Biz Aylardır Bir Şey Görmüyoruz




Tımarhaneye yeni düşen bir deli, binayı dolaşırken bodrumda bir koridor keşfetmiş. Bakmış ki on beş yirmi deli bir kapının önünde kuyruk olmuşlar, kapıdaki bir delikten içeriye bakıyorlar. bu da kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü uydurup bakmış ama bir şey görememiş. Daha da bakacakmış ama arkadakiler acele etmesini söylemişler. Böylece yerinden ayrılıp tekrar kuyruğa girmiş. Ve bu böylece akşama kadar devam etmiş. Velakin her defasında bir şey görememiş.

Ertesi gün ve ertesi gün yine aynı şey sürüp gitmiş. Delilerin her biri deliğin önünde sadece bir kaç saniye kalabiliyor, hiç biri yeteri kadar bakamıyormuş. Zira bodrumdaki koridoru ve “deliğe bakma” olayını keşfedenlerin sayısı artıyor ve kuyruk büyük bir izdihama dönüşüyormuş. Bizimki bir ay kadar sonra yine kuyrukta sırasını beklerken önündeki deliye demiş ki:

-Yahu, tam bir aydır burada kuyruğa giriyorum. Her gün beş altı kere de sıra gelmesine rağmen hiç bir şey göremedim.

-Ho hooo, demiş beriki, biz bir yıldır bakıyoruz da bir şey göremedik.

Alman şairi Rilke, Malte Lavrids Brigge’nin Notları isimli eserinde “Burası yaşanacak yer değil, ölüncek yer” diye nitelediği Paris’te hastaneler semtinde uzun uzun dolaşır ve düşünür. tefekküre imkan verecek materyaller bol bol elinin altındadır.

Yan yana iki binadan biri yeni bir inşaat için yıktırılmıştır. İki binadan ayakta kalanın duvarında eski binanın, hatta eski binada oturanların izleri kalmıştır: Şurada bir dolap varmış. İzi olduğu gibi duruyor. Ya şu, bir karyolanın izleri olmalı. Duvarda, hep başını oraya dayayarak kitap okumuş, bunu yıllarca sürdürmüş birinin saçlarının yağlı izi var. Şu izler ise bir elbise askısının olmalı. Ve giderek, bütün bu izlere bakarak, orada yaşamış olan ailenin bütün hayatını düşünmek, tahmin etmek ve bir çok sevinci, kederi, dramı okumak mümkün. Böyle “bakarak” yürür Malte ve “görür”. Görmeyi öğreniyorum der.

Olayların ve eşyanın bir arkası var. Bütün mana hemen elimizin altında, ama az ileride. Küçük bir gayretle bakmaya ve görmeye başlamak ve devam etmekle, insanın yüksek değerlere olan tabii eğilimini harekete geçirmek mümkün.

Mü’mini anlatan ayetlerden biri şöyle:

“Onlar yerlere ve göklere bakarak nice hikmetleri düşünürler.”

Yerler ve gökler bütün insanların gözlerinin önünde. Ama onlardaki hikmetleri düşünmek, görmek, mü’minlere has bir olgu.

Çok eski çağlarda insanlar ve bunların içinde “görmesini” bilenler, buna yeteneği olanlar, tabiat kuvvetlerine bakarak yüksek değerlere yükselmeye çalıştılar. Ama kendilerine, doğru bakmayı öğreten Peygamberlere nasipleri olmadığı için, gördükleri kuvvetleri kendilerinden ibaret sandılar ve ateşi, güneşi, şimşeği tanrı bellediler.

Görmek, bir yol göstericinin izinde mutlak değerleri yakınlık kasbetmek demek. Hayal gücü ve kalb gözüyle bu değerlere yaklaşılabilir. Bizim çıplak bir bakışla elimizi, önümüzdeki eşyayı gördüğümüz gibi, o mutlak değerleri net şekilde görür Peygamberler, büyük veliler. Mü’min de onların eşiğinden ayrılmayarak, yanlış yola saptıkça, gördüklerini hatalı şekilde idrak ettikçe doğru yola yönelir, doğruyu görür.

Kalb gözü parıldayan bir insanın bir şeye bakıp da içinde hikmet görrmemesi mümkün değil. Anlatılan deliler ise, gözlerinin kalkan perdeleriyle şiddetlenen görmelerini,karanlıktan başka bir şey göstermeyen bir deliğin önünde sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyorlar…

Cahit Zarifoğlu-Bir Değirmendir Bu Dünya,syf.176-178
Devamını Oku »

Biz Aylardır Bir Şey Görmüyoruz



Tımarhaneye yeni düşen bir deli, binayı dolaşırken bodrumda bir koridor keşfetmiş. Bakmış ki on beş yirmi deli bir kapının önünde kuyruk olmuşlar, kapıdaki bir delikten içeriye bakıyorlar. bu da kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince deliğe gözünü uydurup bakmış ama bir şey görememiş. Daha da bakacakmış ama arkadakiler acele etmesini söylemişler. Böylece yerinden ayrılıp tekrar kuyruğa girmiş. Ve bu böylece akşama kadar devam etmiş. Velakin her defasında bir şey görememiş.

Ertesi gün ve ertesi gün yine aynı şey sürüp gitmiş. Delilerin her biri deliğin önünde sadece bir kaç saniye kalabiliyor, hiç biri yeteri kadar bakamıyormuş. Zira bodrumdaki koridoru ve “deliğe bakma” olayını keşfedenlerin sayısı artıyor ve kuyruk büyük bir izdihama dönüşüyormuş. Bizimki bir ay kadar sonra yine kuyrukta sırasını beklerken önündeki deliye demiş ki:

-Yahu, tam bir aydır burada kuyruğa giriyorum. Her gün beş altı kere de sıra gelmesine rağmen hiç bir şey göremedim.

-Ho hooo, demiş beriki, biz bir yıldır bakıyoruz da bir şey göremedik.

Alman şairi Rilke, Malte Lavrids Brigge’nin Notları isimli eserinde “Burası yaşanacak yer değil, ölüncek yer” diye nitelediği Paris’te hastaneler semtinde uzun uzun dolaşır ve düşünür. tefekküre imkan verecek materyaller bol bol elinin altındadır.

Yan yana iki binadan biri yeni bir inşaat için yıktırılmıştır. İki binadan ayakta kalanın duvarında eski binanın, hatta eski binada oturanların izleri kalmıştır: Şurada bir dolap varmış. İzi olduğu gibi duruyor. Ya şu, bir karyolanın izleri olmalı. Duvarda, hep başını oraya dayayarak kitap okumuş, bunu yıllarca sürdürmüş birinin saçlarının yağlı izi var. Şu izler ise bir elbise askısının olmalı. Ve giderek, bütün bu izlere bakarak, orada yaşamış olan ailenin bütün hayatını düşünmek, tahmin etmek ve bir çok sevinci, kederi, dramı okumak mümkün. Böyle “bakarak” yürür Malte ve “görür”. Görmeyi öğreniyorum der.

Olayların ve eşyanın bir arkası var. Bütün mana hemen elimizin altında, ama az ileride. Küçük bir gayretle bakmaya ve görmeye başlamak ve devam etmekle, insanın yüksek değerlere olan tabii eğilimini harekete geçirmek mümkün.

Mü’mini anlatan ayetlerden biri şöyle:

“Onlar yerlere ve göklere bakarak nice hikmetleri düşünürler.”

Yerler ve gökler bütün insanların gözlerinin önünde. Ama onlardaki hikmetleri düşünmek, görmek, mü’minlere has bir olgu.

Çok eski çağlarda insanlar ve bunların içinde “görmesini” bilenler, buna yeteneği olanlar, tabiat kuvvetlerine bakarak yüksek değerlere yükselmeye çalıştılar. Ama kendilerine, doğru bakmayı öğreten Peygamberlere nasipleri olmadığı için, gördükleri kuvvetleri kendilerinden ibaret sandılar ve ateşi, güneşi, şimşeği tanrı bellediler.

Görmek, bir yol göstericinin izinde mutlak değerleri yakınlık kasbetmek demek. Hayal gücü ve kalb gözüyle bu değerlere yaklaşılabilir. Bizim çıplak bir bakışla elimizi, önümüzdeki eşyayı gördüğümüz gibi, o mutlak değerleri net şekilde görür Peygamberler, büyük veliler. Mü’min de onların eşiğinden ayrılmayarak, yanlış yola saptıkça, gördüklerini hatalı şekilde idrak ettikçe doğru yola yönelir, doğruyu görür.

Kalb gözü parıldayan bir insanın bir şeye bakıp da içinde hikmet görrmemesi mümkün değil. Anlatılan deliler ise, gözlerinin kalkan perdeleriyle şiddetlenen görmelerini,karanlıktan başka bir şey göstermeyen bir deliğin önünde sakinleştirmeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyorlar…

Cahit Zarifoğlu-Bir Değirmendir Bu Dünya,syf.176-178
Devamını Oku »

Aman Bir An Önce Kurtaralım !

Aman Bir An Önce Kurtaralım !Eski Anadolu kültürleri diye diye, nihayet geriye doğru 600 yıllık Osmanlıyı atlayıp, kendilerini eski Anadolu putperest kültürlerin devamı olarak gören, bunu yaygınlaştırmaya çalışan insanlar yetiştirdik. Bu insanların soyları, soplarıyla ilgili araştır­malar yapılsa, altından kim bilir neler çıkacak.

Ha babam kazıyoruz toprağı.

Toprağın üstündekilere dönüp bakmak aklımızdan geç­meksizin.

Anadolu’da geziye çıkın. Dimdik ayakta duran kervansa­raylar göreceksiniz. Bir köşede terkedilmiş. Duvarları yer yer yı­kılmış, içleri, bir zamanlar kervanların bedava olarak konakla­dıkları, ağırlandıkları, izzet ve ikram gördükleri bu aziz yapılar zibillik olmuş.

Bir de toprak altından çıkarılmış putperest devirlere ait kalıntılara bakın. Küçük bir sütun, bir duvar parçası, bir kırık heykel, bir yalanmadığı kalmış, tertemiz, bakımlı, zerresi zayi olmasın için büyük emekler verilmiş.

Şimdi de bazı kalemler, gazeteler Eskişehir’de, Seyitgazi ilçesi yakınlarındaki Midas anıtının elden çıkmasından korku­yorlar.

Değil öyle köşe bucakta, İstanbul’un göbeğindeki görkemli Osmanlı çeşmeleri kurumuş, olukları kırılmış, su yalaklarına pislenmiş olarak dururken, sen tut, falan yerdeki Midas anı­tının yasını tut. Üstelik yakınılan durum da şu:

“-Midas anıtı veya diğer adıyla Yazılı Kaya, iklim şartlârının etkisiyle çatlamış, 3 yıldan beri bu durumda imiş. Anıtın bu trajik durumu birçok ilim adamımızı çok üzüyormuş. Anıtın her yıl çatlağının 7 santim kadar büyümesini endişeyle izliyorlarmış. Onu kurtarmak için ellerinden her geleni, her fedakârlığı yapmaya hazırmışlar, ama ilgililer bir türlü ilgilenmiyorlarmış. Yani gerekli harcamayı yapmıyorlarmış. Ve koca Midas heykeli her yıl çatlağını büyüte büyüte, göz göre göre elden gidiyormuş. Aman diyorlar, aman kurtaralım heykeli.

Kurtaracaklardır.

Midas heykeline, Yunan efsanelerinden kalma bu puta il­gi duyacak, onun trajik durumuna seyirci kalmayacak çok bilim adamı var bizde.

Osmanlı arşivleri depolarda tasnif bile edilmeden çürüsün zararı yok, trajik değil bu. Kütüphanelerimizde yüzbinlerce cilt eski eseri fareler yesin bitirsin, zararı yok, trajik değil bu.

Ama Midas heykelinin çatlağının her yıl 7 santim büyü­mesi trajik, ilgililer ilgilensin, Midas heykelini kurtarsın.

Belki haksızlık ediyoruz.

Sorulabilir, hiç mi yararı yoktur bu heykellerin, eski eserlerin, mermer parçalarının. Olmaz olur mu?

Rahmetli Abdülhamid Han bunların değerini herkesten önce keşfetmişti. Bu eserlerden bulduruyor, elinin altında hazır tutuyor, Osmanlının son derece güç durumda olduğu bir za­manda, üzerimize çullanmak üzere olan devletlerin büyük elçi­lerine bunlardan birer ikişer armağan ederek, adamları şapşallaştırıyor, koca devletlerle kedinin fare ile oynadığı gibi oynu­yordu.

Ama sorarsanız şimdi Midas heykelini kurtarmak için can atanlara, Abdülhamid’in bu yaptığı da, o eserler adına trajiktir. Hem de çok trajik...

 

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Ah Bay Kodaly

Ah Bay KodalyÇağın insanın başından şapkasını alınız. Kostümünü çı­karınız, Kravatını çözünüz. Ayakkabı ve çoraplarını alınız. Diğer giysilerini de çıkarıp atınız: işte bir çıplak. Göreceksiniz ki bu çıplakla, bir Afrika yerlisi çıplak hiç de birbirinin aynı değil. Bi­ri tabii, öteki uyduruk bir çıplak.

Modern dünyanın insanının yüz ifadelerine bakın. Şahsi­yetine bakın. Ancak modayla bir araya gelince bütünleşiyor ve ifadesini kazanıyor. Onu daha iyi anlamak için araç gereçle, elektrikli ev eşyalarıyla, araba ve sair ulaşım araçları, zevk alet­leriyle, israf aletleriyle yan yana getirmeniz gerekiyor.

Müslümansa ikisi de değil.

Ancak bu yargı idealistçe ortaya atılmıştır. Bugünün Müs­lümanıda modern dünyanın insanı. Onu da aletler ve eşyalar başının üstüne kadar doldurdu.

Bütün geç kalınmış sanılan zamanlar iyi bir gayretle kâr hanelerinin, kazanç sayfalarının açılmaya başlayacağı zamanlara tebdil edilebilir. Çünkü insan devam ediyor. Zira yeni gelenler var. Şu yüzden ki, bir hayrı başlatanlar, bir sünneti ihya edenler, onu devam ettireceklerin sevapları kadar sevap almaya devam ederler, öldükten sonra bile. Gerçek bu. Peygamber sözüyle ger­çek ve tasdikli.

Akla gelebilecek bütün hayırlarda geç kalındığını, dönül­mez bir mecrada olunduğunu söylüyoruz. Umutsuzluğun barbar girdabında, çaresizliğin kollarında bir hayıflanmaktır gidi­yor Eskileri acıyla yâd ederek, zamaneyi kötüleyerek ve kendi­mizi küçümseyerek.

Bütün hayatını insanların-ve çocukların müzik eğitimine ayırmış bir Macar müzisyen, Kodaly, bu konuda şöyle demiş: -“Eskiden çocuğun müzik eğitimi, doğumundan 9 ay ön­ce başlamalı, diye düşünürdüm. Şimdi aynı düşüncede değilim. Çocuğun müzik eğitimi annesinin doğumundan 9 ay önce baş­lamalı.”

Bu cümleler, yukarıda değindiğimiz gibi, ilk bakışta geç kalmıştık duygusu ve kuşkusu uyandırıyor. Ancak gelecekte var olacaklar için yapılabilecekleri de içeriyor.

Müzik eğitimini, yalnız müzik eğitimi için değil, eğitimi yapılacak her şey, öğrenilecek, mutluluk için edinilecek her şey için en uygun bir başlangıç, en tabii bir vasat olarak gören bu adam, ömrünü buna vakfetmiş. O böyleyken, umudun, çabanın, metodun,Allah katında en makbul başarının bü­tün bilgi ve sırları elinde olan bizler, umutsuzluk ve hayıflanma balçıkları içinde helak oluyorsak, geleceğe de kıymış oluyoruz, İslâmî eğitimin başladığı saat hangisi? Çocuk ne zaman eğitilmeye başlayacak? Ona İslâmî dinamikler, şaşmaz prensip­ler ne zaman ve ne şekilde verilecek?

Evlenmeye niyet eden bir Müslümanın, bu niyetinin özünde hangi prensiplerin bulunması gerektiğinden başlayarak, evliliği, ana-babalıgı ve evlatlılıgı düşünecek olursak, bunun o ilk niyet ile birlikte başlaması ve ölümle de bitmemesi gerektiği­ni; sonraki nesillerde de devam edip gideceğini görebiliriz

 

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Tüccarın Oğlu Adam Olmayınca

Tüccarın Oğlu Adam OlmayıncaTüccar bir baba konuşma arasında şöyle dedi:

-Bizim oğlana dünyanın parasını harcayarak bir iş yeri kurdum. Ama işletip adam olmadı. Ben de bunun üzerine ne ha­li varsa görsün diye okula yolladım.

Suçlayalım mı bu tüccarı?

Adam olmak diye anladığı model pek mi fena? iyice maddileştirilen bir dünyada, okuyanlar yarı aç yan tok gezmeye başlayınca ne düşünür adam olmak konusunda bir tüccar? Yalnız tüccarlar mı? Memura, okumuşa kız verilmediği­ni, tahsilleri ilk’den ya da Orta’dan terk bankerlerin onbinleri il­gilendiren bir sorun olarak aylardır gündemde durduğunu gö­ren insanlar için “adam olmanın” tarifi başka nice olur?

Ve sonra bakıyor insan, okumak karın doyurmadığı gibi, bir de okuyanlar mesela cinayet işlediler mi polise nanik yapa­rak işliyor, onlara kök söktürüyorlar. En kurnaz banka soygun­ları okumuşlar eliyle oluyor. Hele ihracat-ithalat oyunlarını, mevzuatlardaki gedikleri en iyi bilenler ve vurgunlar vuranlar onlar. Yani okuyunca adam olunmuyor da ya fakir olunuyor ya da onu bunu, devleti aldatmanın ince yollarına varılıyor.

Bizim tüccar baba da bunu görüyor elbet. En iyisi diyor, oğlumu okutacağıma, onu adam etmeyi tercih edeyim daha iyi. Bunun için de eline sermayeyi verip adam olmaya giden yolu gösteriyor. Fakat çocuk kabiliyetsiz çıkmış adam olmak istemekmiş.

Çağımızdaki okumanın anlamı böylesine basit bir mizah­ tan ibaret değil elbette. Aksaklık okumaya biçilen değerde.

İslâm, ilimleri, yararlı ilimler, yararsız ilimler diye ayırdı. Kıstası da Rıza-i Bârî. Bir ilim kişiyi Allah’a yaklaştırıyor, onun takvasını artırıyorsa faydalı, bunlardan uzaklaştırıyorsa faydasız telakki edildi.

Bu ölçü dikkatten kaçırılınca, okumak, ilim tahsil etmek; para getirmesi, başkalarının nezdinde kişiye saygınlık kazandır­ması nispetinde makbul sayılmaya başlandı.

Mü’mini ilim tahsil etmeye teşvik eden âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin işaret ettiği ilimle, Batı’nın benimsediği ve bü­tün dünyaya da kabul ettirdiği ilim birbirinden ne kadar farklı.

Gazali hazretlerinin Ihyasında bunlar çok açık ve teferru­atlı olarak anlatılmıştır. Oradan yararlanarak sadece birkaç nok­tanın kafamızda tazelenmesine çalışalım:

Hazret-i Ali radıallahu anh şöyle diyor: “Ey Kümeyl, ilim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim hâkim, mal mahkumdur. Mal sarfetmekte azalır, ilim sarfiyatla çoğalır.”

Batı öyle bir ilim yolu tutturmuştur ki, hem sahibini, hem öğreteni, hem malı, hem bütün zayıfları, hem de bilgiyi mah­kum etmiş, sultasına almıştır.

İbn-i Abbas radıyalîahu anh: “Hazret-i Süleyman aleyhis-selâm mal, ilim ve hükümdarlık arasında muhayyer iken ilmi tercih etti ve bu sayede diğerlerine de malik oldu” diyor.

Batı bilgiyi maddenin emrine verdi.

Gazali hazretleri: “İnsanın diğer canlı mahlukattan ayrılığı ilmi sayesindedir. Şüphesiz ki insanın diğer mahlukattan im­tiyazlı olması, güç ve kuvvetiyle değildir, çünkü deve kendisin­den kuvvetlidir. Vücut iriliğiyle de değil, çünkü fil hepsinden büyüktür. Yiğitlikle de değil, çünkü aslan hepsinden yüreklidir. Çok yemesiyle de değil, çünkü öküzün karnı daha büyüktür. (...) Şu halde insan ancak ilim içindir.” diyor ve bağlıyor:

-“Ilimsiz kalp ölüme mahkumdur. Fakat aşırı korku yaranın acısını duyurmadığı gibi, aşırı dünya sevgisi de bu duyguyu iptal etmiştir.”

Büyüklerimizin “Alimler efendi olmaya layık kimselerdir.

Bilgisiz ululuğun sonu horluktur” diye, veya “Oku, çünkü ilim fakirlikte servet, zenginlikte ziynettir” diye tarif ettikleri ilim, ki-şiyi Rabbinden başka arzusu olmayanların katma yüceltir.

Bu idrak kaybolmuş, dünyaya meyl artmış, mal bilginin efendisi olmuşsa, adam olması istenenlerin eline ilim değil, el­bette mümkünse sermaye silahı tutuşturulacaktır...

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Domapata veya Bir Takım Sentezler

Domapata veya Bir Takım SentezlerNe müthiş bir kelime şu sentez kelimesi. Ne çok şeyler çağrıştırıyor sonra insana. Tümü de insan aklının ince yetenek­leriyle ilgili çağrışımlar. Bir takım bilgileri mahirlikle bir araya getiriyor, onlardan başka insanlar için yeni ufuklar açıcı sentez­ler kuruyorsun. Ama bu her zaman öyle olmuyor. Bazen bilgile­rin, olguların yararlı sentezi yerine ortaya bir hilkat garibesi çı-kıveriyor.

Kopenhag bir bilim adamı ömrünü vakfedercesine bir araştırma üzerinde çalışırken başına neler geleceğinden haber­sizdi. Yeni bir bitki türü bulmaya çalışıyordu. Ve şöyle düşüne­rek yola çıkmıştı:

-Acaba domatesle patatesi birleştirmeye muvaffak olsam ortaya lezzetli yeni bir bitki, bir meyve çıkar mı çıkmaz mı?

Tutmuş tam 12 yılını sırf bu araştırmaya hasretmiş. Ve ne­ticede bunlardan , domatesle patatesin bileşimi olan bir bitkiden, görünüşte onlara benzer bir ürün almış. Bu ilk meyveyi elde et­tiğinde dünyalar onun olmuş. Keyfine diyecek yokmuş. Hiç kimsenin o güne kadar görmediği, işitmediği, yemediği bu mey­veyi, davetlilere tanıtmak ve ondan ilk kez tatmak üzere bir top­lantı tertip etmiş. Basın mensupları da orada. Ve adam tabağa meyveleri koymuş, kabuğunu soymuş, dilimlemiş ve bir parça­ya çatalı batırıp fotoğrafçılara poz vermiş. Ve yemeye başlamış. Hoşuna da gitmiş hani. Bir iki derken üç dört lokma yuttuktan sonra, basın mensupları ve diğer davetlilere de ikram etmek amacıyla;

-Buyrun sîzler de tadın, bir harika, demiş.

Davetliler çatala, tabaktaki dilimlere uzandıkları bir sıra­da bilim adamı kıvranarak yere yıkılmış. Acilen hastaneye kaldı­rılan bilim adamında ağır zehirlenme belirtileri görülmüş ve za­manında müdahale ile hayata dönmüş.

Kopenhaglı bilim adamı bugün acaba şöyle düşünüyor mu?

-Domates domatestir ve patates patatestir.

Eğer bu gerçeği kavramışsa, araştırıcı kafası için sağlam bir ayak yeri de yakalamış demektir.

Biliyorum, bu hikâyeyi dinleyince sizin de aklınıza bir ta­kım zehirleyici sentezler gelmiştir.

Bu bilim adamı gibi deneyerek ve bizzat zehirlenerek de ' anlarsınız bir bileşimin, bir sentezin zehirli olduğunu, ama otur­duğunuz yerde basiretinizle de anlayabilirsiniz ve uluorta sen­tezlere kalkışmazsınız.

Bir Batı-Doğu sentezi var.

Acaba, bizim taktığımız adla, Domapata’dan daha mı az zehirleyici.

Domapata’da nasıl, ne domatese ne de patatese benzeyen, ama onların birleşiminden meydana gelmiş bir zehir meydana çıkıyorsa, öyle sentezler var ki, içinde İslâm bulunduğu halde İs­lâm’a aykırı ve din olarak insanı cehennemin en derin çukurla­rına çekici.

Hümanizmle, Batı kültürünün diğer esneklikleriyle çor­baya çevrilmiş din ve İslâm anlayışları.

Bu konuda en çok da şu zencilerdi korktum. Ameri­ka'da zenci düşmanlığına bir tepki olarak başladı hareketleri ve “beyaz adam şeytandır' sloganı ile aldı başını gitti, işte bunlar, ilahi takdir geregi, Amerika’daki beyaz adamın dinini de üzerle­rinden atmak gereğini duydular ve kendilerine bir din aradılar, Islâm’ı buldular. Güya Müslüman oldular. Yıllarca, sandalyeler ve iskemlelerle bir konferans salonundan başka bir şey olmayan “mescitlerinde toplandılar. Bir geçiş döneminden sonra yavaş yavaş Islâm’ı gerçeği ile kavramaya başladılar, mescitlerinden sandalye ve kürsüyü attılar, alınlarını secdeye koymaya başladı­lar. Belki elli yıl, isterse Müslüman olsun, bir beyazın mescitleri­ne girmelerine müsaade etmeyen bu “zenci Müslümanlar”, bun­dan sonra, Islâm’ın ne demek olduğunu, özellikle hac ziyaretle­rinde anladıktan sonra beyazları kabul etmeye, daha doğrusu beyaz bir Müslümanla siyah bir Müslümanın renginden dolayı birbirinden ayırmamaya başladılar. O beyaz Müslüman isterse Amerikalı olsun.

Korkumuz oydu ki zalim Amerikalı beyaza karşı “üstün ırk zenci ırkıdır” diye çıkan bu insanlar, bir “zenci-Müslüman” sentezi iddiası ile başımıza ve bütün dünyanın başına bela kesil­sinler. Çok şükür olmadı. Hatta onlar, biliyorsunuz, kendilerine “zenci Müslümanlar” denmesin, işin içine bir ırk kokusu karış­masın için, BILÂLÎ adını aldılar.

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Azı Değil Çoğu Hesaba Katmak

Azı Değil Çoğu Hesaba Katmak“...Bugünün ana ve babaları eskiden olduğu gibi çocukla­rını kendi yaşlılık dönemlerinin bir güvencesi olarak görmüyor­lar. Başlıca amaçlan onları iyi eğitmek, başarılı ve sorumlu yurt­taşlar olarak toplum yaşamına katabilmektir.”

Bu cümlelerle başlayan, başvuru kitaplarının hemen hep­sinde “ecnebi” imzalar taşıyan bir kitabı okumaya başlıyorsunuz. Eser Çocuk Ruh Sağlığı adını taşıyor. Bir dönem “bilim ödülü” de almış.

“Bugünün ana ve babalan” genellemesi ile, Türkçe kaleme alınmış ve yayınlanmış bu kitapta, bir Türkiye ortalamasının söz konusu edildiğini düşünmeniz normal. Ancak “Çocuklarını kendi yaşlılık dönemlerinin bir güvencesi olarak görmüyorlar” yargısı, söz konusu ana-babaların bizdeki ana-babalar olmadığı­nı hemen gösteriyor.

Fakat bu sözlerimizden şöyle yanlış bir sonuç çıkarılabilir.

-Bizdeki ana-babalar çocuklarını yaşlılık dönemlerinin bir güvencesi olarak görmektedir.

Durum çok daha farklı. Yazarın söz konusu ettiği aşama Batı toplumu için geçerli. Bizde ise ana-babalar evlatlarının “mü­rüvvetini görmek” isterler. Bunu umarlar. Bu ise, ana-babanın yaşlılığındaki güvencesini de içine alır, ama tatlı biçimde içine alır ve o kaba maddi çağrışımlardan uzaktır.

Şu düşünceyi geliştirelim:

-Batı milletinin bugünkü refah çağında bireylerin sosyal genlikleri (gelecekleri) sağlanmıştır. Bu sebeple onlar “çocuk- lanm, yaşlılık dönemlerinde kendilerine bakacak kişiler olarak, artık görmemektedirler. Onlardan böyle maddi bir beklentileri yoktur. (Eskiden vardı!) Bu sebeple şimdi başlıca amaçlan onla­rı iyi eğitmek, başarılı ve sorumlu yurttaşlar olarak topluma ka­tabilmektir. işte artık bizde de ana-babalar benzeştikleri Batılı modellerde olduğu gibi, geleceklerini güvence altına aldıktan sonra evlatlarına geleceklerinin güvencesi gözüyle bakmamakta, onların eğitimini ve sorumlu yurttaşlar olarak topluma katılma­larını düşünmektedirler.

Buraya kadar kısmen doğru olabilir. Ama Anadolu’daki ebeveyn çoğunluğunu buradan hareketle, çocuklarına gelecekle­rinin güvencesi olarak bakıyor diye tarif etmek, yukarıda da an­lattık, yanlış bir tespit. Hazır bir şablonu, geleneksel aile düze­nimizin üzerine uydurma gayreti. Kızlarını çeyizi ile evlendiren, erkek çocuğunu geniş ve kuvvetli duygularla bir arada tutulan aile içinde evlendirip aynı evde bir oda ve döşek açan, bu aşa­madan sonra bile bir mecburiyet veya evlat tarafından bir “jest” olmadıkça onun kazancından tencere payı istemeyen ana-baba mı çocuğunu geleceğinin güvencesi olarak görmektedir. Yoksa böyle bir sonuç, böyle bir aile yapısının art niyetsiz tabii bir so­nucu mudur?..

Çocuk Ruh Sağlığının yazan uzun yıllarım Batı’da geçir­miş. Orada ailelerin çocuklarını bilimsel metotlarla yetiştirdikle­rini, ama onlar 18’ ine gelince, onlardan kazanç beklediklerini ve kız erkek aynımı yapmadan evin her türlü giderine katılmaya zorunlu tuttuklarım bilir. Bu ve çoğu buna benzeyen aile içi ana- baba-çocuk ilişkilerinin, Çocuk Ruh Sağlığı kitabının amaçlarına ters düşen sonuçlarından basit biri, Batılı çocuğun ve delikanlının ve giderek yetişkinin aşılmaz yalnızlık duygusudur, Onun için tımarhaneleri dolu, alkolikleri ve intihar edenleri çok, onun için (yalnızlık duygusundan kurtulmak ihtiyaçları ile) küçük yaşta çiftleşmeye başlıyor, ondört yaşına geldiği halde hâlâ bakire olanlara “anormal” gözüyle bakılıyor ve onun için büyüyünce de bütün dünyayı acımasızca sömürüyorlar. Bireysel yalnızlıklarını ve eksikliklerini, diğer ulusları sömürerek kurdukları hegomonyaların  kazandırdığı gururla örtbas etmeye çalışıyorlar.

Hayır, bütün eseri suçlamıyorum. Çünkü devamını okumadım. Buna rağmen eserin daha temelde, konuya yaklaşma yolu seçerken, kendi kültürümüzle ilgili öğeleri sadece bozulmuş gelenekler şeklinde ele aldığını, onların İslâmî temiz kaynaklarını tümüyle ihmal ettiğini düşünebiliyorum.

 

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

Eşit Otomatlar

Eşit OtomatlarBatıda kadınların “eşitliği”, ilerlemenin kanıtları arasında kabul edilen bir başarıdır.

Batılı bu tür başarılarda doğrusu dev adımlar atmıştır: Sokaklarda ellerini ceplerine sokmuş, ağızlarında sigara ile dolaşan kadınlara bakarak, erkekle kadın arasındaki ayırım­ların giderilmesi konusunda daha neler yapacaklarını kestirebi­lirsiniz. Batı bu konuda, “ruhların cinselliği yoktur” şeklindeki bir felsefî görüşü pratikte de gerçekleştirdiği takdirde, yapılacak­lara sonuna gelmiş olacaktır.

Fakat Batı’da da bazıları, övgüyle söz edilen bu ve benze­ri başarılara kuşkuyla bakmaya başladılar.

-Galiba yanlış yapıyoruz, diyor bir yazar.

Bir diğeri:

-“Cinsler arasındaki cinsel sevginin bu eşitlik anlayışı se­bebiyle ortadan kalktığından” şikâyetçi.

Bir başkası işe:

-Ayrı cinslerden eşit kişiler olmaları gerekirken erkekle kadınlar birbirlerinin aynı olmaktadırlar, diye yakmıyor. “Birey­sellik ortadan kalkıyor” diye, bir alarm sesiyle bağırıyor çağdaş­larına. Ona göre herkes kendi gönlüne göre davrandığını sanır­ken, aslında hepsi aynı buyruklara uymaktadırlar.

Bu sonucu doğuran olgu, tıpkı, “kitle üretiminin eşyaları tipleştirmesi gibi, toplumsal akışın da insanların tipleşmesini" is­temesidir, İşte modern anlamdaki eşitlik bu noktada netleşmek­te, yani insanların toplumsal akış doğrultusunda tipleşmesine eşitlik denmektedir.

Bu kısa özetlerden, Batı'da, bu konuda reaksiyonların or­taya çıkmaya başladığı anlaşılabilir. Nice aşamalardan, körü kö­rüne kapılıp gitmelerden sonra da olsa, Batılı düşünürler eşitlik kavramının bir olmaktan çok, aynı olmak şeklinde gerçekleşti­ğini, bunun toplumsal, özellikle ekonomik etkenleri ne olursa olsun, sonuçta, bireyler arasındaki ilişkileri, tabii dinamiklerin­den soyutladığını ve insanları önü alınmaz bir yalnızlık’a sapla­dığını kabul ediyorlar.

Televizyonun bir spor saatinde toplu bir spor gösterisi seyredenler, bu söylediklerimizi düşüneceklerdir.

Erkekli kadınlı binlerce kişilik “koşan bir topluluk”. Belki otuz, belki elli bin kişi. İçlerinde doksanlık ihtiyarlar da, dokuz on yaşındaki çocuklar da var.

İlk bakışta Batı toplumunun ne kadar kaynaşmış olduğu­nu düşündürüyor böyle bir manzara. 50 bin insan hep birlikte 10 kilometre koşacaklar. Daha on binlercesi de yol kenarlarında koşacaklar. Daha on binlercesi de yol kenarlarına dizilmiş onla­rı seyrediyor Bütün kent bütünleşmiş gibi. Akşama, bu koşu, küçük, sevimli detayları da ihmal edilmeden ekrana getirilecek.

Görünüşteki başarı mükemmel. Buradan bakarak hem birlik ve beraberliğin sağlandığını düşünecek, hem de bu insan­ların müzmin psikolojik baskılardan, vehim ve korkulardan, yalnızlık duygularından azade olduklarım sanacağız. Ancak bu gösteriyle ortaya konan başarının suni olduğunu, bu ve benzeri toplu spor faaliyetlerinin “spor malzemesi satan” büyük iş çevre­lerinin kapitalist başarısından başka bir şey olmadığını, aynı anda aynı istikamette koşan elli bin kişiye rağmen, bireylerin ağır yalnızlıklarını sürüye sürüye koştuklarını, zorluk çekmeden an­layabilirsiniz. Zira orada, bireyler, bireyselliklerini yitirmiş ola­rak, otomatlar olarak o gösterinin içindedirler. O gösteriye her­kesin kendi gönlünce katıldığım sanırken, aslında hepsi belli çevrelerden üretilen aynı buyruklara uymaktadırlar.

Bu kadarla da kalmayacak, diğer onbinlerin, milyonların otomatlaşması için birer propaganda vasıtası olarak kullanılmış da olacaklar.

 

Cahit Zarifoğlu - Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »

İlişkilerde Yağlama Yıkama


İlişkilerde Yağlama YıkamaSanayi kesiminde üretimi artırmak için yönetim ve işlet­menin önemi vurgulanmıştır. Teknik üretim sorunları nasıl iyi yönetimlerle çözümlenebiliyorsa, insanlararası sorunlar da iyi yönetimlerle çözümlenebilir deniyor. Bunun için insanın eğitil­mesi gerekmektedir. Bu eğitim sonucunda insan bütün istekleri­ni karşılayabilecek, tatmine kavuşacak ve kullanılmaya hazır ha­le gelecektir.

Anamalcı kafalar için madenler, makineler, zaman, enerji ve insan bir yatırım aracıdır. Kapitalist pazarda önemli bir kalem olan insan, sorunlarını halletmiş olmalıdır. Toplumla barışık ol­malı, insanlarla ilişkileri düzenli bulunmalı ve küçüklerin ezilip gitmesiyle büyüyüp duran dev şirketlerin yöneticilerinin başarı­larında kullanılmak üzere, daima belirlenen standardını muha­faza etmelidir.

Kuvvetin yönetici sınıflar eline geçmesiyle birlikte, çok sa­yıda ve bir arada çalıştırılacak insanlar için duyulan ihtiyaç nasıl giderilecektir?

İzlenen yol insanları, öteki insanlara ve tabiata yabancılaş­tırmak, insanlararası ilişkileri otomatlaştırmaktır.

Hem diğer insanlara yabancılaşacaklar, hem de yığından kopmaya cesaret edemeyecekler.

Çağdaş uygarlığın insanı çekip getirdiği açmaz bu nokta­da. Yığma, yığın içinde çalışmaya ve eğlenmeye (maçlar, tavernalar, şenlikler, festivaller) müzik dinlemeye ve film seyretmeye rağmen yalnızlığını gideremeyen, huzursuzluk ve suçluluk duy­gusunu üzerinden atamayan insan, kişiliğini de bulamamakta­dır.

Bir yazar, kişiliğini bulamayan, kendisi aşmak ve gerçek­leştirmek konusunda özgürlüğe sahip olmayan, otomatlaşmış insanların sevemeyeceklerini, ancak bir sevgi yanılgısı içinde olacaklarım ifade ediyor. Uygar toplumun insanları çocuklarını, anne ve babalarını bile gerçek manada sevmiyorlar. Karı-kocalar da birbirlerini sevmiyorlar. Ancak anamalcı çıkarların sıkı dene­timinde ve uyumlu kişiler olmaları için gördükleri eğitimin tesi­rinde kalarak birbirlerine karşı görevlerini yapıyorlar.

İşte gerek kan kocanın birbirlerine davranışı, gerekse ana- babaların çocuklarını nasıl eğitecekleri konusunda piyasaya sü­rülmüş kılavuz kitaplar, onlara nasıl mutlu ve uyumlu olunacağını anlatıp duruyor. Cinsel teknikler öğrenilince evliler mutlu olacaktır. Birbirlerine anlayışla davranacaklardır. Çocuklarının eği­timi konusunda karşılaşacakları problemlerin çözümü için hazır reçeteler veren kılavuzlar, iş ararken, iş verirken, diğer insanlara nasıl davranılacağını, onların nasıl tartılıp ölçüleceğini anlatan kılavuz kitaplar, kişileri, şahsiyet kazanmaktan önce, bir takım kalıpları, paketleri bellemeye, gerektiğinde onları ilişki adına or­taya açmaya mecbur tutmakta.

Bütün bunlarda ön planda olan şey hesaplar, çıkarlar, uyum ve mekanik alışveriş, kapitalist çarkın takırdamadan yol almasıdır.

Ne uhrevî bir duygu, ne Allah'a karşı mevcut olan bir so­rumluluğun yerine getirilmesi, ne öte dünya korkusu. Bütün bunlar görmezlikten gelinmiştir. Böyle olunca da, inkar edilse bile doğuştan var olan manevi ihtiyaçların dikkate alınmamış olması, kişiyi başka tezahürleriyle bir hastalık gibi sarmakta, korkutmaktadır.

Huzursuzluğuna gerçek teşhis konulamayan, (zira doktorlar da, derman aranan dostlar da ellerindeki maddi paket demetleriyle çare arıyorlar) yalnızlaşan insan, kaçacak delik arıyor ve onu da eğlenmede buluyor. Huzursuzluğunu kusacak maçlar, anarşik dalgalanmalar, festivaller, filmler ve meyhaneler buluya ve oralara sığınıyor.

 

Cahit Zarifoğlu,Zengin Hayaller Peşinde
Devamını Oku »