Said Nursi Çağdaş İslam Düşüncesinde Bir Milad




Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır.

Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.

Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok.

– Bu abartımı?

Şimdi söyleyeceğim:

-Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
-Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey!

Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
-Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım.
-Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.

Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği iman hakikatleri tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.

Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı.
Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum.


Muhterem Hocam, Bediüzzaman Hazretlerini, Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin eserleri Risale-i Nurlarla ilk gençlik yıllarımda tanıştım. O zaman okuduğumda hiç bir şey anlamadığımı şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum.

Bediüzzaman’ın hala bu şekilde anlaşıldığını düşünüyorum. Anlaşılmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Bediüzzaman ‘mana-yı ismi, mana-yı harfi’ diyor ya… düz bir algılama, okuma biçimi var. Bu algılama biçiminin ötesine geçemediğimi fark ettim daha sonra.

İmam Hatip’in ilk yıllarından itibaren,hatta İmam Hatip’ten önce de baya ciddi okuma yapardım. Çağdaş düşünce, çağdaş İslam düşüncesi, sonra edebiyat sanat okumaları…

O dönemde Beziüzzaman Hazretleriyle kurduğumuz ilişki, fikri bir ilişkiye dönüşmedi. Bunun nedenleri ne olabilir diye düşünüyorum; Bediüzzman’ın avami okunmuş, algılanmış olması. İslami kesimlerin de Risale-i Nurlara mesafeli davranması…

Fakat bu, benim Risale-i Nurlarla ilişkimi etkilemedi.Ama Risale-i Nurların fikri boyutunu kavramamı engelledi. Tabi o dönemde Risalelerin çapını anlamak da zordu açıkçası; onu da söyleyeyim. 20 yıl sonra 2000’li yılların başında Risale-i Nurları yeniden okumaya başladığım zaman başka bir şey çıktı karşıma.

Kişinin, insanın kendisini yetiştirebilmesi için önünü açacak, kendisine öncülük yapacak insanlara ihtiyacı var;bu bir arayış. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir toplum var. 60’ların ortaları ve 70’lerden itibaren İslami eserlerin çeviri hareketleriyle İslami entelektüel yapı oluşmaya başladı. 80’lerden sonra artık cemaatler arasındaki ilişkiler biraz daha birbirinden beslenen ilişkilere dönüştü.

Belki benim Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları yeniden okumamda bunun kısmi bir etkisi oldu.

Biz bu dünyaya ne söyleyeceğiz?

Bizim bu dünyaya söyleyeceklerimizin olması lazım. Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa bu dünyada yaşamamızın da bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bizim kendi kaynaklarımızdan yola çıkarak hem dünyanın karşı karşıya kaldığı temel varoluşsal sorunları hem de İslam dünyasının yaşadığı medeniyet krizinden sonraki temel sorunları anlamamızı ve aşmamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliriz, nasıl bir yolculuk yapabiliriz: Fikri bir yolculuk. Bu sorunların izini sürünce, ister istemez Bediüzzaman çıktı karşıma.

Bediüzzaman’la alakalı ilk yazdığım yazıda söylemiştim. 2006 olması lazım. “Anahtar Bediüzzaman’dadır”.

O yazı Türkiye’deki entelektüel çevrelere Bediüzzaman’ın ulaştırılması açısından önemli bir yazı. Bediüzzaman’ın hem İslami çevrelere hem de İslami olmayan çevrelere ulaştırılması, iletilmesi açısından baya işe yaradı. Arkasından o süreçte Bediüzzaman ve eserlerine dair ard arda 8-10 yazı yazdığımı hatırlıyorum.


Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek yaşadığı dönemdeki, gerekse kendinden önce yaşamış olan alimlerden farklı yönleri nelerdir?

Çağdaş Müslüman düşünürlerden bütün İslam dünyasına etkileri olan iki şahsiyet var. Biri İkbal, birisi Bediüzzaman. İkbal İngilizce yazdığı için yaygın. Bediüzzaman Hazretleri 10-15 senedir biraz daha Türkiye’nin dışında ilgi görmeye başladı.

Ama bence henüz düşünce dünyasının ufuklarına taşınmadı. Bu bizim için en büyük sorumluluklardan bir tanesi.
Bediüzzaman’ın, bizim Müslümanca bir zihne kavuşabilmemiz fikrini hallettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın, çağdaş İslam düşüncesinde bir milad olduğu tezini öne sürüyorum.

Bediüzzaman’ın çağdaş İslam düşüncesinde milad olmasından kastettiğim şey, önce, kendisinden önceki bütün bir İslam düşüncesi fikriyatını ve fiiliyatını sil baştan tasvir, tarif ve tahlil etmiş olması ve sonra da, kendisinden sonraki kuşaklara İslam düşüncesinin nasıl bir görünüme, muhteva ve forma sahip olabileceğini göstermiş olmasıdır. Bediüzzaman’a bu açıdan fazla yaklaşılmış değil.

Neden anahtarın Bediüzzaman’da olduğunu gösteren en önemli şey bu?

Her insan çağının çocuğudur.Bize bir şey söyleyecek olan düşünür çağının ağlarını, bağlarını, kavramlarını, aşabilen ve çağ açabilen düşünürdür. Çağının ötesine taşabilecek yolculuk yapabilen bir düşünürdür.

Bediüzzaman, hem insanlığın sorunlarına ilişkin hem de Müslümanlığın insanlığa ne verebileceği meselesine ilişkin ortaya esaslı bir külliyat, fikriyat koyan kişidir.

Bediüzzaman’ı çağının çocuğu yapan, çağının düşünürü yapan, klasik dönemdeki Müslüman mütefekkirlerden ayırt eden, dolayısıyla bize hitap etmesini sağlayan şey; çağının temel varoluşsal sorunlarını, entelektüel sorunlarını, felsefi sorunlarını, ahlaki sorunlarını kavramış birisi olmasıdır.

Bu yüzden deizmin bütün insanlığı bir felakete sürükleyeceğini görüyor. Bu çok önemli!

Bediüzzman’ın bize, çağımıza, dünyamıza -sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa- ne söylenebileceğini göstermesi açısından burası önemli.

Bediüzzaman’ın çağdaşı olan diğer Müslüman düşünürlerden ayrılan en önemli yanı, bizim klasik İslam düşünce geleneğinin son halkası olmasıdır. Biz şu an aslında bu gelenekle irtibatı koparmış durumdayız. İslam’ın ilim, irfan, hikmet geleneğiyle irtibatını koparmış durumdayız.

İlim, irfan, hikmet diyoruz ama bu kavramların içini de boşaltmış durumdayız. O yüzden bizim İslam düşünce geleneğiyle ilişkimiz sakatlanmış durumda. Biz,İslam düşüncesini bilmiyoruz. Sıkıntı orada.

Çağın bizim için ağ olduğunun, ağa dönüştüğünün farkında değiliz.“Çağ Körleşmesi”, “Semantik İntihar” diyorum, bundan kast ettiğim şey şu;

Çağ körleşmesinin bize sunduğu çıkmaz sokaklardan;

Birincisi; bütün insanlığın Batıya mahkumiyetidir.
İkincisi; bütün insanlığın kendinden mahrumiyetidir.
Yani bütün insanlık batılı, seküler, kapitalist bir düşünceye, var olma biçimine hapsolmuş durumda şu anda. Ekonomik, kültürel, entelektüel sınırlar ortadan kalktı. Küresel ölçekte hareket ediyoruz artık. Dünya küçüldü.Ama ölçeğin büyümesi ufkun genişlemesini doğurmadı. Tam tersine ölçek büyüdü, ufuk daraldı.

İnsanlar atomlara haps oldu. İnsanlar kendi dünyalarına, kendi fetişlerine, kendi hız ve haz ayartılarına haps oldu. Bütün dünyada yayılan kültür bu! Özellikle Amerikan kültürü üzerinden yayılan kültür, popüler, burger kültür bu. Yani bir anileşme bir tektipleşme öğretti. Bütün dünyanın Amerikanlaşması diyebiliriz buna. Bütün dünyanın sığlaşması!

Bediüzzaman Hazretlerini farklı kılan en önemli etken ise ümmileşmiş olması.

Batı uygarlığının insanlığı getirdiği noktayı, çağ körleşmesini aşabilmemiz için bizim ümmileşmemiz lazım. Ümmileşmekten kast ettiğim şey ise, bu çağ körleşmesinin bizi ağlarına haps eden prangalarını fark etmek. O prangalardan kurtulmak, hakikate -neyse o olarak- nüfuz edebilmek.

Şu an insanlık böylesi bir şeyden yoksun ama biz bütün insanlığa, “hakikate nüfuz edebilecek bir yolculuk” armağan edebilecek kanatlara sahibiz. Ben o yüzden şunu söylüyorum: “Bugün dünyaya söylenebilecek tek bir söz var. İnsanlığın ihtiyacını hissettiği tek bir söz var. O sözü söyleyecek olan biziz. Ama biz yokuz!” Avamın, havasın ve havassu’l-havassın ümmileşmesi.

O yüzden burada Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin inanılmaz bir şekilde önümüzü açabileceğini bilmemiz lazım.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, çok zorlu bir dönemde fakat çağa damgasını vuran bir eser ortaya koydu. Risale-i Nurları telif etti. Risale-i Nurların İslam düşünce tarihindeki yeri nedir?


Çağımızda sadece Bediüzzaman Hazretleri’nin geliştirdiği iki dil var.

Birincisi şu: Bediüzzaman Hazretleri bütün İslam düşünce geleneğini deşifre etmiş birisidir. Şifresini çözmüş birisidir. Bunu çağdaşı düşünürlerde başarmıştır belli ölçüde.
Kimi kastediyorum? Mustafa Sabri Efendi’yi kastediyorum.
Kimi kastediyorum? Elmalılı Hamdi’yi kastediyorum. Mehmet Akif’i, Filibeli Ahmet Hilmi’yi, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Ahmet Cevdet Paşa’yı, Said Halim Paşa’yı kastediyorum.

Ama ikincisini hiçbiri yapamamıştır, sadece Bediüzzaman yapmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin kurduğu ikinci dil; bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek yeniden-kurulmuş, yeniden inşa edilmiş bir dildir.

Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslami bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.

Kur’an’dan aldığı ilhamı, Kur’an’dan devşirdiği ruhu üflemiş ve yeni bir dil kurmuştur.

Yani Bediüzzaman Hazretleri’nin dilinin, Risale-i Nur külliyatının dilinin, Kur’an’ın dili olması meselesi biraz böyle bir şeydir. Eğer Bediüzzaman Hazretleri İslam düşünce geleneğini bilmemiş olsaydı, Kur’an’la doğrudan irtibat kuramazdı. Bu çok önemli bir şey! İslam düşünce geleneğini bilmeden doğrudan Kur’an’la irtibat kurmaya çalışanların hallerini görüyoruz. Ortaya çıkan vaziyeti görüyoruz. Yaşar Nuri Luther’ler ortaya çıkıyor.

Bediüzzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslami ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefi sorunlarına derinlemesine ve vukufiyetle vakıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır.

Ve her bakımdan anahtar ondadır. O yüzden, İslam’ın kapısını, İslam düşüncesinin kapısını, İslam medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, yeni İslami bir dil -esaslı bir duyuş, duruş, düşünüş, söyleyiş, yaşayış, kısacası varoluş biçimi- geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.

Bir dil, Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakiki bir dildir. Ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.

Bizim Bediüzzaman’ı avami bir şekilde anlama çabasını artık bir tarafa bırakmamız lazım. Bediüzzaman, eserlerini sadece avam için yazmış değildir. Bediüzzaman heves için yazmadığı gibi, havas için yazmıştır. (Biraz esprili olsun diye böyle söyledim.) Risale-i Nur külliyatının havas ve havassu’l-havas düzeyinde de anlaşılması lazım. Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur Külliyatı’nın dünyanın düşünce ufkuna taşınması böylelikle olabilir. Öbür türlü mümkün olmaz.

Bütün büyük düşünürler, mütefekkirler çağ açan ve çağını aşan bir eser ortaya koymuşlardır. Aslında ilk bakışta çok sade bir metin sunarlar önümüze. Birazcık derinlemesine nüfuz etmesini bilirsek, derinlemesine nüfuz edebilecek duruma, bir düzeye ulaşabilirsek; aslında o sadeliğin arkasında müthiş bir deruniliğin şifrelendiğini görürüz, gizlendiğini görürüz.

Birinci Lem’a iki buçuk üç sayfalık bir metin ama böyle bir metin İslam düşünce tarihinde yok. Bu abartımı? Şimdi söyleyeceğim:
-Birinci Lem’a’dan biz hem İslam düşüncesinin hem çağdaş Müslümanların temel sorunlarının ne olduğunu anlayabiliriz.
-Birinci Lem’a’dan çağımızda karşı karşıya kaldığımız sorunların nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bir tarih felsefesi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bizim bu dünyaya söyleyebileceğimiz sözü nasıl söyleyeceğimizi gösteren bir estetik teorisi geliştirebiliriz.
-Birinci Lem’a’dan bir belagat teorisi geliştirebiliriz. Bu inanılmaz bir şey! Birinci ve İkinci Lem’a’yı sürekli dönüp dönüp okurum. Bir türlü tükenmiyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu ikinci dil, yeniden İslam düşüncesini şifrelemiş olmasıdır. Yeni bir İslam tefekkür dili kurmuş olmasıdır, bunu şifrelemiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın eserlerinde sistematik bir yapı yok. Belki bu yüzden biraz anlaşılamıyor.

Sistematik olmaması Risale-i Nur Külliyatı’nın bir açmazı değil, avantajıdır. Sistematik olmaması bizim için metnin zenginliği anlamına gelir. Sistematik bir metin şu şudur, bu budur diyecektir.

Sistematik olmayan bir metin daha sembolik, daha metaforik, daha deruni, şifreli bir dil kullanacaktır. Büyük kriz zamanlarında sistematik düşünürler bizi yanlış yerlere sürükler. Büyük varoluşsal kriz zamanlarında bize ihtiyaç olan düşünürler sistematik olmayan düşünürlerdir.

Bu metinle bugünden geçmişe, bugünden geleceğe doğru yolculuk yapabiliriz. Bunu Mesnevi-i Nuriye’nin bütününde görüyoruz. Aslında Bediüzzaman da bunu yaptığının farkında.
Peki, sizce İslam medeniyetinin yeniden ihyasında Risale-i Nur nasıl bir rol üstlenir?

Bediüzzaman Said Nursi’nin hem İslam düşünce geleneği içindeki yeri hem de insanlık düşünce geleneği içindeki yeri, üçüncü olarak da içinde yaşadığımız çağın düşünsel birikimi içindeki yeri anlaşıldığı ve keşfedildiği zaman nasıl kilit bir rol oynayacağını görebiliriz.

Müslümanlar, yaklaşık iki asırdan bu yana tarihlerinde tanık oldukları ikinci büyük medeniyet buhranı ile karşı karşıyalar.

Birinci medeniyet buhranı, 12. ve 13. yüzyıllarda İslam medeniyetinin Doğu havzasında Bağdat’ın Haçlı saldırıları ve Moğol istilasıyla birlikte düşmesiyle; Batı havzasında yine aynı zaman dilimi içinde Endülüs ve Mağrip’te önce büyük iç siyasi kargaşaların patlak vermesiyle, ardından Kurtuba’nın düşmesiyle birlikte yaşanmıştı.

Birinci medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı. Bu buhran, Osmanlı’nın bütün İslam dünyasını itikadi, içtimai ve siyasi olarak aynı anda birleştiren bir meydan okuma geliştirmesiyle birlikte aşıldı.

Birinci medeniyet buhranının yaşandığı zaman aralığı, İslam düşüncesinin Gazali ve Razi geleneğinde oluşumunu tamamladığı, kıvamını bulduğu ve dolayısıyla antik Yunan düşüncesi ve diğer medeniyetlerin düşünce geleneklerinden tam anlamıyla bağımsızlaşarak özgünlüğünü kazandığı bir zaman aralığıydı.

Medeniyet buhranının yaşandığı bu zaman aralığının Mağripte olmasına rağmen Gazali-Razi geleneğinde yetiştirdiği ve yaşanan medeniyet buhranını tasvir, tarif ve tahlil eden en büyük düşünür tarih felsefecisi İbn Haldun’du. İbn Haldun, geliştirdiği “asabiye” teorisi ve “umran ilmi” metodolojisiyle yaşanan medeniyet buhranının nasıl aşılabileceğinin ilkelerini sunmuştu.

Yaşanan medeniyet buhranı, siyasi bir buhrandı ve İbn Haldun da meseleyi asabiye teorisiyle tam da yaşanan buhranın kendisini tezahür ettirdiği sorun alanları üzerinden kurmuştu. İbn Haldun’un çıkış yolu önerisi, Mağrip’te ya da Maşrık’ta değil, Osmanlı’da karşılığını bulmuştu.

Osmanlı, itikadi, içtimai ve siyasi toparlanma, yekvücut olma ve bütünleşme projesiyle bugünkü İslam dünyasının “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” omurgasını çatmış ve böylelikle, bu üç dinamiğe dayanan bu omurga üzerinden geliştirdiği meydan okumayla İslam medeniyetinin yaşadığı birinci büyük buhranı aşan bir medeniyet hamlesi ve atılımı üretmişti.

Son iki-üç asırdan bu yana yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranı ise, nedenleri bakımından siyasi bir buhran değil, İslam’la ve hakim seküler paradigma ile aynı zamanda yaşanan epistemolojik ve ontolojik kopuş biçiminde ortaya çıkan daha derin bir medeniyet buhranı.

İslam tarihinde yaşadığımız ilk sarsıcı fetret dönemi. Hem İslam’la, hem de hakim seküler paradigmayla çift yönlü bir temassızlık yaşadığımız, İslam’la ve hakim paradigmayla kurduğumuz ilişkinin simülatif -sığ, sathi ve sahte- bir ilişki olarak tezahür ettiği bir fetret dönemidir bu ikinci büyük medeniyet buhranının bizi getirip bıraktığı nokta.

Dolayısıyla siyasi çöküş, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranının nedeni değil, epistemolojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur.

Şu an ihtiyacını hissettiğimiz düşünür profili, bize siyasi bir “çıkış yolu” sunacak bir düşünür profili değil; epistemolojik ve ontolojik kopuşu tasvir, tarif ve tahlil ederek bu kopuşun nasıl aşılabileceğini gösterebilecek çok yönlü bir düşünür profilidir.

İşte Bediüzzaman Hazretleri, bu düşünür profilinin en önemli, en velut ve düşüncesinin çapı ve derinliği hala yeterince keşfedilemeyen ve önümüzdeki bir veya iki kuşak sürecinde çarpıcı şekillerde ancak keşfedilebilecek olan yegane temsilcisidir.

Nasıl ki, birinci medeniyet buhranını İbn Haldun’un geliştirdiği tarih felsefesi üzerinden aşmayı başardıysak; aynı şekilde, yaşadığımız ikinci medeniyet buhranını da, Bediüzzaman’ın varlığın, eşyanın ve hakikatin sil baştan Müslümanca bir bakış, duyuş, duruş, kavrayış ve düşünüşle anlamlandırılması için önerdiği “iman hakikatleri” tasavvuruyla aşabileceğimizi düşünüyorum. Benim bu fikri geliştiriş noktam da burası zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin bizatihi kendisi.

İkinci büyük medeniyet krizi sürecinde ilim, irfan, hikmet yani alim, arif ve hakim süreçlerinde ve sütunlarındaki rol, bugün çağımızda en muhkem şekilde, en sofistike şekilde Bediüzzaman tarafından oynanıyor. Yani Bediüzzaman Hazretleri Gazali’nin ilim sütununda yaptığını, İbn Arabi’nin irfanda yaptığını, İbn Haldun’un hikmette yaptığı yolculuğu alim, arif ve hakim şahsiyetleri ile şahsında bütünleştirmiş tek kişi.

Asıl mesele bu. Mesnevi-i Nuriye kilit rol oynuyor burada. Enteresan bir kitap Mesnevi-i Nuriye. Mesnevi-i Nuriye milad bence. Risale-i Nur Külliyatı’nın miladı. Kendisinden önceki dönemi de temsil ediyor kendisinden sonraki döneme de hazırlıyor. Bu benim yorumum. Hem alim hem arif, hem hakim Bediüzzaman’ın özelliklerinde bir eser gibi. Ben Mesnevi-i Nuriye de öyle bir şey görüyorum açıkçası.

Medresetü’z-Zehra projesi çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri’nin “Vicdanin ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözlerini size göre nasıl anlamalıyız?

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bilim felsefesini en güzel şekilde yapmış bir alim. Batıdaki bilimin nasıl ilahi boyutlardan arındırılmış, ilahi ilkelerden arındırılmış, seküler bir bilim olduğunu acayip bir şekilde tartışıyor zaten. Bediüzzaman Hazretlerinin nebevi bir verasetin sahibi olduğunu bilmemiz lazım. Bediüzzaman Hazretlerinin düşüncesinin nebevi bir düşünce olduğunu kavramamız lazım.

Risale-i Nur Külliyatı’nı bir bütün olarak anladığımız zaman Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan İslami ilimlerle Batı biliminin birleşmesini kastetmediğini anlayabiliriz. Bu uyduruk bir şeydir.

Burada bence asıl kastedilen; bir medeniyet fikrinin geliştirildiğini, İslam medeniyetinin neşv ü nema ettirecek bir ilim geleneği kurduğumuzu düşünün; bu geleneğin içinde Tarih de var, Fizik de var, Matematik de var, Metafizik de var, Kur’an’dan Hadis’ten beslenen ilimler de var.

Biz, ilim geleneğimizle irtibat kuramadık daha. Asıl mesele bu.


Bediüzzaman Hazretleri’nin öyle bir sıkıntısı yok. Bediüzzaman Hazretleri’nin böyle bir sıkıntısı varmış gibi algılıyoruz aslında. Bediüzzaman Hazretleri’nin kastettiği şey; pergelin ayağını vahye sabitleyerek pergelin diğer ayağı ile bütün ilim geleneklerine, medeniyet tecrübelerine açılmak. Batı bilimini olduğu gibi almak değil. Olduğu gibi alıp mezc edemezsin. Bediüzzamanın çatır çatır tartıştığı bilimin felsefi sorunlarını, Batı felsefesine ilişkin kurduğu cümleleri anlamamışsın demektir. Bir şekilde göz ardı ediyoruz demektir. Düz bir İslam ve Batı bilimi sentezi değildir yani. Bediüzzaman Hazretleri’nin dayandığı nebevi zemini iyi görmemiz lazım.

Yapılan yanlışlıklardan biri de şuydu; “Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı modern bilime doğrulatıyor”. Bediüzzaman Hazretleri pozitivist dolayısıyla… böyle bir algılama biçimi var. Bu çok yanlış. Bediüzzaman Hazretleri kevni ayetleri okuyor. Yaprağın, ağacın, toprağın, insanın, kainatın muazzam işaretler, deliller sunduğunu, esmanın nasıl tecelli ettiğini anlatıyor. Bu kevni ayetler ile pozitif bilim aynı şeyler değil.

Biz bir şekilde pozitif bilimi kevni ayetlerden yararlanarak okuyabiliriz ama bu ayartıcı bir şey. Yapılan hata şu: “Bilim şunu ortaya koymuştur. Kur’anda bunu söylemiştir.” Bilim geçicidir. Hele modern bilim seküler bilimdir. Bunun altını çiziyorum bu çök önemli bir şey. Bugün bilim üniversal bir şey değil. Karl Popper bilimin yanlışlanabilirliğine özellikle dikkat çekiyor. Yani yanlışlanabilen şey bilimdir. Kur’an’ın, vahyin evrensel yapısını seküler bilime, yanlışlanabilir, değişken bir yapıya doğrulatma çabası çok tehlikeli bir noktaya çıkartır bizi. Asıl sıkıntı bu.

Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasında kabul gürmüş bir alim olduğu halde -Türkiye’den çıkan bir alim olmasına rağmen- Türkiye’de yaşayan aydınlar Risale-i Nurları tanımakta ya da kabullenmekte neden bu kadar geç kaldı? Özellikle de akademik camia…

Risale-i Nur ile irtibatı olanların sistem tarafından işkenceye tabi tutulması, yasaklı hale getirilmesi Türk entelijansiyasının biraz ürkmesine yol açtı. Uzak kalmasına yol açtı. Seküler kesimler hiç ilgilenmedi. İslami kesimler de biraz korktu herhalde.
Diğer İslami kesimlerde ve İslami entelektüel camiada Risale-i Nurlara ilgisizliğin sebebi Risale-i Nurların avami bir kitap olduğu zannedilmesi. Bir fikri boyutunun, derinliğinin insanlığa verebileceği, insanın tefekkür yolculuğuna kazandıracağı şeyin görülememiş olması ve ihmal edilmiş olmasıdır.

Bediüzzaman’a konan bu pranga, entelektüel duvarın yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında yazdığım yazıların şöyle bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. En azından Bediüzzaman’la ilgili ön yargı yıkıldı. Hem İslami entelektüel çevrede hem de diğer entelektüel çevrelerde ön yargıların yıkıldığını düşünüyorum. Gazetede daha çok teorik yazılar yazdığım için bütün çevrelerin okuduğu yazılar çıkıyor.

Peki, özellikle İlahiyat camiasının ilgisizliği hakkında ne söylersiniz?


Risale-i Nurlarla ilgilenmiyorlar, ilgilendikleri zamanda avami bir şekilde ilgileniyorlar. İster ilahiyattan olsun ister ilahiyatın dışından olsun herhangi bir profesör arkadaşın Risale-i Nur’dan anladığı şeyle ortalama birinin Risale-i Nur’dan anladığı şeyin çok da farklı olduğunu görmedim ben. Böyle bir arıza var. Burada ilahiyatların vebali çok büyük. Sadece Risale-i Nur için değil, İslam düşüncesinin, İslam düşünce geleneğinin anlaşılmasında da vebali çok büyük.

Risale-i Nurlar önümüzde ve biz Risale-i Nurlardan İslam düşüncesine yeniden gidebiliriz. Risale-i Nurlar İslam düşünce geleneğinin sorunlarını yeniden görmemizi, çağın sorunlarını görmemizi ve okuyabilmemizi sağlayabilir. Bu anlamda ufkumuzu açabilir.

Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Her insan, çağının çocuğudur. Bir düşünür de çağının çocuğudur. Bir düşünürün çağının ağlarından kurtulması yeni bir çağ açması ile mümkündür. Bediüzzaman bu açıdan kilit roldedir. Bu açıdan ilgi görmesi gerekir.

Yusuf Kaplan / Mülakat: Muhammed SEMİZ
Kaynak : İrfan Mektebi
Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han




Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.

5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12
- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:




23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455

Devamını Oku »

Ali Ulvi Kurucu (r.h) Said Nursi (r.h) ”Tarihçe-i Hayat’ Adlı Eserine Yazdığı Önsöz


Bediüzzaman Said Nursi “tarihçe-i hayat” adlı eserin başında Ali Ulvi Kurucu RH..Üstad hakkında yazdığı bu muhtasar yazı; hem mahiyet hem hakikatin tezahürü hem ilmi bir cepheden bir hayata bakışın hülasa niteliğinde çok manidar ifadelerle dolu muarrif bir aynasıdır…

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ

Önsöz

(Bu Önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.)

Büyük İkbâl’e ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip aziz hâtıraları anılırken, insan başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh, en geniş âlemlere yerden.

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,

Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.

Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.

Bir kitabın mukaddemesini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir?

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî tecellilere mazhar olan bam başka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka zor gelmez.”

• • •

Gayesinin ulviyetinden, dâvâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlâhî hâdiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:

“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan müessesesinden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlâhî bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, âlicenap, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa, bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece de mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanu’l-Enbiya Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra Onun halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

• • •

Peygamber Efendimiz, şu 1 اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câzkâr belâğatleriyle beyan buyuruyorlar.

Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir! Büyük İkbâl’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş’esiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da, o imandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar…

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham,

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap,

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap.

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki âlemleri dünyada görür de,

Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle…

Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el! Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

Meâl-i şerifi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ, Cenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma ve saire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, velîsi;

Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir mârifet iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân…

Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.

Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti… İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va’z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye inkılâp eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların (r.a.) fena fillâh, bekabillâh diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, salâh ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Rabbü’l-Âlemînin rızasında erimiş bulunuyorlar.
Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin. Âmin.

• • •

Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati:

Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâ ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor… Evet, İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn olan Allahü Zü’l-Kerem Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek, şânına—hâşâ—yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün dünyada hangi bir aile reisi, mânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar!.. Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve ruhî rabıta, biiznillâhi teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır…

Şefkat ve merhameti:

Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh idi.

Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

İstiğnası:

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Mâsivâdan tam mânâsıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir.

Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir iman ve irfan şuuruyla izah eder:

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ “”“Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir.” Hûd Sûresi, 11:29.””diyerek, insanlardan istiğna göstermişler…”

İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?

İktisatçılığı:

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna”nın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, lâzımla mülzem kabilindendir.

Üstad gibi, istiğna hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.

Tevazuu ve mahviyetkârlığı:

Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu ter temiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır; fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla…

Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân ı Kerîmin sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘hak budur’ derim, başımı eğmem…”

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,

Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,

Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,

Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım, Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,

Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,

En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.

• • •

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm.

Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

beytiyle nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.

Yalnız, yanık bir şairimizin,

Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bam başka bir zevk ve İlâhî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Küliyatında dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasıdan alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın fikrî cephesi:

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir: Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var.

Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, Kur’ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîmin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.

Tasavvuf cephesi:

Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor. Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenâb-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. Yani, tarikattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülâsa, tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat—maazallah—şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet, insanın gözüne gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakebesiyle meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifiyle birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mâbeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâğme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan 1 سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.

Edebî cephesi:

Eskiden beri, lâfız ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler kullanır. Fakat gönlü mest edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla—üniversitenin herhangi bir fakiltesine mensup da olsa—hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîmin cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.

Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-1

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u anlamak-1


19. ve 20. Yüzyıllar, günümüze kadar gelen süreçte, İslam Coğrafyası ve Orta Doğu açısından en talihsiz yüzyıllar olmuştur. Bu yüzyıllar, özellikle 93 Harbi'nden (1293/1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) itibaren “Alem-i İslâmın Kışı” mesâbesindedir.

19. asırda Endonezya ve Hindistan'dan Mağrib'e kadar uzanan geniş İslam Coğrafyasında Batı Avrupalı denizci devletlerin hakimiyet tesis edip, sömürgeleştirme faaliyetlerini artırmaları, Batı Avrupa'nın yükselen gücü karşısında, İslam âleminin son siyasi temsilcisi olan Osmanlı Devletinin inkıraza yüz tutup dağılması, İslam Dünyasında ve Osmanlı Coğrafyasında 93 Harbinden itibaren hızlanan felaketler zinciri, bu dünyayı karanlık bir kış ortamına mahküm eder.

Bediüzzaman Said-i Kürdî / Nursî Hazretleri, tam da bu kış döneminde zuhur etmiş bir şahsiyet'tir:

“Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, v.s. size hitap ediyorum.
Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, Shf.343-344)

Bediüzzaman Hazretleri, yukarıdaki alıntıda ifade ettiği üzere, İslam Dünyası'nın kışı mesabesinde bir dönemde dünyaya gelip yaşamıştır. 93 Harbi yıllarında Bitlis-Hizan'ın Nors/Nurs karyesinde dünyaya gelen Üstad, daha çocukluk yıllarından başlayarak dağdağalı bir muhitte yetişti. Parlak zekâsı ve dehası, hızlı ve verimli bir tahsil hayatı, geçit vermez/sarp Kürdistan dağlarının tabii hayatı ile imtizaç etmiş haşin fıtratı ve buna muvazi iman salâbeti ve dinamizmi, irfan hayatına olan meyli ve kurucu/inşâ edici bir şahsiyet olarak temayüz etti. Mardin'de başlayan gayet fırtınalı ictimâî ve siyasi hayatı; Birinci Cihan Harbinin zuhuru ve esaret dönemi ile sona erer.

Bediüzzaman; bu esaret hayatında, kendini uzlet, ibadet ve nefsini muhasebeye verir. Burada iken önceki hayatını sıkı bir muhasebeye tâbi tutar. Bu dönem, Bediüzzaman''ın maceralı-siyasi hayatı bırakıp,manevi kemalata, Ma'rifetulllah hayatına yönelmesinin, dahası İkinci Said devresinin başlangıcını teşkil eder. Burada uzlette iken yaşadığı istihâle-i ruhiye ve muhasebe neticesinde, bu esaretten kurtulduğu takdirde kendini uzlet ve ibadet hayatına vakfedeceğine dair söz verir. (Bediüzzaman, bu sözünü 1923 Mayısında Van''a gidip uzlete-ibadet''e çekildiği zaman yerine getirmiş olur.)

Kosturama'daki esaret hayatında geçmiş hayatını muhasebeye tâbi tutan Bedüzzaman, istihale-i ruhiye ile uzlete çekilmeyi arzu eder. 1922 sonları ve 1923 başlarında, Ankara''da gördüğü tablo, hem bakış açısı hem de idealleri açısından hiç de iç açıcı ve ümit verici değildir. Meşrutiyyet dönemindeki fırtınalı ictimâî ve siyasi hayatı içersinde, idealleri ve projeleri ile ön planda olan Üstad; Birinci Dünya Harbi''ni, İslam medeniyetinin son temsilcisi olan bir imparatorluğun tümüyle dağılmasını müşahede eder. İstanbul''da İngiliz işgaline şiddetle karşı çıkarak “Hutuvât-ı Sitte”yi neşreden Bediüzzaman'ı Ankara''da müşahede ettiği tablo hayal kırıklığına uğratır. Nitekim Ankara''da iken, özellikle Ankara Kalesi''nde tefekküre dalan Üstad, bunu zerrelerine kadar hisseder.

Kendisini tam da bu karanlık kış ortamında bulan Üstad Bediüzzaman tüm temel dini kurumları kökünden sarsan bu etkinin nihayet, ferdi cihetten en son kale olan iman kalesini de, o müstahkemi de temelden tehdit ettiğini açıkça görür. İnkarcılığa ve Tanrı-tanımazlığa dayanan pozitivist ve kaba materyalist felsefe ve düşünce akımlarının artık her yeri kaplar mahiyete geldiğini fark eder. Özellikle, 19. Yüzyıl››ın ikinci yarısından itibaren batılılaşan- sekülerleşen maârif sistemi, bu yöndeki tercüme hareketleri, Louis Büchner''in “Madde Ve Kuvvet”, Dozy''nin ''İslâm Tarihi'' gibi eserlerinin tercümeleri ile zirveye çıkan bu etkinin bir kadro hareketi olarak galip geldiğini gözlemler: “Maatteessüf, o dinsizlik fikri, hem inkişâf etti, hem kuvvet buldu. (Yirmiüçüncü Lem''a, Tabiat Risalesi)

Daha önce ictimâi reçeteler mahiyetinde olan, ''Münazarât'' başta olmak üzere, bir kısım önemli eserlerinde gerçekleştirmek istediği projeler bir yana, bu medeniyetin en temel yapı taşlarının bile çözülmüş olduğunu, son kale olan imanı tehdit eden ontolojik temel sorunu fark eder: “ Bin üçyüz otuz sekizde bundan oniki sene evvel Ankara''ya gittim. İslâm ordusunun Yunan''a galebesinden neş''e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde gâyet müdhiş bir zındıka fikri(nin), içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsane çalıştığını gördüm. Eyvâh! dedim. Bu ejderha imânın erkânına ilişecek.” (23. Lem''a, Tabiat Risalesi)

 

Müfid Yüksel
Devamını Oku »