Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

9.Mektub


Ey Azîz
Şehvete çeken şeyleri terk et. “Heva-yı nefsânîye uyma; sonra seni Âllâhın yolundan saptırır.”“Kalbini zikrimizden gâfil kimseye itaat etme” diyârı gafletinden çık”
“Allâh'ı zikretmeye karşı kalpleri katılaşanlara yazıklar olsun}” kasveti (kalp katılığı) sâhiplerinın sohbetinden uzak dur.

“O geri çevrilmesi mümkün olmayan gün Allâh’tan gelmeden önce,Rabbinizin çağrışma cevap verin” münâdîsinin “Mü’minlerin kalplerinin Allâh’ın zikrine karşı haşyet duyma zamanı gelmedi mi?” nidâsına kulak ver. "Şeytan sizi Allâh ile (Allâhin rahmetiyle ümitlendirip) aldatmasın” uykusundan, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?!” uyanıklığı ile uyan.

“Öyle erleri/yiğitler vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alışveriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoyar” huzûru ehlinin makamlarının haberlerini sor, soruştur.

Maksat Kâ‘be’sine baş ayağınla yürüyerek, “Tam bir tebeddül/yöneliş ile O’na yönel” inkıtâı/kesintisi içinde, “Allâh, de, sonra da onları bırak” tecrîd azığıyla, her şeyden alâkayı kesmiş bir sûrette, “Ben işlerimi Allâh’a havâle ediyorum” anlayışındaki bir yolculukla, “Sâdıklarla berâber olun” sıdkına sâhip kimselerin kâfilesi içinde sefer et. “Üzerindeki her şeyi yeryüzüne süs yaptık” dünyâsının gösterişli şehirlerini aş.

Mallarımız ve çoluk-çocuğunuz ancak birer fitnedir/imtihandır” fitnesinin tehlikeli yolundan selâmette ol. “Şüphesiz ki bu bir öğüttür; artık dileyen Rabbine bir yol tutar” hidâyet yollarına sülük et/gir.
“Darda kalan duâ ettiği zaman, onun duâsına yetişip de icâbet eden kim-dir? !” derdiyle, acziyet ve teslimiyetle “Bizi dosdoğru yola ilet” diyerek,“İyi biliniz ki, Allâh’ın evliyâsi/velîleri üzerine korku yoktur, onlar mahzun dahi olmayacaklardır” ezelî inâyetinin müjdecisi, ‘’Rahîm olan Rab'den selâm vardır” müjdesiyle senin karşına gelinceye kadar tazarru ve niyâza devam et.

O zaman o müjdeci seni “Allâh’tan bir yardım/zafer ve yalan bir fetih vardır” bineği üzerinde götürür. “Allâhtan nimet ve ihsanlarla döndüler” nimetleriyle dolu cennetlere (Naîm cennetlerine) davet eder. Vuslat kokusunu getiren rüzgârlar her taraftan esmeye başlar. Muhabbet şarâbıyla dolu kadehler gayb sakilerinin ellerinde “Bu sizin mükâfatınız;sizin yapaklarınız doğrusu şükrâna değer.’’ müşahedenin bolluğuyla dağıtılır. Ünsiyet münâdîsi “Muhakkak ki Allah Mûsâ ile konuşmuştur”hikâyesini anlatır. “Rabbi dağa tecellî edince, onu unufak etti”nin şerhini abartır da abartır. Basiretli gözlerin bakışları “Mûsâ baygın dûştû”nünzevkini yaşar.

Ama o gözler “O gün Rablerine bakan pırıl pırıl yüzler vardır” müşâhedenin izlerini görünce, acziyetlerini itiraf ederler ve lisân-ı hâl ile "Gözler O’nu idrâk edemez (göremez, ulaşamaz, kavrayamaz), halbuki O gözleri idrâk eder"derler.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma

Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma


Bil ki,

mü'minin sadâkati her hâlde denenmektedir. Nefsi belâlarla incelenmektedir. (Onun) üzerinde Allah'ın murakıbı (denetleyicisi) vardır. O hâlde,Hakk'a götüren yolda sâbit ol; çünkü sen, yardımı murâd edilensin.

Talebinde sâdık ol ki basiret ilminin vârisi olasın. (O  zaman) sana marifet pınarları açılır.Allah'ın hâlis tevfîki ile senin için seçtiği ilmi kendine ayır. Muhakkak çalışan öne geçecektir.

Haşyet, bilen kimsede,

tevekkül, güvenende,

havf ise yakın sâhibinde bulunur.

Şükredenin (nimeti) artırılır.

Bil ki,

kulun ulaşabildiği anlayış (fehm) derecesi,aklını (hevâsına) tercih etmesi, mevcût ilmi,Allah'a karşı takvâsı ve tâati ölçüsündedir.

Allah her kime akıl ihsân eder,onu îmândan sonra ilimle ihyâ eder ve kusurlarını yakin ilmiyle gösterirse,onun için artık iyilik/hayır hasletleri sıraya dizilir.

O halde;

birr'i takvâda ara,

ilmi haşyet ehlinden al,

sıdk'ı, tefekkür diyârında onu araştırarak celbet.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Biz İbrahim'e, yakîne erenlerden olması için göklerin ve yerin melekûtunu gös­teriyorduk.(En'âm 75)

Resûlullah da (sa): "Yakîni öğren(meye çalış)ın. (Çünkü onu) ben de öğrenmekteyim." buyurmaktadır.

Bil ki,

kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan akıl, hilekâr bir akıldır.

Tâati mâsiyete tercih etmek,

ilmi cehâlete tercih etmek,

Dîni dünyâya tercih etmek.

Kendisiyle birlikte şu üç şey bulunmayan ilim, insanın aleyhindeki delilleri artırır:

(Mâsiyete, mâlâyanîye olan) rağbeti kesip, kendine ezâ vermekten alıkoymak,

Haşyetle ameller işlemek,

Cömertlik ve rahmetle herkese insâflı davranıp elinden geleni esirgememek.

Bil ki,

hiç kimse akıl gibi bir zînetle süslenmedi ve ilimden daha güzel bir elbise giymedi. Çünkü Allah ancak akılla bi­linir ve O'na ancak ilimle itâat edilir.

Bil ki,

mârifetullah ehli, hâl(ve hareketlerinin temellerini ilmi gerçeklikler üzerine binâ etmiş ve fürû'u iyice anlamış/kavramıştır.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de verir."Bunun alâmeti, ilim ile birlikte endîşenin ve (yapabilme) kudretinin de artmasıdır. İlmi artıran her şey havfı da artırır. Ameli artıran şey de tevâzuu artırır.



(Büyüklerimizin) yolunda, üzerine başka şeyler binâ edile(bile)n temeller şunlardır:

Emri bi'l-ma'rûf ve neyhi ani'l-münkere sıdk ile sarılmak,

ilmi nefsin hazlarından üstün tutmak,

bütün yarattıklarına karşı, Allah ile müstağni olmak.



Kendisinde,

ilmin haşyeti,

amelin basireti,

aklın mârifeti artırdığı kişilerin eserlerini tercih et.Ede­binin yokluğu seni onların yolundan engelliyorsa, nefsini zemmetmeye dön. Muhlis kulların vasfı ilim ehline gizli kalmaz.

Bil ki,

her fikirde/düşüncede bir edeb vardır. Her işârette de bir ilim vardır. Bunu da yalnız Allah'ın (cc) murâdını anla­yanlar ve hitâbından yakînin ürünlerini toplayanlar ayırd edebilir.

Bunun "sâdık (insan)"daki alâmeti şudur:

Baktığı zaman ibret alır,sustuğunda tefekkür eder,konuştuğunda zikreder,verilmeyip men edildiğinde/engellendiğinde sabreder, verilince şükreder,belâya uğrayınca istircâ eder ("innâ lillah ve innâ iley- hi râciûn" âyetini okur; Allah'a sığınır),biri ona câhilce davranırsa hilmle karşılık verir,bil(gilen)diğinde tevâzu gösterir,öğrettiğinde rıfk ile,(bir şey) sorulduğu (veya istendiğinde de cömertçe davranır.

Yolda bulunan/kendisine başvuran için şifâ,(doğru) yolun gösterilmesini isteyene yardıma olur.(O,) sâdık bir müttefik ve hayırlı bir sığmaktır.Kendi hakkı söz konusuysa kolayca râzı olur;Allah Teâlâ'nın hakkı husûsunda ise endişelidir.Onun niyeti amelinden efdal, ameli ise sözünden daha beliğdir.Hak üzeredir.Sığındığı/bağlandığı hayâ,bildiği verâ',Delili/şâhidi ise güven(ilirlik)dir.

Onun nûrdan basireti vardır, onunla görür,ilimden hakikatleri vardır,onunla konuşur ve yakînden delilleri vardır,onunla (mes'eleleri) yo­rumlar.

Bu mertebeye ancak Allah Teâlâ için nefsiyle cihâd eden,tâat ederken niyeti istikamet üzere olan,gizli ve açık işlerinde Allah'tan korkan, emelini kısaltan,tehlikeden sakınmak için tetikte olan,niyaz denizinde yelken açıp,necât rüzgarını ardına alan kişi ulaşabilir.

Artık onun vakitleri ganimet, ahvâliyse emniyettir. Gurûr diyârının gösterişine kapılmaz. Onun [gurûr diyârının]  sîmâsının serâbının parıltısı, mahşer gününün hâllerini  unutturmaz.

Bil ki,

akıl sâhibinin ilmi sahih, yakîni de sâbit olduğu zaman, kendisini Rabbin(in gazâbın)dan ancak sıdk'ın kurtaracağı­nı anlar; onu elde etmek için çaba sarf eder. Ölmeden önce ihyâ olmak isteğiyle sıdk ehlinin ahlâkım araştırır ki, vefâtından sonraki ebediyet yurdu için hazırlansın ve Rabbinin: "Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını sa­tın almıştır." (9/Tevbe 111) kavlini duyduğu zaman nefsini ve malım O'na satsın.

Bundan sonra da câhilken ilim öğrenir,fakirlikten sonra zenginleşir,vahşetten ünsiyyete geçer,uzaklıktan sonra yakınlık olur,yorgunken istirâhata geçer,işleri düzelir,kaygıları cem olur/birleşir.

Artık (bu kişinin) şiârı güvenilirlik,hâli murâkabe olur.

Görmedin mi Resûlullah (sa) ne buyuruyor: "Allah'a, (sanki) O'nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor"

(Gerçek akıl ve yakîn sâhibi) sustuğu zaman, câhil onu konuşmayı beceremiyor, merâmını anlatamıyor zanneder Oysa onu susturan hikmettir.

(Konuştuğu zaman,) ahmak onu saçmalıyor sanır; hâlbuki onu Allah için nasihat etme isteği konuşturmaktadır.

(Câhil,) onu zengin zanneder; ama onun zenginliği iffetli olmak'tır.

(Bâzen de) fakir zannedilir; ancak tevâzuundan dolayı öyle görünmektedir.

Üzerine vazife olmayan şeye kalkışmaz; gerektiğinden fazla, tâkatinin üstündeki bir yükün altına girmez.Muhtâc olmadığı şeyi almaz;korumaya vekil olduğu şeyi de bırakmaz.

İnsanlar ondan yana râhattadırlar;fakat o ise nefsinden bıkmıştır.Hırsını verâ ile öldürmüştür.Takvâsı ile tamahkârlığına son vermiştir.ilim nûruyla, (nefsi) arzu ve ihtiraslarım tüketir, yok eder.

İşte sen de böyle ol!

Onlar gibilerle arkadaşlık et,

onların izlerine tâbi ol,

onların ahlâkıyla edeblen.

İşte bunlar güvenilir hazînelerdir; onları verip de dün­yâyı satın alan aklanmıştır.

Onlar, belâlara karşı hazırlıklıdır.Güvenilir dostlardır onlar.Fakir düşersen yardımcı olurlar.Rablerine duâ edince seni unutmazlar.

"İşte onlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar umduklarına erenlerin ta kendileridir." (58/Mücâdele 22)

Allah kalbini anlayış (fehm) ile genişletsin, göğsünü ilimle aydınlatsın ve niyetini/himmetini yakîn ile cem et­sin... Bil ki, ben, kalbe giren her belânın kesinlikle fuzûlî iş­lerin sonuçlarından olduğunu gördüm.

Bunun temelinde de

cehâlet ile dünyâya dalmak,

öğrendikten sonra varış yerini (meâd'ı) unutmak yatar.

Bundan kurtuluşun yolu ise,

verâ (makamın)da her şüpheliyi/bilinmeyeni terk etmek,

yakînde de her malûmu (bilineni) almak, kabul etmektir.



Ben şunu tesbît ettim ki, kalbin fesâdı dînin fesâdıdır. Resûlullah'ın (sa) şu sözünü görmez misin: "Dikkat edin! Be­dende bir et parçası var ki, eğer o doğru/sağlıklı olursa bedenin ta­mamı doğru/sağlıklı olur; eğer o bozulursa bedenin tamamı bozu­lur. Dikkat edin! Bu et parçası kalptir." buyurmuştur. "Be­den" in burada kastedilen mânâsı "dîn"dir. Çünkü organla­rın salâhı ve fesâdı dîn iledir.

Kalbin fesâdının kaynağı, nefs muhâsebesini terk et­mek ve tûl-i emel ile aldanmaktır. Eğer kalbinin salâhını is­tersen,havâtır ânında irâdenle (karşı) dur.

Allah için olan işi yap, başkasını bırak.Emelini kısaltmak ve ölümü devâmlı hatırlamak için (Allah'tan) yardım iste.

Tesbît ettim ki,

temeli ve sâiki kalp olan fuzûlî işler kulakta, gözde, li­sânda ve gıdâda tezâhür etmektedir.



Kulağın fuzûlîliği, sehve ve gaflete yol açar.

Gözün fuzûlîliği, gaflete ve kafa karışıklığına/şaşkına dönmeye yol açar.

Dilin fuzûlîliği, sözü çoğaltmaya/mübâlâğa etmeye ve bid'ate yol açar.

Gıdânın fuzûlîliği, oburluğa ve (aşırı) isteklere yol açar.

Elbisenin fuzûlîliği ise övünmeye ve kendini beğenme­ye sebep olur.



Bil ki,

âzâları korumak farzdır. Fuzûlî işleri terk etmekse fazi­lettir.

Bundan önce ise "tevbe etmek" farzdır. Onu Allah ve Resûlü farz kılmıştır. Celîl (olan Allah) şöyle buyuruyor. "Ey îmân edenler, Allah'a nasûh bir tevbe ile tevbe edin." (66/Tahrîm 8) "Nasûh"un mânâsı, kulun Rabbine tevbe et­tiği şeyi artık dönmemecesine terk etmesidir. Resûlullah da (sa) şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Ölmeden önce Rabbinize

tevbe edin. Meşgûl edilmeden önce sâlih amel ile Allah'a yaklaşın.’’

Tevbe ise ancak şu dört şeyle sahih olur:

1- Kalbin (işlemeyi âdet edindiği günâha) dönmekte­ki ısrârını çözmek,

2- Pişmanlık duyarak istiğfâr etmek,

3- Kul haklarını ve zulmettiklerinin hakkını iâde etmek,

4- Yedi duyudan oluşan organları korumak: (Yani) kulağı, gözü, dili, burnu, iki eli, iki ayağı ve onla­rın emîri olan kalbi ki, bedenin salâhı ve fesâdı kal­be bağlıdır.



Allah (c.c) her âzâya fariza olarak bir emir ve nehiy  yüklemiştir. İkisinin arasında (ise) bir genişlik ve mübâhlık  vardır; bunun terki dahi kul için fazilettir.

îmân ve tevbeden sonra kalbin vazifesi (farz’ı)

Allah için amellerinde ihlâslı olmak,şüphe ânında hüsn-i zan beslemek,Allah'a güvenmek,azâbından korkmak ve fazlını ümit etmektir.



"Kalb"in mânâsı hakkında birçok haber rivâyet edilmiştir. Bunlardan birinde Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor:

"Mü'minler içerisinde öyle kimseler vardır ki, kalbim kendileri  için yumuşar’’’

Yine Resûlullah (sa): "Hak, nûr üzerinde olduğu hâlde ge­lir. Öyleyse kalplerin sırlarına dikkat ediniz." buyuruyor.

İbn Mes'ûd (ra) şöyle demektedir: "Kalplerin bir 'arzulu/istekli' ve 'bahtlı' (ikbâl) hâlleri; bir de 'bezgin/gevşek' (fetret) ve 'bahtsız' (idbâr) hâlleri vardır. Arzulu ve bahtlı ânında ondan yararlanın; bezgin ve bahtsız ânında ise onu bırakın."

[Abdullah] İbnu'l-Mübârek (rh) diyor ki: "Kalp ayna gibidir; uzun süre elde durursa paslanır. Hayvan gibidir; ondan gâfil olursan sapıtır."

Hükemâdan biri de şöyle söylemiştir: "Kalp, altı kapik bir ev gibidir. (Sâhibine) denir ki, 'Sakın bu kapılardan bir şey girip de evini senin ifsâdına sebep kılmasın.’ Kalp, işte o evdir. Kapılan da gözler, dil, kulaklar, zihin (basar), eller ve ayaklardır. Ne zaman bu kapılardan biri bilgisizce açılır­sa, ev zâyi olur."



Dilin vazifesi;

rızâda da gazapta da doğru olmak (sıdk), gizlide ve açıkta ezâdan sakınmak, hayırda da şerde de sözü uzatmamak/abartıya kaçma­maktır.

Resûlullah (sa) şöyle buyurur: "Kim bana çeneleri ile ba­cakları arasındakiler husûsunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm."

Resûlullah (sa), Muâz b. Cebel'e de (ra) şöyle demiştir: "İnsanları yüzlerinin üstüne ateşe atan, dilleriyle kazandıkların­dan başka bir şey midir?"

Yine Resûlullah (sa) şöyle buyurmuştur: "Sizi fuzûlî ko­nuşma husûsunda uyarırım. Her birinize ihtiyâcını karşıladığı kadarıyla söz yeter. Çünkü kişiye fuzûlî maldan (hesap) sorulaca­ğı gibi, fuzûlî konuşmalardan da (hesâp) sorulur."

"Allah, her konuşan kişinin konuşmasında hazırdır. (Öyley­se) kişi, söylediği şeyi bilmesinden dolayı Allah'tan sakınsın."



Gözün vazifesi;

harâm(a bakmak)dan korunmak, örtülü ve perdeli şeyleri araştırmayı terk etmektir. Huzeyfe (ra), Resûlullah'ın (sa) şöyle söylediğini haber verir: "(Harâma) nazar, İblîs'in oklarından bir oktur. Kim onu Allah korkusundan dolayı terk ederse, Allah ona, halâvetini kal- binde bulacağı bir îmân verir.’’

Ebû'd-Derdâ (ra) ise şöyle der: "Kim gözünü harâma bakmaktan korursa, çok sevip isteyeceği hûrilerle evlendiri­lir. Ve kim insanların evlerini, bacalarından (ve pencere gi­bi yerlerinden) gözetlerse, Allah onu kıyâmet gününde âmâ olarak haşreder."

Dâvud et-Tâî, baktığında çokça [uzun süre] bakan bir adama şöyle demiştir: "Ey kişi! Gözünü kendine çevir. Çün­kü bana ulaşan bir bilgiye göre, insan fuzûlî amelinden so­rulduğu gibi fuzûlî bakışından da sorulup hesâba çekilecek­tir."

Denilir ki, "Birinci bakış şenindir; fakat diğeri senin değil­dir."

Yâni farkında olmadan (göze çarpma şeklindeki) ilk bakış kuldan affedilir; ancak (nesneyi) algılamaya/fark et­meye (fehm'e) yol açan bir akledişle yapılan bakıştan kul muâheze edilir.



Kulağın vazîfesine gelince; kulak), konuşmaya ve ba­kışa tâbi olduğundan, bakılması yâhut konuşulması helâl



olmayan her şeyi dinlemek ve bundan tad almak/hoşlanmak da harâmdır. Senden gizlenen bir şeyi araştırman ise tecessüsdür (ki harâmdır). Lehv, şarkı ve Müslümanlara ezi­yet veren şeyleri dinlemek, lâşe ve kan (yemek) gibi harâmdır.

Abdullah b. Ömer (ra) şöyle demiştir: "Gıybetten ve onu dinlemekten de, nemime ve onu dinlemekten de nehye- dildik."

Kasım b. Muhammed [b. Ebî Bekr es-Sıddîkl'a şarkı dinlemenin hükmünü sordular; şöyle dedi: "Allah kıyâmet günü hak ile bâtılın arasım ayırdığı zaman şarkı nerede olur?" Denildi ki: "Bâtıl tarafında." O da, "Fetvâyı nefsiniz­den isteyin." dedi.

Kul için -dilden sonra- kulağından daha zararlı bir or­gan yoktur. Çünkü o kalbe giden en süratli elçidir. Fitne oluşumuna da yatkındır.

Veki' b. el-Cerrâh diyor ki: "Bir bid'atçıdan bir söz duydum, yirmi seneden beri onu kulaklarımdan atama­dım/'

Tâvûs [b. Keysân] da, yanma bir bid'atçı gelince onun sözünü duymamak için kulaklarını kapatırdı.



Burnun vazîfesi(ne gelince; burun), kulağa ve göze tâ­bidir. Bakmanın ve dinlemenin helâl olduğu şeyi koklaman da câizdir.

Ömer b. Abdülaziz'den (ra) rivâyet edildiğine göre, kendisine bir misk getirilmiş. Onu burnundan uzakta tut­muş. Bu husûs kendisine sorulduğunda şöyle demiş: "Bu­nun ancak kokusundan faydalandır, değil mi?



Ellerin ve ayakların vazifesi; onları 'mahzûrlu olana' uzatmamak ve haktan alıkoymamaktır. Mesrûk [b. Ecdâdl der ki: "Kul hiçbir adım atmaz ki, kendisine bir sevâb ya da günâh yazılmış olmasın."

Süleymân'ın kızı, Hâlid b. Ma'dân'ın kızı Abde'ye: "Beni ziyâret et" diye yazmıştı. Abde ise ona şöyle cevap yazdı: "İmdi, merhûm babam Allah'ın kefil olmadığı bir yü­rüyüşle yürümekten ve kıyâmet günü sorulduğunda bir çı­kış yolu bulamayacağı yemeği yemekten hoşlanmazdı. Bundan dolayı ben de babamın hoşlanmadığı şeyden hoş­lanmıyorum. Selâm üzerine olsun."



Birisi de, "Peki, (kurtuluşa götüren) ameller işlemenin yolu nedir?" diye sorarsa, deriz ki:

Muttaki imâmların yolundan ayrılmamak,gidişâtını bilmek için müsterşidînin âdâbına bakmak,muhasebe ile teyakkuz halinde olmak,hakkı gözeterek/adâlet ile amel etmek, eziyetten korunmak,başa kakmadan, minnet altında bırakmadan 'fazla ola­nı' vermek,hasetten uzak güzel tavır takınmak,kamufle etmekten hoşlanarak kanâat etmek,selâmet için uzunca susmak,yabancılaşmadan/ilişkilerde soğukluk oluşturmadan halka tevâzu göstermek,halvette zikir ile ünsiyyet kurmak,hizmet etmek (iştiyâkıyla dolması) için kalbini boşaltmak,niyeti/endîşeyi murâkabe ile cem etmek ve kurtuluşu istikamet yolunda aramak.



Allah (cc) şöyle buyurur: "Şüphesiz, "Rabbimiz Al- lah'tır" deyip de sonra istikamet üzere olanlara, (evet) on­lara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olmayacaklar­dır" (46/Ahkâf 13)

Süfyân b. Abdullah es-Sakafî (ra): "Yâ Resûlallah! Ba­na, kendisine tutunacağım bir iş söyle." deyince, (Resûlul-lah (sa) şöyle) buyurdu: "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğ­ru ol.’’

Ömer b. el-Hattâb (ra) diyor ki: " "İstikamet üzere (dos­doğru) oldular" demek, "Allah'a itâat edip, tilkinin (avcıdan) kaçması gibi (sağa sola saparak) kaçmadılar", demektir.' Ebû'l-Âliye er-Riyâhîy de şöyle diyor: " 'Dosdoğru oldu­lar'; (yâni) dinde, dâvette ve amelde Allah için ihlâslı oldu­lar"

İstikametin aslı üç şeydedir.

Kitâb'a tâbi olmak,

Sünnet’e tâbi olmak ve cemâatten ayrılmamak.



Bil ki,

kul için en kurtarıcı yol;

ilimle amel,havf ile korunma ve Allah (cc) ile yetinmektir.

Artık sen de hâlini (buna göre) ıslâh ile meşgûl ol.Rabbine karşı muhtaç (fakır) bulun.Şüpheli şeylerden uzak dur.İnsanlara olan ihtiyâcını azalt.



Kendin için sevdiğini onlar için de sev;

hoşlanmadığın şeylerde de aynı şekilde davran.

Örtülü bir şeyi de açma.

Bir günâhı nefsinde (içinden) bile söyleme, [veya; sakın bir günâha niyetleneyim deme.]

Hiçbir küçük günâhta ısrâr etme.

Bütün ihtiyâç/yoksunluklarda Allah'a sığın.

Her durumda, muhtâçlığın (sâdece) O’na olsun.

Her işte O'na tevekkül et.

Hevâyı bırak; nefsinin tuzak kurduğu/pusuda bekle­diği şeylere kanma.

Zikrini gizle.

Allah'a şükretmeye devâm et.

İstiğfârı çoğalt.

Düşünerek ibret al.



Acele edilecek yerlerde teenni ile,dostluklarında/arkadaşlıklarında (insanlarla olan iliş­kilerinde) hüsn-i edeble hareket et.

Nefsin için insanlara öfkelenme;

Allah için nefsine öfkelen.

Kötülük husûsunda kimseye denk olma [diğer bir ifâ­deyle; kötülüğe kötülükle karşılık verme].

Câhili yüzüne karşı methetmekten sakın;kimsenin de seni yüzüne karşı methetmesine râzı olma.

Gülmeni azalt, mizâhtan uzak dur.

Acılan gizle.

Nâmûsluluğu/iffeti izhâr et.

Güven hakkında kapsamlı bilgiye sâhip ol.



İnsanların elindekinden) ümit kesmeyi ve "güzel fa­kirliği" (kendine) şiâr edin.

Sana isâbet eden şeylere sabret.

Allah'ın sana taksim ettiği şeye râzı ol.

Allah'ın va'dine karşı yakîn,kendi yaptıkların hakkında korku üzere ol.

Kâfi derecede bulduğun zaman kendini külfete sokma.

İstemekle görevlendirildiğin şeyi zâyi etme.

(Sana yönelik) her vergi'sinde (ihsan ve ikrâmında) Allah'a muhtâc olduğunu hatırla;

kurtuluşu O’ndan iste.

Sana zulmedeni affet.

(Vermeyerek) seni mahrûm edene ver.



Sana gelmeyene Allah için git.

Seni seven kişiyi, sen de Allah için (kendine) tercih et. Kardeşlerin için canını malını fedâ et.



Dînin hakkında da Mevlâ'nın hukûkuna riâyet et.

İyilik (ma'rûf) olarak yaptığın büyük bir şey de olsa gö zünde büyütme;yaptığın bir münkeri ise küçük de olsa küçümseme.

Amel ile gururlanmaktan sakındığın gibi, ilimle de caka satmaktan sakın.

Zâhirî ilmin geçersiz kıldığı bâtınî bir usûle (edeb’e)  inanma.

İnsanlara isyân etmek gerekse de Allah'a itâat et;ancak Allah Teâlâ'ya isyân pahasına insanlara itâat etme.

Allah için gayretinden bir şey esirgeme.

Allah için (yaptığın) amellerde nefisinden hoşnut olma.

(Allah'ın huzûrunda) namâza her şeyinle (bir bütün olarak) dur.

Allah'ın sana farz kıldığı zekâtı neşeli/istekli olarak ver.

Orucunu yalandan ve gıybetten koru.

Komşunun, miskinin ve yakınlarının haklarına riâyet et.

Ehlini (âile halkını) terbiye et/edeblendir.

Sâhibi olduğun, kontrolün altında bulunanlara [hiz­metçi, işçi vs.] rıfk ile davran.

Emrolunduğun gibi canlı/aktif/(fiziki ve zihnî olarak) güçlü bir şekilde dimdik ayakta ol.

Bir hayır için harekete geçtiğinde acele et.

Seni şüphelendiren şeyi bırak.

Mü'minlere merhameti elden bırakma.

Nerede olursan ol hakkı söyle.

Doğru (söylüyor) da olsan çok yemin etme.



Beliğ konuşan birisi de olsan, sözü genişletmemeye/lâfı uzatmamaya dikkat et.

Alim de olsan, dinde külfetli/zahmetli iş görmekten (tekellüf ten) sakın.

İlmi her sözün önüne geçir.

İçtihâdından sonra endîşeyi/tedirginliği elden bırakma.

Dînin selâmette olduktan (dînine halel gelmedikten) sonra insanları idâre et.

Dalkavukluktan/yağcılıktan ise kesinlikle kaçın.

İnsanlarla olan geçimin güzel ahlâk ile olsun.

Bilmediğin bir konu hakkında "Allah bilir" demekten utanma.

Anlatacaklarını (dinlemeye) istekli olmayanların ya­nında söz söyleme.

Sana buğz edecek olanların yanında dînini anlatma.

Güç yetiremeyeceğin bir belâya karışma/müdâhale etme.

Nefsine, onu hor gören şeylerden ikrâm et.

Himmetini kötü ahlâktan uzak tut.

Emîn olandan başkasını dost/kardeş edinme.

Sırrını her insana açma.

İnsanların hâlini (dikkate alarak davran, kapasitelerini) zorlama.

(İnsanlara) aklının almayacağı/tahammül edemeyece­ği ilimden bahsetme [veya; İlmî bir lisânla söz söyleme.]

Çağrılmadığın işe gidip hemen dâhil olma.

Ulemâ meclislerinde saygılı/ciddi ol.

Hükemânın kadrini bil.

Zanaatkârı/Sanatkârı mükâfâtlandırmadan bırakma.

Câhillerden yüz çevir.

Sefihlere karşı hilm ile davran.

İşlerin hakkında, Allah'a (karşı) huşû duyanlarla istişâre et.



Mazlûm kardeşine yardım et;eğer zâlim ise onu hakka çevir.

Onun sende hakkı varsa fazlasıyla ver;fakat senin ondaki hakkın için peşine düşme.

Borçluya kolaylık göster.

Dul ve yetimlere rıfk ile davran.

Fakirlerden sabırlı olanlara ikrâm et.

Zenginlerden de belâya uğrayana merhamet et.

Kimseye, elde ettiği bir nimet sebebiyle hased etme.

Hiç kimseyi de gıybetle anma.

Soruna yol açar korkusuyla kendine sû-i zan kapışım kapalı tut.

Te'vîli (hayra yormayı) genişleterek hüsn-i zan kapısı­nı açık tut.

(Başkalarından) ümidine keserek tamâ kapışım kilitle.

Kanâat ile istiğnâ kapısını aç.

Allah için yapacağın zikri, O'na nâhoş şeyler izâfe et­mekten uzak tut.



Vakitlerini değerlendir.

Gecen ve gündüzün (senden neleri) götürüyor, uzak­laştırıyor farkına var.

Her vakitte tevbeni yenile.

Ömrünü üç zamâna ayır: Bunlar, ilim zamânı, amel za-mânı ve nefsinin haklarına ve sana lâzım olacak şeylere ayı­racağın zamân olsun.

Geçip giden (vakitlerden ibret al.



İki fırkanın Allah Teâlâ'nın huzûrunda varacakları ye­ri tefekkür et: "Bir fırka O'nun rızâsıyla cennette; bir fırka da kızgınlığı ile alevli ateşte (cehennemde)."

Allah'ın sana yakınlığını farket.

Yazıcı hafaza meleklerine ikrâm et.

Allah'ın nimetlerinden -anlayarak- faydalan;geriye O'na hüsn-i senâ ve şükür gönder.

Nefsini herhangi bir makamda görmekten sakın [veya; töhmet altında olması sebebiyle nefsini, makamları/mevkileri görmesi ile birlikte ikâz et].

İnsanların (onu) küçümsemesinin te'sirinde kalıp da, 'hakk'ı saçma/tutarsız görmekten kaçın.

Muhakkak bu öl­dürücü bir zehirdir.

(Allah'ın) nefretini çekme korkusu ile, insanların gö­zünden düşme korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

Ecelin yakınlığı gerçeği ile, fakirlik korkusundan uzak dur/kendini soyutla.

İyi işler yaptığında gücün yettiğince gizli tut.

İstişâre ânında (doğruyu bulmak için) çokça gayret et.



Allah için (severken) kararlılıkla sev;(o şeyden) Allah için ilişkiyi kestiğin zaman da etkili/kararlı bir şekilde ayni.

Ancak muttaki ve âlim olanı dost edin.

Ancak akıllı ve şuurlu/bilinçli insanlarla birlikte ol.

Senden önceki (müctehid) imâmlara tâbi ol.

Senden sonraki ümmete de muallim ol.

Muttakîlere imâm,irşâd edilmek isteyenlere sığınak ol.



Şikâyetini kimseye ilân etme.

Dünyân için dînini yıpratma/tüketme [veya; dînini istismâr ederek dünyâ(lıklar)ı kazanma].

Uzletten nasibini al.

Helâlden başkasını alma.



İsrâftan uzak dur.

Dünyâ(lık)dan yeteri kadarına kanâat et.



Edebi, ilim bostanlarında;

ünsü, halvet diyârında;

hayâyı, nefsin patikalarında;

ibret almayı, tefekkür vâdîlerinde;

hikmeti ise havf bahçelerinde ara (talep et.)



Emrine muhalefet ettiğin hâlde, Allah'ın ihsânının devâm ettiğini;zikrinden yüz çevirdiğin hâlde (sana) halim davrandığını,hayânın azlığına rağmen günâhlarını örttüğünü ve sen O'na muhtâc olduğun hâlde,Onun sana ihtiyâ­cının olmadığını iyi bil.

Nerede Rabbini bilen?!

Nerede günâhından korkan?!

Nerede (Allah'a) yakınlığı ile sevinen?!

Nerede O'nun zikriyle meşgûl olan?!

(O'na) uzak kalmaktan (korkup) ürperen nerede?!

Mağfûr (bağışlanmış) olan işte budur! Ey mağrûr (al­danmış kul), örtüleri yırttığım Celil olan (Allah) görmedi mi (zannediyorsun)?!



Ey kardeşim!Bil ki,

günâhlar gafleti,

gaflet, (kalp) kasvettini),

kasvet Allah'tan uzaklaşmayı,

Allah'tan uzaklaşma cehennem âteşini mîrâs bırakır. Ancak bunu diriler tefekkür eder. Ölülere gelince; onlar kendilerini dünyâ sevgisiyle öldürmüşlerdir.



Bil ki,

gündüzün ışığı âmâya nasıl fayda vermiyorsa; bunun gibi, ilmin nûru ile de ancak takvâ ehli aydınlanabilir.

Ölüye ilâcın fayda vermediği gibi, edep de iddiâcıya fayda vermez.

Sağanak halindeki yağmur kayada ekin bitirmediği gi­bi, hikmet de dünyâyı sevenin kalbinde yeşermez.

Kim hevâsıyla samîmî/senli benli olursa edebi azalır. İlminin gösterdiklerine muhâlefet edenin cehâleti artar. (İlâcı) kendine fayda etmeyen, başkasmı nasıl tedâvî edebilir?



Bil ki,

insanların bedenen en râhatı, dünyâ (hakkın)da zühd ehli olanlardır.

Kalben insanların en yorgunu ve meşgûliyeti çok olam da, dünyâya ihtimâm gösterenlerdir.

Emeli kısaltmak, zühde en çok yardıma olan ahlâktır. Mârifet ehlinin (Allah'a) en yakın hâlleri, kıyâmda Al­lah'ı (cc) zikretmeleridir.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah sizin üzerinizde rakîbdir." (4/Nisâ 1)



Şunu bil ki,

sıdktan daha yakın bir yol,ilimden daha başarı sağlayıcı bir delil ve takvâdan daha önemli bir erzak yoktur.

Vesvese verene (şeytana) karşı, fuzûlî olanı terkten, kalbin nûrlanması için, sadrın selâmetinden daha fay­dalı bir şey görmedim.

Anladım ki,

mü'minin kerâmeti takvâsıdır, hilmi sabrıdır,

aklı güzelliğidir,

dostluğu hoşgörüsü ve affıdır,

şerefi ise tevâzuu ve rıfkıdır.



Bil ki,

Allah bir kula fakirliği seçip uygun görmüşse, onun zenginliği sevmesi (Allah'ı) öfkelendirmektir. Allah kuluna zenginliği seçtiyse, o kulun fakirliği istemesi ise zulüm- dür/haddi aşmaktır. Bütün bunlar, mârifet azlığından dola­yı şükürden kaçmak ve ilmin yetersizliğinden dolayı vakit­leri ziyan etmektir. Çünkü zenginin îmânını fakirlik, fakirin îmânını da zenginlik ıslâh edemez, uygun değildir.



Bize ulaşan habere göre Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kullarımdan öyleleri vardır ki onun îmânını ancak fakirlik ıslâh eder. Eğer onu zengin kılsaydım, hu zenginlik onları ifsâd edecek­ti. Yine kullarımdan öyleleri de vardır ki onun îmânını ancak zen­ginlik ıslâh eder. Eğer onları fakîr kılsaydım, hu (fakirlik) onun îmânını ifsâd edecekti." Bu durum, hastalık ve sıhhat için de böyledir.



Kim Allah'ı(n hikmetsiz iş yapmayacağım) bilirse O'nu ithâm etmez. Allah'ı(n neyi kasdettiğini) anlayan [veyâ; Al­lah hakkında keskin/ince bir zekâya sâhip olan], kazâsına râzı olur. Eğer şu âyetten başkası olmasaydı, yine de ilim sâ-hiplerine yeterdi: "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. On­lar için ise (Rablerine karşı böyle) muhayyerlik yoktur/' (28/Kasas 68)



Câhillerin ahlâkından,

günâhkârların meclislerinden [veya; sizlerle olan sos­yal ilişkilerinden],

şaşırmışların propagandasından, aklanmışların (affedileceklerine dâir) ümitlerinden, (affedilmekten) ümit kesenlerin ye'sinden sakın.

Hak ile âmil ol.

Allah'a îtimâd et.

Ma'ruf ile emret, münkeri nehyet.

Kim Allah'a sâdık olursa, (Allah) ona nasihat eder. Kim de başkası(na hoş görünmek) için süslenirse, onun ayıbını/kusurunu gösterir, ortaya çıkarır.



Bil ki

(kendisine) tevekkül edene O kâfidir; başkasına güveneni (ise) sevmez/iğrenir.

Ondan korkana emniyet verir.

Şükredenin (nimetini) çoğaltır,îtâat edene ikrâm eder.

Onu tercih edeni sever.

Allah'a (sâdece) akıl ile itâat etmekten/boyun eğmekten, hevâ ile amel etmekten, hakkı terk etmekten/hesâba katmamaktan, bâtıla sığınmaktan [veya; bâtıl ile kabûl görmekten/bir yerlere gelmekten],

tevbeyi unutup mağfiret temenni etmekten sakın.



Bil ki,

kökü yakîn ile sâbit değilse,dalları sıdktan,meyvesi ve nebâtı verâdan,delili kaygı ile ayakta durmakta (kaim) ve perdesi haşyet ile örtülü değilse o ilim ve amelden râzı olunmaz.

Gevşeklik göstermek sûretiyle nefsinden râzı olma. Muhakkak ifrata düşme (tefrît) konusunda kimsenin özrü yoktur. Zîrâ kimse Allah'tan müstağni değildir.



Bil ki,

Allah Teâlâ'nın katindakilere güzel niyetler beslemek ve (niyetleri O’nun) sevdiği şeylere uygun hâle getirmek ki­şinin saâdetindendir.

Allah kime hayır dilerse ona akıl ihsân eder, ilmi sevdirir, şefkat ile mükâfâtlandırır, ona rıfk ile muâmele eder, kanâat ile zenginleştirir, kusurlarım gösterir.



Bil ki,

-Allah sana merhamet etsin- her halin aslı sıdk' ve "ihlâs"dır. Şöyle ki,

sabır, kanâat, zühd, rızâ ve üns sıdk' tan; yakın, havf, muhabbet, iclâl, hayâ ve tâzîm de ihlâs'dan kaynaklanır/şûbelenir.

Her mü'minin bu makamların içinde bir yeri vardır ki, onun hâli bununla bilinir. (Bir mü'mine;) recâ içinde olduğu halde hâif, havf içinde olduğu halde râcî, rızâ içinde olduğu halde sâbir, hayâ içinde olduğu halde muhibb denir.



Her hâlin kuvvetli ya da zayıf olması, kulun îmân ve mârifeti miktârıncadır.

Bu hallerin her birinin aslı için, hâlin kendisiyle bilindi­ği üç alâmet vardır.

Sıdkın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey şunlardır:

Kalbin sıdk'ını belli eden tahkiki îmân,

Niyetin sıdk'ını açığa vuran ameller,

Sözün sıdk'ını dışarıya aksettiren konuşmalar. [Kalbî, amelî, kavlî sıdk]



Sabrın ancak kendisiyle tamâm olduğu üç şey vardır:

Allah'ın harâm kıldıklarına karşı sabır,

Allah'ın emirlerine uymakta sabır,

Musibet anında (Allah için, Allah'tan sevap uma­rak) sabır.



Kanâat de üç şeydedir:

(Yiyecek) varken bile azıyla yetinmek,

Yoklukta ve sebeplerin yetersizliğinde (dahi) fak/ı korumak.

Mahrûmiyet ânım yaşasa bile, Allah'a (cc) ayırdığı vakitte sükûn bulmak.



Kanâatin bir başlangıcı bir de sonu vardır. Başlangıcı, imkânı varken dahi fuzûlî olanı terk etmektir. Sonu ise, se­beplerin yokluğuyla berâber müstağni olmaktır. Bundan dolayı bazıları "kanâat, rızâdan üstündür" demişlerdir. On­lar bununla tam bir kanâati kastederler. Çünkü takdire rızâ gösteren (râzî), verilene, men edilene karışmaz. Kani' ise, Rabbi ile ganîdir. Allah ile berâber -O'ndan gelen hâriç- baş­ka bir nasîb istemez.



Zühd üç şeydedir. Bunlar olmaksızın kimseye zâhid denmez:

Elini maldan mülkten çekmek,

Nefsini helâlden bile uzak tutmak,

Vaktinin çoğunda dünyâdan gâfil olmak.



Kişi başka üç şeyle de zâhid olabilir:

İrâdât sağanağında nefsini korumak,

Gına bölgelerinden kaçmak,

İhtiyâç ânında, (şüpheli olanları değil) 'bilinen' şeyleri almak.



Üns de üç şeydedir

Halvette ilim ve zikir ile üns,

Halvetle berâber yakın ve marifet ile üns,

Her halde Aziz ve Celîl olan Allah ile üns.



Rızâ muhabbetin ölçüsüdür. Tevekkülün özü, yakînin rûhudur. Eyyûb es-Sehtiyânî ve Fudayl b. Iyâz'dan (rh.a) naklen anlatırlar: O ikisi derlerdi ki: "Rızâ tevekküldür."

Bu ilimle vasıflanmak sıdkın bir şûbesidir. Sıifyân es- Sevrî de (rh) der ki: "Sâdıkın sıdkı kemâle erdiğinde, artık o kendi elindekine bile mâlik değildir."



İhlâs'ın şubelerine gelince... Allah'ı (cc) benzerlikten, denklikten, eşten ve evlattan ayırt etmedikçe ihlâs sâhibine "muhlis" denmez. Sonra tevhidi ikame etmekle Allah'ı dile­mesi, nâfilede ve farzda himmetini O'nun için ve O'nunla cem etmesi gerekir.



Yakîn'in sıhhati üç şeydedir:

Allah'a güvenmekle kalbin sükûn bulması,

Allah'ın emrine boyun eğme,

Sâbık ilimden [Allah'ın gelmiş geçmiş her şeyi, olacaklarıda bilmesinden] korkma, ürkme.



Yakîn'in de bir başlangıcı ve sonu vardır. Başlangıcı, it-mînân (kalp huzûru), sonu da sâdece Allah ile yetinmektir. Çünkü Allah (cc) şöyle buyurur: "Ey peygamber! Sana da, müzminlerden sana tâbi olanlara da Allah yeter." (8/Enfâl 64) Âyette geçen "hasbü", 'kâfi’ demektir. İktifâ eden de, Al­lah'ın kazâsına râzı olan kuldur.



Diyoruz ki "yakînin sonu" demek, kulun vasıflarının îmân makamında bulunması demektir; ilimde yakînin sonu demek değildir. Zîrâ buna Allah'ın yarattıklarından kimse ulaşamaz.



Resûlullah (sa) şöyle buyuruyor: "Allah'ın künhüne kim­se varamaz."



Dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bize ulaşan bilgiye göre Meryem oğlu îsâ (as) suyun üzerinde yürürmüş?" (Efendi­miz) buyurdu ki: "Eğer havf ve yakîni daha da artsaydı havada bile yürürdü.



Havf ancak yakînden sonra olur. Yakînen bilmediği şeyden korkanı gördün mü?

Havf üç şeydedir:

îmân korkusu: Bunun alâmeti, isyânlar ve günâhlardan ayrılmadır ki, mürîdlerin havfı budur.

Geçmişin korkusu: Bunun alâmeti de haşyet, endî­şe ve verâdır. Bu da ulemânın havfıdır.

Elindekini kaçırma korkusu: Alâmeti, heybet ve iclâlin nezâretinde Allah'ın (cc) rızâsını talep için tüm gücünü harcamaktır. Sıddîkların havfı budur.

Havfta dördüncü bir derece daha vardır ki, Allah (cc) onu meleklerine ve peygamberlerine (as) has kılmıştır. Bu­na "havfü'l-zam" denir. Çünkü onlar kendi nefislerinde Al­lah'ın emânıyla güven içindedirler. Onların korkulan, iclâlen ve i'zâmen kullukta bulunmalarıdır.



Muhabbet de üç şeydedir ki, bunlar olmadan kişiye ("Allah (cc) için seven" denemez.

Allah (cc) için mü'minleri sevmek: Bunun alâmeti, onlardan ezâyı def etmek ve onlara menfaati celb etmektir.

Allah (cc) için Resûl'ü (sa) sevmek: Bunun alâmeti, Sünnet'e tâbi olmaktır. Çünkü Allah (cc) şöyle bu­yurur: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin." (3/Âl-i Imrân 31)

Tâati mâsiyete tercih ederek Allah'ı (cc) sevmek: Denilir ki; nimeti anmak muhabbeti getirir.



Muhabbetin de bir başlangıcı ve sonu vardır. Muhab­betin başlangıcı, nimetleri ve ihsânlarıyla Allah'ı sevmektir.

[Abdullah] İbn Mes'ûd (ra) der ki: "Kalpler, kendine ihsânda bulunanı sevecek şekilde yaratılmıştır."



Muhabbetin bundan daha yücesi ise, Allah'ın (cc) hak­kı bunu gerektirdiği için O'nu sevmektir. Ali b. el-Fudayl (rh.a) şöyle der: "Allah (cc), Allah olduğu için sevilir."



Bir adam Tâvûs [b. Keysân'a: "Bana öğüt ver." dedi. {Tâvûs) dedi ki: "Sana şunu öğüt veririm: Allah'ı öyle bir sevgiyle sev ki, hiçbir şey sana O'ndan daha sevgili olmasın, O'ndan öyle kork ki, hiçbir şey sana O'ndan daha korkup olmasın. Allah'tan öyle bir ümitle ümitlen ki, bu ümit, korkuyla senin aranda perde olsun. Nefsin için râzı olduğa şeye (başka) insanlar için de râzı ol. Dikkat et! Sana Tevrâtı, İncıl'i, Zebûr'u ve Furkân'ı cem ettim."



Bedene göre başın yeri ne ise, hayâya göre iclâl ve ta'zî-min yeri de odur. Yâni biri olmaksızın diğeri de olmaz. Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman O'nu hakkıyla yüceltmiş (iclâl etmiş) olur. Hayânın en efdali de Allah'ı (cc) murâkabedir.

Murâkabe üç şeydedir:

Amel etmek sûretiyle tâatinde Allah'ı murâkabe,

Terk etmek sûretiyle isyânında Allah'ı murâkabe,

Niyetlerde ve havâtırda Allah'ı murâkabe.



Çünkü Nebî (sa): "Allah'a, (sanki) O'nu (gözlerinle) görüyormuşsun gibi kulluk et. Sen O'nu görmesen de O seni görü­yor." buyurur.



Kalp için, Allah'ı (cc) murâkabe etmek; geceyi kıyâm, gündüzü sıyâm ile geçirmekten ve Allah yolunda malmı in-fâk etmekten daha zahmetli gelir.



Ali b. Ebî Tâlib'in (ra) şöyle dediği nakledilir: "Muhak­kak Allah'ın yeryüzünde bir kabı vardır. İşte bu kab kalp­lerdir. O ancak 'saf, 'sağlam' ve 'ince' (rikkat) kalpleri kabûl eder." Bunun mânâsı şudur:



Kalbi Allah (cc) için saflaştırmak; Allah'ın emir ve nehylerine ittibâ ile, sıdk ve endîşeyi müşâhede etmekle mümkündür.



Kalbi Resûlullah (sa) için saflaştırmak; söz, amel ve ni­yet boyutunda, o'nun getirdiğini kabul ederek sağlanır. Ve

kalp mü'minler için, onlardan ezâyı def edip menfaati ulaş­tırarak saflaştırılır.



(Kalpteki) "Sağlamlık"ın mânâsı, "Allah Teâlâ için hadleri uygulamada ve emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münkerde sağlam" demektir.



"İncelme"nin (rikkatin) mânası ise iki şekildedir. Ağ­lamakla olan rikkat, merhamet etmekle olan rikkat.

Tevfik Allah'tandır. O bize yeter. O ne güzel vekildir.



Haris el Muhasibi - Ahlak ve Arınma

Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

12.Mektub

“Mal-mülk, çoluk-çocuk dünyâ hayâtının süsüdür.’’mühletinden, bunun gibi geçici şeylerden çık. "Bizi mallarımız alıkoydu” meşgalesinden uzaklaş. Himmetinin gücünü, “Onlar Allâh’ı unuttular, O da onları unuttu!” gaflet çölünde yoldan kesilip kalmış kimselerle arkadaşlık çukurunda harcama.

Talep atını aşk meydanında şahlandır. “Allahtan yardım isteyin” değ'neğiyle “Sâbikun/birinciler var ya, sâbikûn, işte onlar mukarreblerdir" topuna vur ve onu “ İşte bunlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler” hedefine bırak.

O zaman “îmân edenlere, kendileri için Rableri katında kadem-i sıdk (sadâkat makâmı) olduğunu müjdele” devletinin postacısı “Muhakkak ki  Allâh, kullarına kargı çok merhametli ve şefkatlidir” müjdesi ile gelir ve “Muhakkak ki size Rabbinizden basiretler erişti" fermanını sana takdim eder.

Basiretin, o gizli remizlere muttali olup onları çözdüğünde baş ayağın ile hemen “İşte bu Rabbinin dosdoğru yoludur”’’Kurtuluş yolları’’na revân olursun. “Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır" tenzih mertebesine yönelirsin. “Onlar için Rableri katında yüce dereceler, mağfiret ve bol ve güzel rızık vardır” nimetleriyle dolu cennetlerdeki ebedîliğin haberini sorarsın. İşte o zaman “Tarafımızdan kendilerine ezelde güzellik yazılmış olanlar” inâyetinin müjdesi yetişir ve “Allâh onlardan râzı oldu, onlar da O’ndan râzı oldular” “Selâmet yurdu” memleketleri' nin haberlerini sana bir bir anlatır. Seni “Kim ki, Allâh’a verdiği ahde gösterirse, Allâh da ona büyük bir mükâfât verir” tahtına dâvet eder. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe güzelliğe/iyiliğe erişemezsiniz’’ güzelliğine nâil olursun.



Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

11.Mektub



Tevhîd nûru sabâhının ilk ışıkları “başladığı zaman sabâha yemin olsun” ufuğundan kalpler üzerine parlamaya başlayıp, ayne’l- yakîn güneşleri “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider” feleklerinin burcu üzerini kapladığında, beşerî varlık karanlıkları “Nûrları önlerinde gider”in ışıltılarının aydınlığı içinde kaybolup gider. “Geceyi gündüze katar”ın sırrı zuhûr eder. “Allâh îmân edenlerin velisidir/sahibidir;onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır.’’ ezelî inâyetinin üzerinden perde kaldırılır.

İşte o zaman, "Kadınlara ve oğullara karşı olan nefsânî sevgi, insanlara güzel gösterildi” ordusunun yardımını da alan "Şeytan sizin apaçık bir düşmandır” şeytanının askerleri, “O şeytanı düşman belleyin"
muhârebesinde, sadâkatle ve tâ gönülden gelerek, tazarru ve acziyet içinde “Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor” ve “Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et; Sensin bizim Mevlâ'mız; kâfirlere karşı bize yardım et (zafer ver)”in diye yalvaran kalp askerleriyle savaşa tutuşur.

“Gaybın anahtarları O'nun katindadır” hâtifi/sesi “Gevşemeyin, üzül-meyin; siz üstünsünüz?ün diye nidâ eder. “Bizim ordumuz: Muhakkak ki onlar hep gâliptir” sırrının imdâdı “Allâh'ın yardımı/zaferi ve fetih gelince.. ” karârı ve “Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih nasip ettik”in öncü birlikleriyle birlikte kalp askerlerinin yardımına yetişir. “Muhakkak ki biz peygamberlerimize ve îmân edenlere yardım ederiz" kılıçları kınlarından çıkarılır. Düşman üzerine hücûma geçilir. “Allâh'ın izniyle onları bozguna uğrattılar”ın izleri ve ‘’(Size) Allâh'tan bir yardım/zafer ve yakın bir fetih vardır’’ın haberleri ortaya çıkar.
Hâl münâdîsi şöyle seslenir:

“De ki: Allâh'ım! Mülkün mâliki Sensin. Mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden alırsın. Dilediğini şerefli ve üstün kılarsın. Dilediğini zelil ve hakir edersin. Hayır Senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.



Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları
10.Mektub

Sıkıntı ve darlık yüzünü acziyet toprağına sürmediğin ve göz bulutların hasret gözyaşlarını yağdırmadığı müddetçe, rahat yaşayış bostanında sevinç bitkilerin yeşermez. Recâ/ümit bahçeleri senin murâdın üzere aşı vermez. Sabır dalları rızâ yapraklarıyla yapraklanmaz. Üns reyhanları “Muhakkak ki bizim katımızda onun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş vardır" kurbiyet meyvelerini vermez. Kemâl sınırına ulaşamazsın.

Kalp bülbülün iştiyâk nağmeleriyle ötmez. Kalp kumruların “İnsanın her temennisi gerçekleşir mi!” kafesinden, “Ben Rabbime gidiyorum; O, bana doğru yolu gösterecektir” kanatlarıyla uçamaz. “Sakın, insanlardan bir kısmım imtihan etmek için faydalandırdığımız dünyâ hayâtının süslerine gölünü atma” fezâsını geçemez.

Böyle olduğun müddetçe “Muktedir Melik’in sıdk/sâdıklar meclisi”ne erişemezsin. “Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır” meyvelerini toplayamazsın. Kalp burnuna “Asıl varılacak güzel yer Allâh katindadır” bostanından bir hoş koku ulaşmaz. “Onların mükâfâtları Rableri katindadır” ve “Yapakları ameller sebebiyle onların velîsi/ sâhibi O’dur" arklarından sana su gelmez.

 Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

4.Mektub

Ey Aziz

Dünyâ hayâtına aldanmak ve onunla gâfil olmak, saâdet alâmetlerinden değildir. “Ahiret dururken, dünyâ hayâtına mı razı oldunuz?’’ hitâbını kalp kulağınla duymuyor musun?! “ Burada (bu dünyâ hayâtında) kör olan, orada (o âhiret hayâtında) da kördür ve yolu saplanıştır" tehdidinden korkmuyor musun?!İnsanların hesap günleri yaklaştı, oysa onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar” tehdidini tefekkür etmiyor musun?! “Kim ki ahiret ekimini isterse, onun ekimini artırırız; kim de dünyâ ekimini isterse onun da ekimini artırırız, fakat onun âhiretten bir nasibi olmaz" azarını düşünmüyor musun? “Kim ki, azgınlaşır ve dünyâ hayâtını tercih ederse, varacağı yer cehennemdir” uyarısıyla uyanmıyor musun?! Daha ne zamana kadar gaflet çöllerinde şaşkın şaşkın duracak ve şehvet bağlarıyla bağlı kalacaksın?!

“Allâh’a tevbe edin (Allâh’a dönün)”ibâdethânesine gir. O hazrette/makamda “Rabbinize yönelin" mihrâbında Rabbine teveccüh et. Samimiyet ve sadâkat lisânıyla artık ben yüzümü, tertemiz bir şekilde, gökleri ve yeri Yaratan’a çevirdim; ben müşriklerden değdim”de.

Kim bilir, belki de “Allâh gafur ve rahimdir (affedici ve merhametlidir)” hazînelerinden biri olan “O, kullarının kabul eder ve hatâlarını affeder’in sırlarının nefislikleri sana keşfolunur! Dahası, “Allâh tevbe edenleri sever; temizlenerleri sever”inayeti ve yardımı ile müjdelenirsin. “Sen dilediğini izzetli kılarsın,şereflendirirsin” merdiveniyle yükselirsin. İkbâl/saâdet hal dili ile “ Muhakkak ki ‘Rabbimiz Allâhtır deyip de dosdoğru olanlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir’’diye seni çağırır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

images

3.Mektub



Ey azîz!
"O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından ve eşinden kaçar” gününden kork. “İçinizden geçeni ister açığa vurun, ister gizleyin; Allâh hepsinden sizi hesaba çekecek” gününün muhâsebesi üzerinde düşün. “Bunlar hayvanlar gibidir”in zevkleriyle meşgul olma.

“Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim’’ murâkabesi için başını eğ. “O gün Rablerine bakan pırıl pırıl yüzler vardır” müşahede içinde kalp gözünü aç. “Orada, nefislerinizin çektiği her şey sizin içindir, istediğiniz her şey size verilecektir’’ nimetlerini hatırla.

Böyle yaparsan, kalp kulağınla “Bana duâ edin ki, duânıza icâbet edeyim” “Allâh [kullarını] selâmet yurduna çağırır” nidasını duyar, böylece “Dünyâ hayâtı bir oyun ve eğlenceden ibârettir” gafletinden uyanırsın. “Sâbikûn/birinciler var ya, sâbikûn, işte onlar mukarreblerdir; onlar (nimetlerle dolu) Naim cennederindedir.’’ derecelerinin talebi için “baş ayağınla” yürürsün “Onlara müjdeler olsun“ hediyelerinin tepsileriyle» “Allâh kulları-na karşı çok çok lütûfkârdır“ lütûflarının müjdecisinin seni karşılayacağı umûdunun kırbacı ile himmet atın şahlanır.’’

“Yeryüzü ve gökyüzünün orduları Allâhındir“ askerlerinin yardımıyla, “Muhakkak ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır“ düşmanlarına karşı zafer kazanırsın. “Muhakkak ki nefis (nefs~i emmâre) kötülüğü çok çok emredicidir“ he vâsinin ağından kurtulursun.

“Takvâ sâhibi olursanız, Allâh da size ilim öğretir“in sırlarının letâifinin işaretleri kalp levhan üzerinde belirir. Ruh kuşun ezel hâtıralarını anar da, “Rabbınin yolunda boyun eğerek yürü“ fezâsında şevk kanatlarıyla uçar. “Her meyveden ye ! “ bostanlarında ünsiyet meyvesini toplarsın.

Sır aynan tecellî nârlarının lâmialarıyla/ışıltılarıyla apaydınlık olur. “Geceyi gündüze katar’’ın sırrı sana keşfolunur. Kalp bahçen “Gökten mübârek bereketli bir su indirdik ve onunla bahçeler ve çeşitli sebzeler yetiştirdik“ rahmet yağmurlarıyla yeşerir. Hepsi de “İrem bağları ve bahçeleri“ gibi oluverir ve sen “Onunla (gökten indirdiğimiz bereketli yağmur suyuyla) ölü bir beldeyi/toprağı dirilttik“in remizlerini anlarsın.

“Biz senin gözünden perdeyi kaldırdık, bugün gözün artık keskindir.’’perdeleri senin gözünden kaldırılır. Müşâhedenin kemâlinde öyle bir müstağrak olursun ki; bir zaman olur "Muhakkak ki,Allah bütün âlemlerden zengindir/müstağnîdir”zenginliğinin denizine gark olursun; başka bir zaman “Allâh’ın tuzağından emin mi oldular?!”ın heybet oklarının ortasında şaşırıp kalırsın; başka bir zaman da şevk yüzünden, “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz’’ latîf nesîminin gelmesiyle birlikte, güzellikler bahçesindeki bülbül gibi şakırsın. Varlığın galebesi sebebiyle, “Ben gerçekten de Yûsuf un kokusunu alıyorum!” nağmeleriyle avazın yükselir. Kıskançlar kınama diliyle “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın!” derler. “Onu (Yûsuf un gömleğini Ya'kûb’un) yüzüne koyunca, hemen gözleri açılıverdi”nin tesirini gördüklerinde ise “ Bizim günâhımız için de istiğfar et,zira biz hata ettik.’’ Diye acz ve tazarru ile yalvarırlar. Sıdk ve ihlâsla ki ‘’Muhakkak ki Allâh seni bize karşı tercih etmiştir” derler.

O zaman sen de şöyle münâcât edersin:
“Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyâların tabirini öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı Sensin. Dünyâda da, âhirette de benim velîm (yakınım,sahibim) sensin. Sana teslim olmuş bir şekilde (Müslüman olarak) benim canım al ve beni sâlihler arasına kat. ”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Amele ve Cihada Teşvik

2.Mektub

Ey AZİZ !

Talep ağını “Bizim uğrumuzda mücâhade potası içerisine at ve onu “Allâh sizi kendisinden sakındırır” ateşi ile sürekli erit. Kirlerden ancak bu şekilde temizlenebilirsin. İşte o zaman “Onları doğru yollarımıza (hidâyete) eriştiririz.”tâcına lâyık olursun. “Alllâh, cennet mukâbilinde, mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı” pazarında tâcının kıymeti artar. Bunu sermâye edin ki, böylece “ ki, hâlis (tertemiz ve gerçek) din Allâh içindir” mülküne nâil olursun. “İhlas sahipleri büyük bir tehlike üzerindedir” sırlarından bir işâret ve remzi keşfedersin. “Allâhı’ın göğsünü Islâm’a açtığı kimse var ya, işte o, Rabbinden bir nûr üzerinedir” nûrlarının ışıltıları senin üzerine parlar.

İşte o zaman kalbinde “Bana duâ edin ki, sizin edeyim (karşılık vereyim)" müşterisi harekete geçer. “Deki:Dünya mal ve mülkü azdır /önemsizdir" çukurundan, “Ahiret daha hayırlı ve bâkidir” zirvesine doğru yükselirsin. “Biz ona şahdamarından daha yakınız” yakınlığı nesîminin kokusunu koklarsın. Kalp ağacının dalları sallanır. “Allâh ile berâber başka bir ilâha duâ etmeye kalkma” tecrîd bostanında “Allâh, de; sonra da onları bırak!” boranlarıyla ağyârdan soyunur, uzaklaşırsın. “Tarafımızdan kendilerine ezelde güzellik yazılmış olanlar” baharının rüzgârları sana doğru eser. Fazilet sağanakları ve “Allâh dilediğini kendisi için seçer" bulutlarının feyiz damlaları senin üzerine yağar.

İşte o zaman, kalp bahçesinin toprağı “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” bitkileriyle yeşerir. Ruh bostanları “Muhakkak ki Allâh’ın rahmeti ihsân sâhiplerine çok yakındır’’ meyveleriyle donanır. Sır vâdîlerindeki vuslat pınarları “ Bir pınar ki, ondan mukarrebler içer” menbaından akmaya başlar. “Bu,Allâh’ın fazlıdır;onu dilediğine ihsân eder" ikbâlinin müjdecin,“Artık korkmayın, üzülmeyin; vaat olunduğunuz Cennetle sevinin” müjdesiyle müjdeler. “Allâh onlardan, onlar da O’ndan râzı oldu” Naîm cennetlerinin rıdvanları “Güzel amellerinizin mükâfâtı olarak âfiyetle yeyiniz,içiniz’’ diye nidâ ederler.

Dilaver Gürer - Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İsm-i Azam




Allâhu Teâlâ’nın en yüce ismi (İsm-i A‘zâm) Allâh”tır.
Eğer sen “Allâh” dersen ve kalbinde de O’ndan başkası yoksa, o zaman senin duâna icâbet olunur.
Arifin “bismillâh” demesi, Allâhu Teâlâ’nın “ol” demesi mesabesin- dedir.

Bu kelime sıkıntıyı defeder.

Bu kelime tasayı kaldırır.
Bu kelime zehiri tesirsiz hâle getirir.
Bu kelimenin nûru herkesedir...
Allâh: Her gâlibe üstün gelendir.
Allâh: Acâiplikleri/güzellikleri ortaya çıkarandır.
Allâh: Saltanatı yücedir.
Allâh: Cânibi ulaşılmazdır.
Allâh: Kullara muttalîdir (onların her şeyini bilir).
Allâh: Kalbi ve fuâdı (kalp ve gönül gözünü) gözetleyendir.
Allâh: Cabbarları kahredendir.
Allâh: Kisrâları zebûn/esir edendir.
Allâh: Gizliyi de açığı da bilendir.
Allâh: Kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.
Allâh için olan, Allah’ın muhâfazası/koruması altında olur.
Allâh için seven, Allâh’tan başka bir şey görmez.
Allah’ın yoluna sülük eden, Allah’a vâsıl olur. Allâh’a vâsıl olan ise, Allâh’m himâyesinde yaşar.
Allâh’ a müştâk olan, Allâh ile ünsiyet eder. Ağyârı terk edenin vakti, Allâh ile sâf olur.

Allâh’ın kapısını çal. Allâh’a ilticâ et (sığın). Allâh’a tevekkül et (güven).
(Ey yüz çevirmiş!) Allâh’a dön: Şakâvet yurdunda O’nun isminin vasıfları böyledir; ya lika3 ânında nasıl olur! Mihnet yurdunda böyledir; ya nîmet yurdunda nasıl olur!
“Bu Benim ismimdir ve sen de kapı arkasındasın; ya perde kalkınca nasıl olur! Nidâ ettiğimde böyledir; ya tecellî ettiğimde nasıl olur!..”
Arifler müşâhedede... Vuslat denizleri ise onlara gelmektedir.
Muhibler ağaçlarda uyumayıp, seherlerde habîbine münâcât eden kuşlar gibidir. Kurbiyet kokusunun esintileri kalplerine doğru eser de, onların Rablerine iştiyakları daha da artar.
“Siz Beni teslimiyet ve tevfîz(Allaha havele etme) ile anın, Ben de sizi en güzel tercih ile anayım.”
Bu ifâde aynı zamanda Allâhu Teâlâ’nın şu sözünün de beyanıdır: “Allâh’a tevekkül edene O kâfidir.”

“Siz Beni şevk ve muhabbet ile anın, Ben de sizi vuslat ve kurbiyet ile anayım.
Siz Beni hamd ü senâ ile anın, Ben de sizi ihsân ve atâ ile anayım.
Siz Beni tevbe ile anın, Ben de sizi günahlarınızı bağışlamakla anayım.
Siz Beni isteyerek anın, Ben de sizi nâiliyet ve bağış ile anayım.
Siz Beni gafletsiz anın, Ben de sizi mühletsiz anayım.
Siz Beni pişmanlık ile anın, Ben de sizi iyilik ile anayım.
Siz Beni mazeret ile anın, Ben de sizi mağfiret ile anayım.
Siz Beni irâde ile anın, Ben de sizi ifâde ile anayım.
Siz Beni şeyden sıyrılmış bir şekilde anın, Ben de sizi her şeye üstün tutma ile anayım.
Siz Beni ihlâs ile anın, Ben de sizi halâs/kurtuluş ile anayım.
Siz Beni kalpten anın, Ben de sizi sıkıntıdan kurtulma ile anayım.
Siz Beni lisân ile anın, Ben de sizi emân/emniyet ile anayım.
Siz Beni iftikâr (eziklik içinde) ile anın, Ben de sizi iktidâr/kudret ile anayım.
Siz Beni itizâr/mâzeret ve istiğfar (bağışlanma dilemek) ile anın, Ben de sizi rahmet ve mağfiret ile anayım.
Siz Beni îmân ile anın, Ben de sizi cennetler ile anayım.
Siz Beni islâm/teslîmiyet ile anın, Ben de sizi ikrâm ile anayım.
Siz Beni kalp ile anın, Ben de sizi perdeyi kaldırmakla anayım.
Siz Beni zikr-i fânî ile (her şeyden sıyrılmış olarak) anın, Ben de sizi zikr-i bâkî ile anayım.
Siz Beni derinden yakarış ile anın, Ben de sizi vuslat ile anayım.
Siz Beni tezellül (alçakgönüllülük) ile anın, Ben de sizi hatâlarınızı affetme ile anayım.
Siz Beni günahlarınızı îtirâf ile anın, Ben de sizi mahv-ı iktirâf (günahlarınızı silme) ile anayım.
Siz Beni sırrınızın/özünüzün safâsı/temizliği ile anın, Ben de sizi hâlis iyilik ile anayım.

Siz Beni sadâkat ile anın, Ben de sizi şefkat ile anayım.
Siz Beni safvet (iç temizliği) ile anın, Ben de sizi affetme ile anayım.
Siz Beni ta’zîm/yüceltme ile anın, Ben de sizi tekrîm (iyilik, cömertlik) ile anayım.
Siz Beni teksîr ile (çokça) anın, Ben de sizi cehennemden kurtuluş ile anayım.
Siz Beni cefâ (dünyâyı terk) ile anın, Ben de sizi vefâ ile anayım.
Siz Beni terk-i hatâ ile anın, Ben de sizi envâ-ı ata ile anayım.
Siz Beni hizmette gayret ile anın, Ben de sizi itmam-nîmet (nimetin tamâmı) ile anayım.
Siz Beni siz/kul olarak anın, Ben de sizi Ben/Allah olarak anayım.”
“Allâh’ın zikri/Allâh’ı zikretmek en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Bir ilmin nefsi müdâfaâsı









Malumunuzdur geçtiğimiz haftalarda dini anlama çabalarından bir tanesi olan ve bin yılı aşan bir İslam ilimler tarihi içerisinde mümtaz yeri bütün ulema tarafından kabul edilen tasavvuf ilmine karşı üç beş yeni nesil akademisyenin “yok sayıcı”, “dışlayıcı”, “tahkir edici” medyatik açıklamalarına karşı bu ilim dalından 40 sene ekmek yemiş bir akademisyen olarak bazı cevaplar vermiştim. Ve demiştim ki onların polemik uslubu bizim tarzımız olmadığından bu müdafaayı sürdürme niyetinde değilim. Tam biz böyle düşünüyor iken, bu sefer İstanbul’a yeni gelmiş bir tefsir hocası, ona ne oluyorsa, Karargazetesindeki köşesinde bize “Diskur” çekmeye kalktı. Bu tabiri kendi başlığından aldım ve aşağıda göstereceğim gibi aynen kendisine iade edeceğim. Zira bu gibiler bize “Lâ Havle…” çektirmekten öyle manasını bilmediğimiz şeyleri çekmeye vaktimiz kalmıyor. Peşinen hem onlara hem de onlara cevap vermemi “faydasız” gören dostlara söyleyeyim bu cemaatten daha sırada bekleyen varsa bilsin ki bu kendilerine vereceğim son cevaptır. Aralarında fotokopiyle çoğaltsınlar, tek tek uğraşmaya vaktimiz yok.

Öncelikle şu bilinmelidir ki burada ve öncesinde yazdıklarımız bir Müdâfânâme’dir. Yani yapılan saldırılara karşı bir nefsi müdâfâdır. Yoksa saldırı bizden başlamamıştır. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali kendileri öyle bir diskur çekiyorlar ki verilen cevapları hazmedemiyorlar.

Mezkur hoca kendi tabiriyle “diskuruna” sağolsun önce bize tasavvuf tarifi yaparak başlıyor. Hem de Oryantalistlerin tasnifiyle. Neymiş ilk dönem zühd dönemi tasavvufu imiş, sonraki dönemler ise felsefi tasavvuf dönemi imiş. Hoca bizim sahada bu laflara gülerler. Bunlar tarihsel ve yatay dönemler değil dikey mertebelerdir. Sen o gavurlara inanma. Yani her bir halin her dönemde yaşayanı vardır. Güya bunu yaparak bizim kendi tariflediği o sufilere uymadığımızı ima etmeye çalışıyor. Yani onun oryantalistlerden kopya çektiği bu çizime göre Hüseyin kuzu kuzu gitti Yezid’e biat etti, Hallac “Özür dilerim sayın fakihler bir dahaki sefere Ene’l-Batıl diyeceğim” dedi, Necmeddin-i Kübra şehid edildiğinde bir elinde kılıç bir elinde kâfirin perçemi değil de “bir demet yasemen” vardı.

Aynı hoca bir yazısında ecdadın îlây-ı kelimetullah için Viyana’ya sefere çıkmasını “savaş” değil de Fetih diye kavramlaştırıp kutsallık kazandırmasını tenkid etmişti. Nedense Kutsal olanla bir türlü anlaşamıyorlar bunlar. İnanmaz ama kendisine bir hatıramı nakledeyim. 28 Şubat sürecinde mazlum olarak Viyana’ya okumaya giden yüzlerce öğrencimiz Wonder’in yurtlarında kalırlardı. O öğrencilerimizi yalnız bırakmamak için kaç yaz üst üste gidip onlara ders veren hocalardan bir tanesi de bendim. Yurtta kalan bazı öğrencilerin bana rüyalarında bazı şehidlerimizi gördüklerini anlatmışlardı. Çünkü yurdun olduğu yer tam da kuşatma esnasında Osmanlı askerlerinin kamp kurduğu yer civarında idi. Üçlüye bu malzeme de benden olsun, haftaya çıkacakları TV kanalında benim bu naklime bol bol gülebilirler. Erenlerimizle alay ettikleri gibi bir de Alplerimizle alay ederler. Bir evlâd-ı Fâtihân torunu olarak kendisini ve şürekasını Viyana kapılarında şehid olan binlerce Alp-Erenimiz için Fatiha okumaya davet ediyorum.

Siz kamu imkanlarıyla bir Kuran araştırma merkezi kuracaksınız, orada mukaddes kitabımız üzerinde ilmî verilere dayalı (?) akademik araştırmalar yapılmasını sağlamak için Kur’ân ve Mushaf Tarihi, Dil, Tarih, Dinler Tarihi, Hadis, Sîret, Akaid, Meal (?), Tefsir, Fıkıh, Kelâm, İslâm Felsefesi, Ahlak gibi alanlarda çalışmalar yapılacak diyeceksiniz, neredeyse bütün ilim dallarına yer açacaksınız fakat Ca’fer-i Sadık’tan, Tüsteri’den, Sülemi’den, Kuşeyri’den ta Âlûsi’ye, Elmalı’ya gelinceye kadar içerisinde yüzlerce Kur’an tefsiri yazılmış olan bir Tasavvuf branşını bu sahalar içerisinde saymayacaksınız. Ve böylece ilmi olacaksınız, objektif olacaksınız !. Hadi yok saydınız peki o zaman böyle bir ilmin yöntemi üzerine niye sempozyum yapıyorsunuz.?

İbn Arabi’nin sadece Fütühat-ı Mekkiyye kitabı 37 cilt ve 11 bin sayfa tutuyor. Kehf suresine kadar getirebildiği Kur’an Tefsiri ise 64 cilt tutuyor ama kayıp. Yani yaklaşık 200 eseri toplamda 50 bin sayfayı aşıyor. Devesa bir entelektüel üretim. Müstakil tefsirinin yanısıra hemen hemen bütün eserlerinde Kur’an ayetlerine getirdiği yorumlar var. Mesela yukarıda bahsettiğimiz dev eseri Futuhat’ta o kadar çok Kur’an yorumu bulunmaktadır ki M. Gurab adındaki Suriyeli bir zat sadece bu ayet yorumlarını oradan çıkarmak suretiyle 4 cilt İbn Arabi Tefsiri hazırladı (Yakında İnsan Yayınlarından çıkacak). Ayrıca Fatiha ve Bakara surelerinin tefsiri olan Îcâzu’l-beyân fî’t-tercemeti ani’l-Kur’an adlı müstakil eseri de var ve tercümesi aynı yayınevinden çıktı. Sorarım size bu mirası yok saymak hangi dini, ilmi, vicdani, ahlaki kıstasa uyar. Bu düpedüz mezhepçiliktir, cemaatçılıktır.

Kendi gibi düşünmeyeni yok saymaktır. Her şeyden evvel özü sözü bir olmak lazım. TV ekranlarında iken “Geleneğimiz çok seslilik üzerine oturur. Yunuslar Mevlanalar bizim kıymetlerimizdir. Birbirimizi hep dışlıyoruz. Kim kimi nereden atıyor?” diyeceksiniz ama siz size kaldığınızda bu zatlar hakkında neler dediğinizi Allah’tan saklayabilecek misiniz? İslam Ansiklopedisi’nde “İbn Arabi” maddesini bu fakir yazdı. Yazım sürecinde yaşadıklarımı ve duyduklarımı yazsam kitap olur.

Mesela Pakistan’da, Hindistan’da, Mısır’da da bu akımın bazı takipçileri var. Sadece Kur’an üzerine çalışmalar yaparlar. Bizdekiler ise öyle değil. İşleri güçleri Tasavvuf. İlahiyat’ta bu cemaatten bir Kelam hocası vardı. Öğrenciler derlerdi ki şimdiye kadar bize ne Kelam tarihi anlattı, ne Kelam ilminin kuruluşundan bahsetti ve ne de Kelam’ın ne olduğundan. Sadece Tasavvuf’ta Gayb Telakkisi, Tasavvuf’ta Kutub telakkisi, Vahdet-i Vücud v.b. gibi konularda konuşup durdu.

Oysa dünyada Kur’an üzerine güzel çalışmalar yapılıyor. Mesela ABD’de The Study Quran adıyla bir 2000 sayfalık bir meal çıktı. Akademik çevrelerde hakkında pek çok yazı yazıldı. Bunu yapanlar Prof. Nasr başkanlığında 5 kişilik bir akademisyen heyeti. Hepsini şahsen tanıyorum, hepsi sufi. Buyrun size sufilerden bir meal çalışması.. Tercüme ediniz..

Otuz yıllık emeği geçen hafta Meşhed’de 35 cilt halinde basıldığı gün 94 yaşında vefat eden Vâizzâde Horasânî’nin Kur’an’ın Lugatının ve Belagatının Sırlarının Anlaşılması Ansiklopedisi (el-Mu’cemu fî fıkhı’l-lugâti’l-Kur’an ve sırr-i belâgatihi) isimli eseri kendiniz hazırlayamıyorsunuz bari tercüme edin. “Bilginiz olmayan konularda tartışıp duracağınıza” (Al-i İmran, 66) bu işleri yapın da hepimiz sizi tebrik edelim.

O araştırma merkezinin yönetiminde kendilerini 40 yıldır tanıdığım insanlar var. Bazı görüşlerine katılmasam da ağızlarından bir kere benim yakın durduğum sahanın büyükleri için böyle hakaretler duymadım. Bütün mesailerini Kur’an’daki bazı kelimelerin iştikakı, farklı lügatlerdeki manaları üzerinde fikir üretmeye ayırırlardı. Bunlar kıymetli fikirlerdi. Tefhimu’l-Kur’an tercüme edilirken bu tartışmalardan ziyadesiyle faydalanılmıştı. Kimse kimsenin şeyhine sövmezdi. Onların şeyhi İbn Teymiyye idi bizim şeyhimiz İbn Arabi. Karşılıklı bir hürmet vardı.

Fakat bu yeni nesil cemaat üyeleri seviyeyi çok düşürdüler. Pagan dininin mensupları, Şirk mensupları, Moğol ajanları, Hadd-i kazif gerektiren homoluk suçlamaları gırla gidiyor. Şunu iyi bilsinler ki aziz İslam bilgelerine yönelik bu hasmane tavırları sürdüğü sürece hiçbir ciddi tasavvuf akademisyeni onların toplantılarına katılmayacaktır. Kendileri çalıp kendileri oynarlar.

Sanki şu an dünyadaki Müslümanların rezil halinden tasavvuf mesulmüş gibi bir saptırma içerisindeler. Yaklaşık 10 yıldır diplomatik bir görev gereği yaşadığım bir İslam ülkesinde yönetimde olanlar sufiler falan değil. Üstelik her türlü sufi faaliyet yasak. Bununla beraber Fakihler yönetim dahil her yerde. Eğer bazı suiistimallerden bahsediliyorsa, bazı rüşvet iddiaları varsa bu ithamların muhatapları da bazı fakihler. Halk fakihlerin İslam’ını sorguluyor… Yine geçen senelerde vefat eden Suudi Arabistan müftüsü dünya düzdür, kim böyle inanmazsa canı, malı helaldir diye fetva vermişti. Şimdi onun yerine geçen müftü ise Siyonizmle savaşmak caiz değil diye fetva verdi. Bunların hiçbiri sufi değil. Yıllarca fıkıh tahsil etmiş hukukçular.. O zaman niye Fıkhın Yol açtığı Problemler veyahut Kelam İlminin İnsanlığa Çözüm Teklifleri gibi sempozyumlar yapmazsınız?

Hallac’ı dâra çekenler, Aynül-Kudât’ın, Nesimi’nin canlı canlı derisini soymaya fetva verenler hukukçulardı. Aynü’l-Kudât demek “Kadıların Gözbebeği” demek. Hemedan Şafi kadısı kendisi. Hakikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı bir küçük risale bahane edilerek bu şekilde öldürdüler kendisini. Derisini soyduktan sonra ders verdiği medresenin kapısına mübarek cesedini astılar boynuna fetvası iliştirilerek. İşid’in eline düşen Ürdünlü pilotu bir kafesin içinde canlı canlı ateşte yakarak öldürenler önce başında fetvametnini okudular. Kandırmayın kimseyi, Mesnevi okumadılar başında. “En güzel takva adaletli olmaktır” (Maide, 8).

Mahmut Erol Kılıç

07.01.2018

Devamını Oku »

Hakîm et-Tirmîzî'de Öğrenme ve Algılama


Hakîm et-Tirmîzî'nin Psikoloji Anlayışında Öğrenme ve Algılama*

Abdüllâtif Abdurrezzâk
Çev. Salih ÇİFT**


ÖZET


İslamî psikolojide olduğu kadar Batı psikoljisinde de öğrenme ve algılama

iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla

bilgiye ulaşılır.Öğrenme yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar,

sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler

hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca doğumdan ölüme, hayatımızın her

yönünü kuşatmaktadır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü

müslüman âlim Hakîm et-Tirmizî tarafından ele alınmış olan bu konuyu

müzakere edecektir.



* Bu makale, al- Shajarah, Journal of the International Institute of Islamic Thought and Civilization (ISTAC), 2000, v.5, nu.2, adlı derginin 285-304. sayfaları arasında yayımlanmıştır.

** Araş.Gör. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı.

Giriş

Öğrenme, insanoğlunun zeka potansiyelini geliştirmede en önemli araçtır. Öğrenme sayesinde insan, bilmediğine muttali olabilir ve cehaletten uzaklaşıp bilgiye yaklaşabilir. Bu konu İslam’da da çok önemli bir yer işgal etmektedir. Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy öğrenme ile ilgilidir.(1)

İslâmî psikolojide olduğu kadar Batı psikolojisinde de öğrenme ve algılama iki önemli konu olarak görülmektedir. Algılama ve öğrenme vasıtasıyla bilgiye ulaşılır. Bu makale, III/IX. yüzyılda yaşamış olan, ünlü müslüman alim Hakîm et-Tirmîzî tarafından irdelenen bu iki konuyu müzakere edecektir.(2)

Robert S. Feldman, Understanding Psychology adlı eserinde öğrenmeyi “tecrübe yoluyla davranışta meydana gelen nisbeten kalıcı değişiklik” şeklinde tanımlamaktadır.(3)



Bu tanım, olgunlaşma veya organizmanın geçici bir halinden dolayı meydana gelen herhangi bir değişikliğin, öğrenmenin kapsamı dışında kaldığını ima etmektedir. Öğrenme, bir organizmanın ölçülebilir bütün tepkilerini kuşatan genel bir terim olan “davranış”la ilgili olduğu için bütün yönleriyle ele alınamayacak derecede geniş bir konudur. Öğrenme, yalnızca bilgi edinme, duygusal alışkanlıklar, sosyal etkileşim ve kişisel gelişmeyi değil, aynı zamanda yeni beceriler hususundaki mahareti de kapsar. Kısaca, doğumdan ölüme, hayatımızın her yönünü kuşatmaktadır.Bununla birlikte, bu çalışmada bizim amacımız, öğrenmenin bütün yönlerini irdelemek değil, bilgi edinme sürecini Tirmizî’nin yorumladığı şekliyle ele almaktır.

Öğrenme, Bilgi ve Elde edilişi

Tirmizî’ye göre, iki türlü bilgi mevcuttur:

1- Kişinin kendi gayreti olmadan sahip olunan bilgi (el-ilmu’l-vehbî),

2- Belli bir çaba neticesinde elde edilen bilgi (el- ilmu’l-iktisâbî).(4)

Bu bilgilerden birincisi Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham edilirken, ikincisi normal bilme vasıtaları ile elde edilir. Bilginin bu şekilde sınıflandırılması Hz. Peygamber’in şu hadisinden hareketledir:

“İlim iki çeşittir. Birincisi, dilin ilmi ki Allah (Azze ve Celle)’ın mahlukatına bir hüccetidir. İkincisi, kalbin ilmidir ki faydalı olan budur.” (5)

Tirmizî’nin yazdıklarından anlaşıldığına göre, o, hadiste geçen “dilin ilmi” ifadesinden kesbî bilginin, “kalbin ilmi” sözünden de vehbî bilginin kastedildiğine inanmaktadır. Tirmizî,neredeyse bütün eserlerinde, ilm-i bâtın ve ilm-i zâhir tabirlerini diğer bütün terimlere tercih etmiştir.

O, bâtın ilmini, hem “faydalı ilim” ve hem de “hakikat ilmi” olarak nitelerken, zâhir ilmini “dünya ilmi” şeklinde tanımlamıştır. Bunlardan ikincisi, birincisi olmadan hiçbir değer ifade etmez. (6)

Bu iki tür bilginin birbirlerine bağımlılığı ve kişinin bunların her ikisine birden olan ihtiyacı hususunda Tirmizî şöyle demektedir:

“Bu iki çeşit bilgiden hiçbiri, diğeri olmaksızın var olamaz. Zira zâhiri bilgi şeriatin tezahürü, bâtınî bilgi ise hakikatin direğidir. Bundan dolayı, kemale ermek için, kalb ve rûh bunların her ikisine birden ihtiyaç duyarlar. Dinin zâhiri görüntüsünün mükemmelliği şeriat bilgisine bağlıyken, derûnî muhtevasının kemali hakikat bilgisine dayanmaktadır. İyi alim olmak isteyen ilim erbabının, bu iki çeşit bilginin her ikisine birden sahip olmaları gerekir. Eğer bunların bir tanesinden mahrum kalırsa, ona noksan gözüyle bakılır. Her kim zâhiri bilgiye göre amel eder ve bâtınî bilgiyi inkar ederse o münafıktır. Her kim de şeriati tasdik amacıyla zâhiri bilgiyi öğrenmez ve onu inkar ederek yalnızca bâtınî bilgiye göre amel ederse o da zındıktır. Bu kişinin sahip olduğu, hakikatte ilim değil ancak şeytanın vesvesesidir.” (7)

Böyle bir sınıflandırma, bu iki tür bilginin nasıl elde edileceği konusunda ilginç bir müzakereye yol açmaktadır. Bu da bizi, insanın öğrenme melekelerinin ve bu sürecin Tirmizî tarafından nasıl tasavvur edildiğini irdelemeye sevk etmektedir.

İnsanın öğrenme melekelerine gelince; bu noktada Tirmizî’nin Kalb kavramını ve onun derûnî boyutları olan nefs ve aklı müzakere etmemiz (ele almamız) gerekmektedir. Kalb insanın hakikatidir. Kalb iyi olduğunda insan da iyidir. Bunun zıddı da doğrudur. Kalb, verdiği her emre itaat edilen bir kral olarak tasavvur edilir. O, insanda bilgi tahtıdır. Tirmizî, Kalb terimini iki anlamlı olarak tasavvur etmektedir. Birincisi, bütün bâtınî makamları kapsayan geniş anlamdaki Kalb, diğeri ise, dört derûnî makamdan biri olan kalb.

Bu ikisi arasındaki farkı belirtmek üzere, birincisinin baş harfi “K” ile, ikincisi ise “k” ile gösterilecektir. Tirmizî’ye göre, Kalb’in dört boyutu vardır: Sadr, kalb, fuad ve lübb.

Bu boyutlar öyle bir sisteme göre düzenlenmişlerdir ki, en dışta sadr bulunûr, onu kalb takip eder, daha sonra fuad ve en içte ise lübb yer alır. Tirmizî, lübbün içerisinde de daha başka makamlar olduğunu, ancak bunların kelimelerle ifade edilemeyecek derecede latif olduklarını belirtmektedir.(8)

Bu manevi varlıklarla ilgili açıklamasında, son derece soyut olan psiko-spiritüel kavramları basite indirgemek amacıyla somut örnekler vermeye yönelir.

Örneğin, Kalb’le insan gözü arasında karşılaştırmaya Göz, göz kenarları arasında yer alan her şeyi, yani, gözün siyah ve beyazını, gözbebeğini, camsı sıvıyı ve gözbebeğindeki ışığın tümünü birden kapsar. (9)

Bu bölümlerin kendi özel tabiatları ve önemli alanları vardır ve her biri diğerinden farklıdır.Bununla birlikte, bunların faaliyet ve fonksiyonları birbirlerine bağlı ve yardımcı durumundadırlar.(10)

Tirmizi, görüşlerini açıklarken birçok örnek verir. Mesela, Kalbi bir eve benzetir. Burada, ev terimi, geniş kapsamlı ve içindeki odalarla birlikte bahçesini de ifade edecek biçimde kullanılmaktadır. Tıpkı, Mekke’nin etrafındaki kutsal alanı, şehrin kendisini, mescidi ve Kabe’nin tümünü birden içeren “Harem-i şerif” tabirinde olduğu gibi. Ya da, fitil, yağ, ışık vs.tümünü ifade eden kandil kelimesi gibi. Zikredilen örneklerde, bütünü meydana getiren her parça, kendine has özelliklerinin yanında, aynı zamanda diğer parçalara da bağımlıdır. Tirmizî’nin, bu örnekleri vermesinin en azından iki sebebi vardır: Birincisi, insan zihin gücünün ötesinde olan şeyi algılayamaz.

Bu nedenle o, tasavvur edilmesi mümkün olmayan anlama sürecinde, insan için düşünülebilir ve tanıdık olan nesnelerin aracılığına ihtiyaç duyar. İkincisi, verilen örnekler, söylenen sözü açıklama görevi görürler. Misaller vasıtasıyla izah yöntemi, öğrenme sürecinde çok önemlidir ve İslam eğitim geleneğinde birçok hoca bu yöntemi kullanmışlardır.Tirmizî’ye göre, bilgi, ya dışarıdan girme yoluyla, ya da bizzat kalbden kaynaklanmak suretiyle, iki yolla sadra ulaşır. (11)

Tirmizî, bunlardan birincisinin, dinleme, çalışma, ezberleme, gayret ve azimle gerçekleşen öğrenme sayesinde elde edilen bilgi olduğunu ifade eder. Bu, dil ilmi (ifade edici bilgi, el- ilmu’l- ibâre) diye isimlendirilir. Çünkü bu ilim dille ifade edilir. Bu bilginin muhafaza edildiği yer “sadr”dır. Bu bilgi, uzun süreli tekrarlar, yoğunlaşma ve gayret olmaksızın tam olarak elde edilemez.
Unutulması ihtimali olan bir bilgidir. Çünkü, nefs sayesinde kazanılmış ve muhafaza edilmiştir.

Nefs ise, doğası gereği unutkandır.(12)

Tirmizî, ayrıca bilgiyi, sadr üzerinde belli etkileri olan bir nûr (ışık) olarak da tasavvur eder. Bir kimse, araştırma ve kullanma amacıyla bilgiyi arzuladığında, bilgi nûru onun sadrında, kişinin arzusu oranında artar. Bu nûr kişiyi aydınlatır, bilinmeyen şeylerin tanınmasına ve bilinenden hareketle bilinmeyeni çıkarsamaya yardım eder. Bu nûr, bilgi artık kullanılmadığında azalmaya başlar. Tirmizî, bu tür zahirî bilginin ardına düşme noktasında bizi cesaretlendirmektedir.

Ancak o, kalbin bâtınî bilgisiyle takviye edilmediği sürece bu bilginin kusurları hususunda da uyarıda bulunûr. Bu noktada gayet net bir şekilde şunları söylemektedir: “Nefsin getirdiği ve sadrın öğrendiği her bilgi, nefsin kibir ve gururunun artmasına ve hakikati inkarına sebep olur.

Böylece, nefsin bilgisi arttıkça, kardeşlerine karşı kıskançlığı, şeytanın peşinden gidişi ve azgınlığı da artar. Şunu bil ki sahip olunan bilgi ne kadar az ise bunun karşılığı da o derece az olur ve bu bilginin sahibi nihayetinde Allah (Azze ve Celle)’a itaati reddeder. Bilgi, yalnızca, fıkhı uygulamak, terbiyeyi gerçekleştirmek, rûhu cehaletten koruyup geliştirmek ve ayrıca dinin ortaya koyduğu hadleri bilmek ve dinin zâhirî yönünü doğru uygulamak için öğrenilir.

Bu bilgi, hakikaten değerli olan, yani Allah (Azze ve Celle) ’ın insanın kalbine ilham ettiği bilgi olduğu taktirde değeri artar.”(13)

Kesbî olan bilginin aksine, kulun kalbinden neşet eden bilgi, gerçekte Allah (Azze ve Celle) ın bir ihsanıdır. Allah (Azze ve Celle) onu kulları arasında dilediğine bahşeder.Bu bilgi, sahibini Allah (Azze ve Celle)’a daha da yakınlaştırır. Tirmizî’ye göre, hikmet latifeleri ve ihsan şahidleri olmaları açısından bu tür bilgiler, sadra doğru ilerleyebilir, fakat burada sağlam bir şekilde yerleşemezler. Çünkü sadr, gereksiz düşüncelerin, arzuların ve diğer olumsuz dürtülerin giriş yeridir.(14)

Tirmizî, kalbin derûnî boyutlarını mütalaa ederken, açık bir şekilde belli bilgileri belli mevkilere tahsis eder. Ona göre, Allah (Azze ve Celle)’dan gelen ledünnî bilgi, kalbde (yani, sadr’dan sonra olan ikinci alanda), marifet ve rüyet fuadda, Allah (Azze ve Celle)’ın ihsan ve lütufları ise en içteki lübb’de muhafaza edilir. Bu bilgi her ne kadar Allah (Azze ve Celle) tarafından ilham ediliyor ise de buna talip olanın belli bir gayreti göstermesi gerekir.

Böyle değerli bir bilgiye nail olabilmek için, zâhiri bilgiyi edinmedeki olağan yöntemlerde olduğu gibi öğrenme ameliyesi ve tecrübe gerekmez. Bilakis, bilginin mekanı olan kalbin temizlenip arındırılması gerekir. Tirmizî, ilhamî bilginin nasıl elde edileceğine dair yararlı tavsiyelerde bulunûr. Bu hususla ilgili şöyle demektedir: “Bu bilgi, tedricî olarak ve Allah (Azze ve Celle)’a karşı ihlaslı olmakla elde edilir.
İhlaslı olmak da, O’nun isteğine uygun bir hayat ve hiçbir değeri olmadığına inanılan, insanın kendi arzularını kesinlikle dikkate almaması ve onları zaptetmesi ile olur. Bu kabil vasıtalarsayesinde insan Allah (Azze ve Celle)’ın nûruyla ödüllendirilir. Bu nûr sayesinde insan, kendisinin sırlarına ve mahlukatın gizemlerine vakıf olur.Bütün bunlar hakkındaki bilinç, bir his olarak kalbte ortaya çıkar.”(15)

Kalbi temizleyip arıtmak için nefsin dürtülerini dikkate almama ve onları tamamen kontrol altına alma sayesinde Allah (Azze ve Celle) kalbi, saflığı ve hazırlığı oranında lütuflandırır. Tirmizî’ye göre, bu durum, Kalb denizinin sonsuz derinliği ve odenize akan nehirlerin sayılamayacak kadar çok olmalarından dolayıdır. Bu bilgi için çabalayanlar, denizlerdeki inci avcılarına ve nehirlerdeki balıkçılara benzerler. Onların her biri, kendisi için belirlenmiş olan miktarı ancak
bulup getirebilirler. (16)

Kalbden farklı, fakat öğrenmede en az onun kadar önemli olan bir başka meleke ise akıldır. İslam, aklı ve onun başlıca fonksiyonu olan akletmeyi, hayvandan ayırdedilmesini sağlayan başlıca özellik olduğu için, insanın sahip olduğu en değerli şey olarak kabul eder.

Tirmizî’ye göre, aklın iki vechesi vardır. Bunlardan biri genel, diğeri ise özeldir. Genel olan aklın üç gelişim aşaması vardır. Birincis, fıtrî akıldır ki, akıllı olduğu kabul edilen herkese verilen akıl budur.

İkincisi, hüccet aklıdır(el-aklu’l-hucce/ intellect of evidence) ki, delil ve ispatla ilgilidir.

Üçüncüsü tecrübî akıldır. Bu da tecrübeyle ilgilidir. Tirmizî, insanın herhangi bir şeyden elde edeceği faydanın, sahip olduğu aklın derecisine bağlı olduğuna inanır. Örneğin, tecrübî akla sahip olan, hüccet aklına sahip olana göre daha bilgilidir.Herhangi bir kimse bu aklî melekelerini öğrenme ve deneyim yoluyla tedricî olarak geliştirebilir. Bununla birlikte, aklın bu vechelerini aşan bir insana, Allah (Azze ve Celle)’ın marifeti bahşedilmeyebilir.(17)

Tirmizî’ye göre, sahibinin Allah (Azze ve Celle)’ı bilmesini sağlayan akıl, dengeli akıldır (el- aklu’l- mevzûn). Bu Allah (Azze ve Celle)’ın bir ihsanıdır ve bunun sayesinde kişi Allah (Azze ve Celle)’ı bilebilme durumuna gelmiştir. Müminler arasında, Allah (Azze ve Celle)’ın marifetinin kendilerine bahşedildiği bir grubun özel olarak sahip oldukları bir şeydir bu. Allah (Azze ve Celle) hakkındaki bilgiye sahip olmak isteyen bir kişinin öncelikle, genel akletme melekesine sahip olması gerekir. Bu özellik olmadan, kişiye ilahî bilgi bahşedilmez. Bir bebeğe, bir deliye veya iyiyle kötüyü, faydalıyla zararlıyı birbirinden ayırdedemeyen, ya da kendi yakınlarıyla başkaları arasındaki farkı bilmeyen kişilere bu tür bir bilgi verilmez. Çünkü, dengeli akıl öncelikle realite ile ilişki kurabilen bir kişiye ihtiyaç duyar.

Tirmizî, aklı ikiye ayırması noktasında bize şunu işaret etmek istemektedir ki, her akıl sahibi Allah (Azze ve Celle)’ı bilir demek değildir, fakat Allah (Azze ve Celle)’ı bilen her kişi akıl sahibidir. Böyle olduğu için, dengeli akla sahip olmak isteyen kişinin, öncelikle genel akletme yeteneğine sahip olması gerekir.
Bununla birlikte, bu genel yeteneğe sahip olan kişiye özel bir meleke bahşedilmesi de gerekmez.(18)

Aklın bu şekilde ikiye ayrılması, iki tip öğrenmeyi de beraberinde getirmektedir. Bunlar bâtınî ve zâhirî öğrenmedir. Bunlardan birincisi kalbin öğrenmesiyken, ikincisi duyusal tecrübe yoluyla bilgi ve deneyim kazanma şeklinde anlaşılmaktadır. Bu iki çeşit öğrenmenin her biri diğerinden tamamen farklıdır. Tirmizî, zâhirî bilginin, kişiye hadiselerden sonuç çıkarmak ve mevcut bilgiden hareketle bilinmeyeni anlama hususunda yardım ettiğini belirtir.

Bâtınî bilgi ise, yalnızca bir beceri ortaya koymakla kalmaz. Bunun yanında eşyanın hakikatine uygun çıkarımlar yapmak noktasında kesinlik de ifade eder. (19)

Algılama

Algılama, “etrafımızda olup bitenleri bilme sürecimizi ifade eden genel bir terimdir” şeklinde tanımlanır. O, duyu organlarıyla yakından ilişkilendirilen belli bir süreçtir. Çok katmanlı ve etkileşimli bir sistem içerisinde gerçekleşir.(20) Örneğin, görmeyle ilgili olarak, harici bir objeden gelen ışık yansır ve gözümüzün içinden geçer. Burada o, optik sinirlerdeki dürtüyü tahrik için, retina hücrelerini harekete geçirir. Optik sinirler bu etkileri görsel verileri işlemden geçiren ve belli aktivite çeşitlerini harekete geçirdikleri yer olan beyin kabuğu bölgesine taşırlar. Bunun sonucunda, dış alemi temsil eden belli renklerdeki imgeler öznenin bilincinde ortaya çıkar.

Dikkate değer benzer bir işlem, işitme, koklama, tatma ve dokunma gibi
diğer duyusal alanlarda meydana gelir.(21)

Tirmizî’nin algılama ile ilgili görüşlerine geçmeden önce, Gazâli’nin,insanın algılama eylemi ile ilgili düşünceleri üzerinde durmak gerekir. Gazâli’ye göre, algılamada başlıca iki duyu söz konusudur: Dâhili ve hârici duyular. Birincisi, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunmayı içerir ve dış dünyadaki haricî nesnelerin formlarını algılamaya yarar. Bu formlar daha sonra yine beş tane olan iç duyulara geçerler. Bunlar, Gazâli’nin doğru bir şekilde beynin katmanları içerisine yerleştirdiği ve bizim bugün beyin kabuğu dediğimiz yerde bulunurlar. Bu dahilî duyuların birincisi hayaldir.

Gazâli’nin bununla ilgili verdiği örnek şöyledir:

Bir insan bir objeyi gördükten sonra gözlerini kapatırsa, bu nesnenin resmini hayal gücü veya muhayyilesi sayesinde zihnine veya ruhuna taşır. Zâhiri nesnenin bu iç alemdeki resmi, kişinin zihninde muhafaza edilebilir. Bu muhafaza işlemi, Gazâli’nin “hafıza” adını verdiği meleke tarafından gerçekleştirilir. Kişi, bir çok farklı algıları hafızasında topladığında, o doğal olarak, kavramları ve genel ilkeleri düşünme ve formüle etme yeteneğini kullanabilir. Gazâli buna düşünme ve tefekkür adını vermektedir.

Düşüncenin idrakle ilgili bu süreciyle ilgili olarak, Gazâli, kişinin farklı hayal ve tecrübelerini hafızasından hatırladığını ve onları açık genellemeler yapmak üzere bir araya getirdiğini söyler. Bu, kişinin unuttuğu şeyleri hatırlamasına yardım eder ve böylece, benzer içerikli bütün hayalleri bir araya getirip, onları sağduyu ile (el- hissü’l- müşterek) diğerlerinden soyutlar.

Gazâli’nin sağduyu ile ilgili görüşü, bizim bu terimi gündelik kullanımımızdan farklıdır. Ona göre, ortak kullanıma sahip, hayal edilen ve algılanan farklı duyu algıları, aralarındaki bu ortaklık ve benzerliğin hissedilmesi sayesinde bir araya gelirler. Böylece, Gazâli’ye göre, iç aleme ait beş duyu söz konusudur: Sağduyu (akl-ı selim, el-hissü’l- müşterek) hayal, tefkir ve tefekkür, hatırlama (tezekkür) ve hafıza. Bu, onun İhyâu ulûmi’d-din isimli eserinden sadeleştirilmiş bir özettir.22

Burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, Gazâli bu değerli bilgiye deneysel psikoloji araştırmaları neticesinde ulaşmış değildir.

O, bu bilgiyi tefekkür ve ilham neticesinde elde etmiştir.(23) Bilindiği gibi, ilham Tirmizî’nin algılama teorisinin köşe taşı durumundadır. Aynı şekilde, Gazâli de yalnızca duyu algılarına ve akletmeye dayanmanın,hakikate ulaşma noktasında yeterli olmayacağını ifade etmektedir. İlham ve keşf vasıtasıyla elde edilen bu tür bilgiye sahip olmak için olağanüstü bir araç söz konusudur. Ona göre, bu iki vasıtayla elde edilen, en güvenilir ve kesin olan bilgi türüdür. Bu, eşyanın hakikatinin bilgisidir. İnsanlar bunun sayesinde nesneleri hakikatte oldukları şekilde görebilirler.(24)

Bütün bunların yanında, o, duyuların ve aklın belli bilgi çeşitlerine sahip olma noktasındaki yetkinliklerini de tamamen inkar etmez. Hem duyular ve hem de akıl, kendilerine verilmiş olan güç oranında belli şeyleri algılama yeteneğine sahiptir. Örneğin ağaçlar, gün ışığında yeşil renkteyken gece siyah olur. Bunun sebebi, ışığın azalmasından dolayı, görme duyusunun sınırlanmasıdır (gücünün azalmasıdır).

Buna ilaveten, Gazâli, bir şeyin aynı anda, hem var olup ve hem de yok olamayacağı, on sayısının üç ve birden büyük olduğu gibi, temel hakikatler grubuna dahil olan akli verilerin (el- evveliyyât) rolü hususunda şüphe duymaz.(25) Diğer taraftan, akıl, örneğin Peygamber’in miracını ve gayba ait birçok şeyi tasavvur edemez. Çünkü, daha önce de belirtildiği gibi, bu tür fenomenler, onun kapasitesini
aşmaktadır. Gazâli şöyle devam eder:

“Görmüyor musun? Uykuda birtakım şeylerin varlığına inanıyorsun, birtakım hayalleri tahayyül ediyorsun, onlarda sebat ve istikrar bulunduğunu kabul ediyorsun. O durumda onlar hakkında hiçbir şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanıyorsun, görüyorsun ki bütün tahayyül ettiğin, inandığın şeylerin aslı yok. O halde uyanık iken hissin, yahut aklın delaletiyle edindiğin itikadın hak olduğuna nasıl emin olabilirsin? Vakıa, o itikad, içinde bulunduğun hale nazaran haktır. Lakin mümkündür ki sana diğer bir hal arız ola ki, onun uyanıklığına nisbeti senin uyanıklığının uykuya nisbeti gibi olsun. uyanıklığın o hale izafetle uyku sayılsın. O hal sana arız olduğu zaman aklınla tevehhüm ettiğin her şeyin hayal olduğunu, asılsız bulunduğunu kesin olarak anlarsın.”(26)

Gazâli’nin, insanın fiziksel duyuları ve idrakle ilgili derûnî algılarına dair ayrıntılı açıklamalarıyla karşılaştırıldığında, Tirmizî’nin,kendisini Kalb ve Kalbin dahilî boyutlarıyla sınırlandırdığını görmek ilginçtir. Tirmizî’nin ulaşabildiğimiz bütün eserlerinde içsel duyularla ilgili bu tarz ayrıntılı değerlendirmelere rastlamadık. Bu hususta, aklı sınırlandırmaya dair Gazâli ve Tirmizî’nin görüşlerinde çok fazla benzerlik mevcuttur.

Tirmizî’nin akıl telakkisiyle ilgili değerlendirmelerimiz esnasında bu
sınırlandırmayı açıklamıştık. O, müminler içerisinde, kendisine marifetullah bahşedilmiş olanların aklıyla, geri kalanların sahip oldukları akıl arasında ayırım yapar. Ona göre, öncekilere, onun psiko- spiritüel sisteminde Kalb’in en içteki bölümü ve lübbün muadili olan dengeli akıl (el- aklu’l- mevzûn) bahşedilmiştir. Kalb’in en içteki bölümünden (lübb) dışa doğru, Allah’dan gelen veya rüya kaynaklı olan derûnî bilgilerin saklandığı kalb ve fuâd yer alır.

Kalb ve fuâd, her ikisi birlikte, kişinin bir şeyin hakikatini ve o şeyin bizzat kendisini olduğu gibi görebilmesini sağlayan marifet ve rüyanın merkezindedir.27
İnsan kalb ve fuâdla, çok yüce bir makama ulaşabilirse de, bunlardan da yüksek bir bölüm vardır ki bunun sayesinde daha üstün bir lütuf elde edilebilir. Bu, kendisine sahip olanlara “ulü’l- elbâb” adı verilen lübb’dür.

Bu yüce makama nail olan kişiye Allah, onun gözlerinden gizlenen şeyleri görebilmesini sağlamak suretiyle yardım eder. Eşyanın hakikati (anlamı) kendisine ifşa edilir. Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir”(Kaf, 50/22).

Başkalarının gözünde böyle biri yaşayan bir insandır, fakat kişinin kendisi çoktan öldüğünü ve Rabbi’nin yanında olduğunu düşünür ve bunun neticesinde de perde ondan kaldırılmış olur. O artık Herşeyi Gören’in gözüyle görmekte ve Herşeyi Duyan’ın kulağıyla işitmektedir. Bu görüşün doğruluğunu teyid amacıyla Tirmizî şu hadisi nakletmektedir:

“Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafilelerle de bana yaklaşır, ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğimde onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı ve kalbi olurum. Bu organlardan hiçbiri benim rehberliğim olmadan herhangi bir şey yapamazlar.”(28)

Bu ruh halini yaşayan kişinin eşyayı nasıl algıladığını ve ne şekilde tecrübe ettiğini tasavvur edebilir miyiz? Bu tür imtiyazların verilmediği diğer insanlarla karşılaştırıldığında onun durumu nedir? Tirmizî bu durumu
şöyle izah etmektedir:

“Onun rehberlik (guidance) denizinden içmesine müsaade edilmiş ve o, şeytanın iğvalarından korunmuştur. O,kendisinde ölmüş, fakat Rabbi’nde hayat bulmuştur. Onun gafleti kendisine ifşa edilmiş, diriliş zamanı gelmiş ve Rabbi’nde yaşamaya başlamıştır. Çünkü Allah, hıfzıyla onu kuşatmış, koruması altına almış, kalbine güç ve hayat vermiştir. Böylece o, daha önce hiç kimsenin görmediği hakikat ışığı ile görmüştür. Bu, Hz. Peygamber’in şu sözüyle kastettiği şeydir: "Kişi öldüğünde onun dirilişi başlamış demektir.”(29)

Bir kimse kalkıp, bu manevi makamın herhangi bir insanın nail olabileceği makamlardan olmadığını iddia edebilir. Bununla birlikte, samimi ve istekli ise ve riyazet egzersizleriyle manevi arzularını gerçekleştirmeye hazırsa, herhangi bir müslüman bu mertebeye ulaşabilir. Kişi öğrenme ve tedris yoluyla en yüce makama ulaşamaz. Ancak, hayvanî nefsini dizginlemek ve Rabbi uğrunda gayret etmekle bu makam elde edilebilir. O, Rabbi’nin iradesi ile, en sağlam, güvenilir ve bütün ihsanların kaynağı olan bilgiye ulaşır. Tirmizî, bu durumu şu cümle ile güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Bütün iyiliklerin kendisinden kaynaklandığı ve yine bütün iyiliklerin kendisine döndüğü bir deniz.”(30) Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda cihad edenlere Biz yollarımızı gösteririz” (Ankebut 29/
69).

Gazâli, İhyâ’sında, bu bakış açısını güçlü bir şekilde desteklemektedir.O: “Eğer Allah, kullarının bu yüce ‘ulü’l- elbâb’ makamına ulaşmak için gayret etmelerini emrediyorsa, şu halde O, kullarını bu makama ulaşabilecekleri manevî araçlarla donatmış olmalıdır” diye iddia etmiştir.

Kendi ifadesiyle:

“Bütün insanlar kendi tabiatları, ya da “fıtrat”ları sayesinde hakikati (Allah hakkında marifeti) elde edebilirler.” İnsanı diğer mahlukattan ayıran ilahi düzenden dolayı bu böyledir. Gazâli bunun Kur’ân’ın şu ayetine dayandığını belirtmektedir: “Doğrusu biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir” (Ahzâb 33/ 72). Bu ayet, Allah’ın emanetini taşıyabilme özel kabiliyetinden dolayı insanın ayrı tutulduğunu beyan etmektedir. Bu emanet her bir insanın kalbine yerleştirilmiştir.(31)

Duyuötesi Algı (Altıncı His)

Tirmizî’nin yazılarında, insana gaybı ve eşyanın hakikatini görebilme yeteneğinin verilmiş olduğuna dair bazı vakalar nakledilmektedir. Başkaları tarafından görülemeyen şeyleri görebilsinler diye Allah onlara güç ihsan etmiş ve kalblerini aydınlatmıştır. Tirmizî’ye göre bu durum, kalbi maddi fikirlerin zulmetinden uygun bir şekilde temizlenip arındırılmış ve behîmî arzuları kontrol altına alınmış olan kişiler için söz konusudur.(32)

Tirmizî’nin öne sürdüğü görüş, yeni veya İslamî öğretiye göre bid’at kabul dilebilecek bir şey değildir. Bir insanda bu tür bir yeteneğin bulunma olasılığı, Hz. Peygamber’in: “Müminin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuru ile bakmaktadır”33 hadisinde bahis konusu edilmiştir.

Tirmizî’ye göre, bu firasetinden dolayıdır ki Hz. Ömer hutbede iken İslam ordusunun komutanı Sâriye’ye: “Ey Sâriye, dağa!” şeklinde hitap etmiştir. Bunun üzerine, hutbeyi dinlemek üzere camide toplanmış bulunan halk son derece şaşırmışlardı. Sariye seferden döndüğünde, Hz. Ömer’in dağa doğru gitmesini buyuran sözünü duyduğunu belirtmişti. O da söyleneni yapmış ve  İslam ordusu düşman karşısında zafere ulaşmıştı.

Konuyla alakalı bir başka örnek, Hz. Ebû Bekir’in, ölüm döşeğinde iken kızı Âişe’ye söyledikleriyle ilgilidir. O, Âişe’ye mirasın, erkek kardeşi ile iki kız kardeşi arasında pay edilmesini söylemişti. Ne var ki, o esnada Âişe’nin yalnız bir kız kardeşi vardı. Diğeri ise henüz doğmamıştı. Ebû Bekir doğacak çocuğun kız olduğunu önceden görebilmişti. Zamanı gelince de bunun doğru olduğu ortaya çıkmıştı.(34)

Modern Batılı psikologlar, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’in bu paranormal tecrübelerini, parapsikolojik fenomenler olarak ele alıp incelemelidirler. Bu manevi tecrübelerle, modern parapsikologların telepati, gaibden haber verme ve sezgi (modern psikologların duyuötesi algı dedikleri şey) gibi alanlardaki keşifleri arasında yüzeysel bir benzerlik varsa da, bu tür psişik fenomenler seküler bir sisteme göre tasavvur edilemez. Tirmizî, bir çok eserinde, Allah’a samimi bir şekilde ibadetle ve zikirle kalbini arındıran müminin; normalde gizli olan şeylerin, geçici veya daimi engellere rağmen normal üstü bir şekilde algılanması demek olan, keşfe ulaşabileceğini ifade etmektedir.

Altıncı his üzerine yapılan modern araştırma, Tanrı’nın ruhundan bir nefes (lik pay alan) bir mahluk olarak insana verilen sınırlı ruhsal güçlerin ancak bir kısmına yaklaşmakta, fakat bu yönün mahiyeti hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Ebû Bekir ve Ömer’in keşfine daha yakından bakıldığında, bu hallerin, onlar uyanıkken gerçekleştiği, bu ruhsal tecrübelerin ise rüyada vuku bulduğu görülür. Tirmizî, rüyalara çok büyük ilgi duyar. Kendisinin doğru yolda olduğuna inanmasını sağlayan rüyalar görmüştür. Onun manevi makamına işaret eden ve çoğu karısı tarafından görülmüş olan yirmiye yakın vizyon ve rüya nakledilmiştir.

Bununla birlikte rüyalarda bazan biz olağanüstü şeylerin sanki gerçekten var olduklarını hissedebiliriz. Fakat uyandığımızda onların gerçekte hiçbir anlam ifade etmediklerini anlayabiliriz. Bundan dolayı bütün rüyalar vizyon olarak değerlendirilemez. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Batıda, rüyalar bilimsel araştırmaların konusu olagelmişlerdir.(35) Psikanaliz’in kurucusu olan Freud’a göre, dayanılmaz derecede acıya yol açacağından, ahlakî yönden şuur tarafından kabul edilemez ve egonun rasyonel şuuru tarafından da tolere edilemezliği gibi sebeplerle, şuurun baskı altına aldığı arzuların gerçekleşmesi haline rüya denir. Bu arzular genellikle ilk çocukluk dönemlerine dayanırlar. Uyku esnasında baskı mekanizmasının dikkati daha az olduğundan, baskı altında tutulan arzular şuura sızarlar.(36)

Bunun yanında, Davranışçılar (Behaviorists) ve Fizyolojik Psikologlar (Physiological psychologists) rüyaları, uygun kişinin beyninde ve sinir sisteminde rasgele meydana gelen faaliyetler olarak değerlendirirler. Sinir sisteminden kaynaklanan bu rasgele ateşlemelerden (firings) kaynaklanan belli hayaller görülür. İdrak sistemimiz tarafından bu hayaller, olaylar dizisi şeklinde, ya da bizim rüya diye nitelendirdiğimiz resimler halinde bir araya toplanırlar.(37)

Başka bir deyişle rüya, basitçe, beynin sinir sisteminden kaynaklanan rasgele ateşlemelerden, aklın bazı anlamlar meydana getirme çabasıdır. Rüyalarla ilgili bu iki hakim modern teorinin yanında, batılı psikolog ve psikiyatristler tarafından ortaya atılmış olan başka birçok teori daha mevcuttur.Maalesef bunlardan hemen hiçbiri rüyaları birer manevi aktivite olarak değerlendirmemektedir. Rüyalar, İslam’da oldukça önemli bir konuma sahiptir. Firavun’un ve kendisiyle birlikte hapiste bulunan iki mahkumun rüyalarını yorumlayan ve gerçek hayatta bu yorumların isabeti tesbit edilen Hz. Yusuf’la ilgili Kur’ân’da anlatılan kıssa bu duruma bir örnektir.

Hz. Peygamber’in bir hadisindeki ifadelerine dayanarak biz, İslamî açıdan rüyaları üç kısma ayırmaktayız. O rüyaların şu üç çeşitten birine dahil olacağını belirtmektedir:

1) Allah’tan ilham getiren güzel görüntüler şeklinde,

2) Şeytandan gelen ve hoş olmayan görüntüler şeklinde,

3) Kişinin günlük deneyimleri hakkında, nefsin iç alemdeki fısıltıları şeklinde.(38)

Bunlardan birincisi, Tirmizî’nin ilgi duyduğu rüya çeşididir. Bu, Hz. Peygamber’in müjdeli haberler (mübeşşirât) olarak zikrettiği şeydir: “Peygamberlikten, mübeşşirât dışında hiçbir şey kalmamıştır.” Ona şu soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü mübeşşirât nedir?” Şöyle cevap verdi: “O, kişinin kendisi tarafından veya bir başkasının onun
hakkında gördüğü rüya-yı sâlihadır. Bu da peygamberliğin 46 cüzünden bir cüzdür.”(39) Bu nübüvvet nurundan bir parça ve bir çeşit vahiy olduğu için tamamen doğru olarak kabul edilebilir.(40) Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır: “Mümin Allah’ın nuruyla görür” ve o şöyle devam eder:

“Onun gördüğü şey yanlış olmaz.”(41)

Sonuç

Tirmizî’nin öğrenme ve algılama anlayışında, insanın manevî yönünün değeri birinci derecede önemi olan bir husustur. Örneğin o, kalb, akıl ve ruhun rollerine çok fazla vurgu yapar. İnsanı diğer bütün mahlukattan ayıran bu manevî yön aslında onun hakikatidir. Bu tarz bir anlayışın modern seküler psikolojinin hakim ekollerinde bulunması hemen hemen imkansızdır.Çünkü onlar insandaki manevî yönü dikkate almazlar. Onların yaymaya çalıştıkları şeyi Prof. Malik Bedri şöyle tanımlamaktadır: “Ruhsuz psikoloji (ruhu devre dışı bırakarak psikoloji yapmak) ruhu olmayan bir insan üzerinde çalışmaktır.”(42)

Bu konuda Hakîm Tirmizî, psikoloji sahası için paha biçilmez bir hediye bırakmıştır. Bu, din kökenli olan ve geniş kapsamlılık, tutarlılık, kesinlik ve insan tabiatına uygunluk gibi niteliklerle tasvir edilen bir psikolojidir. Tirmizî’nin öğrenme ve algılama ile ilgili fikirlerinin yanında Kur’ân kaynaklı olan ve İslam psikolojisi için sağlam ve tam bir temel oluşturan insan ruhuyla ilgili görüşleri üzerine yapılacak çalışmaların onun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı ümit edilmektedir.

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Alâk, 96/1-5.)

2-(Hakîm Tirmizî’nin biyografisi için bk. Muhammed İbrahim el-Ceyûşî, ‘al-Hakim al-Tirmidhi, His Works and Thought’ Islamic Quarterly, 14, no 4, 1970; Hasan Kasım, ‘The Life and Works of al-Hakim al-Tirmidhi’, Hamdard Islamicus’ 2, no I,1979;Radtke,Bernd, The Concept of Sainthood in the Early Islamic Mysticism, Surrey 1966.)

3-(Feldman, Robert S., Understanding Psychology, New York 1987, s. 183)

4-Hasan eş-Şerkavî, Min hukemâi’l-ümme.

5-(Bu hadis, Tirmizî tarafından Beyânü’l-fark beyne’s-sadr ve’l-kalb ve’l-fuâd ve’l-lübb isimli eserinde nakledilmiştir, ed. Nicholas Heer, Kahire ts., s. 49. Hadis, ayrıca, el-Muttakî’nin, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl adlı kitabında da bulunmaktadır,I-VI, 1993, 5: 4050.)

6- (Beyan, s. 49, terc. Nicholas Heer, ‘A Sufi Psychological Treatise’, The Muslim World 51, no: 1, 2, 3, 4 (1961), s. 84. Bu çalışma bundan sonra SPT şeklinde zikredilecektir.)

7-(el- Ceyûşî, ‘al Tirmidhi’s Theory of Gnosis’ The Islamic Quarterly 15, no: 4, 1971, s.171, bu makale ilerleyen sayfalarda TTG şeklinde verilecektir. )

8-(Beyan, s. 38.)

9-(Tirmizî’nin yaşadığı dönemde, görme işlemiyle ilgili yaygın kanı,; görmenin, harici objeden gelen sayesinde değil, gözden çıkan ışığın hariçteki ıbjeye ulaşması sonucunda gerçekleştiği şeklindeydi. Bu anlayışın yanlış olduğu, hariçteki objeden yansıyan ışık sayesinde görme işleminin meydana geldiğini ilk kanıtlayan alim İbn Heysem’ (ö. H. 430) dir, Dr. Sigrid Hunke, Şemsu’l-arab testau ale’l-garb, terc. Faruk Beydûn ve Kâmil Desukî, Beyrut 1981, s. 369; Malik Bedri, et- Tefekkür, Herndon, VA. el-Me’hadü’l âlemi’l-fikri’l-İslâmî, 1991, s. 103.)

10- (Tirmizî, Beyân, s. 33; Tirmizî, el-Emsâl mine’l-Kitâb ve’s-sünne, ed. Seyyid el-Cemili, Beyrut 1987, s. 137-141; el-Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Conception of the Areas of
Interiority’,Islamic Quarterly 16, no 3-4, 1972, s. 387-398. Bu makale bunda sonra TCAI şeklinde zikredilecektir.)

11-(Burada zikredilen kalb, esas Kalb’in alt boyutu olan kalb’tir, Beyan, s. 38.)

12- (a.g.e. s. 46.)

13-(a.g.e. s. 49.)

14- (Kalbin en dıştaki alanı olması açısından sadr, günah ve tehlikeli dürtülerin ilk ulaştığı yerdir. Nefsin, kalb içinde yegane nüfuz edebildiği alan da burasıdır, Beyan, s. 35.

15-(TTG, s.173.),

16-(Beyan, s. 50; SPT, s. 84.)

17- (Beyan, s. 74-76; SPT, s. 169-171.)

18- (a.g.e. s. 76; ayrıca bk. el-Ceyûşî, ‘Al-Tirmidhi’s Conception of the Struggle between Qalb and Nafs’ The Islamic Quarterly 18, no. 3-4 1974; Bu makale bundan sonra ‘Struggle between Qalb and Nafs’ şeklinde verilecektir.)

19-(a.g.e. s. 78; Struggle between Qalb and Nafs, s. 172)

20 Rita L. Atkinson ve diğerleri, Introductio to Psychology, New York 1993, Glossary, A. 48.

21 Mohd Zeydi İsmail, ‘The Sources of Knowledge in al-Ghazali:Appsychological
Framework of Epistemology’ M.A. diss. ISTAC, 1985, s. 49; Bu çalışma buradan itibaren Epistemology şeklinde zikredilecektir.

22. İhyâu ulûmi’d-din, I-IV, Beyrut 1982, III, s. 7.

23 Gazâli, Meâricu’l-kuds fî medârici marifeti’n-nefs, Beyrut 1988, s. 64. Attas’a göre, Gazâli’nin Meâric’de kullandığı terim “vicdan” ise de, kelime burada, genel anlamı olan “müşahadeye dayalı ilham” şeklinde anlaşılmaktadır, bk. Attas, Prolegomena to the Metaphysics of ıslam, Kualalumpur (ISTAC) 1995, s. 150.

24 Epistemology, s. 5.

25 Richard Joseph McCarthy, Freedom and Fulfillment: An Annoted Translation of al-Ghazali’s al-Muqidh min al-Dalal and Other Relevant Works of al-Ghazali, Boston 1980, s. 65; ayrıca el-Munkız’ın Abdülfettah Harun İbrahim tarafından yapılan tercümesi, Penyelamat Dari Kesesatan, Kualalumpur 1991, s. 8-9.

26 Freedom and Fulfillment, s. 65.

27 SPT, s. 163, 164, 166.

28 Buharî, Tevâzu; Benzer bir rivayet için bk. Buhâri, Rikâk, 38 (çev.).

29 SPT, s. 253.

30 a.g.e. s. 248.

31 İhya, III, s. 15.

32 Tirmizî, Marifetü’l-esrâr, yazma, Kastamonu, v. 214; TTG, s. 173.

33 el-Muttaki, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l- akvâl ve’l- ef’âl, I-IV, 1993, II, 30730.

34 Tirmizî, Hatmu’l- evliyâ, ed. Osman Yahya, Beyrut 1965, s. 397; ayrıca, el- Ceyûşî, ‘al-Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ The Islamic Quarterly 15, no 1 1971, s. 31-32
35 C.S. Hall, ‘Dream’ Concise Encyclopedia of Psychology,ed. Raymond J. Corsini ve Allan J. Auerbach, New York 1996, s. 267.


36 a.g.e. Daha fazla ayrıntı için bk. Freud, İnterpretation of Dreams, ed ve terc. James Trachey, New York 1980.


37 Robert A. Baron, Psychology, Toronto 1989, s. 147-148.


38 Muhammed Seleme Ceber, Kitabu acâibu’r-rüya ve’l-ahlâm,Riyad 1990, s. 4. Bu eser bundan sonra Acâib şeklinde verilecektir.

39 Tirmizî, Nevâdiru’l- usûl fî marifeti ahâdisi’r-Rasul, Beyrut ts. s. 118; Muhammed Seleme Ceber, Acâib. el- Ceyûşî’ye göre, “peygamberliğin 46 cüzü” 23 yıl süren peygamberlik görevinin dışında kalan ilk altı aylık dönemi ifade eder ki o dönemde vahiy rüyalar şeklinde gelmekteydi, el- Ceyûşî, ‘al- Tirmidhi’s Theory of Saints and Sainthood’ s. 24.

40 Acâib, s. 13.

41 Kenzu’l-ummâl, I, s. 825.

42 Malik B. Bedri, The Dilemma of Muslim Psychologists, London 1979, s. 5.

Devamını Oku »