Tanzimat döneminde, Batıda birçok büyük roman varken Telamak’ın çevrilmiş olması da ilginçtir. Yusuf Kamil Paşa bir yazar veya romancı değildir, onun için de seçimi bir roman olmaktan çok bir eğitim kitabına yöneliktir. Yani o, Telemak’ı roman olduğu için değil, eğitim kitabı olduğu için çevirmiştir. Fenelon, romancı olarak da yazar olarak da kendi ülkesinde (Fransa) bile çok okunan bir yazar değildir. Dolayısıyla çeviride amaç toplumu eğitmektir. Bu anlayış yerli romanlarda da kendini göstermiş, Tanzimat romancılarında bir amaca, bir ideale dönüşmüştür. Bunun için de romanlarında yaratılan tipler hem doğudan, hem batıdan izler taşır; ne tam anlamıyla batılı ne tam anlamıyla doğulu (Osmanlı) dur. Yazarlar, Batılılaşma karşısında sarsıldıkları, şaşırdıkları için kahramanları da şaşkın tiplerdir. Kahramanlar yapay ve ruhsuzdur. Belirli bir amaca yönelik üretildikleri bellidir. Batı’dakinin aksine, kahramanlar hayattan alınmamış, toplumu yönlendirmek, şekillendirmek amacıyla üretilmiş tiplerdir. Namık Kemal’in (İntibah/Ali Bey) ve Ahmet Mithat’ın (Felatun Bey, Rakım Efendi vb.) kahramanları yaşayan değil, yaşaması istenen tiplerdir. Romandan hayata geçişin yollan aranmaktadır. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Toplumun roman kahramanlarını benimsemesi, onlara benzemesi ya da kahramanların hayatıyla benzer bir hayatı yaşamayı düşünmesi için eserlerin de cazip hâle getirilmesi gerekmektedir. Onun için yazarlar, bir yandan klasik Doğu hikâyelerinin içeriğinden yararlanma (intibah. Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden esinlenerek yazılmıştır. Dino-1978-35) yoluna gitmiş, diğer taraftan da toplumun merakını alevlendirecek mahrem ve yasak konuların anlatımına ağırlık vermişlerdir. Özellikle, ‘aşk’ mahrem iki kişi arasında yaşanan bir duygu olmaktan çıkarılarak, Batı’daki benzerleri gibi sıradanlaştırılmış, hatta cinselliğe indirgenmiştir. Bunu yaparken ilk dönem romancıları, geçmiş edebiyatımızı gerçekçi olmamakla, ayaklan yere basmamakla itham etmiş; buna karşılık kendilerinin daha hayata dönük eserler verdiklerini iddia etmişlerdir. Pek çok konuda olduğu gibi buna da ıslahat gözüyle bakılmış, ‘edebiyatın hali dahi mülkümüzde ıslahına ihtiyaç olan nekayıs (eksiklikler) cümlesinden değil midir? (N. Kemal-Bilgegil-22) toplumun Batılı olması için yazarlar toplum mühendisliğine soyunmuşlardır. Ellerinde malzeme olarak basın ve edebi türler vardır.
‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık etmesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk serüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bildikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşılamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)
Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal refleks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.
‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Necip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)
Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk geleneğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracaklarını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatinden sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gibi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:
Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim
Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten
(kaside)
Osmanlıyız can veririz nam alırız biz
gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.
'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili olmuştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Masonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)
Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini geleneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay olmadığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) taşıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.
Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »
‘İlk romancılarımızın, kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikayelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık etmesi ne kadar imkansızsa evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk serüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bildikleri eski halk hikayelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşılamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alman kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. ‘(Moran-1991/1-36)
Tanzimat döneminde yazarların dikkate almak durumunda oldukları toplumsal refleks yaklaşık yirmi yıl sonra tamamen ortadan kalkmış; günümüzde bile yaşanması zor olaylar, romanların konusu olmuştur. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’da anlattığı aile içi ilişkiler, ancak bir Fransız ailesinde olabilir. Eserin bayan kahramanı Bihter, Emma Bovary’nin yerli versiyonudur. Eylül ise bir başka tutarsızlığı beraberinde getirir.
‘Mehmet Rauf, aşk ve evlilik konusunda da bazı yeni şeyler söylemektedir. Necip ile Suat’ın gayrimeşru aşklarını hoşgörmek hatta yüceltmekle, evliliğin kurumsal ve ahlakı görünümüne karşı kişisel ve duygusal yanım vurgulamaktadır.’ (Belge- 1998-345) Çağdaşlaşma adına en mahrem oluşumlar bile ifşa edilmeye başlanır. Çünkü eserde anlatılan, M. Rauf un, Tevfik Fikret’in hanımına duyduğu, Necip’in- kine benzer bir aşktır. ‘Bu uğurda başına çok şey gelmiş, aşk hayatının en önemli olaylarından biri olmuştu. Eylül’ün çok iyi yazılmış bir roman olmasında bu kişisel yaşantının şüphesiz bir payı vardır’ (Belge-1998-347)
Tanzimat yazarları çelişkili ve sağlıksız insanlardır. Hemen hepsi Jön Türk geleneğinden geldiği için kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak görmektedirler. Ama neyi kurtaracaklarını kendileri bile bilmiyorlardı: hepsinin ortak düşmanı ‘padişah’tı. Bu düşmanlık, padişahların şahsından çok, onların temsil ettiği kuruma karşıydı. Arka planda ise Avrupa ve -Ahmet Paşa’nın torunu Mustafa Fazıl Paşa vardı, Osmanlı yıkılsın da ne olursa olsun gibi bir anlayışla yola yıkmışlardı. Abdülazizin Paris seyahatinden sonra hepsi İstanbul'a dönmüş ve devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardır. Dün padişaha şovenler, bugün ‘padişahım yok yaşa’ diye sokaklarda yürüyen insanlar olmuştur. Bir yönüyle batıcı, meşrutiyetçi olan isimler diğer yandan İslamcı olmak gibi bir niteliğe de sahiptirler. ‘Hürriyet, şiirleri döktüren N. Kemal aynı zamanda:
Biz ol nesl-i kerim-i dude i Osmaniyiz kim
Cihan-giraane bir Devlet çıkardık bir aşiretten
(kaside)
Osmanlıyız can veririz nam alırız biz
gibi şiirler söylüyordu. Aynı N. Kemal ‘Renan Müdafaanamesi’ni yazıyordu, aynı zaman da ‘mason’du.
'Osmanlı 18. yüzyıl üst tabaka kültürüne baktığımız zaman bunların içinde İslami inançları -muhtemelen tasavvuf yoluyla- bir çeşit hümanizme çevirdiklerine işaret eden kanıtlar buluyoruz. Ancak, bu eğilimler hakkında bugün çok az bilgiye sahibiz. Muhtemelen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Batılılaşma’sında bu eğilimler etkili olmuştur. Gene bir ihtimal, Tanzimat düşünürlerinin bir kısmında gördüğümüz ‘Masonluğun bu akımlardan kaynaklandığıdır’. (Şerif Mardin- Türkiye Ans. C2/s.98)
Çok yönlü çelişkiyi bünyesinde barındıran Tanzimat romancıları ‘Kendilerini geleneklerine bağlı, uygar birer Müslüman olarak gören bu Osmanlı aydınlarına göre hem Batı örneğine bakarak çağdaşlaşmak hem de dinine bağlı bir Osmanlı olarak, kalmak mümkündür.’ (Moran-91-17) Ama zaman, olayın böyle ve bu kadar kolay olmadığını göstermiş, bünyesinde intiharlar da (Pozitivist ve Naturalist Beşir Fuad) taşıyan çağdaşlaşma bir türlü gerçekleşmemiştir.
Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı