Kapitalizme Karşı İslami Hayat



Batı medeniyeti, modernizm, Aydınlanma önemli iddialarla kendi toplumunu dönüştürdü. Bir kere modernizmi ya da Aydınlanma değerlerini devrim olarak algılamamak gerekir; başta teolojik olmak üzere din – devlet ilişkileri esasına dayalı iktidar biçimi Batı toplumlarında çıkmaza girdi. Hristiyan değerleriyle İslam toplumlarını geçmenin, aşmanın imkan dahilinde olmadığı ortaya çıktı. Üstelik Gazali sonrasında İslam aleminin en parlak döneminin kurulması, Batının, kıta Avrupası’na sıkışması, çıkmak için Haçlı Seferleri’ne sarılması, Türklerin Haçlıları geldikleri yere göndermeleri, Batılıların en başta din anlayışlarını sorgulamalarına itti.

Klasik Hristiyanlıktaki Kilise etkisi en aza indirilirken varlık felsefesi, aleme bakış, doğa ve Tanrı-insan ilişkileri yeniden tanımlandı. Batı medeniyeti kıstırıldığı Avrupa coğrafyasından çıkabilmek için “küfrü gavurluğa” kadar götürdü.

Terakki için, bilimin tüm sınırlarını aştılar, doğayı yani Tanrısal olanı hükümranlıklarına almaya yöneldiler... ve elbette emperyalizm... Batı medeniyetini İslam toplumlarının üzerine sömürgecilikleri çıkarır. Ne kadar bilimde ilerleme, teknolojik gelişim olursa olsun Batı medeniyeti kapsayıcı bir sistem kuramazdı, başta Amerika’nın keşfedilmesi, altın, gümüş akışı Avrupa insanını medeniyet seviyesini belirleyecek duruma getirdi.

İslam’ın buna cevabı sadece savunma oldu. Çünkü Modernizm bir ideoloji İslam ise bir din idi; Hristiyan yoğun Ortaçağ’da, Yeniçağ’da, İslam öndeydi. Terakki kavramı, pozitivizm, rasyonalizm İslam düşüncesini sıkıştırdı...

Müslümanlar tedafüi mantıkla, sadece kendilerini sorgulamaya hatta suçlamaya başladılar. Batı medeniyetine güç yetiremeyince, pozitivizmin, rasyonalizmin, bilim-teknolojinin karşısında kendi geleneğini, Müslümanları, tarihi birikimi suçlamaya başladı.

Öncelikle tevekkül, bidat, hurafe üzerinden İslam itikadı, çalışmama, miskinlik üzerinden tarihi birikim, tarikat-tasavvuf, klasik kurumlar, hukuk üzerinden gaza-fetih anlayışı sorgulanmaya başlandı.

Suçlu Batı medeniyeti değildi hatta onlar “aynen bir Müslüman gibi yaşıyor”du. Çalışkanlığıyla, dürüstlüğüyle, gayretiyle Batı insanı üste çıkmıştı. Fakat burada emperyalizm, kapitalizm dikkate alınmadı; kâr temerküzü, sömürgecilik, faiz, sanayileşme, gayrı insani çalışma koşulları... bu ortamda sorgulanmadı. Bunların İslam’a ne kadar uyabileceği tartışılmadı, toplu katliamlara varan savaşların, ölüm makinelerinin İslam, varoluş karşısındaki meşruiyeti üzerinde durulmadı.

Kalkınma, yükselme, ilerleme, sanayileşme, teknoloji üretme bugün bile hala çok canlı... Ama mesela dönemi itibariyle Osmanlı devlet adamı zor durumdayken bile bize özgü devlet anlayışını değiştirmedi.

Biz Türkler, Osmanlı eliyle kapitalizmi 400 yıl gerileten bir İslami nizam kurduk, bu nizam bilindik manada pek çok İslamcının Fransız medeniyet anlayışından devşirerek söylediği gibi medeniyet değildi...

Osmanlı sisteminde feodalizme geçit verilmedi, devlet “kul hakkı” yemekten imtina etti, kimsenin para, toprak, güç toplamasına izin vermedi. Modernitenin gelişi, Sanayi İnkılabı sonrasında da yine bu tavrını devam ettirdi, yine toprağın, sanayinin, imalathanelerin, ticaretin bir kaç kişi veya ailenin eline geçmesine, köylünün topraksız kalmasına müsaade etmedi. Dolayısıyla bir yandan düşünürlerimiz uygulamanın tam tersi fikirleri serdederken devlet adamları klasik kapitalizm dışı nizamı en azından ellerinden geldiğince sürdürdü.

İslam alemi kendini kapitalist, modernist olamamakla savunurken esasında daha derinlerde klasik düzen akmaya devam etti. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki tüm müdahalelere rağmen milletin uhdesinde Malazgirt sonrası kurduğumuz nizam ve anlayış akmaya devam etti.

Birileri milli ekonomi adı altında kapitalistleştirilirken, milli eğitim, milli savunma adı altında 1000 yıllık omurgamız çökertilirken, İslam düşüncesine, Türk düşüncesine eşlik eden fikir adamları modernitenin tezlerini medeniyet başlığı altında savunurken millet bağında bizi biz yapan değerler sürdü.

Modernizm öncelikle gündelik hayatı değiştirdi, bugün Müslümanlar 20. yüzyılın başında da canlı olageldiği gibi hayat algılarını, felsefelerini, gündelik hayatlarını dönüştürmenin eşiğinde. Neoliberalizm dünya sisteminin paylaşımına Müslümanları da katarak bu değişimi gerçekleştirme imkanı verdi.

Bugün Müslümanlar modern dünyaya cevabı gündelik hayatlarını modernize ederek veriyor! Kapitalist ilişki biçimlerinin hepsini uygulayıp, modernitenin bilhassa kültürel boyutlarına eleştiriler getirerek Müslümanca tavır alabildiklerini zannediyor.

Halbuki aslolan medeniyet kavramı etrafındaki gündelik hayat, iktisadi zihniyettir. Biz Türkler İslam, ehli sünnet, gaza etrafında kurduğumuz omurgayı bugün korumanın çabası içindeyiz, Batı medeniyetine cevap vermekten ziyade, bu omurgayı muhafaza etmekle işe başlayabiliriz. Bu omurganın inşa ettiği kapitalizm dışı, küfür dışı nizamı, gündelik hayatı yaşayarak, dünya sisteminin, küresel medeniyetin tekliflerini reddederek kendiliğimizi güncelleyebiliriz.

İslam aynı zamanda yaşanarak gösterilebilen, var kılınan bir dindir, iddiaları zaten aktüel olana içkindir. Bizim modern dünyaya teklifimiz, Kur’an ve Sünnet’te belirlenen ve Müslüman olmayı gerektiren, küçük ve büyük günahları def edebilecek hayat tarzıdır. Bu hayat tarzı sonuna kadar siyasal, sonuna kadar ideolojik, iktisadi, felsefidir.

Ercan Yıldırım

http://ercanyldrm.blogspot.com.tr/2017/08/kapitalizme-kars-islami-hayat.html?m=1
Devamını Oku »

Türkistandan Gelen Kelam Anadolu'yu Mayaladı





''Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır.'' Yalçın Koç ile, 'Anadolu Mayası' kitabı etrafında yapılan bir söyleşiyi alıntılıyoruz.

Yalçın Koç, Türkiye'de yaşayan kıymetli isimlerden birisi. ODTÜ Fizik Bölümünden mezun olduktan sonra felsefe alanında uzmanlaşan Koç, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü başkanlığından emekli olarak kenara çekilmeyi tercih etmiş. Uzun süre sessizliğini koruduktan sonra, Türkiye Günlüğü dergisinde yayınladığı makaleleri, Anadolu Mayası ismiyle Cedit Neşriyat tarafından yayınlandı. Halen, nadiren Türkiye Günlüğü dergisinde yazılarına rastlamak mümkün. Kitapları, yine Cedit Neşriyat tarafından neşredilmekte.

Göz önünde olmayı sevmeyen ve pek röportaj vermeyen Yalçın Koç ile yapılmış nadir röportajlardan bir tanesini, kıymetine binaen alıntılıyoruz. Sadık Yalsızuçanlar veMukaddes Mut tarafından gerçekleştirilen bu röportaj, "Anadoluyu Mayalayanlar" [H Yayınları] kitabında yer alıyor.

.

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin, insan olmanın esası mayadır. Maya demek öz demek.

Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile kastedilen Anadolu’ya Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası, özü bu mayadır. Maya ne yapar? Nasıl yoğurt yaparız? Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür. Neye? Yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir? Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o dönüşmüş şeyin, ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat, tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir. Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur. Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar
ölür veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi, yetiştiği ortamı dönüştürmez. Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak dönüşmüştür, artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek, koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur. Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur. Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur, kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz.

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır. Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir.



Bu itibarla esası bakımından herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne öncesi bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de söyleyebiliriz.

Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam. Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tâbidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz.
Bu bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur.

Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler. Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden, söze, dile döken kelamın mahallidir bu anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır, sandalyeyi oradan alırsınız, oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tâbi bir şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tâbidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir: Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların, düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur, yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak gerekir.
Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur, ana babadan doğuş. Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır. Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır, kaşı gözü vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir.

Öz itibariyle insan olmak demek, özünü kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır, (Batıdan kastettiğimi tekrar söyleyeyim: Greko-Latin-Kilise diyarında) ne de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasreddin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasreddin Hoca’nın sözünü gönlüne maya edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasreddin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül üzerinden yürür. Nasreddin Hoca’nın yaptığı, gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur. Merkebe niye ters biner? Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz, önünüzü görmezsiniz, sadece katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır.

Gönül söze gelmez. Düşünceye kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil, bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri, meali olarak düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir, tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin omurgasının Türkçe olması, etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez. Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak, çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir matematik teoreminden, bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam ile, maya ile, öz ile alakalı olandır.

Siz bir malzemeyi, diyelim taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle tanımlanan içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir.

Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz o yapının ne içi, ne dışı kalır, ortada taş da kalmaz, ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar.

Bu tarzda bir ayrımı Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu manada eser değildir.

Yani şu vardır: Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın olmadığı yerde de eser olmaz. Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur.

Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak ortaya koyarsınız. Bu, matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah, bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır. Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız, ortada ne iç kalır, ne dış kalır.

Mesela Mimar Sinan’ın Şemsi Paşa Camii'nde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır. Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma faaliyetidir.

Anadolu Mayası'nda anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolu'nun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir. Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca. Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tâbi olan, zamana tâbi olan, değişmeye, dönüşmeye tâbi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır. Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır. Ve o kırımı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papa'nın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için gelmiştir. Anadolu, kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş, ima etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır.

Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimizle teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup, ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini, esasını yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma, modernleşme zemini, esası fikriyat olan, söz olan, kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir. Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için dikkat etmek gerekiyor, Anadolu’yu terk etmesin diye. Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim.

Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez isek, birliğimizi bozar isek, o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın etkilenmesini düşünemeyiz.

Mesela Batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsusdüşünürlerden Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda, günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder.



Ancak kelamın etkilenmesi demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız, nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız. Düşünmek yoluyla, dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır. Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katma, ekleme yapabilecek olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam etkiye tâbi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir. Ama kelam mahiyeti itibariyle etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu manada Batıda insandan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz. Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır. Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekileri bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız, o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tâbi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı Batıda görürdük, Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük. Böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur. Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadolu'daki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına tebaa yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadolu'yu Anadolu yapan, Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır, o kelamı sağlam tutar. Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam, Arap kültürüne mahsus değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür, cevher olması cihetinden durum farklıdır. Zamanın kaydı altına girer, o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz. Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, geneldir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir düşmanlık değildir). Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz. Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de alakamız bulunmaz. Özümüz, esasımız, aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır.

Anadolu’da neye baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş, ayağa kalkmayış söz konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi, bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya...
Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara...
Ve can verenlere ve vereceklere…



Mehmet Erken alıntıladı




Devamını Oku »

Batı’nın Üç Kaynağı, Yabancılaşma ve Biz

Batı’nın Üç Kaynağı, Yabancılaşma ve Biz

Osmanlı ve Cumhuriyet döneminin batıcı aydınları, Batı me­deniyetinin üç temele yani kadim Yunan, Roma ve Hristiyanlığa dayandığını biliyorlardı. Düşünce, bilim, felsefe, din, siyaset ve diğer alanlarda batılılaşmak ve “derin modernleşme "yi yaşamak demek, bu üç kaynaktan beslenen Batı'nın dünya görüşünü be­nimsemek demekti. Fakat batılı olmayan toplumlar ve hassaten Osmanlı milletleri batılı manada bu üç unsurdan hiçbirine sahip değildi. Batılılaşmak için pagan Yunan filozofları gibi düşünmek, Romalılar gibi hükmetmek ve Hristiyanlar gibi inanmak ve yaşa­mak gerekiyorsa, böyle bir batılılaşmanın mümkün olamayacağı âşikardı.

Osmanlı ve diğer İslam milletleri, felsefe-bilim, hukuk ve din- ahlak alanında farklı bir geleneğe zaten sahipti. Kadim Yunan dü­şüncesinin yarım bıraktığı ve Eflatun ve Aristo eliyle inşa etmeye çalıştığı felsefi sentez, İslam felsefe geleneğinde yeni ufukların açılmasıyla amacına ulaşmış ve bir manada aşılmıştı. Yunan felsefesinin kavramsal araçlarını kullanan Müslüman düşünürler, İbrahim! dinlerin yaradılış öğretisi bağlamında felsefeyi yeni ufuk­lara taşımış ve bir yaradılış metafiziği inşa etmişti. İslam hukuku, Roma hukukundan daha sofistike ve kapsayıcı idi ve hayatiyetini sömürge yönetimleri altında dahi devam ettirebilmişti. Üstelik ictihad kapısı kapandı mı tartışmalarının yapıldığı 19. yüzyılda bile İslam hukuku pratik sorunlara cevap vermeye devam ediyor ve ictihad kapısının fiilen açık olduğunu ilan ediyordu.

Siyasi ve felsefi eğilimi ne olursa olsun, Müslüman toplumların kendilerini Batı medeniyetine en uzak hissettikleri alan şüp­hesiz dinî hayat ve ahlak öğretişiydi. Zira en radikal batıcı aydın­lar bile Müslümanlık yerine Hristiyanlığı tercih etmediler. Tersi­ne, İslam’ı terk ederek Hristiyan olanlara şiddetli tepki verdiler. Cumhuriyet gazetesinde çıkan, 1928 yılında Bursa’daki Amerikan Kız Koleji’nde üç Türk kızının Hristiyan olduğuna dair haberin duyulması üzerine yaşanan hadiseler, -en radikal batıcı reform adımlarının atıldığı bir dönemde bile- dinî kimliğin ne kadar hassas bir nitelik arz ettiğini göstermektedir. Hadisenin öğrenci­ler ve müfettişler tarafından tespit edilmesinin ardından konu Atatürk’e kadar çıkar ve bizzat Atatürk’ün talimatıyla Bursa Ame­rikan Kız Koleji kapatılır; Amerikalı müdiresine ve iki öğretmene para ve hapis cezası verilir. Bu hadiseden sonra Türkiye deki mis­yoner okullarına karşı sıkı bir kontrol başlar.

Bursa Amerikan Kız Koleji’ndeki bu hadise üzerine dönemin Milli Eğitim ve Terbiye Dairesi Reisi Mehmed Emin Bey ile Fuat Köprülü arasında basın üzerinden bir tartışma başlar. 2 Şubat 1928’de Hayat Mecmuası’nda bir yazı kaleme alan Mehmed Emin Bey, Bursa’daki hadisenin münferit bir olay olduğunu, bir mek­tep meselesinden ibaret olduğunu, buna rağmen Türkiye deki yabancı okulların "milli dayanışmaya” zarar verdiğini söyler. Bu okullar, Türk gençlerini kendi milli ideallerinden uzaklaştırmak­ta, çocuklarını bu okullara gönderen ebeveynler ise modernliği “yabancı dil, piyano ve muaşeret adabı”ndan ibaret sanmakta­dırlar. Fuat Köprülü 9 Şubat 1928 tarihli “Hristiyanlaşma Hadise- si ve Kültür Buhranı” adlı yazısında, sorunun basit bir okul mese­lesi olmadıgını, bunun Türkiye'nin içinden geçtiği derin “kültür buhranının bir neticesi olduğunu savunur. Köprülü'ye göre bu okullarda din değiştiren ve Protestan olan kızlar, daha "medeni Türk olduklarını düşünmekte, kendilerine hücum edenleri d “medeniyetsizlikle, tassaupla, cehaletle” suçlamaktadırlar. Te mel sorun, Osmanlı-sonrası Türk toplumuna “yeni bir mefkure”“yeni bir istikamet” verecek donanımdan yoksun olmamızdır Köprülü, sözü, günün en tartışmalı konularından biri olan harf inkılabına ve şekilciliğe getirir: "Çağdaş Avrupa cemiyetlerinin müesseselerini, kıymetlerini -aradaki sosyal şartların çatışması nedeniyle- yalnız şeklî ibr surette almaya çalıştık. "İnkılabımızı tamamlamak için artık Arap harflerini de atarak Latin harflerini almak” isteyenler, işte bu şekilperestliğin en açık numunesidir- ler.” Basit bir "mektep ve tedrisat meselesi” olmakla "derin bir kültür buhranı” olmak arasında gidip gelen üç Türk kızının Hris- tiyanlaşması meselesi, Türk modernleşmesinin kırılgan ve yü­zeysel yapısını ortaya koymaktadır.

Bursa hadisesine verilen tepkilerin arkasında "batılılaşalım ama yabancılaşmayalım” düşüncesi yatmaktaydı. Bazıları buna "gavurlaşmadan çağdaşlaşalım” da diyebilirdi. Lâkin bunun pra­tikte bir karşılığının olmadığı kısa zamanda görüldü ve bu ikircik­li ruh hali farklı şekillerde tazahür etti. İstanbul’da Avrupai yaşa­mak isteyen, bunun için kendilerini Taksim’e, Beyoğlu’na, Pera’ya atan ama Avrupa başkentlerine gidince Türk ve Müslü­man olduğunu hatırlayan aydınlarımız, kendilerini iki cami ara­sında bî-namaz bir durumda buldular. Bunun çarpıcı örneklerin­den birini Osmanlı’nın son dönem batıcı aydınlarından Halil Hâlid’de görüyoruz.

Halil Hâlid 1903 yılında yayımladığı Bir Türkün Ruznâmesi adlı eserinde Avrupalılarm Osmanlı ve Müslüman milletleri hakkmdaki ırkçı önyargılarını sert bir dille eleştirir ve şöyle der: “Spectator adlı bir gazetede rastgeldiğim makalede, esmer ırkla­rın medeni adetleri benimseme kabiliyetinden mahrum olduk­larından bahisle Midhat Paşa [1822-1884] buna misal veriliyor, onun modern kıyafetlerden, bilhassa da pijama giymekten nefret ettiği anlatılıyordu.'’ Hâlid'e göre bu can sıkıcı örnek, batılıların Doğu hakkında sahip olduğu önyargılı tutumu ortaya koymakta­dır. Ona göre işin aslı, Avrupa emperyalizmine kılıf uydurmaktır: “...Bazı radikal gazeteler, Türk boyunduruğundan kurtulan Şark Hristiyanlarının süratle medenileştiklerinden bahisle Türklerin medenileşmeye kabiliyetleri olmadığını yazıyorlar...”En ileri medeniyet seviyesine ulaşmış olan AvrupalIlar, aynı zamanda Doğu toplumlarına karşı adaletsiz ve zalimane politikalar izle­mekte ve “medeniyet” söylemini İslam ülkelerine müdahale et­mek için bir araç olarak kullanmaktadırlar: “‘İnsaniyet’ ve ‘me­deniyet’ jargonlarının tahtında Hristiyan halkımızı himaye etme iddiası ile siyasetçiler üzerimize çullandılar. Papalık da bilvesile Hristiyanlığa ait insaniyet ve medeniyet davasını tutarak uzun­ca bir süredir güttükleri Müslüman kudret ve nüfuzunu çöz­me projesinin icrasına suhulet buluyor.” Hâlid, “medeniyet jargonu”nun ve “medenileştirme vazifesi”nin temel işlevinin, Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak olduğunun farkındadır. Bu yüzden Avrupalılara şöyle seslenir:

‘’Avrupalılar şunu da unutmasınlar ki Şarklılar dahi aynen kendi­leri gibi hürriyetlerine ve istiklallerine düşkündürler ve iyi ira­de” veyahut “medenileştirme vazifesi” iddiası ile ecnebi bir devletin kendilerine âmirlik taslamasından en kalbi hissiyatları ile nefret ederler.’’

Bu satırların yazarı aynı Halil Hâlid, Avrupa emperyalizmine yönelik eleştirilerine rağmen ilk bulduğu fırsatta klasik medrese kıyafetlerini üstünden çıkartır ve Beyoğlu'ndan satın aldığı Av­rupai kıyafetleri, kendi ifadesiyle, “kalitesine hiç bakmadan” derhal giyinir. Hâlid’in bu çelişkili ruh hali, hayatın pratikleri içerisinde Türk, Avrupalı, kültür, medeniyet, moda, modernlik, kimlik, gösteriş, şekil, ben ve öteki kavramlarının ne kadar iç içe geçtiğini ve karmaşık ve kırılgan bir yapı arz ettiğini göstermek- tedır.

Batı medeniyetiyle Avrupa sömürgeciliği arasında sıkışıp k lan Türk elitleri bu derin çelişkiyi aşmak için hep bir vicdan muhasebesi içinde oldular. Bir çıkış yolu bulmak için kendilerini Avrupa’nın olduğuna inandırdılar. Bir tarafta aydınlanma, bilim, hür düşünce, anayasal demokrasi ve ekonomik refahı temsil eden Avrupa; öbür tarafta Osmanlı topraklarını ve İslam ülkeleri­ni işgal eden, sömürgeleştiren, cephede cansiperane mücadele ettikleri Avrupa. “Hangi Avrupa daha gerçek?” sorusu can yakıcı bir soruydu ve üzerinde fazla durulmadı; zira yeni dünya düze­ninde ayakta kalabilmek için Anadolu insanı bir şekilde Batı me­deniyet havzasına girmek zorundaydı.

Abdullah Cevdet, Avrupa medeniyetini ve medenileşmeyi bir türlü idrak edip içselleştiremeyen kitleler için hazırladığı ve ilk olarak 1914 yılında yayımladığı Mükemmel ve Resimli Âdâb-ı Muâşeret Rehberi adlı kitabında, Avrupa’ya yaklaşmamakta inat eden İstanbul’a Avrupa’nın yaklaştığını söyler:

‘’Üç sene evvel şu satırları yazmışüm: "... Avrupa İstanbul’a yak­laşıyor, İstanbul Avrupaya yaklaşsın! Tekâmül kanunu şefaat ve merhamet nedir tanımaz; fakat onun merhametsizliğinde derin ve geniş bir nev-i merhamet mündemiçtir. Bu merhametsiz ya­hut pek merhametli kanun-u tabiat daha iyiyi yaşatmak için iyiyi ortadan kaldırır, kuvvetliyi yaşatmak için zayıfı ezer, pâkı yaşatmak için nâ-pâkı öldürür, zekiyi yaşatmak için gabiyi kah­reder, çalışkanı yaşatmak için tenbeli ortadan süpürür. Bu, dai­ma böyle olmuştur, böyle olmaktadır, ale’d-devam böyle ola­cak ve böyle olmanın neticesi hayr, hüsn, kuvvet olacaktır”. Avrupa bize yaklaşıyor, Avrupaya yaklaşalım demiştim; biz Av­rupaya yaklaşmamakta ısrar ettik. Uzaktan ve kable’l-vukû gör­düğüm “yaklaşma”mn bugün vukû ve şuhûduyla dağdârız. Av­rupa Çatalca’ya dayandı, Avrupa bize yaklaştı.’’

Abdullah Cevdet “Çatalca’ya dayanan Avrupa”nm yürekler yaktığının farkındadır. Zira vatan toprakları işgal edilmektedir. Hem de medeniyetin beşiği kabul edilen Avrupa tarafından. Fa­kat Abdullah Cevdet geri adım atmaz ve bunun “tekâmül” ve evrim kanununun kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyler. Biz bu­gün acı çeksek de akıbet hayr olacaktır!

 İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem                                                                                                                                       _
Devamını Oku »

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı

Bir Küresel Kültürün Ortaya Çıkışı“Küresel kültürün” ortaya çıkışı genellikle postmoder-nizm olgusunun başka bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Hepimiz tişört, kot pantolon ve spor ayakkabısı giymekte, Kentucky Fried Chicken ve McDonalds’dan yemekteyiz. Zi­hinsel kalıplar dünya kültür yapısına o denli yerleşmiştir ki, artık herkes aynı tondan şarkı söylemekte, aynı fikirleri tar­tışmakta, aynı sloganları atmakta ve kendisini aynı biçimde ifade etmektedir. Ancak Anderson, ortaya çıkan kültürün tektipçi doğasından dolayı fazlaca endişe duymamamız ge­rektiğini ileri sürmektedir:

Bu, bazı insanların hiçbirşeyi dünyanın Batılılaşmasından daha fazla sevmediğini gösterir. Onlar tamamen haksız sayılmazlar. Batı’nın nufuzunun artmasına, dehşete düşürücü bir şey olduğu kadar bir parça umut veren bir şey olarak da bakılabilir. O sadece kalite­siz yiyecekler ve kalitesiz ilişkilerden ibaret değildir, aksine demok­rasi ve insan hakları kavramlannı da içinde barındırır…..(Ancak)o resmin bir parçasıdır.Bütün Batılılar çay ve Zen’i bilir, Baş­kan Mao’nun düşüncelerinden haberdardır, ve her Batılı işadamı Japon iş yönetimi hakkında bir şeyler duymuştur.

Bu iddiada ırkmerkezciliğin bir kaç katmanı bulunmak­tadır. O, dünyanın Batılılaştırılmasının iyi bir şey olabileceği­ni, Batılı olmayan kültürlerin yönetim ve insana saygı hak­kında herhangi bir fikirlerinin bulunmadığını; “çay”, “Zen” ve “Mao’nun düşüncelerinin” tarihdışı (ahistoric) olduğunu, Batı’da üretilen bu bilgilerin Batı’nın sömürgecilik ve post- emperyalist tarihiyle ilişkilendirilemeyeceğini, dahası Batılı olan ve olmayanlar arasındaki fikir akışının eşit düzeyde ol­duğunu ileri sürmektedir.

Dünyanın Batılılaşması Batılı olmayan kültürleri boğ­maktadır. Bu durum o derece aşikardır ki, burada bu konuyu ele almanın gereği kalmamaktadır. Tek bir hakim kültürün egemen hale geldiği dünyanın sadece küçülmekle kalmayıp aynı zamanda da tehlikeli bir yer haline geldiğini söylemek yeterlidir. Doğada olduğu gibi sosyal hayatta da mono-kültürlerin ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiştir.

Postmodern yazılarda ve düşüncelerde yaygınlaştırılan, Batı ve Batılı olmayan arasındaki fikir akışının eşit düzeyde olduğu ve bunun en kötü ihtimalle kültür zenginliğine ve en iyi ihtimalle kültür ve geleneklerin “sentezine” götüreceği id­diası, zandan ibarettir. Bununla birlikte kültürel fikir ve ürün­lerin akışı, tıpkı mal ve eşya akışı gibi, Batı’dan Üçüncü Dün-ya’ya doğru tek yönde gerçekleşmektedir. Hiç kimse evren­sel sahnede, Hintli Michael Jackson, Çinli Madonna, Ma­lezyalı Arnold Schwarzennegger, Faslı Julia Roberts, Filipinli New Kids on the Block, Brezilyalı Shakspeare, Mısır­lı Barbara Cartland, Tanzanyalı Cheers, Nijeryallı Dallas ve Şilili Wheels of Fortune ya da Çin operası, Urdu şiiri, Mısır tiyatrosu vs. göremez. Dünya tiyatrosu kesinlikle Batılı tiyat­rodur; Batının iktidarının, prestijinin ve denetiminin sahne­ye konulmasıdır. Arada sırada Batılı olmayan kişiler de bu sahnede görünseler de, bu onların egzotikliğinden, ya da Ba­tılı fikir ve ülküleri benimsemelerinden ya da Batılı bir amaca hizmet etmelerindendir. Batılı olmayan kültürel eserler Batı’da göründüğü zaman, onlara karşı ya boş sembollermişcesine ya da etnik bir modaymışçasına davranılır.

Postmodernizmdeki kültürlerin sentezine yapılan çağrı1ar, dünyanın Batılılaştırılması ve Batı medeniyetinin evren­selleştirilmesi yolunda atılmış kurnazca adımlar olarak görül­melidir. Yahudi-Hristiyan dini mirası dahil, kendi farklılığını moderniteye ve güya seküler modernizmin süper prensiple­rine taşıyan Batı, günah çıkarttıktan sonra gerçek evrensel bir medeniyetin mümkün olduğuna inanmaktadır. Sentez, ancak evrensel sahnede eşit olarak temsil edilen eşit güce sa­hip eşit iki kültür arasında gerçekleşebilir. Güçlü ve egemen kültür, zayıf ve bağımlı başka bir kültürle birleşemez, güçlü olan zayıfı yutar. Zayıf olan egemen düzenin belirlediği gün­dem ve ilkeler doğrultusunda yeniden şekillenir ve kendisi ol­maktan çıkar. Buna da sentez denemez. Postmodern sentez, Öteki kültürlerin Batı medeniyeti içine çekilmesinin başka bir ifadesidir.

Hem inanç sistemlerinin yıkılması hem de evrensel kül­türün doğumu hakkında ileri sürülenler postmodern cepha­nelikteki üçüncü, belki de en önemli, geçiş silahının üzerine temellendirilmiştir: gerçekliğin toplumsal inşası. Bizim in­sanlık olarak yaptığımız, kendi zihnimizdeki dünya resmine uygun olarak gerçeklikleri inşa etmek gibi görünmektedir. “Orada” duran her şey bizim düş gücümüzün bir uydurması­dır. Ve bizler muhtemel postmodern dünyaların en iyisinde yaşayan eşit insanlar olduğumuzdan, tüm gerçeklikler diğerleriyle eşit düzeyde gerçek, tüm doğrular göreli ve tüm nes­nellik de sadece saçmalıktır. Anderson, postmodern durumu ne güzel açıklamaktadır:

Gerçekliğin inşası bir süreçtir. Her ne kadar bazı yapılar, sade­ce dinamik düşünce akımlarının geçici manifestoları olsa da, hiç bir felsefenin ve bilimin onları tanımlayamamış ve varlıklarının harita­sını çıkaramamış olması nedeniyle direngenlik gösterebilirler. Kav­ramak gerçek değil, bir gerçeği hesaplama sürecidir. Ve en sonun­da bizim yalnızca bir geçekliği değil, birbirinin üstüne binmiş, birbi­rine iliştirilmiş ve bazen birbiriyle çatışan bir çok gerçekliği inşa et­tiğimiz ortaya çıkar.

Bu, dünyanın her şeyin yapay olarak inşa edildiği bir ti­yatroya dönüştürülmesi demektir. Politika toplu tüketim için sahne yönetimidir. Televizyon belgeselleri eğlenceye dönüş­türülmüş ve eğlence olarak sunulmaktadır. Gazetecilik ger­çek ve kurgu arasındaki ayrımı bulandırır. Yaşayan bireyler melodram dizilerin karakterleri haline gelir ve yapay karak­terler “gerçekmiş” gibi varsayılır. Herşey bir anda gerçekle­şir ve herkes evrensel tiyatroda geçen olaylardan haberdar edilir. “Bu, yapmacık çağımızın doğal, aynı zamanda da ka­çınılmaz bir özelliğidir; bir çok insan toplumsal inşanın ger­çekliğini anlamaya başladığı zaman olan şeydir” diye yaz­maktadır Anderson. Başka bir deyişle bizler değişmez bir şe­kilde belli bir amaç için yönlendiriliyoruz.

Baudrillard, tüm gerçekliğin toplumsal inşası fikrini ele alıp, onu mantıki sonucuna kadar götürmeye cesaret eder. Ona göre, bütün evrensel tiyatro gerçekte “belirsizlik içinde dalgalanmakta” ve böylece gerçeklik, kurgulanmış “hiper gerçeklik” tarafından yutulmaktadır. Bütün toplumsal yaşam, gerçeklikler tarafından değil fakat yanılsamalar, modeller, saf imgeler ve canlandırmalar tarafından düzenlenmektedir. Postmodern çağ, gerçekliğin sistematik bir şekilde bir oyun olarak üretildiği bir süreci başı boş bırakmıştır. Fakat süreç burada durmaz’. Oyunların bizzat kendisi özgün gerçeklikten ayrılmış yeni yanılsamalar üretmekte ve söz konusu yanılsa­maların da bizzat kendisi saf imgeler ve diğer imgelerin yav­rucuklarını üretmektedir. Baudrillard süreci şöyle tanımlar;

Oyun, gösterge ve gerçeğin denk olduğu ilkesinden baş­lar (bu denklik bir ütopya bile olsa, o yine temel bir aksiyom olur). Aksine yanılsama bu eşitlik ilkesinin ütopyasından, de­ğer olarak göstergenin radikal olumsuzlanmasından, eskiye dönük göstergeden ve her başvurunun ölüm fermanından başlar. Oysa oyun yanılsamayı, onun hatalı oyun olduğu şek­linde yorumlayarak yutmaya çalışırken, yanılsama ise, kendi­si zaten bir taklit olan oyunun tüm yapısını kuşatmaktadır. Göstergenin sonraki evreleri şunlardır:

  1. O temel gerçekliğin bir yansımasıdır.

  2. O temel gerçekliği maskelemekte ve bozmaktadır.

  3. O temel gerçekliğin yokluğunu maskelemektedir.

  4. O, her ne kadar kendi saf taklidi olsa da, herhangi bir geçeklikle ilişkili değildir.


Birinci evrede imge iyi bir görüntüdür: oyun dinsel bir törenin çeşididir. İkicisinde şeytani bir görüntüdür: kötünün bir çeşididir. Üçüncüsünde bir görüntü gibi davranır: bir sihir çeşididir. Dördüncü evrede artık her hangi bir görüntü çeşi­di değil, bir yanılsamadır.

Saf yanılsama dünyasında “gerçekliği aramak” boşuna bir uğraştır. Hiçbir zaman farklılıkları keşfedemeyeceğimiz için “gerçek”le yapay olanı ayırma ihtiyacı hissetmeyiz. Bu­nun gibi, doğrularının zerre kadar güvenilirliği olmayan mo­dası geçmiş inançların ve kullanım dışı paradigmaların peşi­ne düşeceğimize, neliğini ve nasıl kendisinden zevk alacağımızı öğrendiğimiz postmodern durumu kabul etmemiz daha iyi olacaktır.

Bu durumda, bütün bu acı, ıstırap, adeletsizlik ve baskı hakkında, bir miktar vicdanı olan postmodern tüketici ne dü­şünecektir? Bunların hepsi bir yanılsama mıdır ya da bu zor­luk ve baskılara maruz kalan gerçek insanlar var mıdır? Ba­udrillard’ın cevabı, Körfez Savaşı’na getirdiği analizin içinde­dir. Savaşın patlak vermesinden bir kaç gün önce The Guar­dian’a yaptığı bir açıklamada, ‘savaşın asla olmayacağını ileri sürdü. Tüm tatbikatlar yapay bir inşadır: gerçek şey pasaj­lardaki bilgisayar oyunlarının dünya televizyonlarında oynatıl­masından daha gerçek olmayacaktı. Savaştan sonra Baudril­lard bir açıklama yaptı: “Körfez Savaşı Olmamıştır.” Ölüm­ler ve yıkıntılar gerçek olmasına rağmen, onun yanında ya da karşısında olmak “aptallıktı”.

 

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

İslam Medeniyeti ve Ortadoğu

İslam Medeniyeti ve OrtadoğuGerçek Medeniyetin doğum yeri, bugün Orta Doğu dedikleri bölgemizdir. O medeniyetin tek devamcısı, tek varili de İslâm medeniyetidir.

Batı Medeniyeti dediğimiz Avrupa Medeniyeti, Doğunun, hakikatin ve peygamberlerin medeniyeti olan İslâm medeniyetinin karşısına dikilmişse, bu, insanlığın doğuşundan bugüne ka­dar gelen savaşın süreğinden başka bir şey değildir. Yalan, doğ­runun, kötü, iyinin karşısına dikilmiştir her zaman. Kıyamete kadar ona bu izin verilmiştir. Ta ki, iyinin ve doğrunun değeri bilinsin. İyi ve doğrunun ucuz olmadığı anlaşılsın.

Ölçü ile aşırılığın çarpışmasıdır bu evrensel çarpışma. Fizikötesi ile fiziğin kavgasıdır bu sürüp giden.

İnsan için önemli olan, hangi tarafa katılacağıdır, Zehirden acı zakkum ağacının dallarına mı asılacak, yoksa bal yemişli ve renkli tûba ağacının kurtarıcısı kollarına mı atılacak ?

İnsan bu kararı kendisi verecektir. Bu seçmeyi kendisi yapacaktır.

Cennet ve cehennem, bu kararın ufkunda, bu seçişi içinde.

Medeniyet rengi, sonsuzluğa erişme biçimi bu karar ve seçme tohumunun içinde.

Kader bu karar tohumundan beslenecek ve çiçeklenecek. Sonra da bu tohum, alın-yazısının yemişi olarak geleceklere doğru avucumuza düşecek.

İnsanların hayatlarında olduğu gibi toplum ve kültür­lerin, millet ve medeniyetlerin hayatında da bu seçiş ve ka­rarlar temel rolü oynar. Kültür ve medeniyetlerin, toplum ve milletlerin alın-yazılarının şifresi olur bu seçiş ve kararlar.

Her saat kader saati olduğu, daha doğrusu saatler kade­rin dışında olmadığı halde, kader çizgisinin dışında zaman ve saat bulunmadığı halde, ve önceki saatler kendisini hazırladığı ve sonraki saatler kendisini açtığı ve uyguladığı halde, bazı seçkin saatlere kader saati deyişimiz, o saatlerde alınyazısının yoğunlaşması sebebiyledir, bu tohum özelliğini taşıması sebe­biyledir. Sembolik bir adlandırmadır bu.

Peygamberler medeniyetinin süreği olan medeniyetimiz, İslâm Medeniyeti, Orta Doğu kültürü günümüzde yine böyle bir kader saatinin önünde gelmiş durmuştur.

Uzun süreli bir kış uykusuna, ölüm uykusuna mı dalacak, yoksa ayağa kalkarak, diriliş baharının yağmurlarına doğru mu yükselecek, işte bunun kararını verme günü gelmiş çatmıştır.

Kaçmak bir kurtuluş olmayacak, batış olacaktır.

Karar verip sabır göstermek, dayanmak ve oluşun bütün çilesine katlanmak, kültür ve medeniyetimizin kader savaşını zaferle mühürleyecektir.

 

Sezai Karakoç,Sur Yazıları 3
Devamını Oku »

Batı'da Düşünce: Peşine Düşülen Güzelliktir

İnsan önceki çağlardan daha iyi makinelere sahip olmakla övünür ve bunu ge­lişme olarak değerlendirir. Her türlü vesayet yokluğunun, kişisel özgürlüğe ka­vuşmanın belirtisi addeder. Ortaçağın sonlarından itibaren beslediği özlemlerin gerçekleştiği yıl olarak 2000’i gösterir. Oysa bu yıl özgürlük ve mutluluk uğrun­da verdiği mücadelenin tamamlanması ve zaferin elde edildiği bir tarih değil, bi­lakis insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makineye dö­nüştüğü bir dönemin başlangıcı olur. Üretim makinesi çarkının bir dişlisi olarak artık insanın tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla kullanmak olan bir homo consumens’e, salt tüketiciye dönüşür.

Özgürlük adına boy boy çıplak resimleri dergilerde, gazetelerde basılan ka­dın, kocasının nesnesi olmakla kalmaz, genelin nesnesi olur. Modern teknoloji­nin avantajlarından yararlanan kadın, baba ve kocanın denetimini aşmaya çalışır­ken, özgürlük adına daha da metalaşır. İki savaşın arasındaki yıllarda, zincirler kırılmış, beden ve zihinler sözde özgürleşmiştir. Cinsel devrim köhnemiş tabula­rı bir hamlede silip süpürmüştür. Baudrillard, her alanda özgürlüğün patladığı bu anı orji olarak telakki eder. Geçer akçe cinselliktir. O, insanlara sunulabilecek tek şeydir. Zevk arayışı adeta bir hastalık halini alır. Revaçta olan beyin yıkama işlemleridir. Çok sayıda kişi bunlara akıl almaz paralar ödemektedir.

  1. yüzyılın ikinci döneminden itibaren başlayan ve 20. yüzyılda giderek da­ha da hızlanan, insanı tüketici toplunılan tüketim toplumuna çeviren büyük dö­nüşüm, aşkı daha ziyade cinsellikle örtüştürdüğü gibi onu bir tüketim alanına çe­virmeyi başarır. Sanayileşme ve kapitalistleşmenin yerleşik hale geldiği, modern dönemde, tüketici zihniyet insanı ve dolayısıyla hayatı yönetir. Özgürlüklerinin kısıtlandığı düzenlemelerden kurtulan insan kadın ve erkeğiyle kapitalist siste­min asli güçleri olan kitle iletişimi araçları ve bilhassa reklam mekanizmasının iş­leyen üstün ve etkin gücünde yegane gaye olarak istek ve arzularının tatminine soyunur, faniliğinin giderek artan farklılığında ölümsüzlük vaadi diğer bir ifadeyle ölümlülükten kaçış olanağı sunan anlık deneyimlerinde, likit aşklarla sonsuzluğu,cenneti de bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır.


Aydınlanma öncesinde batı toplumunun devlet ve kilise kaynaklı olan kültürel stratejilerinde üreme amacında sınırlanan cinsellik, aydınlanma ve romantizmle birlikte sadece aşka hasredilir. Evlilikle aşk özdeşliği aşkın doğasına karşı çıkma olarak değerlendirilir. Toplumun varlığının devamlılığı için evliliğin toplumun ko­ruyucu kanatlan altına alınması aşkı ya yasa dışı bir suç telakki eder ya da fahişe­lik adı altında ya açıkça kutsanır ya da görmezden gelinerek yaşatılır. Modern dö­nemde kadın erkek artık eşittir. Aile reisliği de paylaşımdadır. Birey Ortaçağdan itibaren, ayağına dolaşan feodal, yönetsel, dinsel, toplumsal, ahlaksal ve cinsel yü­kümlülüklerden kurtulmuş durumdadır. Ne var ki özgürlük süreci gerçek yüzünü sahnenin öteki yüzünde gösteriverir. Asırlardır baskı altında tutulan cinsellik tota­liter bir hale gelmiştir. Gelinen nokta şok edicidir. Bu özgürlüğün bedelidir. İnsan sınır tanımayan özgürlüğünün karşılığında yalnızlığının geldiğinin büyük ölçüde farkındadır. Henüz sorumluluğunun keşfine varabilmiş değildir.Toplumun ve bireysel hayatın örgütleyici ilkesi haline gelmiş olan tüketim, bir yandan kadın ve erkeğe tüketici özerklik bahşeder. Diğer yandan aynı doğrul­tuda metalaştırdıgı deneyim ve insan ilişkileri sayesinde görece anlamsız türden yönelttiği özerklik karşısında önemli ve asıl anlamlı konularda özerklikten yoksun kılar. Böylece hayatın sömürgeleştirilmesinde kendini varlığının güvenliğini temin eder, özgürlük ve sınırsızlık aşkı da metalaştırır. Bedene eklenen ve katılarıdan doyuma ulaşma arzusu kapitalist çarkın gücüne güç katar. Cinsel özgür­lük hülyası içinde yok edilen aşk, şop marketlerde aranır olur. Koşullar değişir, bağlam değişir, ideolojik örgü değişir aşk her daim adını duyurur. Aşk’ın çehre­sini en ziyade modernlik değiştirir.

Antikçağ düşünürleri toplumsal bağın gerektirdiği zorunluluklar adına aşkı aşağılarken modem düşünürler bunu bireysel özgürlük adına yapar. Her iki taraf­ta aşkın özünü unutur.Günümüzün postmodem batı toplumunda ise aşk artık ne üreme ne de aşkla ilişkilidir. Bu yeni stratejinin sahnedeki görünümü insanın her türlü otoriteyi alt edip özgürlügün doruğunu yaşadığı sannsında cinsel hazzın peşinde sürüklenmesinden ibarettir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi kadın Batı’da “bir sevgili, bir tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz”. Aşk ilişkileri de bu nedenle çarpıtılmış, kökten yukan doğru yozlaştırılmış olur. “Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal var” diyen Paz, toplumca yaratılıp kadına zorla benimsetilen bu hayali kadının da benimse­diği ona sarınıp büründüğü, onunla var olduğu kadın imgesi olduğunu belirtir. Bu kadın bazen değerli, bazen korkuları, ama her zaman öteki olan bir nesnedir Ona uzanıldığında karşılaşılan bir köledir. Daha da önemlisi kadın da sanki aynı

Duygu  içindedir.Kendini  bir varlık olarak değil başka bir varlığın uzantısı yani öteki olarak algılamaktadır. Varlığı gerçekte olduğuyla olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.Aileden okula,dostlarından sevgisiline herkes el ele vermiş kadına bu imgesel kişiliği benimsetmeye çalışmaktadır.O kendisi için yaradılan imge kafesinde tutukludur.Artık geçmişin aşk kahramanlarına raslamak son derece zordur.Günün aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.Ancak insanın sağlıklı bir açıklaması değil,tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlamayan belgelerdir.Bir yengi olmaktan çıkan boşanma,kurulan bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden ziyade,erkeğe ve kadına özgür seçim seçim hakkı tanıyan bir fırsattır.

Batı düşünce tarihinde peşine düşülen güzelliktir. Kendini tensel zevklere düşkün kılam bağlardan kurtulmak ister gibi görünür.Ancak modern dönemle aşkın yüksek ölçülerine yer verilmez.Aşkın görünümünde,hayat görüşünü batı dünya görüşünden alan ve bu temel hayat anlayışı üzerine kuran bütün sanatçılar aşklarıyla aslında benzerlik gösterir.Aşkınlık dışlanır.Maddi plandan metefizik olana geçilemez. Bayağı ölçüde aşk adi verilen deneyim yelpazesidir geli­şen.Bu ise sevişmek kod adı altında tek gecelik ilşkilerden ibarettir.Birden çok aşık olunabilir,aşka düşmekte aşkı kaybetmekte kolaydır.Bazen şikayet edilse de gurur da duyulabilir bu tür deneyimlerden.Geride kalan ya aşka aşık yada aşk yarasıdır.Yinede kapitalizm aşkı ayakta tutmaya devam eder.Çünkü bireyleri motive edecek başka bir şey yoktur.Baba, anne ve çocuktan ibaret çekirdek ai­leler, sadece üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sek­törünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gereklidir.

Kaynak:

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İnsan Olmak Müslümanlıkla Başlar

İnsanın aklı onu Kur’ân-ı Kerim ’in emir ve nehiylerine uymaya götürdüğü için işe yarar. Batı medeniyetini kuran akil tam tersine insanı hem bilhassa Kur’ân’dan ve hem de İlâhî kaynaklı bütün bulgu ve bilgilerden uzaklaştıran,insana Allah karşısında bir serbesti sağlamaya çabalayan akıldır. İnsanın kulluğu müslim olmakla başlar, hatta insan olmak bir bakıma Müslüman olmakla eş anlama bile gelebilir. Modern insanlar olarak bizler böyle sözlerden fazla anlam çıkartamıyoruz. Müslüman olduk, şimdi Allah'a kulluğumuzu nasıl yerine getireceğiz diye soruyoruz. Karışık ve karanlık bir çağda yaşıyor olmamız bize böyle sorular sorduruyor. Bu sorulara cevap bulmak da çağın karanlığını dağıtmanın bir yolu.

Müslümanın kulluğu cansız maddenin kulluğu gibi başlar. Aklımız bizi Kelimetullah’ın kurtuluş olduğu gerçeğini kavrama noktasına getirmiştir. Şimdi harekedmiz tamamen Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde kalacaktır. Sanki biz “cemâd” imişiz gibi Kur’ân ve Sünnet’in bize hangi faaliyetleri uygun gördüğünü anlar ve uygun görülenin dışında ihtiyaç sahibi olma hevesine kapılmayız. Eğer bunu başarabilirsek kulluğumuz bir üst seviyeye yükselir. O zaman “nebât” gibi kökümüz Kur’ân-ı Kerîm’de olmak üzere hareket edebiliriz. Yani doğar, büyür, çoğalır ve Müslümanca ölürüz.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Batı Hala İnsanlığın Sorumluluğunu Üzerine Alamamıştır

İnsanlığın son çağlarda birbirleriyle sıkı temaslar içinde bulunan topluluklardan oluştuğu, yeryüzünün her yerine uzanan bir standardizasyondan etkilendiği bir gerçek. Ama bu sonuçtan kalkarak böyle bir standardizasyonu doğuran kuvvetin başlangıçta iyi niyetlerle  bezendiği kolayca ileri sürülemez. Belki tersini de kesinlikle ileri sürmek mümkün değil. Bilimin varlığı bizatihi bir kötülük olarak algılanamaz. Anlaşılması gereken her zaman diliminde ve her toprak parçasında insanların spesifik meselelerle bağımlı olduklarıdır. Evet, Batı Avrupa'da doğan bilim, teknik, medeniyet ve insan anlayışı günümüz dünyasında kesin bir yaygınlık kazanmıştır, fakat yine de tarihin bir döneminde, dünyanın bir bölgesinde yaşayan insanların bütün insanlığın meselelerini çözmek üzere harekete geçmiş olduklarını iddia edemeyiz.

Edemeyiz, çünkü, Batı'da doğmuş makinalı medeniyet bugün bütün yeryüzünü egemenliği altına almış olmakla birlikte halen insanlığın sorumluluğunu yüklenmeye bile yanaşmamaktadır. Hatta bu medeniyet, açlık, savaş, hastalık, eşitsizlik gibi kendine düşman ilân ettiği ve fakat gerçekte kendinin türettiği kötülüklere karşı bile etkili olamamaktadır. Üstelik teknolojik imkânların bu kötülükleri ortadan kaldırmak üzere mevcut olduğu, hatta bu imkânı da elinde tuttuğu medeniyetin müdafiileri tarafından öne sürülmektedir. Ama bu medeniyet ayakta kalabilmek için insanlığın çözülemez meseleleri bulunduğuna halkı gizliden gizliye inandırmak zorunda olduğunu biliyor.

Kaynak:

İsmet Özel-Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Hıristiyan Teolojisini Yıpratırken Bir Yaşama Biçimini Türetmiştir

18.yüzyılda Orlean düşesi bir mektubunda Paris'in çamuru ve sokaktaki insanlarıyla birlikte tahammül edilmez şekilde koktuğunu yazıyor. Düşünün ki bu dönem Fransa'da aydınlanma çağıdır.Ansiklopedistler, Teistler, Deistler ne kadar kirli, ne kadar temizdi bilemiyoruz? ama bu kişiler insanlığı nurlu ufuklara götürme görevini omuzlarında sayan kişilerdi kuşkusuz. Medeniyeti dünyaya yayma teraneleri bu yüzyılda başlamıştır. Avrupalı kaba,pis, anlayışsız taraflarını onarmak için bazı kaideler bulma yoluna gitmiş, üstelik bu kaideler insanların insanlar tarafından ezilmesine, sömürülmesine imkân tanıyan unsurlar çerçevesinde konulmuş.Hıristiyan teolojisini yıpratırken bir yaşama biçimini türetmiş. Medeniyet demiş yeni vardığı sonuçlara.Kendini gitgide medeni hissetmeye başlamış. Hiç yoktan bir üstünlüktür tutturmuş.Avrupalı adam, kendi doğusunda yaşayan in-sanların altı yaşında çok tabiî olarak benimsediği davranış ve hünerleri zar zor elde etmekle pek mühim işler başardığını sanmıştır. Davranış ve duygularda Avrupalı kendini en medeni saydığı za-manda bile doğuyla yarışa çıkabilecek üstünlüklere sahip değildir.

Ama bizler yaşama biçimi olarak üstünlüklerimizi görmedik. Çünkü bunun dayandığı temelleri kaybetmiştik. Çünkü bizim davranış ve duygu üstünlüklerimiz dinimizden geliyordu.Batının medeniyettir diye icat ettiği şeylerin bir bakıma tekabül ettiği şey,müslümanlar için dine bağlı olmanın dikkat çekmeyen bir belirtisinden başka birşey değildi.

Kaynak:


İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

Devamını Oku »

Batı Ve Rasyonel Akıl

Batı’nın dünyaya hâkim olurken savunduğu inançların ikincisi evrimin yani bir evreden başka bir evreye geçişin tek çizgi üzerinde olduğudur. Bu anlayışa göre insanlık tarihi tek ve düz bir çizginin devamından başka bir şey değildir. Marksistler buna tarihin akışı adını verdiler ve bu gidişin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürdüler. Geçen yüzyılda Batı kültürel ve sosyal gelişme bakımından sürekli hamleler yaptığına, genç, diri ve yüce değerler yarattığına inanıyordu. Görülen bütün aksaklıklar arızi sayılıyor, bir sonraki safhada her şeyin daha iyi olacağı kabul ediliyordu. Bütün bu Batı hesabına iyimser görüşler iki dünya savaşını yaşayan sıradan halkın ve Batı medeniyetinin hedeflerini sigaya çeken aydınların katında değerden düştü. Ama bata medeniyetini savunmak siyasîlerin ve stratejıstlerin vazgeçemediği bir tez olageldi bugüne dek. Gerçek tabanı itibarıyla ticaretin silah zoruyla korunması demek olan Batı medeniyetinin kendi vatanında bile itibardan düşmesinde aşılacak bir şey yok. Asıl şaşılacak şey,nasıl  olup da itibar sahibi durumunu elde edişidir.

Bati medeniyetini muteber kılan ve dünya ya kolayca yayılmatasını temin eden inanç insanoğlunun rasyonel yani aklı bir varlık olduğuna dâir inanç idi. Toplum aklı başında kararlar alabilen, en doğru kararları alabilecek yeterlikte olan ferdlerden oluştuğuna göre bu ferdler insanlık için en iyi olanı seçebilirlerdi, Nitekim bu ferdler bilim gibi bir gerçek bulmuşlardı ve toplumun yararına bilgileri biriktiriyorlardı. Buna karşılık ela menkıbeleri, efsaneleri geçersiz kılıyor, bâtıl itıkadları geride bırakıyorlardı.

Müslümanların yaşadıkları ülkelere Batı medeniyeti iki koldan hâkim oldu. Bir kısım insan Batı’yı laik, bilimci, hürriyetçi esaslarıyla doğrudan doğruya benimsedi ve büyük insan kalabalığına karşı müdafaa etti. Diğer bir kısım insan da Batı’ya güç kazandıran değerlerin İslâm'da bulunduğunu veya Batı’nın ulaştığı hedeflere İslâm içinde kalınarak varılabileceğini ilen sürdü. Böylece Müslümanların yaşadıkları ülkelerde Avrupa ülkelerindekine hiç benzemeyen (ama boşuna bir gayretle hep benzemeye çalışan) bir sağ ve sol ayrımı doğdu. İslâm’ı bu iki yaklaşım dışında ve asli karakteriyle benimseyen Müslümanlar seslerini daha yeni duyurmaya başladılar.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Batı Kendi Değerlerini Evrensel Olarak Takdim Etmektedir

Gerçekten de modernitenin evrensellik iddiası da anlamsızdır ve her geçen gün erozyona uğramaktadır. Tüm evrensellik iddialarına karşılık yerellik duyguları geliş­mektedir. Evrenselliğin araçları gibi gözüken bazı olgular, iletişim, teknoloji tek dü­zeliği ve monotonluğu sarsmaktadır. Kaldı ki nereden bakarsak bakalım Batı toplum­lumun kendilerine özgü olan ama başkalarına evrensel diye takdim edilen değerlerin yanlı olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmakta ve bu toplumların haklı tepkilerine sebep olmaktadır.

Esasen evrensel değer, nerede ve hangi toplumda ortaya çıktığı belli olmayan ve insanlığın ortak değeri olarak algılanan değerlerdir. Bir yerlerde çıkmış ve hala adre­si belli olan ve arkasında hala sahibinin koşturduğu değerler evrensel değil ancak kü­resel olabilir. Bunun da en açık örneği modern Batı değerleridir. Ne önemde olursa olsun çoğu kere zorlamalı bir biçimde yer küresine yayılmaktadır. Örneklemek gere­kirse adalet bir evrensel değerdir, ama ne denli yararlı bulunursa bulunsun demokra­si bir küresel değerdir. Her kültür öncelikle sahibinin çıkarlarını temsil eder. Demokrasi bile bunun dışında değildir. O, kim ne derece yararlanırsa yararlansın sınai kapi­talist dönüşümün siyasi bir araçsal yapısıdır.

Kaynak:

Hece Dergisi-Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

Yolunu Kaybeden Herkes Aynı Yanlışa Düştü

Gerek Batı medeniyetiyle karşılaşmadan önce İslam dünyasında beliren çürümelerin, gerekse Batı tahakkümü altında aşağılık duyguları içinde kıvranan müslüman camianın zihnî dağınıklığının bana sorarsanız esaslı bir sebebi var: Yolunu kaybeden herkes aynı yanlışa düştü. Onlar insanlık durumunu ve yüz yüze gelinen gerçekleri mutlak, hakikati ise her durumda anlam değiştiren, izafî karakterde kabul ettiler.”

‎”Sandılar ki insanlığın belli bir istikamette zorunlu bir değişmesi vardır ve olan biten bu zaruretin yerine gelmesinden ibarettir. Halbuki insanlık bugünkü durumuna geldiyse bunda insanların kendilerine verilmiş bilgileri hiçe sayarak, heva ve hevesleri doğrultusunda davranmaları sebep olmuştur.” 

Kaynak:

İsmet Özel-Surat Asmak Hakkımız
Devamını Oku »

Tevfik Fikret Ve Batı

“Foucault’ya göre genellikle, ‘Aydınlanma olarak adlandırılan ‘Klasik Çağ’ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır.” Anlaşılıyor ki bu ‘disipline etme’de disiplinatör olarak Antik Dünya figürleri ve düşüncesi seçilmiştir.

Tanzimat’la başlayan bizim edebiyatımızda bile, bizim aydın figürlerimizin Batı’nın izlediği bu yolu aynen izlemeye çalıştıkları görülmektedir. “Tanzimattan sonra eski medeniyet sisteminin dayandığı inanç, kıymet ve müesseselerin çökmesi karşısında, Türk aydınlarının da aynı ihtiyaçla hareket ederek, toplumun isteklerine veya kendi ruhî temâyüllerine uygun fikirler ve semboller aradıkları görülür. Bunlardan bazıları, Batı medeniyetinin muhtelif devirlerine âit örnekle­ri benimsemişler, bazıları Ziya Gökalp’te olduğu gibi, İslâmlıktan önceki Türk dinine ve Şamanizme gitmişler, daha başkaları ise en iptidaî inançları ve mitleri yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Tevfik Fikret de yeni kurulan bir dünyanın büyüsüne kapılmış, bu yeni dünyanın kahramanının Rüstem’ler, Köroğlular, Siyavuşlar yahut da Fatih’ler, Yavuz’lar değil Promete’ler olacağına inanıyordu. Mehmet Kaplan’a göre Tevfik Fikret’in tanrılara başkaldıran insanın sembolü olan Promete’yi seçmesi, bir san’atkar olarak onun olaylar karşısında devrinde aldığı aktif tavrı göstermektedir. Öyle olmasa gençliğe yeni bir dünyanın ufuk­larını çizmek ve kalkınma, aydınlanma, ilerleme yolunu göstermek için yazdığı şiire neden Promete adını versin ki? Fikret, bu şiirle ne anlatmak istiyordu?

Tevfik Fikret’e göre Promete, esâtîr-i evvel'in gökten dehâ-yı nârı çalan kahramanıdır. Yani Promete, göklerden ateşin dehasını çalan kahramandır. Fikret’in Promet’e şiirini yorumlayan bir yorumcu, şiirin başlığını şöyle koymuştur: “Çağın tiranlarına karşı Mücadelenin Şiiri” Böyle olunca Promete, hemen her devirde asla eksik olmayacak''

Fikret, bu manzumede “dışa dönük, atak ve bilginin rehberliğini kendisine yoldaş kabul eden yeni insan tipini anlatmıştır.” Promete’nin çaldığı ateş, bil­giyi temsil eder. “Tanrılara ait birtakım bilgilerin insanların eline geçmiş olması pagan düşünce ve inanç sistemi içinde tiranların gücünün zayıflaması, insanların ise güçlenmesi anlamına gelmektedir. Çağın tanrıları, her türlü ekonomik ve tek­nolojik gücü elinde bulunduran Batı’dır. O halde bu çağdaş titanların ellerindeki gücün bilgisine sahip olmak gerekir.”

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını Kaybetti

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını KaybettiGünümüzde Bati medeniyeti kendi üstünlüğüne dair inancını kaybetti, ama bu üstünlükten elde ettiği karları elinde tutmak istiyor yine de. Buna karşılık hâkimiyeti altındaki ülkelerde geçen yüzyıla ait inançlar çoklukla gücünü koruyor. Çünkü Batı hâkimiyeti altındaki ülkeler Batı’nın elde ettiği kârların peşine düştüler. Yani günümüzde bir bakıma Batı medeniyetini Batılı olmayan kavimler korur ve savunur duruma geldiler.

Nedir Batı’da modası geçen ama esir milletlerin benimsedikleri bu inançlar? Bu inançların başında insanlığın bir ilerleme içinde olduğunun kabulü yer  alıyor. Batı’yi Batı yapan temel anlayış tabiatta ve insan toplumlarında basitten mürekkebe, ilkelden mükemmele, kötüden iyiye, felâketten saadete, karanlıktan aydınlığa doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğu anlayışıdır. Batı medeniyeti bu ilerlemenin son safhası olduğuna göre henüz karanlıkta ve ilkel olan bütün diğer kültürler Batı üstünlüğü karşısında önemsiz bir yere sahiptir. Bu inanç içindeki insanlar kendi kültürlerinin tahribine, yaşama usûllerinin yok olmasına direnmedikleri gibi, ilerleme adına yangına körükle gittiler.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »