Felak Suresi Tefsiri

(1)

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım sabah şafağının rabbine!

{Fakih (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi:} Sabah şafağının rabbine sığın­manın emredilmesi üç ayrı yoruma açıktır. Birincisi emir öğretim amacına yönelik olup sûrenin nâzil olduğu dönemde vuku bulmuş herhangi bir olayı hedeflemiş değildir. Ne var ki Allah Teâlâ sûrede sözü edilen tiplerin yapabi­lecekleri kötülüğün büyüklüğünü ezelî ilmiyle bilmiş ve insanlara kendisine sığınmalarını emretmiştir. Aslında genellikle tahmin edileceği gibi sûrede zikredilen kötülükler yine orada bahis konusu edilen yollarla insanların başına gelebilir ve bu husus elbette ki İlâhî ilimin çerçevesinin içinde yer alır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şeytanın insanlara düşman olduğunu ve onları farkedemeye- cekleri yönden gördüğünü haber vermesi gibi.(2)

Buradaki İlâhî hikmet insan­ların daima kendilerini hazır tutmaları, uyanık olmaları, Allah’a sığınmaları ve O’nun lutfu sayesinde kötülükten korunmalarıdır.

Felak sûresinde emir şekline bürünmüş bu öğretim Nâs sûresindekinden daha önemlidir, çünkü bu sûrede sözü edilen düşman Nâs sûresinde sözü edi­lenden daha zararlıdır. Şöyle ki orada haber verilen düşmanın zararı, şeytanın çağrı yaptığı hususları yerine getirdiği ve sinsi ayartıcının içine düşürdüğü vesveselere uyduğu takdirde kişi için zararlı olur. / Bu ise insanın kaçınabi­leceği kendi fiilidir. Felak’ta haber verilen zarar ise başkasının etkinliği ile meydana gelmiş olup kişi bunun ne yönden geleceğini bilememektedir, yani düğümlere üfürenlerin ve diğerlerinin şerri. Dolayısıyla bu tür kötülüğün kullara öğretilmesi ve o yüce varlığa sığınılmasının emredilmesi son derece önem taşımaktadır, o varlık ki bahis konusu ettiğimiz tiplerden sudûr eden bu şer filleri, lutuf ve keremiyle, karşı çıkılıp etki altında bırakılabilir katego­risinde tutmuştur.

İkincisi nakledilen şu husustur ki Cebrâil aleyhisselâm Rcsûlullah’a ge­lerek şöyle demiş: “Kurnaz bir cin sana tuzak kurmaya çalışıyor, bu sebeple yatağına gireceğin zaman iki eûzüyü okumak suretiyle onun şerrinden Allah’a sığın!“(3)

Üçüncüsü yahudilerden birinin Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme büyü yapması üzerine nâzil olduğu rivayetidir.(4)

Ebû Bekir el-Asam şöyle dedi: Bu konuda bir hadis naklettilerse de doğru görülmeyen hususlar içerdiğinden onu terkettim.

{Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bize göre Resûlullah’a büyü yapıldığı yolundaki rivayet, onun nübüvvet ve risâletinin kanıtlanması açısından iki yoruma tâbi tutulabilir. Birincisi kendisine büyü yapıldığını vahiy yoluyla bilmiş olması­dır. Büyü kendisine duyurulmadan gerçekleştirilen bir fiildir, kimsenin vahiy dışındaki bir yolla gayba muttali olması da mümkün değildir. İkincisi sihir eylemini Kur’an okumak suretiyle iptal etmesidir. / Onun sihri iptal etmek amacıyla Kur’an okuyuşuna Hz. Mûsâ’nın asâsının konumunu biçmek gerekir; hatta beriki etkinlik ve mûcize olması açısından Mûsâ’nın gerçekleştirdiğinden daha büyüktür. Çünkü asânın etkinliği hem temel madde ve yapısı hem de gözle müşahade edilmesi açısından fiil işleyip fonksiyoner olabilen türden bir iştir, zira asâ artık bir yılan olup sihirbazların yaptıklarını yutmaktadır. Büyünün geçersiz hale getirilmesi ve bunun Kur’an okumak suretiyle ger­çekleştirilmesi ise ancak Allah’tan gelen lutufla mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bu meselede bize göre aslolan şudur ki Cenâb-ı Hakk’ın “Kul eûzü bi- rabbi’l-felak’’ (*) kavliyle sığınma emri sabit olmuştur. Yukanda bu emrin bir tek olayı yansıtması veya öğretim ilkesini içermesi halinde muh­tevasında oluşacak mâna açılımından bahsetmiştik. Buradaki İlâhî hitap zarar ve sıkıntı veren hususlardan korkutulup huzura kavuşmayı amaçlayan bir emir konumundadır. Yapılması gereken şey de kulun, nezdindeki lutuflara ümit bağlayarak Allah’a sığınmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin bilemeyeceği bir yönden ve lutuf ve keremiyle kişiyi zararlı şeylere egemen kılıp onları ortadan kaldırması daima mümkündür. Öyle ki zararı bertaraf etme işini gören kim­senin, yaptığı işin mahiyeti hakkında -zararın ortadan kalkmasını müşahede etmekten başka- hiçbir şey bilmemesi de ihtimal dahilindedir.

Allah Teâlâ’nın, lutuf ve keremi çerçevesinde, kendilerinden doğacak yarar ve zararlar sebebiyle bazı şeyleri emretmesi, diğer bir kısmını da yasaklaması tabii karşılanmalıdır; öyle ki bu hususların mahiyetine nüfuz etme konusun­da insanların herhangi bir etkisi bulunmayıp sadece İlâhî lutuf statüsünde gerçekleşirler. Meselâ Cenâb-ı Hak bazı şeylerin yenmesini yasaklamış, ba­zılarına da emredercesine özendirmiştir.

Bunun hikmeti onlardaki besleyici veya öldürücü özelliklerdir. / Ne var ki biz sözü edilen nesnelerin besleyici veya öldürücü mahiyetlerini bilmediğimiz gibi bu emir ve yasaktaki hikmet ve inceliğe de vâkıf değiliz. Kişinin çocuk sahibi olması amacıyla evlenmesi, Allah’ın yaratıp lütfettiği meyve ve ürünleri ele geçirmesi için sulama ve ekin ekme etkinlikleri göstermesi de buna benzemektedir. O bu etkinlikleri gösterirken yapması ve yapmaması gerekenlerin iç yüzünden ve faaliyetinin varacağı nihaî sonucun mahiyetinden (çoğu zaman) haberdar değildir. İnsanın işitme ve görme duyusuna arzedilen hususları dinleyip görmekle emredilme- sinin hikmetini de bu söylenenlere eklemek mümkündür; aslında algı olayının mahiyeti onun dinleme ve bakma eyleminden ibaret değildir.

Şimdiye kadar anlatılanlara bağlı olarak Allah Teâlâ’nın büyü ve üfürük­çülük gibi etkinlik türlerinin oluşturduğu esrarengiz bir eylemi (nefs fay­da veya zarar amaçlanan bazı fonksiyonlara sebep kılması imkân dahilindedir. Bu durumlarda kişi olup bitenin mahiyetini, anlamını ve kimden kaynaklanan bir fiil olduğunu bilemez, bununla birlikte gerçek bir etkisi bulunduğundan yerine göre yapması ve yapmaması gerekli olan işlerle karşı karşıyadır, her ne kadar gerçekleşen sonuç doğrudan kendi fiilinin eseri olmasa da!

Âyetteki felak kelimesinin mânası hakkında farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazıları felak “sabah” mânasına gelir demiştir. Felak bazı yaratık­larda görüldüğü üzere yarılıp açılan ve böylece içinde bulunanların neden ibaret olduğu anlaşılan her şeydir, diye de bir görüş ileri sürülmüştür, meselâ rahimler, tohum, çekirdek, bazı böcekler ve diğerleri gibi. Felak kelimesinin mânasında “sabah vakti” diye muhteva belirlemesini benimseyenlerin bakış açısı şudur ki sabah vakti gecenin sonu ve yeni bir günün başlangıç noktasıdır. Allah Teâlâ bu gece ile gündüzü inşa edişi çerçevesinde bütün kâinatı düzen­leyip yönetme kanununu koymuştur, öyle ki kimse O’nun gece ile gündüze tevdi ettiği düzenin dışına çıkmaya güç yetiremez. /

Sözü edilen iki faktör, Allah’ın gaybı bildiğine akıl erdirmemizin nihaî vasıtaları konumundadır. Çünkü O’nun gece ve gündüz içinde yer alan zaman birimleri hakkındaki yönetim ve tasarrufu her yıl aynı çizgi üzerinde seyretmiştir. Cenâb-ı Hak gece ile gündüze yaratıklar için rahmet vesileleri tevdi etmiş, imtihan sebep­leri yerleştirmiş, ardarda ve düzenli bir şekilde birbirlerini izlemeleri açısın­dan da onları kendi varlığı ve birliği için birer kılavuz olarak belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında “birabbi’l-felak” demek suretiyle -“birabbi’n-nâs” âyetinde beyan edeceğimiz üzere- bütün yaratıkları zikretmiş gibidir. Sanki O, “birabbi’l-felak” demek suretiyle her bir yaratıkta bulunan özelliği kastetmiş ve bütün kötülüklerden rabbe sığınmayı hedeflemiştir, çünkü hepsinin yara­tıcısı O’dur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.Yarattığı şeylerin şerrinden!

Bu âyet iki yoruma açıktır. Birincisi “yarattığı şerden” şeklindedir, çünkü Allah şerri kendi fiiline (yaratmasına) nisbet etmiştir. Nitekim “filânın fiilinin şerrinden” denir ve “işlediği şerden” mânası kastedilir. İkinci olarak “yaratık­larından sâdır olan şerden” mânası da düşünülebilir. Şunu belirtmek gerekir şerrin Allah’a nisbet edilmesi O’nun her şeyin yaratıcısı olması açısındandır, yani hem yaratıkların fiilini hem de fiili olan ve olmayan (etken ve edilgen) varlıkların yaratıcısı. Bu iki yorumun birincisi daha münasip görünmektedir, çünkü sûrenin devamında yaratıkları sayesinde vâki olan ve onlarca iktisap edilen fakat biraz önce değindiğimiz açıdan Allah’a izâfe edilen hususlar yer almaktadır. Bir de yaratıkların meydana getirdiği her kötülük yaratılması açı­sından Allah’a nisbet edilir, ama o, aynı zamanda işleyeninin fiili ve kesbidir.

“Yarattığı şeylerin şerrinden” meâlindeki İlâhî beyandan murat biraz önce sözünü ettiğim mâna ise sûrenin devam eden kısmının zikredilmesi sanki bir tekrar konumunda bulunur. Bahis konusu birinci mâna kulların etkisi bulun- ] mayan şerler çerçevesinde mutlak bir yaratmaya yorumlanırsa, / Allah’ın yaratmasıyla vücut bulmakla birlikte insanların etkisi bulunan şerlerin zikre­dilmesi artık tekrarlama niteliği taşımaz; bu durumda yapılan yorum yerine oturmuş olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Allah Teâlâ bazan başkasının şer fiiline lutuf ve keremiyle veya onu acze düşürmek suretiyle engel olur. Acze düşürme halinde şer özelliği taşıyan bir fiili işlemeye güç yetiremeyen birinin şerrinden Allah’a sığınmak bahis konusu değildir.

Ne var ki bu durumda da kötülük yapma imkânına muktedir kılınma alternatifi bahis konusudur, bu se­beple de böylesinden Allah’a sığınmak tabii bir şeydir. Çünkü şerre muktedir kılınmakla mahlûktan kötülüğün sâdır olması daima mümkündür. Nitekim biz kendilerinden doğabilecek fayda ve zararlar sebebiyle bazı fiillerin emre- dilmesi veya yasaklanmasının mümkün olduğunu daha önce beyan etmiştik, aslında buradaki asıl etkinlik insanlara ait de değildir. Bunun gibi kötülük yapmaya muktedir kılınacaklarından yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmak yerinde bir davranış olmuştur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Meselenin bu noktasında, kudretin fiilden önce bulunduğunu ileri sü­renlerin (Mu‘tezile) bir tutamağı bulunmaktadır: İnsanın kötülük işlemeye gücü yoksa muktedir olmayanın şerinden nasıl sığınılabilir diye. Bu itiraza iki şekilde cevap verilebilir. Birincisi sığınma, kulun ileride sahip olacağı kudretle yapabileceği şer sebebiyle olur; onun ileride sahip olacağı kudretin mevcudiyeti halinde fiil oluşabilecektir, sözü edilen kudret de eylemi gerçek­leştirecek organların sağlıklı olmasından ibarettir. Etkin kudret ise fiillerin oluşumuna ve kişinin seçimine (ihtiyar) bağlı olarak meydana gelir. Böyle­likle seçim çerçevesine giren kudret ihtiyarî fiillerin icrası sırasında hâsıl olan kudret konumunu almış bulunur, bu sebeple de ondan Allah’a sığınır, çünkü bu kudretin mevcut olduğu kimse müstakillen kendi kudretiyle tasarruf eder gibi bir konum kazanır.

İkincisi özenme ve sakınma (rağbet ve rehbet) alanına giren hususlarda, gelenek olarak vuku bulacağı bilinen bir şey vuku bulduğu tesbit edilmiş gibi telakki edilir. Görmez misin ki insan, aradaki mekân uzaklığı ve zaman geniş­liğine rağmen, zorba ve zalimlerin zulmünden Allah’a sığınır, / çünkü gelenek haline getirildiği üzere böylelerinin zulüm ve baskısı eninde sonunda gelip ulaşabilir, her ne kadar onların bu kişiye yönelik zulmü şu an için bulunmu­yor ve süreklilik arzetmiyorsa da. İşte yukarıda söz konusu edilen sığınma da bunun gibidir.

3.Karanlığı bastırdığı zaman gecenin şerrinden!

Gâsık kelimesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Denildi ki gâsık “karanlık gece”dir, gasak da “karanlık” demektir. Yine denildiğine göre gece­ye gâsık denmesi bu kelimenin soğuk mânasına gelmesi sebebiyledir. Allah şöyle buyurmuştur: “Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de temiz bir içecek. Sadece kaynar su, bir de soğuk ve kokmuş bir sıvı!”(Nebe,24-25) Gece gündüzden soğuk olduğundan gâsık diye anılmıştır.

Bu meselede aslolan şudur ki biraz önce zikredilen gece karanlığı doğru­dan zaran dokunacak bir şey değildir ki kendisinden sığınılsın! Buna mukabil sığınma gece karanlığında veya ay ışığında bulunan ve kendisinden zarar gelen kimseye rucû edip ondan Allah’a sığınılır. Bilindiği üzere kötülüklerin öylesi vardır ki ancak gece karanlığında gerçekleşebilir, öylesi de var ki sadece ay ışığında uygulanır. Cenâb-ı Hak geceleyin olabilecek kötülüklerden sığınıl­masını emretmiştir, ondan gelecek kötülükten değil. Bu, “O, gündüzü görme­ye müsait nitelikte yaratmıştır”(Yunus,67) meâlindeki İlâhî beyana benzemektedir ki burada mâna “gündüzün kendisi görür” değil, görme fiilinin orada gerçekleş­mesi şeklindedir.

Nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya, Felak sûresinin bu âyeti geceyi şerre özgü kılmayı hedeflemiş değildir, zira gecenin doğrudan bir za­rarı yoktur, ne var ki gece münasebetiyle kötülük imkânı doğabilir, çünkü -bilindiği üzere- kötülüğün öylesi var ki ancak onun karanlığında, öylesi de var ki sadece ay ışığında işlenebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak gece gerçek­leşebilecek kötülüklerden kendisine sığınılmasını emretmiştir. Buna bağlı olarak gündüzün şerrinden de Allah’a sığınmayı mümkün görmek gerekir, çünkü gündüz de bazı kötülüklere imkân sağlamakta ve bazı şerler onda yu­valanmaktadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

/ “İzâ vekab” (*) Allah Teâlâ’nın bu kelâmında yer alan vekab keli­mesinin mânası üzerine farklı açıklamalar yapılmıştır. Bunun için “gece gelip bastırdığı zaman”, “sıyrılıp gittiği vakit” gibi mânalar belirtilmiştir. Âyetin anlamının “ay tutulduğu zaman” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlayışa göre Cenâb-ı Hak ayın tutulması halinde kendisine sığınılmasını emretmiştir, çünkü bu durum kıyamet alâmetlerinden biridir, bunun içindir ki “izâ vekab” yani “tutulduğu zaman” denilmiştir, bilindiği üzere ay geceleyin tutulur.

4.Düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden.

Bu İlâhî beyan düğümlere üfleyenlerin şerrinden, sebep olacağı sonuçlar açısından Allah’a sığınmayı içerir; buradaki şer realitede faillerinin bir eyle­midir. Bir önceki âyette söz konusu edilen şer ise insanların herhangi bir tesiri olmaksızın karanlık gece sebebiyle meydana gelir. Bir bakıma Cenâb-ı Hak görünürde kendisinden kötülüğün doğacağından endişe edilmediği bütün şer sebeplerinden ilke olarak Allah’a sığınılmasını emretmiştir, gerçekte şer 0 sebebe bağlı olsun veya olmasın! Cenâb-ı Hakk’ın “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!”(Lokman,33) meâlindeki beyanına bakmaz mısın? Aslında şeytanın gerçek anlamda fiilinin bulunmasına rağmen dünya hayatının böyle bir eylemi yoktur. Bununla birlik­te insanlar her ikisinden de aldanmaktan sakındırılmıştır.

İşte karanlığı basan geceden ve düğümlere üfleyenlerden sığınma olgusu da aynı çizgi üzerinde seyreder, halbuki gecenin kendisine ait bir fiili bulunmayıp sadece şerre za­man teşkil etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında sözü edilen sığınma olgusunda meleklere de bir görev düştüğünü söylemek mümkündür, onların insana gelebilecek belâ ve âfetleri savdırıp kendisini koruma görevleri. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.”(Ra'd,11) Bu âyetin yorumunda “min emrillah: biemrillah” (*),yani “Allah’ın emriyle onun korunması gerçekleşir” denilmiştir.

Bu tür gizli  hususlar ve çeşitli zararlar konusunda Allah Teâlâ’nın melekleri görevlendir­mesi suretiyle korumanın vuku bulması mümkündür; bu nevi olgular ancak uzun gayretler sarfedilmek suretiyle bilinebilecek şeylerdir. Yorumunu yap­makta olduğumuz Felak âyetinde de insanlara ait yiyecek, içecek ve diğer ih­tiyaçların cinlerin ifsadından korunması için benzer mekanizmanın çalıştırıl­ması ihtimal dahilindedir. Bu durumda meleklere de görev düşmektedir; bu görevin şeytanın vesvese vermesi karşısında onların insanı uyarması ve ona yardımcı olması şeklinde gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte Allah’ın cinlere sözünü ettiğimiz beşerî gerekleri bozma imkânı vermeyip sadece ves­vese doğurmalarına müsaade etmesi de bahis konusudur, çünkü Allah lutuf ve keremiyle bilinmeyecek yollarla ifsada mâni olur.

Biraz önce zikredilen Ra‘d sûresi âyetinde yer alan “min emrillah” ifadesinin İlâhî azap ve çeşitli belâlar mânasına gelebileceği de söylenmiştir, melekler Allah’ın gerçekleş­mesini dilediği zamana kadar kişiyi bunlardan korurlar. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

5.Ve kıskançlık duyduğunda hasetçinin şerrinden!

Bu âyette yer alan haset iki yoruma müsaittir. Birincisi kıskanan kimse kıskandığı kişinin dûnundaki bir konuma sahip olursa ona kötülük yapmaya gücü yetmez. Böylesinden gelebilecek kötülük gözünün şerrinden kaynaklanır. Haset etkinliği kıskanılan kimsedeki nimetlerin yok olmasını ve mutluluğunun ortadan kalkmasını istemekten ibarettir.

Allah Teâlâ’nın, sezilmez kudretiyle bazı gözlerde esrarengiz bir etkinlik yaratması mümkündür, bu etkinlik göz­lerin bakıp da güzel telakki ettiği nimetlerin yok olmasını ve kişinin sahip bulunduğu mutluluğun ortadan kalkması sonucunu doğurabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu elîm âkibetten kendisine sığınılmasını emretmiştir. Biz önceki açık­lamalarımızda bazı fiillerden doğabilecek sonuçları sana anlatmıştık; Allah bu tür fiillere insan bilgisinin ulaşamayacağı zarar ve yararlan yerleştirmiştir. Meselâ insanlar, yönelip baktığı takdirde kısa bir zaman içinde gökle yer arasında bulunan birçok şeyi algılayabilen göz organına yerleştirilmiş ilâhı hikmeti anlamak isteseler buna muktedir olamazlar.

İmrân b. Husayn’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle demiştir: “Okunmak suretiyle tedavi sadece göz değmesinden ve zehir­lenmeden olur.”(Ahmed,Müsned,IV,436..) İbn Abbas’ın da (r.a.) “Göz değmesi, olabilen bir şeydir. Eğer kaderin önüne geçen bir şey varsa göz değmesi onun önüne geçebilir”dediği nakledilir.(5) Başka bir haberde de şöyle denilmiştir. “Baykuşta etkile- yici bir durum yoktur, göz değmesi ise vuku bulabilecek bir şeydir.”(6) Bu söy­lediklerimize Hz. Yûsuf’un kardeşlerine ait kıssada yer alan ve Hz. Yâkub’un diliyle ifade edilen şu ilâhı beyan da delil teşkil etmektedir: “Oğullarım! (Göz değmesinden korunmak amacıyla) şehre hepiniz bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin.”(7) Bazıları nazar olayında gözün ne yönden ve nasıl fonksiyoner olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Denilebilir ki bu olgu güneşin bizzat göze olan etkisi gibidir, göz güneşe yönelip bakacağı zaman o kadar uzakta bulunmasına rağmen onu etkiler ve bakmaktan alıkor; bunun da sebebi Allah’ın güneşe yerleştirdiği sezilmez özellikler ve hikmetlerdir. Gözün nazar değmiş kimseye etkisi de buna benzemektedir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

İkincisi kıskananın kapıldığı haset olgusunun entrikalara ve fitnelere yol açacak çeşitli faaliyetlere sebep teşkil etmesidir ki bunlar aslında basit faktörler durumunda bulunmalarına rağmen sonuçta bozgunculuk meydana getiren hususlara başvurma şeklini alabilir. Alî ve münezzeh olan Allah mü­nafıkların niteliği hakkında şöyle buyurmuştur: “Her çığlığı kendi aleyh­lerine sanırlar. Asıl düşman onlardır, kendilerinden sakının.”(8) Cenâb-ı Hak yılgınlık ve zaaflarına rağmen münafıklara karşı dikkatli olmayı emretmiştir. Yine Allah “Şeytanın hile ve tuzağı kesinlikle zayıftır”(9)buyurduğu halde şerrinden sığınmayı da emretmiştir. Haset edenin durumu da bunun gibidir. Doğrusunu bilen Allah’tır, nihaî varış O’nadir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:103-110

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur’ân-ı Kerîm'in 113. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur. Medine’de nâzil olduğunu söyle­yenler de vardır.

2)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yer­lerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yardımcıları, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları inanmayanların dostlan kıldık” (el-A‘râf 7/27).

3)- krş. Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahrü 'l-ulûm, XIII, 528; İbn Kesir, Tefsir, VIII, 550.

4)-“ bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 367; Buhârî, ‘Tıb’\ 47,

5)- Bu metin Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir: Mâlik, el-Muvatta“Ayn”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1254,347,360, VI, 438; Müslim, “Selâm”, 16; tbn Mâce, “Tıb”, 33; Tirmizî, “Tıb”, 17.

6)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 67, V, 70, 379; Tirmizî, “Tıb”, 19.

7)- Yûsuf 12/67.

8)- el-Münâfikûn 63/14.

9)- en-Nisâ 4/76.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder