Türklük Kavramı Üzerine

Bernard Lewis’in de belirttiği gibi, “Türk” kavramı, İslamiyet’le öylesine eş anlamlıydı ki; bilhassa Osmanlı dönemindeki Müslüman ahali “Türk” diye adlandırıldığı gibi, bir gayrimüslimin Müslümanlığı kabul etmesi de “Türk oldu” diye ifade edilirdi. Bu durum, dünya Müslümanları içinde özellikle "sine-i selase" (üç kucak) denilen üç dilden (Arapça, Farsça vç Türkçe) biri olan Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı alandaki Müslüman ahali için daha fazla geçerliydi.

‘Türk’ ve “Müslüman” terimlerinin, genellikle Araplar ile Fars- lar dışındaki Müslümanlar için kullanıldığına ilk defa şahit olduğumuz eserlerden biri, Âşıkpaşazade’nin yazdığı “Tevârih-i Âl-i Osman" yani “Osmanlı Hanedanı Tarihi” diye adlandırılan tarih kitabıdır. Bekriye tarikatına mensup olduğu için kendisini “Derviş Ah- med Âşıkî” (1393-1481) diye tanıtan bu zat, Sultan İkinci Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamıştır. Bahsettiğimiz eserinde Osmanlı hanedanını Oğuz Han’a dayandırmış, devletin sosyal yapısını ise aynı anlamda olmak üzere bazen “Türk” bazen de “Müslüman” kelimeleriyle ifade etmiştir. Mesela Orhan Gazi’nin Bursa Tekfuruna Mihal Bey’i gönderip şehri teslim etmesini istediğinde, Tekfur’un “Türkler bizi incitmesin.” şeklinde talepte bulunduğunu söylemekte ve sonucu da “Elhâsılı Tekfur hisardan çıkınca kapılar kalabalık oldu. Her taraftan Müslümanlar girmeye başladılar.” sözleriyle anlatmaktadır.

Prof. Dr. Şerif Turan; Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Yazıcıoğlu ve Neşrî’nin Osmanoğullannı Oğuz Han’a bağladıklarını, daha sonraki tarihçilerden İbn Kemal’in ise Osmanlı devlet ve askerinden “”Türk devleti, Türk askeri” diye bahsettiğini ve bunun da kavmiyete değil, bu topraklar üzerinde tarihî bir gelişmenin mahsulu olan ‘Türk Milleti’ mefhumuna işaret ettiğini söylemektedir.

ABD’nin Visconsin Üniversitesinde kürsü sahibi olan dünyaca Ünlü Türk Tarihçisi Prof. Dr. Kemal Karpat da 2009 yılı Mayıs ayında Türkiye’ye geldiğinde Kanal 24 isimli televizyon kanalındaki bir programda aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Karpat’ın söz ko- nusu açıklaması ‘Türk demek Osmanlı ve Müslüman demekti, etnik bir anlam taşımıyordu’’Fransız tarihçi Emest Renan aynı doğrultuda olarak, Türklerin milletleri dine göre anladıklarını söylemiştir Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow da müşterek çalışmalarında aynı hususiyeti belirtmişlerdir ki, bu çalışmada verilen izahat, kitabımızda “Kürtçülük” başlığı altında nakledilecektir.

Tamamen din temelli olan bu millet anlayışından dolayıdır ki, Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından, Osmanlı’da sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri bir ayrılık olarak görülmemiştir Değişik kavimlere mensup olan şahıslar, tıpkı Hazreti Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerinde olduğu gibi, Osmanlı'da da kavmi kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin birinci müderrisi (profesör) ve mütevellisi (vakıf yöneticisi) Davud-ı Kayseri’dir. Onun vefatından sonra yerine gelense Taceddin-i Kürdî’dir. Napolyon’a karşı Mısırdaki Akka Kalesi’ni savunan Ahmed Paşa da “Cezzar” lakabını almadan önce kavmi- ne atıfla “Boşnak Ahmed Paşa” diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. Bu durum, sosyal yapımızdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşamasını sağlıyordu./ Avnıpalı kavimlerden olup Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutan Boşnakları, Sırp ve Hırvatlardan ayıran en önemli özellik, Müslüman olmalarıdır. Bu farklılıkları ile Boşnaklar, kendilerini asırlarca “Turçin” (Türk) diye adlandırmışlardır.

Avrupalılar da onları Türk diye kabullenmiştir.

Günümüzün yazarlarından Ahmet Selim de Rumelili olan babasının, şu sözlerini nakleder; "... Rumeli’de her Müslüman’a Türk diyorlardı. İhtida edene ‘Türk oldu’ diyorlardı... Etnik’le metnik’le hiç işim olmaz benim.. ”
Akifin;

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfakı insaniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin;
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevç fevç âguşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.. .”

Akif'in, bizim milletimizi anlatırken dinle irtibatlan-dırması ve değişik kavimlerin bir avuçta toplanıp vahdeti bulmasıyla izah etmesi; bir gerçeğin dikkate şayan tespitidir, Bu durumun tasavvufi kavramlarla tam izahı, “kesretten vahdete” (çoklukta birlik) ulaşmaktır. Milletimizin böyle bir terkip ile teşekkülü de, bütün Türkçü-Kürtçü gibi ayrılıkçı teorilere ve tahriklere rağmen bütünlüğünü koruyabilmesi de; halkımızın mensubu olduğu İslam dini ve o dinin bu dünya hayatında kurdurttuğu İslam Medeniyeti sayesindedir

Peki, bir tek millet halinde tutan o İslam Medeniyeti’ni halkımızın idrakinden silmeye çalışanlar kimler oldu? Bu sorunun cevabını, yine dünyaca meşhur iki tarihçimizin anlattıklarında bulacağız. Bu tarihçilerimiz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’dır.

Halil İnalcık» Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında doğup, laikleşme paralelinde geliştiğini belirmektedir. İnalcık, bugünkü İslam Ülkelerinde "millî irade" ve “Batılılaşma" gibi anlayışların ilk örneklerinin de Osmanlı'nın son zamanlarındaki Tanzimatçılarla İttihat ve Terakkici sivil-asker bürokratlar olduğunu söylemektedir. İlber Ortaylı da Osmanlı'daki millet anlayışının dinî esaslı olmakla, Han'daki millet (nation) anlayışından tamamen farklı olduğunu belirtmekte; hatta bu farklılığın büyüklüğünü belirtirken, “tercüme bile edilemez" açıklamasını yapmaktadır. Ortaylı, çok önemli bir farklılık olarak İslam millet anlayışında, “gayrimüslim cemaatlerle yan yana yaşama pratiği" olduğundan da bahsetmektedir.

“İslam’da Din, Medeniyet ve Millet İlişkileri” başlığı altında anlatıldığı gibi bu pratik, Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından kurulan ilk İslam devletinden beri -bazı dönemlerde ihmal edilmiş de olsa- mevcuttur.

Görüldüğü gibi, İslam medeniyetinde hayalî bir “homojen illet”ten bahsedilmemektedir. Mimarı İslamiyet olan ve asırlarca ¡yaşamış olan gerçek bir milletten bahsedilmektedir. Türkiye’de o Beraberlikten bugüne kalan kavimleri de aynı İslâmî harç bir arada atmaktadır. Bu birliği koruyabilmek için gereken, Batı’nın batıl etnisitesine dayanan kavmiyetçiliklerden uzaklaşmak ve bu birliğin cevherini, yani İslam’ı idrak etmektir. Kısacası maharet; “tek tiplilik hayalleri’’kurmak değil, “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) bulmanın sırrına
ermektir.

….Bugün kendilerini “ulusalcı” diye tanıtanlar, İslamiyet’i laikliğin alternatifi bir siyasî rejim diye algıladıkları için, dinden bahsedilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Kendilerini “milliyetçi” diye tanıtanlar ise, milletimizi diğer Müslümanlardan ayırmak için, milletimizin iman ettiği “Allah indinde tek din” ve cihanşümul olan İslam ı, özel bir muhtevaya büründürerek “Türk Müslümanlığı” diye adlandırmak istemektedirler.
Bu milliyetçi/ulusalcı akım mensuplarının, medeniyet hakkındaki tercihleri de "Muasır (çağdaş) Medeniyet” adı altında “Garp (Batı) Medeniyetindir. İşte, “Batı’da Din, Medeniyet ve Milliyet İlişkisi” başlığı altında görüldüğü gibi şimdi o medeniyet, kendisini “Hıristiyan Medeniyeti” yahut “Protestan Medeniyeti” diye ilan etmektedir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

31 Mart Büyük Komplo

31-mart-olayi

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin dayanağı olan 31 Mart vakası ise, Türkiye tarihinin muhtemelen en büyük komplosudur. Padişah‘ı devirmek ve dindarları ezmek maksadı güden bu harekette, İttihatçılar tarafından “Meşrutiyet Muhafızları” ismiyle Rumeli’den getirilip İstanbul Taksim’deki Taşkışla’ya yerleştirilen askerler kullanılmıştır. “Avcı Taburları” da denilen bu askerler. Rumî takvimle 1325 yılının 31 Mart (Miladî takvimle 1909 yılının 14 Nisan) Salı günü ayaklanıp Ayasofya Meydanında toplanmak üzere harekete geçerler. Subaylarını iplerle bağlayıp kışlada hapsetmiş, silah depolarını yağmalatarak bütün tüfek ve mermileri ellerine geçirmişlerdi. Ne için ayaklandıklarını ise yol boyunca bağırdıkları, “Şeriat isteriz!” şeklindeki sloganla açıklıyorlardı. İsyana, Derviş Vahdeti diye bilinen biri önayak olmuş ve onun kışkırtmasıyla halktan da bazı şahıslar katılmışlardı. Bu ayaklanma sırasında birkaç cinayet işlendiği de söylenmektedir. İttihatçıların “Hareket Ordusu" adını verdikleri ve içinde Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kâzım (Karabekir) beylerin de bulunduğu birlik, bu olay üzerine İstanbul’a gelerek isyanı bastırmış, ardından da Abdülhamid Han tahttan indirilmiştir.

Talat Bey’in Enver Paşa’ya çektiği telgrafta, bu olayı “Hürriyete karşı gerici bir ayaklanma” diye bildirmesi ile İsmet Bey’in (İnönü), “Bunlar bizim tarihimiz boyunca başımıza bela olmuşlardır” diye genelleme yapması enteresandır. O zaman 1909 yılı olduğu için henüz hiçbir inkılâbın yapılmamış ve bazı çevrelerce “inkılâpçı- mürteci” diye adlandırılan kutuplaşmaların yaşanmadığı o dönemde, nasıl olur da dindarlar hakkında, “Tarihimiz boyunca başımızaa bela oldular” kabilinden bir söz sarfedebilir ?Kaldıki,bu hadisede aktif olarak bulunmuş Rıza Tevfik,daha sonradan büyük pişmanlık duyarak ayaklanmanın bir komplo olduğunu söylemiş ve “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat isimli bir şiir yazmıştır. “Neredesin Şevketli Abdülhamid Han?’ diye başlayan bu şiirden bir bölüm şöyledır:

...Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî padişâhına...

Hüseyin Dayı, Mlliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Türklük Kavramı Üzerine

Bernard Lewis’in de belirttiği gibi, “Türk” kavramı, İslamiyet’le öylesine eş anlamlıydı ki; bilhassa Osmanlı dönemindeki Müslüman ahali “Türk” diye adlandırıldığı gibi, bir gayrimüslimin Müslümanlığı kabul etmesi de “Türk oldu” diye ifade edilirdi. Bu durum, dünya Müslümanları içinde özellikle "sine-i selase" (üç kucak) denilen üç dilden (Arapça, Farsça vç Türkçe) biri olan Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı alandaki Müslüman ahali için daha fazla geçerliydi.

‘Türk’ ve “Müslüman” terimlerinin, genellikle Araplar ile Fars- lar dışındaki Müslümanlar için kullanıldığına ilk defa şahit olduğumuz eserlerden biri, Âşıkpaşazade’nin yazdığı “Tevârih-i Âl-i Osman" yani “Osmanlı Hanedanı Tarihi” diye adlandırılan tarih kitabıdır. Bekriye tarikatına mensup olduğu için kendisini “Derviş Ah- med Âşıkî” (1393-1481) diye tanıtan bu zat, Sultan İkinci Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde yaşamıştır. Bahsettiğimiz eserinde Osmanlı hanedanını Oğuz Han’a dayandırmış, devletin sosyal yapısını ise aynı anlamda olmak üzere bazen “Türk” bazen de “Müslüman” kelimeleriyle ifade etmiştir. Mesela Orhan Gazi’nin Bursa Tekfuruna Mihal Bey’i gönderip şehri teslim etmesini istediğinde, Tekfur’un “Türkler bizi incitmesin.” şeklinde talepte bulunduğunu söylemekte ve sonucu da “Elhâsılı Tekfur hisardan çıkınca kapılar kalabalık oldu. Her taraftan Müslümanlar girmeye başladılar.” sözleriyle anlatmaktadır.

Prof. Dr. Şerif Turan; Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Yazıcıoğlu ve Neşrî’nin Osmanoğullannı Oğuz Han’a bağladıklarını, daha sonraki tarihçilerden İbn Kemal’in ise Osmanlı devlet ve askerinden “”Türk devleti, Türk askeri” diye bahsettiğini ve bunun da kavmiyete değil, bu topraklar üzerinde tarihî bir gelişmenin mahsulu olan ‘Türk Milleti’ mefhumuna işaret ettiğini söylemektedir.

ABD’nin Visconsin Üniversitesinde kürsü sahibi olan dünyaca Ünlü Türk Tarihçisi Prof. Dr. Kemal Karpat da 2009 yılı Mayıs ayında Türkiye’ye geldiğinde Kanal 24 isimli televizyon kanalındaki bir programda aynı doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Karpat’ın söz ko- nusu açıklaması ‘Türk demek Osmanlı ve Müslüman demekti, etnik bir anlam taşımıyordu’’Fransız tarihçi Emest Renan aynı doğrultuda olarak, Türklerin milletleri dine göre anladıklarını söylemiştir Kemal Kirişçi ve Gareth M. Winrow da müşterek çalışmalarında aynı hususiyeti belirtmişlerdir ki, bu çalışmada verilen izahat, kitabımızda “Kürtçülük” başlığı altında nakledilecektir.

Tamamen din temelli olan bu millet anlayışından dolayıdır ki, Büyük Selçuklu Devletinin kurulmasından, Osmanlı’da sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri bir ayrılık olarak görülmemiştir Değişik kavimlere mensup olan şahıslar, tıpkı Hazreti Peygamber (s.a.v.) zamanındaki Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerinde olduğu gibi, Osmanlı'da da kavmi kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela Orhan Gazi tarafından 1331 yılında İznik’te kurulan ilk Osmanlı medresesinin birinci müderrisi (profesör) ve mütevellisi (vakıf yöneticisi) Davud-ı Kayseri’dir. Onun vefatından sonra yerine gelense Taceddin-i Kürdî’dir. Napolyon’a karşı Mısırdaki Akka Kalesi’ni savunan Ahmed Paşa da “Cezzar” lakabını almadan önce kavmi- ne atıfla “Boşnak Ahmed Paşa” diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. Bu durum, sosyal yapımızdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşamasını sağlıyordu./ Avnıpalı kavimlerden olup Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutan Boşnakları, Sırp ve Hırvatlardan ayıran en önemli özellik, Müslüman olmalarıdır. Bu farklılıkları ile Boşnaklar, kendilerini asırlarca “Turçin” (Türk) diye adlandırmışlardır.

Avrupalılar da onları Türk diye kabullenmiştir.

Günümüzün yazarlarından Ahmet Selim de Rumelili olan babasının, şu sözlerini nakleder; "... Rumeli’de her Müslüman’a Türk diyorlardı. İhtida edene ‘Türk oldu’ diyorlardı... Etnik’le metnik’le hiç işim olmaz benim.. ”
Akifin;

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfakı insaniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin;
Bir taraftan dînimiz, ahlâkımız, irfanımız;
Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsânımız;
Yükselip akvâmı almış fevç fevç âguşuna;
Hepsi dalmış vahdetin âheng-i cûşâcûşuna.. .”

Akif'in, bizim milletimizi anlatırken dinle irtibatlan-dırması ve değişik kavimlerin bir avuçta toplanıp vahdeti bulmasıyla izah etmesi; bir gerçeğin dikkate şayan tespitidir, Bu durumun tasavvufi kavramlarla tam izahı, “kesretten vahdete” (çoklukta birlik) ulaşmaktır. Milletimizin böyle bir terkip ile teşekkülü de, bütün Türkçü-Kürtçü gibi ayrılıkçı teorilere ve tahriklere rağmen bütünlüğünü koruyabilmesi de; halkımızın mensubu olduğu İslam dini ve o dinin bu dünya hayatında kurdurttuğu İslam Medeniyeti sayesindedir

Peki, bir tek millet halinde tutan o İslam Medeniyeti’ni halkımızın idrakinden silmeye çalışanlar kimler oldu? Bu sorunun cevabını, yine dünyaca meşhur iki tarihçimizin anlattıklarında bulacağız. Bu tarihçilerimiz, Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’dır.

Halil İnalcık» Türkçülüğün Osmanlıcılık karşısında doğup, laikleşme paralelinde geliştiğini belirmektedir. İnalcık, bugünkü İslam Ülkelerinde "millî irade" ve “Batılılaşma" gibi anlayışların ilk örneklerinin de Osmanlı'nın son zamanlarındaki Tanzimatçılarla İttihat ve Terakkici sivil-asker bürokratlar olduğunu söylemektedir. İlber Ortaylı da Osmanlı'daki millet anlayışının dinî esaslı olmakla, Han'daki millet (nation) anlayışından tamamen farklı olduğunu belirtmekte; hatta bu farklılığın büyüklüğünü belirtirken, “tercüme bile edilemez" açıklamasını yapmaktadır. Ortaylı, çok önemli bir farklılık olarak İslam millet anlayışında, “gayrimüslim cemaatlerle yan yana yaşama pratiği" olduğundan da bahsetmektedir.

“İslam’da Din, Medeniyet ve Millet İlişkileri” başlığı altında anlatıldığı gibi bu pratik, Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından kurulan ilk İslam devletinden beri -bazı dönemlerde ihmal edilmiş de olsa- mevcuttur.

Görüldüğü gibi, İslam medeniyetinde hayalî bir “homojen illet”ten bahsedilmemektedir. Mimarı İslamiyet olan ve asırlarca ¡yaşamış olan gerçek bir milletten bahsedilmektedir. Türkiye’de o Beraberlikten bugüne kalan kavimleri de aynı İslâmî harç bir arada atmaktadır. Bu birliği koruyabilmek için gereken, Batı’nın batıl etnisitesine dayanan kavmiyetçiliklerden uzaklaşmak ve bu birliğin cevherini, yani İslam’ı idrak etmektir. Kısacası maharet; “tek tiplilik hayalleri’’kurmak değil, “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) bulmanın sırrına
ermektir.

….Bugün kendilerini “ulusalcı” diye tanıtanlar, İslamiyet’i laikliğin alternatifi bir siyasî rejim diye algıladıkları için, dinden bahsedilmesinden bile rahatsız olmaktadırlar. Kendilerini “milliyetçi” diye tanıtanlar ise, milletimizi diğer Müslümanlardan ayırmak için, milletimizin iman ettiği “Allah indinde tek din” ve cihanşümul olan İslam ı, özel bir muhtevaya büründürerek “Türk Müslümanlığı” diye adlandırmak istemektedirler.
Bu milliyetçi/ulusalcı akım mensuplarının, medeniyet hakkındaki tercihleri de "Muasır (çağdaş) Medeniyet” adı altında “Garp (Batı) Medeniyetindir. İşte, “Batı’da Din, Medeniyet ve Milliyet İlişkisi” başlığı altında görüldüğü gibi şimdi o medeniyet, kendisini “Hıristiyan Medeniyeti” yahut “Protestan Medeniyeti” diye ilan etmektedir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Batı Tipi Milliyetçilik

Aydınlanma” dönemi ve sonrasında Batı’da doğan bütün ideolojilerin özelliği, dine karşı olumsuz tavırda olmaktır. Temeli materyalizm olan bu ideolojilerin en tesirlisi de, hemen hemen diğer bütün ideolojilerin de içine sızmış olan sözde milliyetçiliktir. Batı tipi milliyetçilik diyebileceğimiz bu ideoloji, ilkel toplumlarda görülen kavmiyetçiliğin, “modern” Avrupa’da “bilimsel” bir görünüm verilmiş halinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in şiddetle reddettiği bu cahiliye dönemi âdeti, ''aydınlık'' sevdasına düşmüş bir avuç okumuş tarafından maalesef bizim memleketimizi de yaygınlaştırılmıştır.

Kaynak:

Hüseyin Dayı-Milliyetçiliğin Dinle Kavgası

Devamını Oku »

Atatürk'ü Tanrıtürk Yaptılar

Tek parti doneminin Edirne (Milletvekili) Şeref Aykut, 1935 yılında yazdığı kitapla Kemalizm’i açıktan açığa bir din olarak tanıtıyorda. Mensubu olduğu CHP’nin o zamanki parti programına dayanarak yorumlarını yazan Aykut, kitabının adını da “Kamâlizm” koymuştu. “Kemal” kelimesi Arapça olduğu için o dönemdeki Türkçüler. Atatürkün ismini bir ara Kamal Atatürk” olarak kullanmışlardır Aykutun kitabından, dinle alakalı bazı cümleleri okuyalım:
“Türk devrimini son asırların değişikliklerini hazırlayan fikirlerle ve daha sonraları yürüyen, göğdelenen Rasyonel, Sosyolojik, Markisi, Faşist rejim ve ideolojileri ile izaha çalışmak da fazla bir iş olur. K amalizmin bunların üstünde yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir. ..
"Ulusal bayramlarda bizi coşturan, millete vecit ve heyecan bu güzel ve sevimli bayramlarda caddeleri süsliyen al bayraklar anısında, görünen birçok askılarda, güzel yazılar vardır. Bunlar vecizeler, ölgerlerdir. Bunlardan birisi de şu vecizesidir;

"(Ak günleri yaşarken kara günleri unutma!)”
Türk milletinin bu kara günü biraz çok sürmüş, uzunca ve korkulu bir rüya, biraz ürperten düştür."

''Bu uzun rüya aşağı yukarı 1337 yıl sürmüştür. Bütün bu uzun yıllar içinde Türk milletinin tarih yolunda gidişi tetkike değer.''

İşte İslam dinine girinceye kadar öteki dinlerden geçerek hep egemen, hâkim yaşamıştır. Öteki dinlerde Şaman, Budist,Zerdüşt Musevi, İsevi gibi dinlere de girmiştir. Ancak bu dinler onu asla kökünden bağlamamıştır. Orıjinalinden uzaklaştırmamıştır.''

“İslâm olduktan soradır ki bütün fikir ve iş alanındaki savaşları, uğraşları yalnız (din) adına olmuştur...”

"Hayat yürüyor. Çağdaş ulusların siyasal, sosyal, ekonomik yolunda ilerleyişlerinin karşısında hep böyle mugeylân dikeninde kutsal bir varlık görenler, loş selvilerin karanlık gölgelerinde çöreklenmiş, kokmuş, hayat kuvvetini kaybetmiş kaidelere bağlı duranlar için yenilik manasız bir şey olup kalmıştır. İşte Partimiz buna kökünden bir nihayet vermek zaruretinde idi."

“Artık bugunkü ilim ve teknik yolları bu gibi urasalara, hurafelere, vehimlere ün ve önem veremezdi. Türk ulusunu benliğine kavuşturan Kamâlizmi, ulusun egemenliğine göre kanunların kaynağı olarak binlerce yıl önce başka soylar için ve başka yolda konulmuş kaidelere bağlı tutamazdı..."

“Gençlik ruhunun ihtiyacını yerine getirmek."

“Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister."

“Bu sebepledir ki, onu Kamâlizm dininin hiç şaşmıyan, şaşırmıyan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister,ta ki Kamâlizm dinine inanı artsın.İşte disiplin altında gençlik böyle olcaktır.Parti bunubunu amaçlamış, hazırlamıştır.”
Kemalist şairlerden de bazılarını aktaralım.()

Behçet Kemal Çağlar

"ger dilersiz bulasız oddan necat,

mustafa-yı ba kemal'e essalât!

ol zübeyde mustafa'nın anesi,

ol sedeften doğdu ol dürdanesi!
gün gelip oldu rıza'dan hamile,
vakt erişti hafta ve eyyam ile.
geçti böyle nice ay nice sene,
vakt erişti bin sekiz yüz seksene."


"merhaba ey baş halaskâr, merhaba!
merhaba ey ulu serdar, merhaba!
hak teala çün yarattı türk'ü ilk,
dedi 'üç kıta da olsun ona mülk...'
mustafa nurunu alnına koydu,
'bil, kemal'in nurudur ol nur!' dedi.
ger dilersiz bulasız oddan necat,
mustafa-yı ba kemal'e essalat!"

Edip Ayel


Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !


Halil Bedii Yönetken

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

Kemalettin Kamu - İstiklal Marşı Yarışması.

Ey dertli saray! Kâbe mi oldun bize artık?
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî¦
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez !
Faruk Nafiz Çamlıbel

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Peygamberler, Türk Oxford’undan Mezunmuş !

Bazı bilim çevrelerinin iddiasına göre, dünyanın diğer kıtalarına kıyasla çok yüksek seviyede bir medeniyetin yaşanmakta olduğu “Mu” isimli bir kıta, Milat'tan on iki bin yıl önce batmıştır. Colonel James Churchward isimli Amerikalı bir bilim adamının 1931 yılında yayınlanmış kitabında. Mu kıtasındaki toplumlardan bugün bildiğimiz kıtalara geçmiş bazı gruplar olduğu ve o grupların kendi yüksek medeniyetlerini buralarda yaydıkları şeklinde bir tez işlenmiştir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki inançlardan, piramitler gibi teknolojik açıdan yüksek seviyedeki mimarî eserlere; kullanılan alfabelerden dillerdeki kelimelere kadar bazı benzerlikleri delil olarak gösteren bu görüş; özellikle Grekler, Japonlar, Mısırlılar, Sümerler, Mayalar gibi, antik tarihte çağdaşlarına kıyasla oldukça ileri medeniyet kurmuş toplumlardan örnekler vermektedir. Bu toplumlardan bin de Uygurlardır. Bu “Türk" grubun da bu kavimler arasında sayılması, bazı Türkçüler nezdinde hemen bütün Türkleri kapsayacak şekilde genişletilerek, Türklerin Mu kıtasından gelmiş olduğunu işlemelerine yol açar. Hatta daha da ileri gidilerek, Mu kıtasından gelen herkesin Türk olduğu kabul edilir. Bu arada dinler arasındaki benzerlikler de unutulmaz. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki benzerlikler,peygamberlerin Mu kıtasından gelen Türk- dinlerini öğrenip,sonra da kendilerine gelmiş İlahî vahiy gibi işlenir.

Bahsettiğimiz görüş,Meksika Maslahatgüzarı Tahsin Mayape- Dil Kurumu Genel Sekreteri Necmi Dilmen’e gönderilen resmi yazılarda görülmektedir. Bu yazılardan anlaşıldığına göre görüşleri Atatürk'e de iletmiş.

Türk Dil Kurumunun arşivindeki,Mayapetek ile yapılan yazışmaların 1.dosyasında bulunan 22 Haziran(*) 1936 tarihli 743 sayılı yazıda,konumuzla ilgili detaylı bilgiler şu şekilde yer almaktadır:(1)
‘Amerika Alimlerinden Colonel James Churchward en gençliğine müsadif 1868 senesinde Hindistan'da (AYHO- DA) manastırından başlayarak cihanın muhtelif kıtalarında 50 sene süren tarihî ve İlmî tetkikatı ilk defa 1931 senesinde New-York’ta neşrettiği 4 kıta eserde:"

1) Uygur, Akkad ve Sümer namlarındaki ırkdaşlarımızın beşeriyetin ilk vatanı olan MU kıtasından binlerce sene evvel çıkarak cihana yüksek maarif, medeniyetlerini, dil ve dinlerini götürdükleri,

2) Aryen denilen Tötonların, İslav'ların, Brötonların, Baskların, İrlandalıların elhasıl hemen bütün Avrupa akvamının Uygur Türklerinin zürriyetleri oldukları,

3) Akkad ve Sümer sözlerinin Hindistan manastırlarında mukaddes bir dil olarak öğretilen NAGA MAYA yani Mu dilindeki manaları,

4) Mu kıtası batmadan binlerce sene evvel çıkarak Mu'nun ilimlerini ve dinim dünyanın birçok yerlerine ezcümle Mısır, Hindistan'a yaymış olan (NAA KAL) namındaki Mu ilim ve din misyonerlerinin Himalaya ve eski Mısır mabetlerine naklettikleri tablet ve saıreyi Musa'nın Sina dağındaki ÖZİRİŞ mabedinde ve İsa’nın da hem Mısır hem de Hindistan'da senelerce tetkik ettikleri ve bunlara kıyasen Kur an'da bir ayet başını teşkil eden (TA-HA) sözünün Mu diline ait olduğunu Curchward'ın bu söz hakkındaki izahatını gördükten sonra din-i İslam vazeden zatın da diğerleri gibi Mu'nun dil ve dinini Mısır'da ve aglebi ihtimal Hindistan Manastırlarında tahsil ettiği neticesinin tebarüz etmekte olduğu...''

Son cümlede Muhamnıed’den (s.a.v.) bahsederken, “Din-i İslamı vazeden zat” denmesi, aynca dikkat çekicidir. Aynı yazının eklerinde de çeşitli deliller(!) gösterildikten sonra şu açıklama yer almaktadır: .

Esasen;PLATON, FİSAGOR, THALES DÖ MİLET gibi en meşhur Grek filozoflarının Mısır’da Mu’nun yüksek felsefe ve ilimlerini tahsil ettikleri ve İsa’dan 500 sene evveline gelinceye kadar greklerin tahsil için tercihan Hindistan’a gittikleri hakkında CHURCH WIDE ’ın verdiği izahat dahi Muhammed’in diğer din va- zıları ve Yunan Filozofları gibi eski zamanlarda bugünkü Oxford, Cambridge, PARİS üniversitelerinin rolünü oynayan Mısır ve Himalaya mabed ve manastırına giderek tahsil etmiş olduğuna şüphe bırakmamaktadır...” (ss. 47-48)

Mayapetek’in yazdıkları ile Atatürk’ün görüşleri mukayese edildiğinde şu benzerlikler görülmektedir:

Bütün tarihî gelişmeleri ve ortak manevî değerleri bir yana bırakıp, milliyeti biyolojik üremeye dayandıran teze bağlı olması, ancak Türklük için Orta Asya yerine “Mu kıtası”nı vatan diye kabullenmesi:
“Mu kıtası” efsanesine itibar etmemiş de olsa, Atatürk’ün 1930’lardan sonraki Türk milleti anlayışı da biyolojik üreme temelli “Orta Asyalı brakisefal ırk” şeklindedir.

Türkleri, dünyada üstün medeniyet oluşturmuş bütün milletlerin atası göstermesi:

O tarihlerde en azından böyle bir akrabalık kurma isteği, Kemalistler arasında çok yaygındı. Türk Dil Kurumu tarafından toplanan ilk Dil Kurultayları bu görüşü kabul ettirme maksadı gütmüştür.Bizzat Atatürk de Türk Dil Kurumu’na vasiyetinde, “... Aryen ismim de alan (homo alpinus) Türk ırkıdır. İndo-Europen dil grupları arasına Toharların, Heptalitlerin (Beyaz Hunların), Sogdakların, Hititlerin dilleri çoktan katılmıştı. Bu diller, ilk Türkçenin değişe şekillerdir demiştir.

Bugün artık “Aryen” isimli bir ırkın hiçbir zaman yaşamadığı anlaşılmıştır. Bu iki maddede görülen özellik Kemalist düşüncenin; ortak tarih, vatan ve inanç sahibi olduğumuz Abhas,Arnavut, Boşnak, Çeçen, Çerkez, Gürcü, Kürt, Laz,Pomak,Tatar gibi sosyal gruplarla beraberliğin izahı yerine, milli bünyemizde bulunmayan kavimlerle akrabalık tesisine yöneldiği göstermektedir.Millet teorileri, yayınlanmış olan Türkler ve 'Ötekileştirdiklerimiz' isimli bir başka kitabımızın konusu olduğundan, burada o konuların detaylarına girmeyeceğiz.

Dinler arasındaki benzerliklere dikkat çekerek; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in; günümüzün “Oxford, Cambridge, Paris üniversitelerinin rolünü oynayan” Mısır ve Himalaya manastırlarına gidip tahsil gördükten sonra kendilerine vahiy geldiğini iddia ederek dinlerini kurduklarını ima etmesi:

Bu tahsil iddiası, dönemin Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri Dilmen’in Mayapetek’e gönderdiği cevabî yazıdan anlaşıldığına göre, pek ikna edici bulunmamıştır. Dilmen söz konusu yazısında; “Hayatının hemen her zamanı mazbut olan Muhammed’in Suriye’den başka bir yere gitmediği malum iken Mısır’da veya Hindistan'da tahsilini iddia etmek, hayatı hakkında oldukça malumat bulunan İsa’nın Hindistan’da Mu dini öğrendiğini ileriye sürmek gibi noktalar, hep merak ve şüphe uyandırır mülahazalardır, sanırım." diyerek itiraz etmiştir. Her ne kadar bu iki peygamberin hayatının bilinmesinden dolayı, tahsil iddiası taraftar bulmamışsa da vahye dayalı dinin peygamberler tarafından kurulduğu şeklindeki görüşün, Mayapetek’in tezinden etkilenmeksizin Kemalistler arasında yaygınlık kazanmış olduğu görülmektedir. Daha önceleri İslamiyet’in gerçek bir din olduğu yönünde konuşmalar yapmış olan Atatürk de zamanla tam tersi şekilde anlaşılacak ifadeler kullanmıştır. “Muhammed’in kurduğu din” şeklindeki ifadesi, o kabildendir. İslamiyet’e bu şekildeki bir bakış, aşağıda “Kur’an Hükümlerini Kaldıran Atatürk” ve “Atatürk’ü ‘Tanrutürk’ Yaptılar” başlıkları altında anlatılacak olan yaklaşımları doğurmuştur. Şimdi, dinler arasındaki benzerliklerin sebebine,İslami kaynaklardan gelen bilgiler ışığında kısaca temas edelim.

Hz Adem'den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri din,İslamiyet olduğu için,günümzde tahrif edilmiş halde de olsa da devam etmekte olan Hz Musa ve Hz İsa'nın tebliğleri ile Hz Muhammed'in tebliği arasında benzerlikler görülmesi normaldir.

Hatta bu türden benzerliklere bazı ilkel inanç sistemlerinde de rastlanabilir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, Allah (c.c), tarih boyunca her kavme bir peygamber göndermiştir.0 Peygamberlerin unutulmuş tebliğlerinin izlerine değişik düşünürlerde rastlamak neden şaşırtıcı olsun? Bu itibarla,kendisine kitap indirilmiş peygamberlerden herhangi birinin birinin tebliğini, önceki dönemlerin filozoflarından öğrenmiş şeklinde gösteren tezler, ancak peygamberlik görevine inanmayanlarca ileri sürülebilir.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

İslamiyet Milli Hisleri Uyuşturdu mu ?

Atatürk’ün “Nutuk"ta anlattıklarından anlaşıldığına göre, inkılâplar yapılırken din aleyhine bir takım uygulamalar olacağı yönünde, kamuoyunda çok ciddi kanaatler oluşmuştur. Hilafet ve şapka meselelerinde bu endişeler açıkça görülmüştü. Bunlardan biri de devletin bir dini olup olmayacağı şeklinde kendisine yöneltilen bir soruda görülmektedir.

“Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir.” şeklindeki açıklamanın Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesinin başında yer almasından çok önce, basın mensuplarıyla yaptığı bir sobbet sırasında, “Yeni hükümetin dini olacak mı?” şeklinde bir soru ile karşılaşır. Bu soruya karşılık, “Hükümetin dini olamaz, diyemedim.” açıklamasını yapan Atatürk: (Vardır efendim, İslam dinidir) demeyi tercih ettiğini ve ardından da “İslam dininde düşünce özgürlüğü vardır.” diye bîr yorumlama ihtiyacı duyduğunu söyler. Aynı gazeteci, “Yani devlet bir dine bağlı kalacak mı?” diyerek sorusunu tekrarlayınca da “Kalacak mı, katmayacak mı bilmem?” diye cevaplandırdığını söylemektedir. Nutuk’ta bu olayı anlattığı bölümün sonunu ise şöyle bildirmektedir:

“Kanunun gerek ikinci ve gerek 26'ıncı maddelerinde fazladan yer alan yeni Türkiye Devletı’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılâp ve Cumhuriyet'in o gün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.

“Millet, bu fazlalıkları. Teşkılat-ı Esasiye Kanunu muzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır’”

Bu ifadelerin geçtiği “Nutuk”, CHP nin 2. Kurultayında Atatürk'ün 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında yaptığı konuşma olduğu ıçin 1919- 1927 seneleri arasını anlatmaktadır. Bu konuşmada zikredilen "fazlalıkların" kaldırılması arzusu, 10 Nisan 1928 tarihinde gerçekleşmiş ve “Devletin dini, Din-i İslam'dır’’ ibaresi anayasadan çıkarılmıştır. 1 Ocak 1929'da ise okullarda Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır.

Elbette ki. anayasada devletin bir dini olmaması, sıyaseten bir dinin kurallarına bağlı kalmamak şeklindeki laiklik anlayışına uygundur. Fakat milletleşmede din birliğinin bir rolünün olmadığı şeklindeki bir izah, genel yapıya uymamaktadır. Atatürk’ün, Türk milletini tanımlarken açıkladığı o yöndeki görüşü, işte bu gerçeğe aykırı düşmüştür.

Atatürk'ün 1930’larda Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu» mm kurulmasından sonra, o kurumların mensuplarıyla birlikte geliştirdiği Türk’ Tarih Tezi'’ ve “Güneş-Dil Teorisi” isimli izahlarındaki. “Brakisefal ve kimotrik (kafatası kısa, saçları dalgalı) ırkımız... Türkistan'dan asırlar boyunca çıkan... Aryen ismini de alan (homo aiptnus) Türk ırkıdır.(1)7 şeklindeki izahları, millet nazariyelerini o zamanlar revaçta olan ırk ve dil esaslı açıklama gayretlerinin ürünü olarak görmek gerekir. O görüşler içinde din birliğine yer verilmemiş,millet için bir takım antropometrik ölçüler ve dil esas alınmıştır.

Şu da var ki, o görüşlerden önce,’Türkiye halkına bakarak’ yaptığı ‘geniş alanda ve birleşmelerle oluşmuş Türk Milleti’ tanımlamasında da Boşnak,Çerkez,Laz gibi kavimlerin isimlerini saydığı halde din birliğine yer verilmemiştir.Hatta daha açık bir ifade kullanarak,Türk milletinin oluşumunda din birliğinin etkisi olmadığı;İslamiyetin Türkler üzerinde millî bağları gevşetmek, milli hisleri, millî heyecanı uyuşturmak şeklinde olumsuz etkileri olduğu şeklinde açıklamalar yapmıştır.

Kavimlerın birleşmesinden bahsedilince bu birleşmenin, hangi artlar altında ve hangi müşterek değerler üzerinden yapıldığını göstermek gerekir Aksi hâlde birleşmenin sebebi anlaşılamaz ki, bu da zihinlerde bir tarafın zorlaması olduğu şeklinde bir kanat uyandırabilir Atatürk, İslamiyet'in millet oluşturmada etkili olmadığını ispat etmek için şu örneği vermektedir:

“...bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi.”

Aynı açıklamaları içinde milletleşmede millî ahlakın, büyük bir önemi olduğunu belirtmektedir. Bu ahlak müşterek dinden kaynaklanmıyorsa, bahsettiği birleşmiş kavimlerde birbirininkine benzeyen bu ahlak anlayışı hangi kaynaktan gelmektedir?

Diğer yandan Türkçe konuşan fakat Müslüman olmayan Kıpçaklar, yine Türkçe konuşan Oğuzlarla (Selçuklularla) neden birleşmediler de aksine onlara karşı sürekli saldırılarda bulundular ve katliamlar yaptılar ? Aynı Kıpçaklar, Avrupa’da oraya göç etmiş olan ve yine Türkçe konuşan Peçeneklere neden saldırıp katlettiler?

Atatürk,Türk milletinin oluşmasında din birliğinin bir etkisinin olmadığını söylemekle millet için de laik bir yorum yapmış olmaktadır.Devlete aid bir mesele olan laikliğin millete de tatbik edilmesi, Şerif toplumu için sosyal bir pekiştirici ilkesi bulma ve türkler arasında sosyal şuuru yükseltmenin bir vasıtasını oluşturmaya duyulan ihtiyaçtı.Bu iki hususta İslam yetersiz görülerek, sadece şahsi bir meselesine indirgenmişti. “Yeni Türklerin şuuru”,Atatürkün sık sık vurguladığı ilim içinde kök bulacaktı. Hâlbuki ilmin milli kimliğin inşası ile ilgili herhangi bir formülü yoktu.(Şerif Mardin)

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Saltanatın Kelleler Kesme Tehdidiyle Kaldırılması

Atatürk’ün şu sözleri dikkate değerdir:
“Efendim, dedim, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışma ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklanm altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldubitti haline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir.”

Atatürk’ün, Osmanoğullarını zorla Türk milletinin üzerinde hâkimiyet kurmakla itham etmesi, muhtemelen Gökalp’ın tavsiyesine uyarak “eskiyi kötülemek” maksadı gütmesindendir. Zira çok az tarih bilgisine sahip olan bir insan bile, Osmanlıların Türk milleti üzerine zor kullanarak saltanat kurduklarım düşünmez. "‘Temel türkçülük” bölümünde anlatıldığı gibi, Gökalp’ın da Osmanlı döneminde Türklerin millî adlarını söylemekten korktukları şeklinde iddiası vardır.

Zamanla komşu beyliklerle savaşarak Anadolu’da da genişlemişse de bir aşiret reisliğinden beyliğe dönüşerek başlayan Osmanoğullarının asıl hedefi, batıdaki gayrimüslim topraklarıydı. Bu hedefe yönelmiş olmalarından dolayıdır ki, diğer Müslüman ve Türk beyliklerinden de çoğu tarikat mensubu olan dindarlar, akın akın Osmanlıya gelip katılmışlar ve İslam’ın verdiği gaza görevini ifa etmişlerdir. “Alp Erenler. Gazi Dervişler" denilen bu Müslümanlarla birlikte “İlayı Kelimetu'llah” aşkına fetihler yapma şuuruyla hareket eden Osman Bey, Orhan Bey vc Murat Bey, unvanlarında derviş gazilerin reisi olduklarım belirtmeyi de itiyat etmişlerdir. Ayrıca Osman Bey'in bir unvanı da “Fahreddin" (dinin kendisiyle iftihar ettiği) idi. Buna karşılık, Müslüman Türk oldukları hâlde Bizans tarafında yer alıp Osmanlıya saldıran “Türkopol” denilen ücretli askerî birlikler de vardı., Onlara bakıp genelleme yaparak, “Türkler, Bizans’la birleşip Osmanlı’yı vurdu” demek nasıl büyük bir yanlışlık olacaksa; Osmanlının Türkler üzerinde zorla saltanat kurduğunu iddia etmek de öyle, hatta daha da büyük bir yanlışlık olacaktır. Burada önem arz eden husus, kavmiyet değil, bu iki kitleden hangisinin bu topraklardaki Türk devletini kurup yaşatan ruha sahip olduğudur. Tarihî gelişme açıkça göstermiştir ki, devleti kuran ve yaşatan güç; yabancılardan ücret gözetip Osmanlı’ya vuran Türkopollerin ruhu değil, Osmanlı'nın çeşitli kavimleri birleştiren İslâmî gaza ruhu olmuştur. Fatih döneminin tarihçilerinden Oruç Bey, Osmanlıların bu özelliklerini şöyle anlatır:

“Gaziler ve düşmanı yenicilerdir. Allah uğruna hak yoluna durmuşlardır. Gaza malını toplayıp hak yoluna sarf edicilerdir. Hak'tan yana gider, din yolunda gayretlilerdir.”

Diğer Türk beylikleri de genişleme gayesi gütmüşlerdiyse de onların çevreleri Müslüman Türk beylikleriyle çevrili olduğundan dolayı bu. daha çok birbirlerinin zararına bir genişleme gayretiydi. O zamanlar çok yüksek olan dinî hassasiyetin, Anadolu'daki diğer beyliklerin yöneticilerinin de Müslüman ve Türk olmasına rağmen, Osmanlı ya destek vermesinin sebebi de bu “gaza ruhudur.

Aslında fesin kaldırılıp şapka giyilmesi, milliyetçi İttihat ve Terakkinin de gündemindeki konulardan biriydi. Bu cemiyetin ilk kurucularından olan ve cemiyette ateist kimliğe bürünen Abdullah Cevdet, ikinci Meşrutiyet’in ilanından dört yıl sonra (1912 yılında) editörlüğünü yaptığı “İçtihad” dergisindeki, “Pek Uyanık bir uyku)başlıklı makalesinde; medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını,fesin yasaklanarak,erkeklere şapka giyilmesini telkin ediyordu.Bu görüşleri, mahiyeti itibarıyla Batılılaşmacilık içinde açıklayan Peyami Safanın belirttiği gibi; Türkçüler, inançlarının bazı esaslarını Batı Nasyonalizminden aldıkları için, tarihçi görüşlerinin yanısıra böyle sosyolojik uygulamalar da arzuluyolardı.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Atatürk ve Kemalizm

Esasen Atatürk'e, ortaya bir ideoloji koyan anlamında olmak üzere 'ideolog" demek de pek doğru değildir. Yakın arkadaşlarından Falıh Rıfkı Atay’ın söylediğine göre, 1923 yılında Halk Partisi içinde bile eski değerleri devam ettirmek isteyen "kerhen Kemalistler" ile kültürel birikimleri olmadığı hâlde tam bir inanışla Mustafa Kemal'e bağlı olanlar vardı. Atay, böyle bir ortamda kendisi ve birkaç Türkçü arkadaşının şuurlu bir şekilde devrimleri hazırladığını söylemekte ve aynen şu açıklamayı yapmaktadır:

“Saraçoğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla beraber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık. Tanzimat'tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tasfiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milletine, Batı topluluğu içinde bir yem çağ cemiyeti olarak yer alma imkânlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fırsat biliyorduk."

Bu açıklamayı yapan Atay, o dönemde inkılaplara karşı olanların, Atatürk'e değil de “dalkavuklar, müfsitlcr, zındıklar" diyerek kendilerine kızdığından da dert yanmaktadır.,Atay. Atatürkün meslek kitapları dışında sadece genel bilgiler edindiğini, inkılapları ise uzun süren sofra sohbetlerindeki tavsiyelere uyarak yaptığını söyler.Bu meyanda olarak, Latin Harflerini kendisi ile birkaç arkadaşlarının medenî kanun fikrini ise; Mahmut Esat, Saraçoğlu, Şükrü Kaya gibi şahısların tavsiye ettiğini anlatır. Atay, yapılan inkılâplara “Kemalizm” adını yine o “ileri” Türkçülerin verdiğini de ifade eder.,(Atay,Atatürkçülük nedir?cilt:4,ss:20-34)

Hüseyin Dayı
Devamını Oku »

İslam Aleminden içki Alemine

Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp ile ilgili hatıralarını anlatırken içki sofralarında çok coştuğunu ve eski bir şiirden şu mısraları okuduğunu söyler

İçelim içelim şarap içelim,
Nice bir gâv (öküz) gibi âb (su) içelim’'
"Şaraptan yana olur, suya karşı bu durum alır, derken, Türklerın Asya'daki şarap şehrı Fergana‘dan tutturur, ilk Şölenlere geçer, ataerkil (pederşahi) aileden şimdiki yüzyıla kadar uzanıverirdi.

Tabı, biz bu içki sofralarını anlatırken, Gökalpı özel hayalındaki içki düşkünlüğü açısından eleştirmiyoruz. Bizim için nasıl yaşadıkları değil, cemiyete bıraktıkları eserler önemlidir. Bu sofralarda dikkat çeken husus, Gökalp’in içkiye bakışında hile Türklerin eski şarap şehri Fergana'dakı şölenlerden bahsederek içkiye de Türkçü bir yorum getirmesidir. Oysaki her zamanda ve her toplumda içki içenler de içkiye karşı olanlar da vardır. Bunun milliyetçi bir yorumu olmayacağı kesindir. Fakat Gökalp, sadece içerken değil, normal zamanlarında yazdığı eserlerinde de yukarıda gördüğümüz gibi, Allah’tan korkmamayı ve günahlardan sakınmamayı bir meziyet olarak işlemiştir. Esasen Yahya Kemal de içki içen birisi olmasına rağmen, asla dindarlara irticacı dememiş, tam aksine daima İslâmî değerleri savunmuş ve “Türk devleti, aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz” demiştir. Aynca Yahya Kemal'in düşünce dünyasında, “Fatih’in Ayasofya'da okuttuğu ezan ve Yavuz Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an” devletin iki manevî temelidir.

Yine o içki sofralarından birinde Gökalp, Yahya Kemal’i şöyle eleştiriyordu:

“Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin."

Yahya Kemal ise ona şu cevabı veriyordu:

“Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim

 

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »

Ziya Gökalp'e Göre Din

Ziya Gökalp, 1914 yılında yazdığı “İçtimaî Neviler” (Sosyolojik Türler) isimli makalesinde, ilkel dönemdeki toplumların özellikleri ile modern dönemdeki toplumların özelliklerini kıyaslamıştır. O mukayeseye göre toplumlar, feodal biçimden korporatif biçime doğru beş evrim safhasından geçmişlerdir. Bu evrim safhalarının ilkinde, din ve akrabalık bağları; sonuncusu olan millette ise sosyal dayanışma ve kültürel bağlar hâkimdir. Gökalp’ın değişik yazılarında ise “kültür”ün tarifi; din, ahlak, zevk, dil gibi bir toplumun vicdanında yaşayan değer yargılarının tümü, şeklinde yapılmaktadır.Bu açıklamalarında ilkel dönem toplumunda açıkça dile getirdiği din, millet düzeyindeki modem dönem toplumunda ise ancak kültürün ( “hars” diyordu) açılımında yer almaktadır. Ona göre .kültürün içindeki en önemli değer, dildir. Bir eserinde, milliyeti sadece dile indirgeyerek, “Dil cemaati, yani milliyet" diye tarif etmiştir.'Yeni Hayat isimli kitabındaki “Lisan” adlı şiirinde de bu fikri şöyle işlemiştir:

“Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir ; vatanı bir
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisanı bir

Demek ki, Gökalp'a göre din, sosyal evrimin son safhası olan milletle ana değer olmaktan çıkmış, yeni bir ana değer olan kültürün içindeki tali bir değer haline dönüşmüştür. Dini, bu şekilde milletin parçası halinde izah etmesi, ona her türden müdahale yapmasını kolaylaştırmıştır.-Bu müdahale teşebbüsleri de (İslam hukuku) üzerinden; önce devletin hukuk sistemi açısından siyasî, sonra itikat ve ibadetler dâhil şahsî ve sosyal alanlarda olacaktır.

Hüseyin Dayı, Milliyetçiliğin Dinle Kavgası
Devamını Oku »