezisini sonunda tamamlamıştı. Trabzon üzerinden tekrar İstanbul’a geldi. Sadece üç saat kaldıktan sonra, Haziran 1864’te yeniden Macaristan’ın yolunu tuttu. Ne var ki, onun Orta Asya ile ilgili çalış­maları ne Macaristan’ın, ne de ona para verip Orta Asya’ya gönderen Macar Bilimler Akademisinin ilgisini çekmişti. Zira akademideki yönetim değişmişti. Vambery, akademinin bilimsel misyonundan çok, politik ve ulusal bir misyonu olduğunu düşünüyordu. Büyük bir şaşkınlık yaşarken, ders vermesi için Royal Geographical Society ta­rafından Londra’ya davet edildi. O da Orta Asya’da topladığı tüm ça­lışmalarını Royal Geographical Society’e ve İngiltere Foreign Officee verdi. Vambery, bu hizmet karşılığında İngiltere ile çok yakın ilişki­ler kurmuştu. Kraliçe Victoria tarafından saraya davet edildi. Ancak Vambery’nin yerinde duracağı yoktu. Almanya’ya ve Fransa’ya gide­rek ünlü oryantalistlerle bağ kurup, çalışmalarını onlarla da paylaştı.

Vambery, elbette Orta Asya çalışmalarını sadece Foreign Office’e ve ünlü oryantalistlere vermekle kalmamıştı. Bu araştırmalardan yola çı­karak, 1865-85 yılları arasında Orta Asya, İran ve Türkiye ile ilgili pek çok makale ve kitap yazdı. Times, Nineteenth Century ve National Re­view gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Almanyada, Münc- hener Allgemeine Zeitung, Unsere Zeit, Avusturya-Macaristan da, Pes­ter Loyd, Neue Freie Presse de, Fransada Reuve des deux Mondes ve Amerikada The Forum, The North American Review gibi yayın organ­larında çeşitli yazıları çıktı. Ayrıca Avrupa’nın değişik yörelerinde yapı­lan pek çok konferansa katıldı. Nitekim Vambery’nin bu küresel şöhreti, Doğu dünyasma olan yoğun ilgisi ve saray karşıtı muhaliflere verdiği destek, Avrupa’yı yakından takip eden Sultan Abdülhamid’in dikkatini çekmişti. Sultan, onu 1880 yılında Yıldız Sarayına davet etti. Sultan Abdülhamid, Vambery’nin İngiltere hesabma çalışan bir casus olduğunu öğrenmişti. Eğer yakın bir dostluk kurulursa, ondan faydalanabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kurt politikacı Sultan Abdülhamid, Avrupa’ya ve­receği bütün mesajları artık Vambery üzerinden gönderiyordu.

Vambery, Sultan Abdülhamid ile görüştükten sonra, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury tarafından tekrar İngiltere’ye davet edilmişti. Artık Türkleri kendisi kadar tanıyan Vambery’ye yapılan bu teklif, şimdiye kadar olanların en heyecanlı siydi. Vambery, İngil­tere ile Osmanlı Devleti arasında resmi arabuluculuk yapması hu­susunda görevlendirilmişti. Artık İstanbul’a döndükten sonra, her istediğinde Sultan Abdülhamid ile görüşebilecekti. Elbette sadece Sultanla değil. Osmanlı muhalif hareketi üyeleri, Siyonizm’in kuru­cusu Theodor Herzl ve Dünya Siyonist Örgütü Başkanı David Wolf- fsohn, onun sürekli ilişki içerisinde olduğu kişilerdi...

Siyonizmin İlk Casusu

Buraya kadar anlatılanlar, Arminius Vambery’nin Macaristan’dan başlayıp Orta Asya’ya uzanan yolculuğunun ‘hikaye’ kısmıydı. Zira onun her türlü tehlikeyi göze alarak çıktığı bu yolculuğun, “şarkiyat­çı” kılıfı altına gizlenmiş bir de gerçekleri vardı. Bir dönem Osmanlı siyasetine damgasını vurmuş bu karanlık sima, bütün riskleri göze alarak Orta Asya’ya yapmış olduğu seyahati gerçekten Türk tarihini ve dilini araştırmak için mi gerçekleştirmişti?

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Arminius Vambery’nin Türk tarihi ve diliyle ilgi kuracağı hiçbir bağı yoktu. Osmanlı coğrafyasına ayak basmadan önce, onu etkileyen ne bir Türk arkadaşı, ne de Türklere ilgi duymasını sağlayan bir hikayesi olmuştu. Dahası, Arminius Vambery ve çağdaşı diğer oryantalistlerin Türk tarihine merak sardı­ğı o dönemde, Türkler ve ‘Türkçülük’ de revaçta değildi. Dolayısıyla Orta Asya gezisinin gerçek nedeni, Türk tarihi ve diliyle ilgili gerek­çeler olamazdı.

Her şeyden önce, Arminius Vambery sıradan bir Yahudi değildi. Tevrat şuuruyla yetişmiş, “Vaat edilmiş topraklarda” bir İsrail dev­letinin kurulacağına inanmış ve Siyonizm’e açık destek veren,(25) dini bütün bir Yahudi’ydi. Öyle ki Filistin’de Yahudilere toprak satışı kar­şılığında Osmanlı’nın dış borçlarını ödeme teklifini yapan Theodor Herzl’i Sultan Abdülhamid’le görüştüren kişi, Vambery’den başkası değildi. Ayrıca kendisini Theodor Herzl ile tanıştıran Dünya Siyonist örgütü Başkanı David Wolffsohn ile de sıkı ilişkileri vardı.

Diğer yandan, Mim Kemal ökenin İngiltere arşivlerinde yapmış olduğu araştırmalar neticesinde tespit ettiği gibi, o aynı zamanda tescilli bir İngiliz ajanıydı. Elbette böyle çok yönlü bir kişiliğe sahip olan birinin, sadece kuru meraktan Türk tarihi ve diline ilgi duyma­sı düşünülemezdi. Zira Vambery, Orta Asya'yı dolaşırken sadece bu ğrafyanın bozkırlarını not etmiyordu. Onun asıl aradığı Türk kavimleri değil, bu bölgede yaşayan Yahudilerdi. Üstelik Orta Asya’ ilgi duyan, bütün ölüm risklerini göze alıp bu bölgeye giden sade/ Vambery de değildi. Siyonistler, Orta Asya’da yaşayan Yahudilerin ulusal bilincini güçlendirmek ve Müslüman topluluklar içerisinde asimilasyona uğramalarını önlemek için, çeşitli dönemlerde o bölge­ye özel görevli kişiler göndermişlerdi.

Orta Asya’ya “Emissar” adı verilen özel görevlilerin gidişi, 1793 yıllarına rastlıyor. Orta Asya Yahudileri, daha çok Özbekistan ve Tacikistan’da bulunan Buhara, Semerkant, Taşkent, Kokand, Fergana ve Duşanbe gibi şehirlerde yaşıyorlardı. Filistin’de kurulacak olan “vaat edilmiş devlet” için insan göçünün elzem olduğu düşünülürse, Rus coğrafyasında yaşayan Yahudi nüfusun önemi büyüktü. Üstelik bu bölgede yaşayan Buhara Yahudilerinin ayrı bir önemi de vardı. Zira Buhara Yahudisi olmak, ‘katıksız’ ve ‘saf’ Yahudi olmak anlamına ge­liyordu. Buhara Yahudileri, ‘diaspora’ sürecinden sonra Yahudiliğin temel esaslarını her zaman yerine getirmiş, Tevrat’ı muhafaza etmiş ve Yahudi kimlik şuurunu güçlü bir biçimde sürdürmeyi başarmışlardı.

Siyonistler, Rus-İngiliz çıkar savaşının en üst düzeyde yaşandığı Orta Asya bölgesine Yahudi ulusal bilincini uyandırmak için ‘Emissarlar’ gönderirken, İngilizler de aynı bölgeye istihbarat akışını sağla­mak üzere “misyoner”, “kaşif” ve “diplomat” adı altında pek çok ajan yollamıştı. Yahudi ulusal bilincini canlı tutabilmek için, Vambery’den önce Buhara ve Semerkant bölgelerine Rabbi Yosef ve Haham Yosef Maimon adındaki “Emissarlar” gitmişti. Bu özel görevlilerin temel amacı, Buhara ve çevresinde yaşayan Yahudi nüfusun dini inançları­nı güçlendirerek, zamanı gelince Filistin’e göç etmelerini sağlamaktı.

Bölgeye gönderilen Emissarlar sayesinde, zengin Yahudilerin Filistin’deki soydaşlarına yardım etmeleri temin edilmiş, cemaat arasında bir İsrail Devleti kurma fikri canlı tutulmuştu. Özellikle Buhara’ya gönderilen Haham Yosef Maimon, buradaki Yahudi ce­maati arasında yarım yüzyıl gibi uzun bir süre kalarak, onların dini ve milli kimliğinin korunması ve geliştirmesi için büyük gayret gös­termiş, Rus Yahudi cemaatleriyle Buhara Yahudileri’ni yakınlaştır­mayı başarmıştı. Emissär Yosef Maimon, ömrünün sonlarına doğru ise, onlara tek bir hedef göstermişti: Bütün Yahudilerin anavatan’ olarak gördüğü Filistin topraklarına göç etmelerini..(26)

Siyonizmin olduğu gibi, İngiltere’nin de Orta Asya coğrafyası üzerinde farklı planlan vardı. Büyük devletlerin birbirlerine karşı hakimiyet mücadelesi verdiği bu dönemde; İngilizler Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişlemesine şiddetle karşıydı. Bu nedenle kozmo­polit bir nüfusa sahip olan Rusya’da, etnik kimlik temelinde bir milli­yetçilik akımı oluşturarak, Rusları kendi iç meseleleriyle baş başa bı­rakmak gerekiyordu. Bu strateji çerçevesinde, Orta Asya’da yaşayan Türkler ve Yahudiler önemli birer kilometre taşlarıydı.

Dolayısıyla planın işleyebilmesi ve istihbarat akışının sağlanma­sı için Ingilizler; Orta Asya bölgesine ‘diplomat’ Charles Stoddart, ‘kaşif Arthur Conolly ve ‘misyoner’ Joseph Wolff isimli ajanlarını göndermişti.(27) Her ne kadar bu kişilerin kullandıkları etiketler dip­lomat, kaşif ve misyoner olsa da, onlar İngiltere devleti adına çalışan kıdemli ajanlardı. Mesela İngilizlerin Buhara’ya gönderdiği üç kişi­den Charles Stoddart ve Arthur Conolly, İngiltere ordusunda görev yapan istihbarat subaylarıydı. Nitekim ikisi de ajan olduğu tespit edi­lince, Buhara’da idam edilmişlerdi.

İngiltere’nin bölgeye gönderdiği üçüncü kişi ise, çok daha ilginçti. Yahudi asıllı Joseph Wolff, sözde bir Hıristiyan misyonerdi. Yahudi olmasına rağmen, Hıristiyanlığı en ince detaylarına kadar biliyordu. Deneyimli bir papazdı. 1821 yılında İngiltere hesabına Doğuya baş­lattığı misyonerlik ziyaretlerinde; Mısır, Sina, Kudüs, Halep, Mezo­potamya, İran, Gürcistan ve Kırım’ı dolaşarak beş yıl sonra yeniden İngiltere’ye dönmüştü. Bu seyahatlerle de yetinmeyen Joseph Wolff, “kayıp İsrail kabilelerini” aramak için 1828 yılında yeniden yollara düştü. Mısır, Yemen, Etiyopya, Malta, Anadolu, Ermenistan, Afga­nistan... Joseph Wolff’un son görevi, Orta Asya bölgesiydi. 1843 yılında geri dönmeyen iki İngiliz casusun akıbetini araştırmak ve istihbarat toplamak için Buhara’ya gitmişti.

Şimdi biz yeniden Arminius Vambery’ye dönelim. Sıcak denizle­re inmemesi için İngilizler tarafından gözetim altında tutulan Rusya, Siyonizm için de büyük öneme sahipti. Zira bu dönemde Rusya topraklarında yaşayan Yahudi nüfusa yönelik baskılar artmıştı. Üstelik Yusuf Basalel’in “Yahudi Tarihi” isimli kitabına göre, bu bölgede ya­şayan beş milyona yakın Yahudi nüfus vardı. Bütün bu veriler göz önüne alındığında, bölgeye gönderilecek en isabetli oryantalist, Ar­minius Vambery’den başkası olamazdı. O da Joseph Wolff gibi hem Yahudi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, hem de Hıristiyanlığı detayla­rıyla bilen deneyimli bir papazdı.

Şüphesiz Vambery’nin bölgeye gitmesinin birden çok nedeni vardı, öncelikli hedef; Rus topraklarında yaşayan Yahudileri Filistin topraklarına göçe ikna etmek ve göç yollarını belirlemekti. Nitekim Vambery’nin Orta Asya gezisinden 1910 yılına gelinceye kadar, böl­geden Filistin topraklarına göç eden Yahudi sayısı iki milyonu aşaçaktı. Bir başka amaç, Rus coğrafyasında yaşayan Türkler arasında bir Türkçülük’ akımı başlatarak, Rusya topraklarında “milliyetçilik dalgası” yaratmaktı. Nitekim bu proje de zamanla hayata geçirilecek 1905 Devrimi’ne karışan ihtilalciler Türkiye’ye kaçarak ‘Türkçülük’ akımının öncüleri olacaktı.

‘Şarkiyatçılık’ adı altında Türk kültür ve ırkına ilgi duyanlar, aynı zamanda Türk muhalif hareketlerini de destekleyip yönlendiren ki­şilerdi. Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle yakın ilişkiler kuran(28) Vambery, Londra’nın karanlık labirentlerinde buluştuğu muhalefet­le birlikte Osmanlı’nın kötü gidişatına çareler(!) arıyordu. Vambery, Yeni Osmanlılar Cemiyeti üyeleriyle ülke meselelerini nasıl konuş­tuklarını ise alaylı bir şekilde şöyle anlatacaktı: “Bu efendilerle ül­kenin toplumsal, siyasal ve dinsel meselelerini saatlerce tartışırdım. Gündüz konuşmalarının havası ılımlı, hatta uykulu gibi olur, fakat akşam üzeri rakı şişeleri heyecanları kabartınca hava canlanırdı. Sa­yın efendilerin gözleri parlar, paşaların eylemlerini ve kusurlarını eleştirmeleri sertleşirdi”(29) Şimdi bütün bunlar göz önüne alındığın­da, Arminius Vambery’nin konağında ilk sohbetleri yaptığı Hüseyin Daim Paşanın ilk darbe girişimine katılması ve Vambery ile arasın­dan su sızmayan Mithat Paşanın da 1876 Darbesinin mimarı olması gerçekten birer tesadüf müydü?

Vambery’nin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle de sıkı ilişkileri var­dı. İngiltere hesabına casusluk yaptığı dönemde, İngiltere hüküme­tinin İttihatçılara destek vermesi için İngiltere Dışişleri Bakanlığına birkaç kez rapor yazmıştı. Ayrıca İttihat ve Terakkinin kurucuların­dan Abdullah Cevdet ile olan yakın dostluğunu bilmeyen yoktu. Öy- leki Abdullah Cevdet, Viyana’da buluştuğu Vambery ve Siyonizmin kurucusu Herzl İkilisine, Sultan Abdülhamide karşı ortak suikast yapma teklifinde bulunacak kadar kendilerine yakınlık duyuyordu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelerek Türklerin ve Arapların İs­lamiyet öncesi kültürleri üzerine çalışan oryantalistlerin, birbirlerini yalandan tanıması ve hemen hepsinin de Yahudi kökenli olmaları el­bette bir tesadüf olamazdı. Osmanlı coğrafyasına “şarkiyatçı” olarak gelen bu özel görevliler, bir yandan Filistin topraklarına yapılacak Yahudi göçlerini organize ederken, diğer yandan da İsrail devletinin kurulabilmesi için Osmanlı İmparatorluğunun altım oymakla meş­guldüler. Nitekim MOSSAD Eski Direktörü ve İsrail Ulusal Güven­lik Kurulu Sekreteri Efraim Halevy, Londra’da 8 Kasım 2009 tarihin­de “İsrail İstihbaratı Tarihi” üzerine yapmış olduğu konuşmasında» Arminius Vambery’nin “Siyonizmin İlk Casusu” olduğunu açıkça itiraf edecekti..

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:143-160

Dipnotlar:

1- Dr. Galip Baldıran, Pierre Lotinin Aziyade’sinde Osmanlı Başkentine Tarihsel Bir Bakış, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi c.17, Sayı:l, s. 23.
2- Prof. Dr. Rıza Filizok,Milli Edebiyat Dönemini, Hazırlayan Tarihi ve Kültürel Olgulara Genel Bir Bakış, www.ege-edebiyat.org.
3- Bernard Lewis, The Pro-îslamic Jews, Islam in History, Chicago 1973, s. 144.
4- Niyazi Berkes, The Development Of Secularizm in Turkey, London 1998, s.314.
5- Jewish Encyclopedia, c.3, s. 492.
6- Cemil Meriç, Cogito, 2002, Sayı: 32, s. 291-313.
7- Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İnge Kitabevi Yayıncı­lık, 1995, s. 124.
8- Encyclopaedia Of The Social Seciences, c.15, s. 225.
9- Mim Kemal Öke, Vambery: Belgelerle Bir Casusun Yaşam Öyküsü, Bilge Yayınları, İstanbul, 1985, s.57.
10- Paul Dumont, La Turquie Dans les Archives du Grand Orient de France, Strasbourg, 1980, s. 171.
11- Irene MelikofF, L’Ordre des Bektachis Apres 1826, TURCICA, 1983, s. 155-178.
12- Eric Hosbawm, Tarih Üzerine, Çev: Osman Akmhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s.9.
13- Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev: Ali Berktay, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 21.
14- Cemil Meriç ile Söyleşi Cogito, sayı: 32, 2002.
15- Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1994, s. 137.
Bölüm Dipnotları 453
j5_ Orhan Gökdemir, Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Gi­riş, Fabrika Dergisi, Aralık, 2005, s. 9.
¡7- Derya Güneyli, Türk Milliyetçiliği, Sosyalist Barikat, Nisan 2000, Sayı: 5.
18- İbrahim Şirin, Osmanlıda Tarihin Anlam Arayışı, Ankara Üniversite­si Osmanlı Tarih araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 11, Ankara, 2000.
19- Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, Haz: Sebahaddin Çağın, İzmir, 1996. s. 32.
20- Münevver Sofuoğlu, Atatürkü Etkileyen Düşünürler ve Kitaplar, ana- lizmerkezi.com, 27.07.2010.
21- Baki Öz, Îttihat-Terakki ve Bektaşiler, Can Yayınları, s.42. Ayrıca ba­kınız: Ebüzziya Tevfık, Yeni Osmanlılar Tarihi, s. 75-76.
22- Abdulhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Fıkraları, Hilmi Kitabevi, İs­tanbul ,1958, s.154.
23- İbnül Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1930, c.II, s. 929.
24- Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitap­ları, İstanbul, 2010, s.78.
25- Tehodor Herrzl, The Complete Diaries of Iheodor Heriz, C.2, 1960, s. 1100.
26- Alanna E. Cooper, Negotiating Identity in the Context of Diaspora, Dispersion and Reunion: The Bukharan Jews and Jewish Peopleood, Co­lumbia University, Basılmamış Doktora Tezi, 2000, s. 285-290.
27- A.g.e, s. 10.
28- Paul Fesch, Constantinople Aux Derniers Jours dAbdülhamid, Paris Librairie des Sciences Politiques et Sociales Marcel Rivière, Paris, 1907, s. 323.
29- Arminius Vambery, Freiheiheitliche Bestrebungen im Moslemischen Asien, Deutsche Rundschau, Berlin 1893, Sayı: 77, s. 64 - 65.
Devamını Oku »

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

İslamı Yıkmak İçin Her Kalıba Giren Yahudi

 

Dönmelerin karargâhında dünyaya geldi. 1883'de. Yirmi bir yaşında yazılara başladı. Mehmed Emîn, Yunus Nadi ile beraber  çalıştı. Yıkıcı ve bölücü fikirlerin kaynaklandığı Selânikte Yahu­diliğin kendisinden beklediği hizmeti ifası yolunda ilerleme sağla­yabilmesi için önce "Türkçülük” akımına girdi. Bunda başarı sağ­laması için ilk önce öz adım gizlemesi ve takma ad kullanması ge­rekiyordu. Bunu da başardı. Yazılarında ilk olarak Tekinalp" adı­nı kullanmaya başladı.

1912'de İstanbul'a geldi. Türkçülerin yanında, Ziya Gökalp'ın beraberinde yer aldı.

İmparatorluğun batmakta olduğunu, ayrılıkçı gruplar karşısın­da Islâma karşı Türkçülerin yanında yer aldı. Bu tavrı da açıkça gösteriyor ki, Türkçülük" hareketi baştan sakat bir fikrî yapıya ve tefekkür kadrosuna istinat etmiş bulunuyordu. 1910'dan vefatına kadar Gökalp'ın yanında bulunmuş, onun devletin hocası olması yolunda ilerlemelerde bulunmasına gayret göstermiş, parçalan­manın çabuklaştırılmasına önayak olmuştur.

Gökalp-Tekinalp beraberliği en çok İttihat ve Terakki içinde meydana gelmiş, neşriyatta müşterek bir yol tutulmuştur, öyle ol­muş ki, Gökalp Diyarbakır'dan Selânik’e geliyor, onu buluyor ve beraberce İstanbul'a geliyorlar. İstanbul'da Türk Yurdu'nda Iktısadiyat mecmuasında. Yeni Mecmua'da ırkçılığa, iktisadiyata ait ya­zıların tesbitinde Tekinalp oldukça İlerleme sağlıyor.

Gökalp’in İttihat ve Terakki içindeki rolü, arkadaşının kolayca hizmet (!) etme imkânlarına kavuşmasına yarıyor.

Yahudi'nin böl ve parçala esasına dayanılarak ortaya atılan ırkçılık, Türkçülük ve Turancılık idealleri etrafında-Türkçülerle Batıcılar anlaşıyor, tek hedef «İslamcılık» kabul ediliyordu. Teki- naip de Masonluk, Siyonistlik, Musevilik gibi akımlardan fayda sağlayabilmek için Türkçü-Ittihatçı ileri gelenlerden istifadeyi iyi beceriyordu. Bunda dış güçlerin de büyük rolü vardı. Hele Siyo­nist düşmanlığım ileri dereceye getiren ve bunu tahtım kaybet­mekle ödeyen Sultan Abdülhamîd Han'a düşman olanlar bu düş­manlıkları hasebiyle her noktaya birleşiyor, din, siyaset ve birlik esasına düşman kesiliyordu.

1914'de 62 sayfalık bir kitabı çıkar. Çıkaran da «Türk Yurdu»kütüphanesidir. Kitabın adı: «Türkler Bu Muharebede Ne Kaza­nabilirler?» şeklindedir. Büyük harbin başında yazıldığından, har­bin neticesi üzerinde fikir yürütmek ister ve en başarılı yolun da «Pan-Türkizm» olduğunu söyler. Ve kitabın başlangıç kısmında şöyle der:

«Bu cerayan layıkıyla genişlemezse Osmanlı türkleri bir müd­detten beri hedef seçtikleri müstakil Türk Medeniyetini pek güç meydana getirebileceklerdir. Esasen yabancı medeniyetlerin bo­yunduruğu altından henüz kurtulamayan, türlü türlü unsurlar için­de yaşayan ve aynı zamanda uğursuz bir tarih devresinden miras olarak kalan iç ve dış bin türlü kargaşa ve fenalıklardan kurtulmaya uğraşmak mecburiyetinde bulunan on iki, on beş milyonluk bir kuvvet başlı başına olarak bu mühim işi beceremez. Müstakil bir Türk Medeniyeti vücuda getirmek için Türkiye'nin dışında yaşa­yan 40-50 milyonluk ırkdaşlarını da ikaz ederek onlarla beraber çalışmak gereklidir."

Tekinalpın bu başlangıç ile Türklerin "yabancı medeniyetlerin boyunduruğu" altında bulunmalarını söylerken esas olarak İslam Medeniyetini hedef alıyor, Türklerin bir ırk olarak İslâmdan uzaklaşmaları ile gerçek hüviyetlerine ve devlet olma vasfına kavuşa­caklarına inanıyordu (!) Bu kitabla Tekinalp gerçek adı ile ortaya çıkmış oluyordu. Çünkü bu kitabta kitabın yazarı olarak şu isim okunuyordu: M.KOHEN. Yani Moiz Kohen...

İşte bu Türkçü ve ittihatçı Tekinalp'ın gerçek adı Moiz Kohen'di. Yanı sapına kadar Selânik Yahudisi idi...

Türkçülükte ileri giderken yanında Halide Edib, dinsiz Dr. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Köprülüzâde Mehmed Fuad ve Mehmed Emin de vardı. Bu zevat da bu kitabın son kısmım Türkçülüğe ait mütalâası ile süslenmiş oluyorlardı.

Yine aynı tarihte yazdığı "Turan" adlı eserinde Türklerin Tu­tu idealinde titreyerek ayılacaklarını yazmıştır. Bunun sonunda da sinelerinde Cengizlerin tahtı kurulmuş olacaktır. Yani açıkça barbar bir Türk kavmi isteniyor. Cengiz'in yolu salık veriliyordu. Kendi Yahudi ırkçılığından soyutlanmış olarak bütün çalışmasını Türkçülük üzerine teksif ederek asrın ırkçılık asrı olduğunu söylü­yor, milleti bölmek için, daha doğrusu Müslümanların ümmet ba­ğım koparmak için bile bile diğer kavimleri de ırkî bağlara sarılma­yı, ırkî ve kavmi grublar teşekkül ettirmeyi plânlıyordu.

İstanbul Dârü’l-Fünûn'unda müderrislik (profesörlük) yaptı. Fikirlerini Türk çocuklarına aşılamaya çalıştı. Sonra harp bitti İm­paratorluk battı, ittihatçılar kaçtı. Anadolu'da başlayan milli kur­tuluş savaşında soluğu Ankara'da aldı. Batıcıların yanında yer aldı. Yahudi sermayesi ile kurulan şirketlerde müdürlük yaptı.

İnkılâba yardıma olmaya çalıştı. Yahudi karakterini taşıdı­ğından Yahudilerin, bilhassa Türkiye'de kalanların Türkleşmesini müdafaa etti. Onlara akıl hocalığı yapmaya kalkıştı. Bu aslında Yahudilerin Türkleşmesini değil, Türkler içinde Yahudiliğin yay­gınlık kazanması gayesini taşıyordu.

İslama karşı milletin milli örf ve aile  hayatına ters ne varsa hepsini Batılılık adına savundu.Bunları açıkça 19'28’de yazdığı 99  sayfalık '  Türkleştirme’’adlı risalesinde müdafaa etti.Artık yerine göre Tekinalp yerine göre de Moiz Kohen imzasını pervasızca kullanıyordu.

Dilin türkçeleşmesini savunurken kendi adının İbranice olduğunu unutur gibi hareket ediyordu.Reformcularla kaynaşması,onun temelde onlara hizmet etmesinden ve İslama olan düşmanlığından ileri geliyordu.

Gökalp ölünce o geri kalanlarla beraberlik kurdu. Her tavrında, her satırında milletimizin  Batı'ya yamanmasını ve intibak et­mesini İleri sürdü.Devlete şekil veren kurtarıcının ilham ve işaretleri ile yol alırken ana dili olan ibranice'den gayrı İngilizce, Fran­sızca, Rumca ve tulyum 4 da yazıyor, fikirlerini ve eserlerini Batı'ya aktarmayı da ihmal etmiyordu. Haliyle Türkiye ile Batı’yı fi­kirleri isti kametinde birleştirmeyi hesaplıyordu. Bu da onun 1936'da 347 sayfalık " Kemalizm" adlı eseri "Tekin Alp" takma adı ile ortaya koymasını gerekli kılıyordu.

Bu kitap Fransızca ve Çekçe de basılmıştır. Burada açıkça Kemalisi inkılapları tahlil ediyor, kin ve nefretini İslama kusuyordu Kitabın bir yerinde şöyle diyordu:

"Kahrolsun Şeriat Hükümeti. Sarığın, festen çok daha tehlike­li olduğunu söylemek gereksizdir. Sarık bir remiz, bir tılsım değil, bir düşmandı. Şeriatın ta kendisiydi. (sh: 104)

İnkılâbın birinci adamı ölünce yerine geçenin yanında yeni bir ruhla çıktı. Nane ruhu gibi bir eser yazdı: "Türk Ruhu", Günaltay ve Köprülü'nün teveccühünü kazandı. 1946’da CHP İstanbul İl Genel Meclis Azâsı oldu. 1950’de bu partiden aday oldu. Dönme Ahmed Emin Yalman'ın "Vatan"ında yazılar yazdı. Cumhuriyet, Son Posta ve Tan uğrak yeri oldu.

Selanik'in Serez livasında doğan bu Yahudi, babası lzak'ın adını taşıyan dönmelere hizmet ederek Eylül 1961‘de ölür.

Kemalist Devrin Çakıl Taşları - Sadık Albayrak

 

 
Devamını Oku »

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

'Din Değil,Kavmiyet Fikri' Bu İdi Ömrünün Zikri

1918’lerde havaîmi şöyle anlatıyordu:

'Altmış, yetmiş senelik tarihi olan eski bir ev içinde büyü­düm. Orda Hamid Bey'i, Şinasiyi, Ziya Paşâ’yı, Sezai Beyi, Kemal'i, hepsini okurduk. Fakat benim çocuk senelerimde bana memleketimin aşkını ve yüksek, asıl şeylerin sevgisini ve kuvvete, zulme karşı kafa tutmanın zevkini öğreten Kemal Bey oklu. Ruhumun üzerindeki en derin izleri ondan gelmiş­tir. Aynı zamanda, şimdiki düşüncemizle, milli edebiyata var­mak için Tanzimat Edebiyatı, biraz dolambaçlı olsa bile, bir şehrâh açmıştır.” (Diyorlar ki, 1334 - Dersaadet, sh: 194)

Dedesi Samı Paşa, babası da ikinci Abdulhamidin Maarif Na­zırlarından Suphi Paşa'dır. Osmanlı cemiyeti içinde yetişmiş, halktan uzak konaklarda büyümüştür. Milliyet fikrini benimseyip müdafaa etmesine rağmen ruhu bütün Tanzimat yetiştirmelerinde olduğu gibi Batı hayranlığı ile doldurulmuş, kendi millî değerle­rinden çok yabancıların esiri bir düşünce takip etmiştir. Daima Leh ve Rus Edebiyatı gibi bir edebiyata sahip olmanın hasretini içinde yaşatmıştır. Bu iki edebiyatın ortaya koyduğu cemiyet hayatı o toplumun üzüntü ve sevinçlerini, toprakları üzerinde ömür süren insanların çilelerini hayranlıkla okuyup öğrenen bu Paşa torunu ve oğlu ne acıdır ki kendi edebiyatı ve memleketinin düşünce hayatı­nı gerçek olarak duyamamıştır. Çünkü ne onun hayran kaldığı Tanzimat bu ruhu verebilmiş ve ne de Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde bizzat kavgasını verdiği Türkçülüğün ocak ve bucak­ları...

O ömrü boyunca şu soruyu kendi kendine sormuş: "Ne vakit kendi kendimizle karşı karşıya gelecek, kendi mazimize, ken­di dünyamız, kendi rüyalarımız ve kendi ruhumuzla karşıla­şacağız! " ve fakat hiç bir zaman da cevabını alamamıştır. Kendisi de verememiştir. Onda birleşen ve hüzün haline gelen bu daimi hasretin dinmesi mümkün olamazdı. Çünkü o "Şarkın muhafa­zakârlığı" ndan dert yanıyordu. Ona göre Şark, yani Doğu mede­niyet ve kültürü "millî sanatlarımızı, her biri ayrı ayrı bir değer olan millî sanatlarımızı bu muhafazakârlık öldürdü. Ticareti­mizi o öldürdü. Hükümetimizi o çürüttü. Ailemizi o kurutup solduruyor. Maarifimizin de en müzmin derdi yine ondan iba­rettir. Buna ve şimdiye kadar bütün söylediklerimize binaen maarifimize genel bir istikamet veriyoruz: Garba doğru, yani r garp usûllerine ve bilhassa garplılık ruhuna doğru." (Dağyolu, c. 2,1931, sh: 139).

Garplılık ruhuna doğru koşmaya kadar gelen ve doğuyu "mu­hafazakâr” sayan bu "Ocakçı" Hamdullah Suphî (Tarınöver)’den başkası değildir.

Hamdullah Suphî Tanzimat'ı bir dev'e benzetiyor, hem istek­leri ve mücadeleleri doğrultusunda kurulan yeni Türkiye Cumhu-riyeti'nde garpçılık hayranlığı öne sürüyordu. Muhalifler, kurduk­ları mekteplerin ortada bu hal ile kalması memleket için bir kurtu­luş olamıyacağı fikrini ileri sürerken, onlar kaynaklandıktan Batı’ya tâ 1839'dan itibaren bir kara-sevdalı gibi gönülden bağlan­mışlardı. Bu devirde kimler yetişmişse Hamdullah Suphi'ye göre birer dev idiler. Elbette dev bir Tanzimat, fikir ve sanatta da dev adamlar yetiştirecekti: "Tanzimat devri, devlerin yetiştiği bir de­virdir İlimde, sanatta, idarede ve edebiyatta kendini gösteren feyzi cidden hayrete lâyıktır. Namık Kemal'in Abdülhak Ha-mid’in, Şinasinin, Ekrem Bey'in, Sezai Bey'in edebiyatta temsil ettikleri bu büyük birlik karşısında insan düşündükçe heyecan du­yar ve üzülür. Tanzimat devri uzun ve kıştan sonra coşan, fışkıran bir bahar halindedir."

Bu coşan ve fışkıran devrin sözcüsü olanların, gevşek, uyuşuk ve bir diğer ortaya koyamamazlıkları hem İkinci Meşrutiyette ve hem Cumhuriyette kendini göstermiştir. Ve bunun cezasını da bu­günün devleti ve onun ahalisi çekmiştir. Ve çekmektedir. Bunun böyle olacağı belli idi. Hep yenilik, hep ilerilik adına sözler söylen­miş, kabuk değiştirir gibi bütün Doğu milletlerinin hayatlarının şe­kilden şekile sokulmasına çalışılmıştır.

Hamdullah Suphi hem doğuyu muhafazakâr sayar ve bizi don­durduğunu söyler, hem de başka durum ve şartlarda doğunun Türk'e muhtaç olduğunu söyler ve İran ve Arabistan'a gerçek şah­siyeti Türklerin verdiğini söyler. Böylece Hamdullah Suphi ne do­ğulu ve ne de batılı olmuş oluyordu.

Hamdullah Suphî 1885'de İstanbul'da Saraçhane'de Aksaraya inen Horhor caddesi üzerindeki konakta dünyaya gelmiştir. Baba­sı genç yaşta ölmüştü. Annesi bir çerkez kızı idi. Çocuk Hamdullah Suphi, ne acıdır ki sonradan karşı geleceği Sultan Abdülhamid'in emriyle, parasız yatılı olarak Galatasaray Sultanisine girer ve bu­rayı bitirir. Ve on beş yaşında iken yazdığı bir şiirde Abdülhamid kafasındaki şekle göre anlatır:

"Belinde kabza-i Osman, elinde bir Kur'an"

"Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan."

Tanzimat'ın ve o devrin edebiyatçılarının yetiştirdiği Hamdul­lah Suphi başta Dârül-Fünûn olmak üzere çeşitli mekteblerde ho­calık eder.

Bir taraftan hocalık ediyor, diğer taraftan da yazıyor, konfe­ranslar tertib ediyordu.

Batıya dönük, halkçı, uygar ve milliyetçi bir kuruluş olarak or­taya çıkan ve 1911'de kurulup 1912'de resmen faaliyete geçen Türk Ocağı'nda yerini bulur. Artık bundan sonra Türk Ocağı ile Hamdullah Suphi'nin adlan bir ikiz kardeş gibi yollarına devam ederler.

Türk Yurdu" mecmuası bu ocak tarafından çıkartılır. Bu mec­muada milliyetçilik ve batıcılık hakkındaki görüşlerini yazar. Bu arada güzel bir hitabete malik olduğundan konferanslardan da geri kalmaz.

Meşrutiyet devrinde Mebus olur. Sonra Kurtuluş Savaşı İçin­de kurtancıların yanında yer alır. İlk TBMM üyesi olur. Bu meclis­te cereyan eden kavgalara katılır. İlk olarak burada devrin liderine baş kaldırma cesaretini gösterir. Ama aralarında pek bir değişik düşünce farkı olmadığı için, sonradan Maarif Vekili olur.

Kurduğu "Türk Ocakları "nın tek hedeflerinin inkılâbın bekçi­liğini yapmak olduğunu söyler dururdu.

Zamanla koyu Türkçülükten kurtulur, daha bir genişlik kaza­nır. Çünkü devrin karakteri değişmiş, öyle müsamahalı bir Os­manlı devri ortada kalmamıştı. Adam şöyle bir yan çizse "milliyet­çilik "ten soluğu ya dar ağacında veya yurt dışında alırdı.

Aradan iki devir geçmiş, Türk Ocakları yoluna devam etmiş­tir. Ama Halk Fırkası devletin tek partisi durumuna gelmiş, başka bir rakip tanımıyordu. Hele "muvazaa" partisi şeklinde kurdurulan partilerin halk efkarında gördüğü engin itibar Halk Fırkası men­suplarım ürkütmüştü. Türk Ocakları da siyasi bir karakter arz et­mediği halde rejim için ve Cumhuriyet Halk Fırkası için tehlikeli görüldüğünden ve bilhassa Rusya'daki Türklerle fazla ilgilenme­sinden kuruluşundan 20 yıl sonra 1931 'de kapatılır. Bu kapatma iş­lemi en çok Hamdullah Suphfyi üzer. Ama bu gerekli idi. Çünkü ocakların içini, kurulan idarenin gidişinden memnun olmayan "gayri memnunlar" doldurmuştu. 10 Mayıs 1949da aradan 18 se­ne geçtikten sonra yine açılmıştı. Türk Ocakları ama artık fonksi-

 

yonunu kaybetmişti. Şartlar değişmiş, siyasî hava daha değişik bir karakter ara etmeye başlamıştı. Yalnız açılış Hamdullah Suphi'yi memnun etmişti. O selis konuşması ile açılışta inciler döktürmüş­tü, ama bir fayda sağlamadı.

Zaten daha 1921 yılı başlarında Millî Eğitim Bakam olmuş ve bu hakanlık on ay kadar sürmüştür. Maarifte yaptığı icraatlar beğenilmediği için istifa etmiştir. Bunda en açık ihtilaf da bu Antalya Mebusu ile Burdur Mebusu Mehmet Akif arasında görülmüştür. Zirâ Hamdullah Suphi, Akif için "Kendileri milliyetperverliğin daima aleyhinde enfes şiirler yazmışlardır." diye kürsüden tenkidi ile Akif de "Ben Kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet değil..." demesi üzerine "Evet kavmiyet aleyhinde...” şeklinde karşılık ver­miştir. Bu kısa muhavereden sonra Hamdullah Suphi istifa eder.

O eğitimde yenilik isterdi. Eskiyi beğenmezdi. Aldığı eski ter­biyeyi de şöyle izah ederdi:

"Eski terbiye içimizde yaşasa idi -çünkü büyükler karşı­sında susmak esastır- bu terbiye aramızda devam etseydi, memleketimizde Cumhuriyet olmazdı."

Ama bu Cumhuriyet onu, ocakların kapatılması üzerine yıkı­lan dünyasını unutmak üzere, 1931 Mayıs'ında Bükreş'e birinci sı­nıf elçi tayin eder. Sonra döner, 1946'da CHP'den mebus olur.

"Dağyolu” ve "Günebakan"ın yazan daha uzun devreler hayat sürer, ona göre öz dil mabede girmeli, inkılâblara karşı bir hareket ruhları isyan ettirmelidir. Bu, Hamdullah Suphi nihayet 1957ye kadar mebuslukta bulunur ve 1966'da "milliyetçi" duygulan ile Horhordaki köşkünde hayata veda eder.

Türk Ocakları'nın babası bu dünyadan göç ettiysede ilk devrin kanunlarının yapıldığı devrelerde söylediği sözler onun tamamı tamamına bu reforma ve yeni şekle uyduğunu bugün bile bütün tazeliği ile ifade etmektedir:

1924 Ekim’inde "Akşam" gazetesi onunla bir mülâkatta bulu­nur Türk Ocakları hakkında. Burada aynen şöyle der:

 

"Türk Ocakları dini bir cemiyet yerine bir millet koymak, yalnız "erkek” özerine kurulu eksik bir hayat yerine «erkek ve kadın» özerine bina edilmiş tam bir hayat kurmak, Türk mille­tini İslâmî ve Asyaî medeniyetten hayat! ve beşeri bir medeni­yet olan Batı medeniyetine doğru çekmek, maverai ve uhrevi bir felsefeden doğan bir feragatle hayattan bezen bir nesle ha­yal aşkını, hayat hırsını aşılamak... İslâm medeniyetinin bir özelliğinden İbaret olan Türk üslûbları ancak bugüne göre çok derin bir değişiklik ve seçime uğramadan aramızda yaşaya­maz. Her adımda İslâmî mefhumlardan doğan dünkü medeni­yetimizin hayatı ve galip bir medeniyet karşısında baştan başa mağlub olduğunu ve yere serildiğini görüyoruz. Türk Ocağı sanat sahasında maziye bir «kök» olarak kıymet vermiştir. Fakat bugün ruhumuz başka bir zemine daldığı İçin yeni bir yaprak, yeni bir çiçek vermek mecburiyetindedir.»

«Türk Ocağı hiç bir zaman «maveraî -fizik ve tabiat ötesi-» emeller üzerine gözünü dikerek hiç bir zaman vaktini israf ile geçirmedi. Ocak ruhu ile dolan bir gencin hayata bir bakışı vardır ki bir çok bedbinler, me'yûslar ve ruhları boşalmış olan İnsanlar karşısında bunlar, hayata bir vazife ile bağlanmış misyoner ruhlu insanlar gibi kalır.»

0 gün bugündür. Ocaklı ruhu böyle devam etmiş ve, fakat umulan ve uğrunda çok kanlar akıtılan yeni hayatta ne bir çiçek ve ne de bir yaprak açmıştır.

Hamdullah Suphi de bu hazan içinde kavgasını vermiştir.

 

Sadık Albayrak - Kemalist Devrin Çakıl Taşları
Devamını Oku »

Kemalist Ulus İnşa Süreci

Kemalist Ulus İnşa SüreciKemalist ulus inşa sürecinde, Osmanlı imparatorluk masla­hatlarına göre teşekkül etmiş Islâmcılık ve Türkçülük tarihin çöp sepetine atılırken, yerlerine, yeni ferdî ve kolektif kimliğin belirleyicileri olarak milliyetçilik ve medeniyetçilik esasları ika­me edilmiştir. Safa’nın da tespit ettiği gibi, tüm Kemalist re­formlar bu iki önermeden doğmuştur. Millî hakimiyetin tesisi ve Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu, saltanat ve hilafetin ilga­sı, millî iktisat siyaseti, Türk tarihinin Orta Asya kökenine uza­tılması ve Osmanlı-İslâm geçmişinin dışlanması, Güneş-Dil Te­orisi, Soyadı Kanunu, ezanın Türkçeleştirilmesi vb. adımların tümü, Kemalist ulusçuluk ilkesinden kaynaklanmıştır.

Medeniyetçilik şiarından türeyen Kemalist reformlar ise la­ikleştirmeye ilişkindi: Şeyhülislâmlığın kaldırılması, dinî mah­kemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, dinî mev­zuatın yerine batılı kanunların ikamesi, çok evliliğin kaldırıl­ması, şapkanın millî başlık olarak kabulü, alaturka müziğin öğretilmesi ve çalınmasının yasaklanması, opera, bale, çok ses­li müzik, Batı tipi resim ve Mustafa Kemalin heykellerinin di­kilmesinin teşviki, Hıristiyan takviminin kabulü ve Batı giyi­minin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi. Medeniyetçiliği Batıcılıkla, medeniyeti Batıyla özdeşleştiren Kemalist çağdaş­laşma projesi, İslâm’dan ve İslâmîleşmiş kültürden arındırıl­mış yeni ulusal Türk insanını, yeni Türk ulusçuluğu vasıtasıy­la Batı/Hıristiyan enternasyonali içine yerleştirmiştir.

Kemalist çağdaşlaşma projesinin ana amacı, evrensel geliş­me modeli olarak algılanan Batı gelişme modelinin monolitik kavranışı ekseninde “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak ifade edilmiştir. Kemalist ulusçular için tek bir gelişme modeli vardı; çünkü gelişme potansiyeline sahip olan tek bir toplumsal-siyasi sistem bulunmaktaydı. Bu gelişme modelinin adı "Batılılaşmaktı". “Batı,” Kemalist çizgi için, her türlü çeliş­kiden arınmış, “moral” problemleri çözmüş, “insanlık durumu”nun mümkün olan en iyi formu, “tarihin sonu”ydu. Ke­malist çağdaşlaşma projesi, klasik oryantalizmin self-kolonizasyona dayalı bir adaptasyonudur.

Aydınlanma felsefesinin Avrupa merkezli karakteri, “iyi” Batı, “kötü" Doğu ikiliğini siyasî düzeye taşıyarak sömürgeciliğe bir meşruiyet temeli sağlamıştı. Kemalistler de bu meşruiyet zemi­nine yaslanarak, “beyaz adam”ın yükünü omuzlamış ve Cum­huriyetle birlikte nesnesini “halk”, öznesini “Kemalist aydınlan­mışların oluşturduğu bir self-kolonizasyonla, yeni baştan bir toplum “yaratma” ameliyesine girişmişlerdir. Doğu toplumlarını, değişimi kendi iç dinamikleriyle üretmesi imkânsız, bu yüz­den daha “iyiye,” dolayısıyla “ilerlemeye” kapalı, statik ve irras­yonel olarak tasvir eden bu yaklaşım, Osmanlı özelinde, bu du­rumdan İslâm’ı sorumlu tutuyordu. Bu yüzden, resmî din ola­rak Hıristiyanlığın kabulü bile “Kemalist ulusçu seçkinlerin” çözüm portföyünde yer almaktaydı. Batı, bu “zayıf tarihsellik” durumunu,giderebilecek tek değişim aktörü olarak kendisini görürken, Kemalist uygulamada, doğrudan “Batı”nın yerini, Ke­malist yönetici sınıfın temsil ettiği “vekaleten” Batı almıştır.

Gelişmeye engel İslâm anlayışı, Kemalist geleneğin laik “ref­lekslerine” paralellik arz etmiştir. “Kendi cemaati içinde kültür olarak îslâmın ‘baskıcı’ kayıtlarından kişiyi azade kılarak” ye­ni bir “ulusal insan” oluşturmayı hedefleyen Kemalist laiklik, dinin, hem siyasî hem de sosyal görünürlüğünü “sıfırlayarak,” onu “vicdanlar” ve “mabetlere” sıkıştırmış; sıkıştırmanın nes­nesi konumundaki dini de yine kendisi şekillendirmeye çalış­mıştır. Dinin bu total “özelleştirilmesi”, Kemalist Türkiye’ye pozitivist bir anıtkabir görüntüsü vermiştir.

Dinin sosyo-politikalarından kovulmasıyla doğan boşluk, din alarak algılanan “milliyet duygusu” ile doldurulmaya çalışıl­ma dinî-hanedanî siyasî-kültürel sistemin yerini cumhurî-laik sistem almıştır. Buradaki “cumhurilik” reel değil, sembolik bir mahiyet taşımış, görünür meşruiyete zemin sağlamıştır.

Hiç şüphesiz, Kemalist seçkinlerin kökendeki meşruiyetlerini Millî Mücadeledeki konumları sağlamıştır. Mustafa Kemal Pa­şa ve “kadrosu”, Millî Mücadelede cumhurî-laik duruşun tam tersi olan “sultanî-dinî” bir duruşu, taktik gereklerle benimse­miş, iktidar zeminini sağlamlaştırdıkça da, stratejik yönelimin açılımlarını kuvveden fiile çıkarmışlardır.

Millî Mücadele sonucunda siyasî bağımsızlığın sağlanmasını, sosyopolitik, kültürel ve ekonomik “ıslahat” tedbirleri izlemiş, zedelenen kolektif onuru iade edebilmek için yeni, kendine has bir “ulusal kimlik” inşasına girişilmiştir. Millî Mücadele ve cumhuriyetin ilam (siyasî bağımsızlık), ulus devlet ve laikleşti­rici reformlar (çağdaşlaşma/Batılılaşma) ve yeni etno-seküler ulusal Türk adamı (yeni ulusal kolektif kimlik), Kemalist ulus inşa sürecine damgasını vurmuştur. Türk ırkının kök ırk ilan edilmesi, böylece bütün dillere ve medeniyetlere Tûrklerin ebe­lik ettiğinin kabulü ile Türkiye’nin Batılılaşma çabalarının “öze dönüş” olarak nitelenmesi, Kemalist yönetici sınıfın muhtemel kimlik buhranını gidermeye dönük adımları oluşturmuştur.

Dinî bir toplumun ulusal bir topluma dönüştürülmesi, üm­met tahayyülünün yerini ulus tahayyülünün alması, sadakat merciinin din ve ümmetten, ulusçuluk ve ulusa yönelmesi, Ke­malist toplum projesinin temelidir. Bu projede halk, çatışmasız, uyumlu bir kitle olarak tanımlanmış, dolayısıyla “apolitik* bir kavrama dönüştürülmüştür. Toplumsal farklılıklar, ulusal ce­maatin bütünlüğüne bir tehdit olarak algılandığı için, “dirlik ve birlik” işinde engel olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Onuncu yılını kutladığında “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” oluşturmakla övünen tek parti Kemalizminin dinî ve etnik farklılıkların, devlerin “teşhis ve tanıma” ihtiyacı dışında, varlı­ğını kabul etmesi söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Köker, haklı olarak, Kemalizmin eylemde olmasa bile söylem seviyesinde toplumu tepeden tırnağa dönüştürme tasavvuruna sahip olduğu Kin, totaliter bir mahiyet arz ettiğini belirtir.

Millî siyaseti benimseyerek, ilgilerini kendi mülkî sınırlarıyla sınırlayan Kemalist ulusçuluk, devleti kurtarma işinde Os­manlıcılık. İslamcılık ve pan-Tûrkçûlükten oluşan üç tarz-ı si­yaseti reddetmiştir. Türkiye Türklüğü, Kemalist ulusçuluk tahavvülünün sınırlarını çizmiştir. Böylece Kemalist ulusçuluk, dış politikada, kendi ayaklan üzerinde durmaya çalışan, yayıl­macılık karşıtı, içe dönük, hatta büzülmeci, ilgileri Misak-ı Millî sınırlarını bile tamamiyle kuşatmayan bir çizgi sunmuş­tur. Siyasi pan-Türkçü hareketler desteklenmediği gibi, bunla­rın Türkiye içindeki faaliyetleri de hukukî koğuşturmalara ko­nu yapılmış, dış Türkler, “uzak kuzenler” olarak yalnızca kül­türel bir ilginin konusu olmuştur.

Tüm ulusçuluklar gibi, Kemalist ulusçuluk da hem siyasî hem de etnik bileşenler içermiştir. Millî seciye teorisini veri olarak alan, bilimsel ırkçılığın sosyopolitik yansımalarından olan öjenik eğilimleri resmileştiren, ırkî süreklilik teziyle Ana­dolu halklarının dünü ve bugününü Türkleştiren, vatandaşlık­la milliyeti önce birbirinden ayırıp, sonra vatandaşlık hakları­nın fiili kullanımını milliyet bağına irca eden, özümseme ve medenileştirme politikalarına etnisizmi ikiz kılan, Türk ulusu kavramını Türk etnikligi ekseninde tanımlayan Kemalist ulus­çuluk, böylece siyasî-hukukî (seküler) boyutuyla etnik boyutu arasında sürekli bir gerilim ham oluşturmuştur.

Son tahlilde, Kemalist ulusçuluğun etnik boyutu, seküler (siyasî-hukukî) boyutu karşısında araçsal bir işleve sahip ol­muş, bu durum etnisizmden ırkçılığa kayışı engellemiştir. Çünkü, Kemalist ulusçuluk, Batının “büyüleyici” dünyası karşısında hissedilen onulmaz bir aşağılık kompleksinin tah­rik ettiği, misyoner heyecanlarına dayalı bir medeniyetçilik iradesidir. Bu iradenin temelini, dine karşıt laiklik anlayışı

olunurmuş, ulusçuluk bu sürecin gereklerine göre şekillenmişş ve ferdî ve kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif ek­sende konumlanmıştır. Yeni Türk adamının ulusal bilinci, K'emalizminpozitivist bilim akidesine uygun olarak, hem dindışı hem de dine karşı olarak kurgulanmıştır. “Hayattaki her şey için” “müspet ilimleri” kılavuz eden bu kaba bilimci­lik, kolektif bilinç düzeyinde çok yoğun bir duygu ve heye­can açığı meydana getirmiş, bu “açıktan” kaynaklanan “ras­yonel” olanı “nasyonel” hale getirme ihtiyacı, etnik temaların Kemalist ulusçuluğun yapısal bir parçası haline gelmesine yol açmıştır.

Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirle­me çabasında, Kemalizm, ırkı, kurucu bir unsur olarak kul­lanmıştır. Ancak bu, hiçbir zaman sistematik ırkçılık şekline bürünmemiştir. Gerçekten de, ırkçılığın, resmî bir politikaya dönüşmesi için, yaslanabileceği antropolojik ve felsefî bir gele­neğe ihtiyacı vardır; Türkiye’de ise ırkçı gelenek böyle bir po­litikayı besleyebilecek güce hiçbir zaman ulaşamamıştır. İmpa­ratorluğun “ırkçı” bir manevra alanına sahip olmayışı da bun­da etkili olmuştur. Kaldı ki, totaliter bir ideoloji olarak ırkçılı­ğın sistematik bir devlet politikasına dönüşmesi, vatandaşları­nın gündelik hayatını dahi kontrol altında tutabilecek ve de­netleyebilecek çok güçlü bir devlet cihazının varlığını gerekli kılar ki, Kemalist devlet bunu istemekle birlikte, uygulayacak güce sahip olmadığı için, mesela, kadın giyimi konusunda ya­sal bir düzenleme yapma cesaretini dahi gösterememiş, İdarî uygulamalardan medet ummuştur.

Kemalist Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı veçhesin­de, Türk ulusal cemaati -ironik de olsa Türk ulusu bir cemaat olarak kurgulanmıştır- Türk etnisi bağlamında tanımlanmıştır. Anadolu halklarının Türklüğü tezi, buna “bilimsel” destek sağlamak amacıyla geliştirilmiş, böylece asimilasyon politikalarını mümkün kılacak şekilde ulusal "biz”in tanımı, etnik niteligine rağmen, genişletilmiştir. Millî Mücadele döneminde, bütün Müslüman etnik unsurları, etnik kimliklerini ikrar ede­rek barındıran şemsiye bir kavram olarak kullanılan Türklük, Cumhuriyetten sonra giderek bu anlamını yitirmiş, sonunda söylem düzeyinde ,gayri Türk etnik unsurların varlığını red-deden, gayrimüslim azınlıkları, özellikle de Yahudileri, Lozan Anlaşmasının azınlık haklarının korunmasına ilişkin hüküm­lerine uymasa da, asimilasyon yoluyla Türklük akidesine bağ­lanmaları şartıyla kapsamı içine alan bir niteliğe bürünmüştür. Asimilasyonun kabul görmediği durumlarda ise etnisist politi­kalar devreye sokulmuş, tüm tek parti dönemi, asimilasyon- etnisizm sarkacında vatandaşlık-Türklük gerilimine sahne ol­muştur.

Türk ulusunun Türk etnisi ekseninde tanımlanması, etnik farklılıkları doğrudan ulusal farklılıklara dönüştürdüğü için, etnik farklılıkların telaffuzu bir tabu haline gelmiş, mesela,’’Kürt” kelimesinin telaffuz edilmesi, Türkiye’de ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren resmî söylemde “spontane meşruiyet-” kazanabilmiştir. Kemalist ulusçuluğun etnik- soya dayalı veçhesi, ulus inşa sürecini, ortak soy ve ırkî sürek­lilik fikrinin belirlediği etnik bir projeye dönüştürmüştür. Ulusal kimliğin bu etno-seküler belirlenişi, kültürel kimliği etnik kimlikle aynileştirmiştir. Anadili Arapça ya da Kürtçe olanların, tanımsal olarak öz Türk kapsamı içinde düşünül­mesi, ortak soy fikrine dayalı etnokültürel özdeşleştirmenin bir işaretidir.

Kemalist Türk ulusal kimliğinin bileşenleri arasında tam bir uyumdan bahsedilemez. Açıktır ki, soya dayalı Türklük tanı­mı siyasî-hukukî nitelik arz eden cumhuriyetçi Türklük tanı­mıyla uyuşmaz. Bu ikisinin de, Millî Mücadele dönemine esas oluşturan dinî tanıma dayalı şemsiye Türklük tanımıyla bağ­daşamayacağı açıktır- Keza, dil, kültür ya da ülkü açısından intisapları şüpbeli olan Türk vatandaşlarının Türk kavramı içinde mütalaa edilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Kemalist ideolojiye bağlılık Türklüğün önşartları içine girmekte­dir. Soy bakımından Türk olduğu düşünülen birisi, eğer Cum­huriyetçi ülküye sadık değilse Türklüğünü yitirme durumun­da kalacağı gibi, vatandaşlık haklarının askıya alınmasıyla da karşılaşabilir. Bu çıkarımlar çoğaltılabilir.

Belirtilen kısıtlarla Kemalist “biz” kapsamının gayri Türk Müslüman unsurlarla, gayrimüslim azınlıkları içine alacak şe­kilde genişlemesi, medenileşme iradesini esas alan, asimilas­yonu da bunun aracı kılan bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak söz konusu Türkleştirme politikalarına muhatap olan grupların ayak diremesi halinde, devreye etnisist politikalar girmiş, bu durum karşı ulusçuluk bilincinin gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur.

Türk ulusal kimliğinin tarihsel evriminde, nihaî olarak orta­ya çıkan Kemalist Türk tanımı şu olmuştur: “Kâmil”, “hakikî” ya da “öz” Türk, Türkçe konuşan, Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürüne bağlı, Cumhuriyetçi ülküyü benimseyen ve Türk soylu olandır. Bu Türklük karinelerinden herhangi birin­de eksiği olanların bunu telafi etmesi, “yarım vatandaşlık”tan, “misafirlik”ten ve “kanun-u esasî Türklüğü”nden kurtulmaları için şarttır. Türkçe’nin sadece resmî değil, aynı zamanda ana­dil olarak kabul edilmesi, yeni rejimin vazettiği cumhuriyetçi ülkünün ve Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürünün benim­senmesi, ırkî anlık ve güçlülüğün kazanılması, önerilen telafi edici araçlardır.

1924 Anayasasının 88. maddesi üzerinde görüşülürken Celal Nuri (İleri) Türklüğün vasıflarını şöyle tanımlamıştı: bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyyül mezhep, Türkçe konuşur bir zat” tır. Kemalist ulusçuluk bu tanımı kategorik olarak reddetmemiş, ancak “Müslüman, Ha­nefiyyül mezhep” nitelemelerinin içini boşaltarak, “devlet-i ebed müddet” düşüncesinin biçimlendirdiği, ittihat ve Terakki’ninoportünizminebenzer bir ‘’siyasi maslahat alanı’’ oluştumuştur.

 

Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,

 

Devamını Oku »