İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

İnsan Hakları Bizde Neden Yok?

“Emanet”i bilen, “emniyet”le onu taşıyan iman etmiş bireylerden oluşan İslâm toplumu, geçmiş ve şimdiki Batı toplumlarında var olan pek çok hastalığı bünyesinde barındırmaz.

“İnsan hakları” kavramının Batı aleminde ortaya çıkması da bu durumla ilişkilidir. Zira imanın sağladığı emniyet ortamının söz konusu olmadığı Batı toplumunun geçmişi, zulmün, sömürünün, yağma ve talanın tarihidir adeta.

Toplumun “asiller” ve “köleler” diye iki sınıfa ayrıldığı Eski Yunan’da, sadece asiller “vatandaş” sayılırdı ve demokrasi de sadece onlar için söz konusuydu. Köleler ise sadece asillere hizmet etmek, onların en süfli taleplerini yerine getirmek, hatta gerektiğinde arenalarda, günlerce aç bırakılmış vahşi hayvanlarla ölümüne mücadele ederek asilleri eğlendirmek için vardı.

Ortaçağ’a geldiğimizde gördüğümüz manzara daha dehşetlidir: Batı alemi için, kadınların “şeytan” olarak görülüp diri diri yakıldığı, toprak ağaları ve derebeylerinin yoksul insanları köle olarak kullandığı, vahşet, barbarlık ve eşkiyalığın kol gezdiği, ırk ve mezhep savaşlarında milyonlarca insanın can verdiği, sadece güçlü olanların ayakta kalabildiği yüzyılların adıdır Ortaçağ.

İnsanları kardeş olarak değil, “birbirinin düşmanı” canlılar olarak gören Batı toplumunun ekonomi ilmine bakışının temelinde “homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) tesbitinin yatması da bundandır…

İşte bu uzun yüzyıllar sonunda, kendi kendini bitirerek bir yere varamayacağını anlayan Batılı toplum ve insanlar, birbirlerinin zulüm ve vahşetinden karşılıklı korunmak için “insan hakları” kavramını geliştirdiler. Yani “sen bana dokunma, ben de sana dokunmayayım” felsefesi…

Bu felsefenin İslâm dünyasında ortaya çıkmaması, arka plânında bulunan vahşet ve dehşetin İslâm tarihinde yaşanmamış olmasındandır.

Çünkü bizzat kendisine düşmanlığın ve gaddarlığın en fenasıyla muamele eden müşrikler tarafından bile “emin/güvenilir” sıfatıyla anılan Efendimiz s.a.v., “müslüman”ı, “insanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” olarak tarif etmişti.

Çünkü İslâm, müslümanlar’ın hükümran olduğu yerlerde, hangi din ve mezhepten olursa olsun, bütün insanlara adalet, hakkaniyet ve merhametle muamele edilmesini emrediyordu.

Kısacası İslâm, gittiği her yerde adalet ve emniyete dayalı bir toplum tesis ettiği için, kimse kendisini ek önlemlerle ayrıca garantiye alma ihtiyacı hissetmemişti.

Yani “insan hakları” kavramı medeniyetten değil, vahşetten doğdu.

İşsiz Kalan Mahkeme

Yüce Dinimiz’in öğretilerine samimiyetle bağlanan toplumlarda nasıl bir adalet ve emniyet ortamının hakim olduğuna dair, tarihten yüzlerce, binlerce örnek göstermek son derece kolaydır. Biz burada sadece Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüş olan bu ortamı yansıtan bir örnek zikretmekle yetineceğiz.

Osmanlı Devleti’nde paşalık rütbesine kadar yükselmiş, hatta bir ara şeyhülislâmlık makamına getirilmesi söz konusu olmuş Ahmet Cevdet Paşa’yı hepimiz biliriz.

Mecelle’yi hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmış olan ve başta Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Cevdet olmak üzere pek çok kıymetli esere imza atmış olan bu büyük alim ve devlet adamı, o zamanlar (19. asrın sonları) Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Balkanlar’da teftişte bulunmak üzere görevlendirilmişti.

Bu görevi esnasında Saray Bosna’daki ticaret mahkemesi yetkilileri, mahkeme çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyecek durumda olduklarını belirterek Paşa’nın yardımını istemişlerdi. Durumu tahkik eden Cevdet Paşa, uzun yıllardan beri mahkemeye herhangi bir dava getirilmediği için gelir elde edilemediğini tesbit etti. Mahkemeye niçin hiç başvuru olmadığı konusundaki tesbitlerini kendi ifadesiyle okuyalım:

“… Boşnakların, ahlâkı bozulmamış kimseler olduğuna bir delil de Bosna’da cari olan alışveriş muamelesidir. Buranın alışveriş muamelesi sırf güven üzerine kurulu ve garip bir şekilde cari idi. Liva (kazadan büyük, vilayetten küçük yerleşim birimi) tacirlerinden biri (ticaret merkezi olan) Saray Bosna tüccarından tanıdığı bir büyük tacirin mağazasına gidip kendisine lazım olan malları söyler, mağazanın görevli elemanı da istediği malların listesini çıkarıp karşısına fiyat ve miktarını yazar, bu listenin bir kopyasını da alıcıya verir. Müşteri malları alıp memleketine götürür ve yine böyle güvene dayalı bir muamele ile satar. Ara sıra Saray Bosna tüccarı tarafından gönderilen tahsildarlara parça parça ödeme yapıp, kendilerinden, ödeme yaptıklarına dair belge alır.

Hasılı, Saray Bosna’ya bağlı liva ve kazalardaki tacirler, Bosna’dan senetsiz ve şahitsiz bir şekilde üçer beşer yüzbin kuruşluk mal alıp, pusulasıyla birlikte memleketlerine götürüyorlar. Bu durumda onlar borçlarını inkâr etseler, isbata medar olacak elde bir şey yok.

… Fakat böyle büyük bir eyaletin ticari muameleleri senetsiz ve şahitsiz nasıl dönüyor? Burasını merak ettim.

Bosna tüccarından Merhemik Mehmet Ağa adında bir zat vardı. ‘Ne kadar alacağın vardır?’ dedim, onbin keseden fazla olduğunu söyledi. ‘Elde senet veya şahit var mı?’ dedim, ‘Hayır, adet olmamış’ dedi. ‘Ya müşterilerden bazısı borcunu inkâr edecek olursa ne yaparsın?’ dediğimde şaşkınlıkla gülerek, ‘Bu kadar malı denkler ile mağazadan kaldırıp pusulasıyla götürdü; nasıl inkâr edebilir?’ karşılığını verdi. ‘Ya bunlardan biri ölürse paranız batmaz mı?’ dedim, ‘Ölürse bizim pusulamız terikesinden çıkar; veresesi onu öder’ dedi. Gerçekten de (…) bunca senelerden beri Saray Bosna tüccarından kimsenin alacağının inkâr edilmemiş olduğu tahkik olundu…” (Tezâkir, 3/24 vd.)

Ebubekir Sifil,Hikemiyat,syf;343-345
Devamını Oku »

Protein ve Hürriyet

Hıristiyan çileciliğine karşı çıkan lâik batı düşüncesi, önce hürriyeti övdü; insanın dünyada ahenkli ve birbirine zulmetmeden yaşamasını değil,onun kendi dışındaki hiç bir şeye boyun eğmeksizin"hür" olmasını, felsefi manâda kendini gerçekleştirmesini, bünyesinin ve çevresinin bütün iplerini eline alma kavgasını övdü. Ferdin hürriyet kavgası önce dünyevi yüksek idealler, kimilerinin burjuva değerler dediği idealler uğruna oldu. Pro-testan ahlâkı dünyevi idealler ile uhrevi idealleri aynı anlamda kullanmayı kolaylaştırdı. Bu dünyada zengin ve kuvvetli olmak Tanrı'nın o insanı öteki dünyada da "seçtiğinin" işaretiydi. Burjuva değerler zirvesine Napolyonla ulaştı. "Napoleon Bonaparte",imparatorluk tacını Papa'nın elinden giymedi.Napolyon Papa'nın elinden imparatorluk tacını alıp kendi elleriyle kendi başına kondurdu. Asalet benimle başlıyor dedi Napolyon. Bu hüküm Hıristiyanlığın yüzyıllar boyunca tutunduğu değer-lerin yerine "hür" insanın değerlerinin geçtiğinin nihai timsali idi.

Sonra sınıf kavgasının hürriyete giden yolu açtığını, yahut hürriyete sınıf kavgasından geç-meksizin varılamayacağını söyleyenler oldu. Ro-mantizmin açtığı sınır tanımaz atılımların disipline sokulması gayretiydi bu. Hürriyet adına ağzını açar açmaz zincir şakırtılarıyla ortalığı çınlattığı için gerçek ve tartışmasız bir siyasî temsilci bulamadı bu düşünce, ama geniş insan yığınları için küçük küçük Napolyonlar çıkardı. Lenin, Mussolini ve Hitler gibi isimler sayılabilir bu meyanda. Ama daha yüzlerce,hatta binlerce ufak Napolyon gördü son asırlar. Buufacık Napolyonlar dünyayı, kâinatı fethettikleri vehmine kapıldıkları oranda ruhlarının parti teşkilâtları, siyasi mafevkleri, teoriler, sosyal kuruluşlar tarafından gaspedilmesine gönüllüce rıza gösteriyorlardı.Dünya değişti. Dünya, yeryüzünde hüküm süren düzenlerin insan elinde öz itibariyle değişikliğe uğratılamayacağının anlaşılacağı kadar değişti.İnsanlar kendi niyetlerinden kalkarak hep aynı noktaya varacaklarını anladılar. Felsefi manadaki hürriyetin bir avuntu olduğunu bir çok acılardan maddi çerçevenin kendi üzerlerinde kurduğu zu-lümden, kişi putlarının onları sahte şafaklara ulaştırmasından sonra anladılar. İnsan hakları, in-sanın kaslarının güçlü ve sağlam olmasıyla aynı anlama gelmeye başladı.Üstelik bu anlamın ayrıca anlaşılacak bir tarafı yoktu. Doymak, protein almak, herkesin protein al-ması, çok protein almak meselesine geldi dayandı insanlık.

Bir tarafta iyi protein almış insanların başka iyi protein almış insanlarla olan mücadelesi sürerken öteki tarafta proteinsiz olanlar hangi protein almış kuvvetin yanında yer alırlarsa daha çok protein alabileceklerini hesaplıyorlar.Rönesansla hızını artıran insan övgüsü ve hürri-yet merakı insan aklının verimlerine karşı da heye-can uyandırıyordu. Bu dönemin kiliseye karşı ih-tilâlci düşünme tavrı gide gide düşünceyi bilgisa-yarların kesin ve kaçınılmaz emirlerine bıraktı.Artık hürriyet demek, sağlıklı olmak demek.Doğru yol, daha iyi beslenmiş olanın tuttuğu yoldur.Bundan böyle insanların kalitesini atlar gibi onlarında dişlerine bakarak anlayacaklar belki. Dün Hitler'in soya dayanan, metafizik bir ırkçılığı varidiyse şimdi de yine ırka dayanan ama ırk farkını gözetmeden materyalist temele sahip bir ırkçılık yaygın.

Beden sağlığının bütün manaları aşan kuv-vete sahip olduğuna dair itikat bütün insanları sardı.Düşünen insanlar hayatın bir ekmek kavgası ol-duğuna inandıklarını ifade ettikleri için hayatın bir ziyafet olması gerektiği düşüncesini kimse önleye-medi. Doymak daha çok doymak için kuvvet topla-mak demek. Hür olmak daha çok hür olmak için bir fırsat sayıldığı gibi, ya Avrupa'nın 16. yüzyıl insanı protein kelimesini bilmediği için işin başında ağzından sehven "hürriyet" kelimesini çıkardı, yahut günümüz insanı faydalı olan herşeyin adı ortaktır düşüncesinden kalkarak proteine hürriyet diyor

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »