Lozan'ın Zafer Olmadığıyla İlgili Bir Belge



Lozan'ın Zafer Değil Hezimet Olduğunu Gösteren Bir Belge



Cumhuriyet Gazetesi Kurucusu Yunus Nadi’dem Mustafa Kemal’e: Lozan ile sahada kazandğımız zaferi masada hezimete çeviriyoruz. Ehliyetsiz İsmet Paşa başkanlığındaki hey’eti hemen çekiniz.”

Cumhurbaşkanlığı Arşivinde bulunan 1923 tarihli bir belge, Lozan Andlaşmasının bir zafer değil hezimet olduğunu gözler önüne seriyor. Mektubu yazan Yunus Nadi Abalıoğlu (1879 - 28 Haziran 1945), Cumhuriyet gazetesini kuran Türk gazeteci ve siyasetçi. II. Abdülhamid döneminde öğrencilik yıllarında başladığı gazeteciliği Yeni Gün gazetesini ve ardından Cumhuriyet gazetesini çıkararak ömür boyu sürdürdü. Gazeteciliğinin yanı sıra Osmanlı Mebuslar Meclisi'nde mebus, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde altı dönem milletvekilli olarak bulundu. Kurtuluş Savaşı'nda verilen milli mücadeleyi ve Mustafa Kemal’in İnkılablarını kararlılıkla desteklemiş bir kişi.

Mektubun muhatabı ise Mustafa Kemal Paşa ve o dönemde Meclis Başkanı. Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta şu noktaların altını çizmektedir:

1. Lozan Andlaşmasını Ankara dışında müzâkere edilmesinden endişeliyim. Sahada kazandığımızı masada kaybetme tehlikesi vardır.


2. Lozan’ın karara bağlanacağı son safhada acınacak kadar kötü bir adam olan İsmet Paşa’nın seçilmesi yanlıştır.


3. İsmet Paşa’yi Gazi’den başka kimse tasvip etmemektedir ve İsmat Paşa utanç verici bir haldedir.


4. Hiçbir andlaşma ebediyete kadar kalacak kadar güçlü değildir; aslında bir paçavradır. Bağımsızlığımızı bununla mı kazandık? Bununla mı devam ettireceğiz?


5. Lozan başımıza çok belalar açacaktır. Bir an önce müzâkereler son vermemiz gerekmektedir.


6. Lozan’ı sona erdirecek bir hal öaresini yerine getirirseniz, Kurtuluş Savaşı kadar milleti kurtaracak bir iş daha yapmış olacaksınız.

Mektup aynen şöyle:


“ TBMM Riyâseti, Kalem-ı Mahsus Müdiriyeti


Sayı: 50, 1923


Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine;


Lozan’ın yeniden akamete uğrayabilmesi endişesinin verdiği huzursuzlukla Zat-ı Devletlerine takdim ediyorum. Vaziyetin Ankara haricindeki mütalaası hayrı müfid olmayabilir.


Lozan’ın son safhasında vaziyeti cidden acınacak kadar müşkil olan bir zat vardır ki, o da İsmet Paşa’dır. Görüyorum ki, bugün onu ortada Zat-ı sâmilerinden başka düşünecek ve tutacak kimse yoktur. İsmet Paşa’nın düşürüldüğü mevki-i hacâlet haysiyet sahibi herhangi bir adamı öldürecek kadar ağırdır.


Hiçbir mu’âhede ebedete bîveste olacak kudret-i te’yîdiye ile vücud bulmaz. Ve her mu’âhede nihâyet bir paçavradır. İstiklâlimiiz mu’âhede ile mi kurtardık? Ve mu’âhede ile mi idâme edeceğiz?


İyi bir mu’âhede yapabilmek hayaliyle bıraktığımız büyük işin hatır u hayale gelmedik müşkilât ile karşılaşmasından çok korkuyorum. Binâanaleyh mesâil-i bâkıye zararsız şekle ircâ’ olunarak ve yalnız olanların değil başka mazarratların dahi def’ ve izâlesini münhasıran milletimizin hayatiyetinden bekleyerek şu Lozan’a nihâyet vermekliğimiz lüzumuna şiddetle kaniim.


Vaziyet-i umumiyemizden aldığım intiba’a göre, hükümeti Lozan’ın hall ü intâcına sevk etmekle, memlekete birincisi kadar hâiz-i ehemmiyet ikinci bir halâs hizmeti ifa buyurmuş olacaksınız.


Sekiz on gün burada kalacağım. Bir emr-i devletleri olursa Polis Müdiiryeti bendenize îsâl edebilir. Ta’zîmâtımı te’yid eylerim efendim.


Yunus Nadi
İmza”
Tebrik ederim.
Gazi Mustafa Kemal. (Cumhurbaşkanlığı Arşivi, 1923 Belgeleri).


Prof.Dr.Ahmet Akgündüz
Devamını Oku »

Rasim Özdenören'in 'İki Dünya' Adlı Eserinden Alıntılar



İslam, ulaşılmaz bir hedef gibi telakki ediliyorsa, bilinmeli ki, bunun sebebi, insanların kendilerine yeteri kadar zaman (sabır) tanımamış olmasından ileri geliyor. Sosyal/siyasal şartlara tekabül etmek üzere ileri sürülen mantık kurgusu paradoksal bir açmaz olarak ileri sürülse bile, İslam'ın, yaşanılan gerçeğin içinden fışkıracağı unutulmamalıdır.

Fakat yazık ki, çoğu kez, hepimiz aynı unutuş içine düşüyoruz. Ülkenin "kurgusal gerçeği" ile onun "fiilî gerçeğini" birbirine karıştırdığımızda, önümüzde aşılmaz görünen engellerle karşılaşıyoruz. Bu aşılmaz engelleri de önümüze bizzat kendimizin koyduğunu hatırlamıyoruz. Kendi icadımız olan kurgusal gerçeğe, ülkenin, kendiliğinden, zorunlu ve nesnel gerçeği imiş gibi muamelede bulunuyoruz.

Meselâ şimdi hâlihazırda, Türkiye'nin çevresinde (Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doğu'da) olup biten olaylar karşısında fiilî gerçek Türkiye den Osmanlı ruhu müdahale etmesini dayatıyor. Oysa Türkiye, bütün bu olup bitenlere seyirci kalmayı tercih ediyor. Çünkü onun kendisine biçtiği "ulus devlet" rolü böyle bir tercihte bulunmasını telkin ediyor; hatta belki zorluyor. "Osmanlı ruhu" derken kastettiğimiz husus, doğrudan, bu devletin temel muharrik unsuru olan İslâmî telakki tarzıdır.

Bu telakki tarzına göre, nerede bir Müslüman yaşıyorsa, orası İslam'ın olağan ülkesidir; dolayısıyla orada yaşayan Müslümanların uğradığı felaket karşısında Müslümanların başta elleriyle, sonra dilleriyle müdahale etmesi; bu tür müdahaleler mümkün olmuyorsa kalbinden buğz etmesi İslam'ın, Müslümanlar için öngördüğü kademeli iman işaretleri olarak öngörülmüştür. Oysa "ulus devlet" formunu benimsemiş bir ülke için, dinin öngörüleri değil; fakat göz önünde bulundurulan "kurgusal gerçekler" önem kazanmaktadır. Halbuki aslında, feraset ve basiret sahibi bir siyaset adamı için, İslam'ın öngörüsü, sadece içinde yaşanılan ülkenin değil, aynı zamanda bütün Müslümanların, dolayısıyla bütün İslam âleminin de çıkarlarını sağlayacak niteliktedir.

Sözü geçen kurgusal gerçek (yani "ulus devlet" formu), bu ülkede yaşayan insanların, gerçek misak-ı millî alanının hangi sınırlardan geçtiğini de unutturmuştur. 1923'te Lozan'da Türkiye'ye dayatılan sınırlar, günümüz Türkiyesi için ideal sayılmaya başlanmıştır. Oysa olaya dışardan ve meselâ Bosna-Hersek'ten bakanlar için durum hiç de böyle görünmüyor: Onlar, Türkiye'nin Batı sınırının Bosna-Hersek'ten başladığını görüyor ve doğal durumun da öyle olduğuna içtenlikte inanıyorlar. Aynı olay, Kafkasya için de geçerlidir. Lozan müzakerelerinin başladığı tarihte, Musul ve Kerkük zaten müzakereci tarafların tümü için Türkiye'nin sınırlan içinde telakki ediliyordu. Ancak Türkiye heyetinin beceriksizliği yüzünden bu topraklar şimdiki sınırların dışında bırakıldı.

Dış politika sorunları karşısında kendi "kurgusal gerçeğini" "fiilî gerçeğin" önüne koyan Türkiye, iç po-litikada da, aynı uygulamayı yürütmektedir. Laiklikten devletçiliğe, halkçılıktan devrimciliğe kadar, ülke insanının önüne sürülen tepeden inmeci görüşler, kendi azınlık taraftarlarına himaye sağlarken, halk çoğunluğuna karşı uyguladığı şiddet ve terör yöntemiyle sadece işkence ve ölüm sunabilmiştir.

Aslında "ulus devlet' adıyla ortaya çıkartılan kurgusal gerçeği Türkiye ile sınırlandırırsak sanırım haksızlık etmiş oluruz. Aynı kurgusal gerçek, ulus devlet formunu benimseyen bütün ülkeler için geçerlidir. Ulus devlet formu, Batı ülkelerinin süregelen gelişim çizgisine belki uygun düşüyordu, hatta belki İktisadî gelişim çizgisinin doğal uzantısı olarak ortaya çıkmış bulunuyordu. Çünkü önünde sonunda, ulusal sanayinin, yabancı sanayiler karşısında korunması söz konusuydu.

Buna rağmen ulus devlet formunun bir kurgusal gerçek olarak ortaya çıkartılması, öteki toplumsal alanlarda da başka gerçekliklerin kurgusal bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Şöyle ki, temel nitelikleri kutsal metinlere referansta bulunmaları hasebiyle kutsallık taşıyan hak, adalet, kardeşlik, eşitlik gibi kavramlar, ulus devlet formu içinde kutsal niteliklerini yitirmiş, seküler hale dönüşmüşlerdir. Böylece sözü geçen kavramlar, yeni değerler skalasında bizatihi taşıdıkları değere göre değil, fakat ulusal ve uluslararası alanda sağladıkları çıkara göre bir anlam taşımaya başlamıştır.

Böylece ulusal devlet formunun ortaya çıkardığı "ulusal çıkar" kavramı, adı geçen çıkarı sağlama adına işlenen adaletsizliklerin mazeretini oluşturmaya yaramıştır. Çıkarın varsa adaletsiz davranmak, uluslararası bir ilke haline getirilmiştir. Bu ilke de, elbette, güçlü olanların yararına ve çıkarına işlemiştir. Sömürgeciliğin meşruiyet silahı olarak kullanılan bu ilke, hâlihazırdaki uluslararası ilişkilerde de, güçlü olanların zayıflar karşısındaki silahı haline gelmiştir.

-------------------

Niyet ne kadar iyi olursa olsun, Batı'dan getirilen modellerden şifa beklemek boş bir umut olur. Çünkü Batı'nın, geri bıraktırdığı ülkeler için reçeteleri hazırdır, modelleri hazırdır, eğer bu hususta ona bel bağlamışsanız, onun hazırladığı modellerden herhangi birini seçeceksiniz demektir, yani gene aynı kısır döngüye düşeceksiniz demektir. Bu yüzden ne Ziya Gökalp'm garip teslisinin (Türkleşmek, İslamlaşmak, Garplılaşmak), ne Peyami Safa'nın Batı'nın mistik düzeye ulaşmış olan çağdaş ilimlerini alalım, materyalizmi bırakalım demesinin, ne Mümtaz Turhan'ın Batı'nın İlmî zihniyetini benimseyelim demesinin başarı şansı vardır. Ne de, örneğin İskandinav ülkelerinde model aramak çıkar yoldur.

Bunların hepsi sonuçta aynı kapıya varıp dayanıyor: bunların hepsi, kısır döngünün belirli duraklarından başka bir anlam taşımıyor. Sosyalizmi, Batılılaşma yolunda ileri sürülen modellerden bir model olarak kabul ettiğimiz için ayrıca anmaya gerek görmüyoruz. Batılılaşma yolunda, en muhafazakârından en radikaline kadar ileri sürülen bütün fikirlerin varacağı son, Batı'nın hazırladığı dilemmaya düşmek olacaktır.

Fakat acaba rejimin aydını nasıl görüyor durumu? Batılılaşmanın başarısızlığa düştüğünü kabul etmekle beraber, bu sonuçtan, o da birilerini sorumlu kılmak istiyor. Birilerini itham edip duruyor. Fakat onun itham ettiği, Batı'nın kendisi değil hâliyle, bir başkası. Düzenin aydım, halkı itham ediyor. Başarısızlığın sorumlusu halktır diyor.

------------------------

'Olaylara tarihin perspektifinden bakmadıkça çok aldatıcı görüntülerle karşılaşmamız mümkündür. Dış şartlar ne kadar değişmiş görünürse görünsün, gerçekte, bu şartları doğuran öz, özellikle Türkiye için hep aynı mahiyette kalmıştır. Türkiye'nin Avrupa'ya (daha geniş anlamıyla Batı'ya) yaranmak için iç ve dış siyaset alanında takındığı tavır, dünün Jöntürk'ü ile bu gününün Babası veya sosyalisti arasındaki temel benzerlik, taşıdığı öz balonundan değişmemiştir.

Şimdi denecek ki, mevcut dış şartlar değişmediğine göre, demek ki, Türkiye'nin mevcut politikasını yürütmesinde zorunluluk vardır. Batının baskısına karşı koyamıyorsak hiç olmazsa mevcut durumu koruma adına bu pasif politikayı yürütmek zorundayız, aksi halde başımıza dert açabiliriz. Bu, statükocu zihniyete mahsus bir görüştür. Ve Türk iç ve dış politikası, yüzelli yıldır, Sultan II. Abdülhamit dışında, hep bu zihniyetteki statükocu politikacıların inisiyatifinde kalmıştır. Adı, devrimle, devrimcilikle mütearife haline gelenler bile, makro seviyede değerlendirildiğinde, aslında Batı karşısında durumu korumaya çalışan tipik statükocular olarak belirirler. İçerde, devrim adına girişilen eylemler, gerçekte, statükoyu koruma adına, dış baskılara karşı verilen tavizden başka anlam taşımadı.

------------------

Evet, Türkiye açık bir manda yönetimi altına alınmamıştır. Fakat kendi uygarlığımızı farkına varmadan ve bilinçsizce inkâr etmeye başlamamızın kalkış noktası olan Tanzimat, Batılı devletlerin bir zorlaması değil midir? Ekonomik kaynaklarımızın kendi döl yatağımızda bir cenin-i sakıt haline getirilmesi bu uygulamanın eseri değil midir? Evet, biz manda yönetimine alınmadık, fakat manda yönetimine alınan ülkeler bizim değil miydi? Ve o ülkelerden elimizde kala kala bir Türkiye Cumhuriyeti kalmadı mı? Evet, mandayla yönetilmedik biz. Ama yönetilseydik acaba bugün karşımıza daha farklı bir Türkiye manzarası mı çıkardı?

Doğrudur, manda yönetiminde toprak ilhak edilmiyor, uygarlıklar işgal ediliyor.
Devamını Oku »

2.Grup Cumhuriyet'i 1921'de Teklif Etmişti



Giriş: Cumhuriyetin ilânına büyük katkıda bulunan İkinci Grup neye muhalifti ve niçin “Şer Cephesi” olarak adlandırıldı? Başlangıçta farklı fikirlere açık, demokratik bir yapısı olan meclis nasıl tasdik makinası hâline getirildi? Meclis seçimleri hangi aşamalardan geçiyordu? Konunun uzmanı Prof. Dr. Ahmet Demirel’e sorduk.

1876 Anayasası’na göre Birinci Meclis’in, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Osmanlı Meclis-i Mebusan seçiminin sonuncusu 1919 Aralık’ında yapılmıştı. Bu meclis 12 Ocak’ta İstanbul’da açıldı. İngilizler orayı basınca, Mart ayında Mustafa Kemal diğer komutanlarla yazışarak Ankara’da yeni bir meclis kurma kararı aldı. Bu meclis için seçimin ilk aşamasını yapmaya gerek yok, zaten yapıldı diye düşünülmüştü. Seçim iki dereceli olacağı ve uzun bir sürede yapıldığından halkı bir daha seferber etmeye ihtiyaç duymadılar. O dönemki ikinci seçmenler bu seçimde de ikinci seçmen olsun, dediler. Bu açıdan bakarsak iki meclis arasındaki devamlılığı çok rahat görebiliriz. Daha da önemlisi, İstanbul Meclis-i Mebusanı’nda milletvekili olanlar herhangi bir seçime katılmadan istedikleri takdirde Ankara’ya gelebilirler, deniliyor. 169 milletvekilinden 92’si Ankara’ya gitmişti. Bu bir çoğunluktur. Bilahare Tek Parti döneminde milletvekili olanları da hesaba katarsak birinci meclisle tek parti döneminde de milletvekili olan son Meclis-i Mebusan üyelerinin sayısı 115 ediyor.

İki meclis arasında sürekliliği gösteren diğer bir unsur da anayasa. Teşkilat-ı Esasiye adında yeni bir anayasa yapılmış. 9 maddesi devlet teşkilatı, 14’ü de mahallî idarelerle ilgili. Bu anayasada hukuk sisteminin nasıl işleyeceği ile ilgili bir şey yok. Esas olan 1921 Anayasası’dır. Bu anayasa ile Kanun-ı Esasî arasında bir tezat varsa, 1921 geçerlidir. Ancak anayasada yazmayan mevzularda -ki çok var- Kanun-ı Esasî geçerlidir, diye karar alınmış. Dolayısıyla Kanun-ı Esasî üzerinden de bir devamlılık söz konusu.

Başka unsurlardan da bahsedebilir miyiz?

Tabii. Bakın 1908 Parlamentosunun açılışı “Hürriyet Bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. Bu süreç 1935’e kadar devam etti. Yine saltanatın kaldırılma tarihi 1 Kasım, bir sene sonra 12 Rebiülevvel’e denk geliyor. O da malum Hz. Peygamber’in (sas) doğumu. Bunu da bayram yapıyorlar ama 12 Rebiülevvel ile çakışınca hangi günü bayram yapacaklarını şaşırıyorlar. Miladî’ye göre Hicrî takvim sürekli döndüğü hâlde, dönen tarihi kabul ediyorlar. Bu bayram 1935’e kadar kutlanıyor. Buna da “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” denildi. Ayrıca şunu da ilave etmek gerekir ki, biz meclisin açılışını “Hürriyet Bayramı” olarak kutlarken 27 Mayıs sonrasında 20 sene boyunca meclisin kapatılmasını da “Hürriyet Bayramı” olarak kutladık.

Birinci Meclis Halifeye ve Saltanata ne zamana kadar bağlı kaldı? Kırılma nerede başladı?

Zabıtlarda görüleceği üzere meclisin aldığı kararlara bakarsak, ilk zamanlarda hepsinin başında “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclis” ibaresini görürsünüz. Mesela Hıyanet-i Vataniye ilk kanunlardan biridir ve der ki: “toplanma maksadı Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmak olan bu meclisin meşruiyetine dair her türlü hakaret suçtur ve cezası idamdır”. Buradaki kırılma 1921 Anayasası’dır. 20 Ocak 1921’de anayasaya “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet hâkimiyetini BMM eliyle kullanır” diye bir ibare konulunca artık ilk kanunlarda çıkan ifade kullanılmamaya başlandı. Meclis 1 Nisan 1923’de seçim yapıyor. 16 Nisan’da dağılıyor. Dağılmasından birkaç gün önce “Hıyanet-i Vataniye” kanununda bir değişiklik yapılıyor. Saltanatın kaldırılmasına dair 1 Teşrin-i Sâni (1 Kasım) 1922 tarihli karar aleyhinde konuşmak vatana ihanettir, cezası idamdır deniyor. Aynı kanun böylelikle muhtevası itibariyle 180 derece döndürülmüş oluyor.

Peki, Hilafet?

Birinci Meclis’in Hilafetin kaldırılmasıyla ilgili almış olduğu bir karar yok. Saltanatı kaldırırken, biliyorsunuz, Saltanatı ve Hilafeti birbirinden ayırıyorlar. Siyasî yetkileri sıfır olan sembolik bir dinî lider olarak halifeliği bırakıyorlar. Bunu da İkinci Meclis’te, Mart ayının başında kaldırıyorlar. Bir şahsın üzerinden bu makam alınıp meclisin uhdesine veriliyor.

Resmî tarih tarafından “Şer Cephesi” olarak isimlendirilen İkinci Grup bu lakabı ne zaman aldı?

Esas itibariyle tarih yazımında İkinci Grup’un “Şer Cephesi” olarak isimlendirilmesi çok geç zamanlarda başladı. Mustafa Kemal’in 1923’te İzmit’te basına sıcağı sıcağına yaptığı bir açıklama var. İstanbul’daki gazeteciler Ankara’da olanları duyuyorlar ancak muhtevayı bilmediklerinden Mustafa Kemal’e soruyorlar. Çünkü Ankara’da üç tane grup var: Birinci Grup, İkinci Grup ve Bağımsızlar. Bu gruplaşmaya Mustafa Kemal, “İkinci Grup’la aramızda aslında bir prensip farkı yoktur. Tamamen şahsî meselelerdir, esas problemli olanlar bağımsızlardır” der. Çünkü onları bir türlü tatmin edemiyorlardı. 1927’de Nutuk yazıldı. Orada da doğrudan doğruya bunlar “Şer cephesidir” gibi bir taarruz yok. Terakkiperver’e “en hain dimağların mahsulüdür” der ama İkinci Grup’a demez. Bence Nutuk’u 1937 civarında yazsaydı İsmet İnönü için de diyebilirdi böyle şeyler. Araları bozulmuştu çünkü.

Nutuk’u da siyasî bir metin gibi değerlendirmek lâzım!

Tabii ki. Mustafa Kemal’in gözünden bir tarih kitabı. Kendini merkeze alarak anlatılmış bir metin olarak bakmak lâzım. Yoksa sadece Nutuk’a bakarak o dönemi anlayamayız. İstiklâl Mahkemeleri hakkında hiçbir şey yoktur kitapta. Enver Paşa’nın adı yalnızca bir belgede geçer. Ali Şükrü Bey’in ne adı ne de hadisesi Nutuk’ta hiç geçmez mesela. Dolayısıyla bu eser mutlaka okunmalı, ancak Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Bey’in yazdıklarıyla mukayese ederek…

İkinci Grup’un liderlerinden Selahattin Köseoğlu’nun torunu hatıralarını bana verdi. Onu da yayına hazırlıyorum. Bu adam Millî Mücadele’de 3. Kolordu’nun kumandanıydı. Aynı zamanda Sivas Kongresi’nin de güvenliğini sağlıyordu. Bunların gözünden de bakılmalı.

İkinci grup daha eğitimli

İkinci Grup kimlerden oluşuyordu?

Kurucusu yedi kişi. Bunların beşi hukukçu. İkinci Meşrutiyet’in hürriyet sloganlarının revaçta olduğu dönemde hukuk okumuş adamlar. Diğer ikisi de asker. Biri Selahattin Köseoğlu, diğeri de evvelki Karakol Cemiyeti’nin başındaki adam Kara Vasıf. Hukukçuların arasında öne çıkan Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş. İkinci Grup’un lideri yok.

İkinci Grup’u çalışırken tüzüğünü bulamıyorduk. Daha sonra bahsettiğim hatıratın içinden çıktı tüzük. Orada “Grubumuzun bağımsız bir lideri yoktur. Üç ayda bir dönüşür” diyor. Böyle bir siyasî parti olamaz. İkinci Grup bir fikir hareketidir, kişiye bağlı değildir. Meclis’te çok konuşanlardan Ali Şükrü var bir de. İkinci Grup, Birinci’ye göre eğitim bakımından daha donanımlı kişilerden oluşuyor. Yaş olarak daha gençler. “Şer Cephesi” tabiri zaten sosyo-ekonomik arka planına uymuyor.

Bunlar neye muhalefet ediyor?

Birincisi, meclis açılışında bakan seçimi problemi var. Şimdiki gibi değil. Tek tek bakanları meclis seçiyor. Adaylar çıkıyor ve oylanıyor. En çok oyu alan seçiliyor ve akabinde diğer bakanı seçiyorlar. Bir başbakanlık kabinesi ve güvenoyu sistemi yok. Meclis başkanı aynı zamanda başbakan. Dolayısıyla hem yürütmenin, hem yasamanın başı. Buna Meclis Hükümeti sistemi diyoruz. Ama bütün yetkiler de Meclis’te toplanmış vaziyette. Bu adamların en çok vurguladıkları şey “Meclis üstündür ve Meclis’in üstünde hiçbir güç olamaz” fikri. Buna muhalif bir uygulama görünce de karşı çıkıyorlar. Bakanların tek tek seçildiği oylama usulünde Mustafa Kemal’in çalışmak istemediği iki kişi bakan seçiliyor.

Bunlardan biri Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Öğütçü’dür. Adalet Bakanı oluyor. Diğeri de Türkiye Halk İştirakûn Fırkası’nın bir numarası, yani Genel Sekreteri Tokat milletvekili Nazım Resmor. O da İçişleri Bakanı oluyor. Yani Türkiye’nin ilk İçişleri Bakanlarından biri bir sosyalist. Mustafa Kemal ikisine de “ben sizinle çalışmam” diyor ve istifaya mecbur bırakıyor. Sonra kanunu değiştiriyorlar. Bundan sonra bakan seçiminde meclis başkanı aday gösterir, milletvekilleri de onun gösterdiği kişi dışında kimseye oy veremez. Bu bir itiraz kaynağı oluyor.

İkincisi, asker kaçakları sorunuyla alakalı. Balkan Savaşları’ndan beri memlekette sürekli harp var. Genelkurmay yayınlarının resmî rakamlarına baktığımızda çok sayıda asker kaçağının olduğunu görüyoruz. Bunu çözmek için 9 Eylül 1921’de “Firarîler Hakkında Kanun” çıkarılıyor. Buna göre Meclis izniyle “İstiklâl Mahkemeleri” adında olağanüstü yetkili mahkemeler kuruldu. Vereceği kararlar kesin, bir üst mercie başvuru şansı yok. Verdiği hüküm anında infaz ediliyor. Buna da İkinci Grup itiraz ediyor. Hüseyin Avni tenkit ediyor bu mahkemeleri. Ona karşı Birinci Grup’tan eski İttihatçı Tunalı Hilmi “cepheler kan ağlarken tutup İstiklâl Mahkemelerini mi tenkit ediyorsun?” deyince o da “cepheleri tutacak olan silah değil, adalettir” diyor. “Eğer âdil davranmazsak o insanları nasıl seferber edeceğiz?” diye açıklama getiriyor. Zaten temel hak ve hürriyetler konusunda bu mahkemeler müthiş ihlâller yapıyorlar. Şubat ayında bu mahkemeler kaldırılıyor.

Daha tepki çeken bir uygulama var ki, o da 5 Ağustos 1921’de Eskişehir-Kütahya Savaşı’nı kaybedip Yunan kuvvetleri Ankara’ya kadar yaklaşınca Mustafa Kemal’in “başkumandanlığa” getirilmesidir. Daha evvel başkumandanlık padişahta iken bu Meclis’in tüzel kişiliğine alınmıştı. Şimdi ise Mustafa Kemal’e veriliyor. Nutuk’ta “bu kanun hakkında kötü niyetliler vardı, mağlup olursam sorumluluğu bana yükleyeceklerdi” diyor. Unutmayalım, Enver Paşa bu sırada Kafkaslar’da. Trabzon’da da Enver Paşa’nın getirilmesi için her türlü organizasyon yapılmış. Eğer bir başarısızlık olursa Enver Paşa’yı bu hareketin başına geçireceklerdi. Mustafa Kemal başkumandanlık kanunu için bir şart koşarak, “Ben başkumandan olursam vereceğim emirler kanundur” diyor. Dolayısıyla Meclis’in kanun çıkartma yetkisine ortak oluyor. Buna çok itiraz edildi. Bunu üç ayla sınırlandırmak suretiyle kabul ettirdi. “Şayet olağanüstülük ortadan kalkarsa ben bu yetkilerimi iade ederim” dedi.

Ancak Kasım, Şubat ve Mayıs’ta üç kere daha uzatıldı. Bir sıkıntı da bu işte.
Diğer problem, bakanların ne iş yapacağı ve ne ile yetkili olacağının ayrı bir kanunla düzenlenmesiydi. Bu kanun hiç çıkmadı. Kanun çıkmayınca Dışişleri Bakanı’nın diplomat tayin etme salahiyeti var mı yok mu, o bile tartışılıyordu.
Aslında tamamen teknik meselelerde problem var.

Evet. Meclis’i merkeze koyup ona göre hadiselere bakışları var. Mustafa Kemal başkumandan olunca emir veriyor ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kuruyor. Bu defa mahkeme âzâlarını da kendi tayin etmeye başlıyor.

M. Kemal’den Ali Şükrü’ye: “Artık sus!”

İtiraz ettikleri hususları konuştuk. Peki, İkinci Grup’un faaliyetleri nelerdi?
İkinci Grup 1922’nin Temmuz ayında kuruldu. Bağımsızların desteğini alıp Birinci Grup’un disiplin yoksunluğundan faydalanarak Meclis’teki çoğunluğu sağladılar. Sayısal olarak Birinci Grup 202, İkinci grup 63, Bağımsızlar da 90 kişiydi.
İlk iş olarak, 8 Temmuz’da bakanların seçimine dair olan kanunu değiştiriyorlar. Meclis Başkanı’nın aday gösterme usulünü iptal ettiriyorlar. Eski sisteme geçiliyor. Aynı gün kuvvetler ayrımına doğru giden bir adım atılıyor ve başbakan ile meclis başkanı birbirinden ayrılıyor. Nasıl bakanları tek tek meclis seçiyorsa, yine meclisin seçtiği bir başbakan uygulamasına geçiliyor. Rauf Orbay oy birliğiyle başbakan oluyor. Mustafa Kemal’den çoğu yetki alınmış oluyor.

Sonra başkumandanlık kanunu geliyor gündeme. Meclis çoğunluğu sağlandığı için üç aylık dönem Ağustos 1922’ye denk gelecek ve kanun geçmeyecek. Zaten Mayıs’ta da kıl payı geçmişti. Aslında geçmedi de, geçirttiler. Bunu sezen Mustafa Kemal “Arkadaşlar! Ben bu yetkileri iade ediyorum” diyor. Aynı gece İsmet İnönü’ye telgraf çekiyor ve “Ben bu meclisle artık çalışmam, meclisi feshedeceğim. Ne dersin? Ordu bizi nasıl görür?” diyor. İsmet İnönü “Bana sorarsan meclisle başladık, meclisle devam edelim ama feshedersen de ben senin arkandayım” diyor.

Yine İstiklâl Mahkemeleri kaldırılıyor. Eğer o tarihten sonra bir İstiklâl Mahkemesi kurulacaksa Meclis’in tasdikiyle yürürlüğe girer diye bir madde koyup İkinci Grup istediğine ulaşılıyor.

Son olarak Hürriyet-i Şahsiye kanunu çıkarıyorlar ki, bu bizim hukuk anlayışımızdan oldukça farklı. Mesela 1982 Anayasası’na göre toplantı hürdür der, sonra “ama” diye bir başlar, istisnalara yetki var mı, yok mu acaba, dersin. “Temel hak ve hürriyetler esastır. Memuriyet nüfuzunu suiistimal ederek temel hak ve hürriyetlerin kullanımını engelleyen askerî ve sivil bürokratlara -şu kadardan şu kadara- ceza verilir” diyor. Bu kanun çıktıktan bir hafta sonra hükümet, “memurlara nasıl iş yaptıracağız, korkarlar” diyor. Kanunu kaldırmak için yeniden oyluyorlar, yine kazanıyorlar. Grup tamamen teknik meselelere itiraz ediyor. O “Şer Cephesi” terimi Şapolyo’nun (Enver Behnan) metinlerinden falan çıkmıştır.

Cumhuriyet’e geçişte katkılarının olduğunu söyleyebilir miyiz?

1923’te Cumhuriyet’i ilân ederken yeni bir anayasa yapmadık. Elimizde 1921 Anayasası vardı; 1924 daha sonra çıktı. 1921 Anayasası’na “Türkiye’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyet’tir” maddesini koyuyoruz. Ondan kasıt, meclis hükümeti seçiminden vazgeçilip cumhurbaşkanlığı makamını getirmek. O makam bir başbakan seçiyor, o da kabinesini oluşturuyor ve güvenoyu alıyor. Tek tek bakan seçiminden kabine sistemine geçiliyor. Aslında kabine sistemi yani adı konmadan Cumhuriyet iki sene evvel teklif ediliyor. Cumhuriyetin ilânında İkinci Grup’un payı da vardır yani. İktidar o sırada kuvvetlerin ayrılmasını istemediğinden bu işi geciktiriyor.

Peki niçin 1923 yılı bekleniyor?

Çünkü 1923 seçimleri var. O sırada bütün muhalefet tasfiye edilmiş. Tamamı Mustafa Kemal’in kontrolü altında seçilmiş bir meclis. İsmet İnönü ile arası iyi. İşte ona, “sen başbakan ol, ben de cumhurbaşkanı” diyor. Birinci Meclis’te kabul etmediklerini seçimden sonra bir sonraki mecliste yaptılar.

Birinci Meclis söz konusu olunca en çok tartışılan mevzulardan biri de Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi vakası.

Ali Şükrü Bey İkinci Grup’un kurucu kadrosundandı. Selahattin Köseoğlu hatıralarında bunu söylüyor. Ayrıca Tan gazetesinin sahibidir. Onu öldüren kişinin Topal Osman olduğu kesin. Giresunlu yerel tarihçiler bunu reddetse de bu böyledir. Topal Osman Ankara’ya geldiği zaman onu karşılayan heyetin içinde Ali Şükrü Bey de vardır. Fakat Lozan görüşmeleri yapılırken ihtilaf çıkar. Zabıtlardan açıkça görülür ki, hem Birinci ve İkinci Grup’ta, hem de Bağımsızlar’da Lozan hakkında “savaşta kazandığımızı masada veriyoruz” düşüncesi hâkimdir. Misak-ı Millî’den müthiş taviz verdiklerine inanırlar. İtiraz ettikleri husus, Batı Trakya, Adalar ve Musul ile birlikte Güneydoğu’da tren yolunun hudut yapılmasıydı. Köyün yarısı orada, yarısı burada kalmış. Diyorlar ki: “Biz Ankara Antlaşması’nda ordu bir an evvel batıya gitsin diye böyle yaptık, niye değiştirmiyorsunuz? Bu tabii hudut değil.” Kıbrıs bile gündeme gelmiş. Boğazlar ve kapitülasyonlar da çok tartışılıyor. Mesela 6 Mart 1923’te Mustafa Kemal ile Ali Şükrü Bey arasında Lozan’la ilgili çok çetin bir münakaşa gerçekleşiyor.

Mustafa Kemal, “Artık sus. Bir haftadır konuşuyorsun, millete zarar veriyorsun” diyor. Ali Şükrü Bey, “Sizin kimseyi ithama hakkınız yoktur, konuşacağım” diyor. Burada Ali Fuat Paşa’nın anlattığına göre birbirlerinin üzerine yürüyorlar. Bazı kaynaklarda -o sırada meclise silahla girilebildiğinden- eller bellerine gitti deniyor. Netice itibariyle çok sert bir tartışma mevcut. Toplantıyı yöneten Ali Fuat Paşa iş iyice büyüyünce kürsünün üzerindeki çanı salonun ortasına fırlattığını, bu sayede bir suskunluk olunca celseye ara verdiğini anlatıyor.

Topal Osman o esnada orada mıydı?

O tartışma esnasında Topal Osman’ın Meclis’te olup bunu dinlediği ya da sonradan duyduğu söylenir. Hangisi doğru bilmiyorum ama bundan haberdar oluyor. 6 Mart ve 26 Mart’ta Ali Şükrü ortadan kaldırılıyor.

Bunu kendi inisiyatifiyle mi yaptı?

Öyle olma ihtimâli kuvvetli. Topal Osman Mustafa Kemal’e çok bağlı.

Mustafa Kemal Paşa böyle bir emir vermiş olamaz mı?

Böyle bir yorum yapanlar var, ama ona yönelik somut bir delil yok. Ben tarihçi olarak dayanak ararım. Net olan Ali Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından evinde boğdurulduğu. Bu hadise Meclis’in havasını çok bozuyor. Ali Şükrü Bey’in 2 Nisan’da cesedi bulunuyor. Seçim kararı ise 1 Nisan’da alınıyor.

Bu konuda çalışmış biri olarak sizce Birinci Meclis Lozan’ı tasdik eder miydi?

Şimdi sadece Birinci Meclis değil, Birinci Grup’tan da çok fazla muhalif çıkardı; bunu da göz önünde bulundurmak lâzım. Lozan’dan yalnız İkinci Grup rahatsız değil. Muhalefet Temmuz’da nasıl çoğunluğu sağladıysa bence yine sağlarlardı.
1923 Meclisi onaylama makinasıdır

Cumhuriyet sonrası bütün meclisleri göz önünde bulundurduğunuzda Birinci Meclis için meclislerin en demokratıydı diyebilir misiniz?

1923 Meclisi’nin oy kullanmadaki muhalefeti Birinci Meclis’e göre daha azdır. Birinci Meclis’te ittifakla kabul edilen, yani oy birliğiyle kabul edilen kanun sayısı sadece dörttür. İkinci Meclis’te daha çoktur bu. 1927’den 1946’ya kadar 19 yıllık bir dönem var. 1930’da Serbest Fırka, 1945’ten itibaren Demokrat Parti kurucuları, bir de 1931’den itibaren CHP kanalıyla seçilen bağımsızlar var. Meclis’te iki tür oylama yapılıyordu. Birincisi kabul edenler, etmeyenler. İkincisi, herkesin verdiği oyu işleme sistemi. Zabıtlarda kimin ret verip vermediği anlaşılıyor. Bu şekilde isim belirtilerek yapılan oylamalarda 518.500 tane oy kullanılmış. Bunun 518.250’si kabul oyu. Geriye kalanlar reddedenler ve çekimserler. Dolayısıyla kabul oranı %99,95’dir. Bunlar demokrat meclis değil, onaylama makinası anlayacağınız. Zabıtlara bakarsanız, ilk meclisinki çok daha kalındır ve tartışma kısmı çok geniştir. Sonraki meclis zabıtlarında tartışma neredeyse yok gibidir.

Meclisin seçim yaptığı hep vurgulanır. Nasıl bir seçimdi bu? Günümüzün seçim sisteminden farkı neydi?

İki dereceli bir seçimdi. Bugünkü seçimle uzaktan yakından alakası yok. Ama Fransa’daki iki turlu seçim gibi de değil. Biraz Amerikan başkan seçimlerine benziyor. Eyaletlerden delegeler seçilip onlar da başkanı nasıl seçiyorsa, ona benziyor. Bizde de o dönemde halk sadece milletvekillerini seçecek olan kişileri seçiyor.

Demokratik bir seçim söz konusu muydu?

İstanbul’un II. Meşrutiyet’ten kalma tarihî bir seçim sandığı var. Bunu Halk Fırkası bayraklarıyla süslüyorlar ve bir arabanın üzerine koyuyorlar. Marşlar ve sloganlarla bütün İstanbul dolaştırılıyor ve İstanbul Üniversitesi’ndeki merkez binasındaki bir salona getiriliyor. Bütün ikinci seçmenler çağırılıyor. Orada önce vali, sonra belediye başkanı -o zaten genellikle aynı kişidir- bir konuşma yapar. Arkasından CHP’nin il başkanı nutuk çekiyor. Sonra herkes bir şeyler söylüyor ve seçime geçiyorlar. Oy birliğiyle kaç kişi belirlenmişse seçiliyor. Zaten açık oy kapalı sayım yapılıyor. Şimdi buna demokratik seçim diyemeyiz. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ilk mecliste zabıtları birleştirme memurudur ve der ki: “Tek Parti dönemindeki seçimler seçim değil seçmeydi, atamaydı.”

Son olarak, Birinci Meclis nasıl çalışmaz hâle getirildi?

Burada çok yanlış anlaşılma var. Seçim kararı alınırken bir anayasa ihlâli var. 1921 Anayasası’na göre ayrı bir madde vardır. Anayasa meclisin görev süresini iki yıl olarak belirliyor. Bununla birlikte 1924 Anayasası ile bu dört yıla çıkacak. Ama bu ayrı madde der ki: “Seçimlerin iki yılda bir yapılacağına ve meclisin görev süresinin iki yıl olduğuna dair madde bu meclisi bağlamaz. Bu meclis gayesine ulaşıncaya kadar toplantılarına devam eder. Gayeye ulaşmak, meclis tam sayısının 2/3’ünün onayıyla belirlenir.” Meclis için 1920’de Nisab-ı Müzakere Kanunu yapıldı. Ona göre meclisin toplam sayısının teorik olarak 320 olduğu kabul ediliyor. Bunun 2/3’ü 214 oy eder. Ancak bu madde kaldırılırken 214 oy çıkmadı. Dolayısıyla anayasa ihlâl edildi ama kimse buna itiraz etmedi. Çünkü seçim kararı 1 Nisan 1923’te alınıyor. Ali Şükrü Bey kayıp. Meclis artık beraber çalışamayacağı için Birinci ve İkinci Grup olarak teklif veriyor. Bağımsızlar da buna destek veriyor ve mecliste kaç kişi varsa onların oy birliğiyle çıkıyor. Ama sayı 214’ün altında. Anayasa ihlâli vardır ama bu herkesin kabul ettiği bir oylama neticesinde yapıldığı için kimse sesini çıkartmıyor. Hatta Hüseyin Avni Ulaş bu kararın “kutsal karar” olarak tescil edilmesine dair bir konuşma yapıyor.

İşin bir de şu boyutu var: Mustafa Kemal, “Ben seçimden sonra Birinci Grup’u dönüştürerek Halk Fırkası adında bir parti kuracağım” diyor. 1923 seçimlerine Halk Fırkası olacak grup katılacak. İkinci Grup, “Arkadaşlar, henüz Lozan Antlaşması imzalanmadı. Kendimizi dış dünyaya ispatlayamadık. Böyle bir ortamda seçim çekişmesine girmemek için biz bu seçimlere katılmıyoruz. Ama ileride partileşme niyetimiz var” diyorlar. Bağımsızlar zaten çok cılız. İttihatçıların çoğu kendi ideolojisini bırakmış, Kemalist ideolojisi içerisinde Halk Fırkası’nda yer almıştır. Birinci Grup içinde çok ciddi sayıda eski İttihatçı vardı. Ama bunların dışında bir grup var ki, İttihatçılığı yeniden iktidara taşımak istiyor. Bunlar Doktor Nazım, Cavit Bey, Kara Kemal, İsmail Canbolat gibi az sayıda isimlerdi. Ama tabanları vardı. Bunu önlemek için meclisin kapanmasına birkaç gün kala bunları “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na dâhil ettiler.

İstanbul milletvekili Ali Rıza (Bebe) 1923 seçimlerinde Halk Fırkası adına seçimleri yürütme vazifesiyle İstanbul’a geliyor. Ali Rıza Bey gelmişken gazeteciler yakalıyor ve kanun değişikliğini niye yaptıklarını soruyorlar. O da “Bu değişiklik İttihatçılar için alındı” diyor. “İttihat Terakki saltanatın var olduğu bir dönemde kurulmuş bir partidir. Bu partinin programı saltanatın olduğu bir dönemde hazırlanmıştır. Programı böyle olan bir kesim seçime giremez” diyor. Ne kadar zorlama bir yorum, değil mi? Dolayısıyla İttihatçılar da gidince 287 milletvekilinin dağılımı 5 bağımsız, 282 Halk Fırkası şeklinde oluyor. Bu 5’in 2’si hemen saf değiştiriyor. 284 milletvekili Halk Fırkası’na karşı 3 bağımsız listeyi nasıl deldi, sorusu çok ilginç tabii. Biri Bursa’dan Sakallı Nureddin, biri Gümüşhane’den Zeki (Kadirbeyoğlu) ve diğeri de Kaysari’den Zeki (Karakimseli) Bey.

AHMET DEMİREL KİMDİR?

1957 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 2003’te doçent, 2012’de profesör oldu. Hâlen Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliğine devam eden Demirel, yakın tarihle ilgili değerli çalışmalara imza attı. Birçok makalesinin yanında Birinci Meclis’te Muhalefet, Tek Partinin İktidarı, Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, Tek Partinin Yükselişi, Tek Partinin İktidarı ve İlk Meclisin Vekilleri yayınlanmış kitapları arasındadır.

Kaynak: Derin Tarihte yayınlanan bu  yazı, Prof. Ahmet Demirel’in sosyal medya hesabından alınmıştır.
Devamını Oku »

3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

 3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

LOZANDA MADDDİ VE MANEVİ KAYIPLAR;

Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır…

Türkün şahsına İslam’dan intikam alınarak, bütün bir islam dünyasının başsız bırakılmasıdır!…

Lozan’ın getirdiği, adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş gayrı tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir!!

Şimdi mâruz kaldığımız kayıpları iki grup hâlinde arz edelim.
Misak-ı Millî‘ye nazaran “asgarî vatan” sayılan arazî bugünkü  vatanımızdan mâada, Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya, Halep  ve Musul ‘u da ihtiva ediyordu. Bunların feda edildiği mâlûmdur. Daha  fazlasının talep edileceği düşünülürken şu arazi kayıplarına ilâveten  başka maddî kayıplara da mâruz kalınmıştır.
Bunlar, “Harp Tazminatı, Gemi Bedelleri, Vakıf Bedelleri ve Osmanlı Borçlarının Taksimindeki Adaletsizlik” gibi hususlardı.
Şimdi maddî kayıpları hülâsa edelim.

Batum

Batum 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda Ruslar’a  geçmiş, kırk yıl esârette kaldıktan sonra 1918 başlarında tekrar  Anavatan’a iltihak edebilmişti. Bunun için Ruslar ile aramızda imzalanan Brest-Litovsk Muâhedesihalkın reyine müracaatı kabul etmiş, yapılan  plebisitte kahir ekseriyetle Türkiye’ye ilhak lehinde rey  kullanılmıştır. Ermeniler’in plebisiti kabul etmemeleri üzerine bir kere de Kâzım Karabekir, harben burayı kurtarmış ve Anavatan’a bağlamıştı. O devredeki I.Büyük Millet Meclisi’nde 4 Batum mebusu bile vardı. Şu  gerçeklere nazaran Batum, Misak-ı Millî’ye dahildi. Yani 3O Ekim 1918′de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan’da Ruslar’ın da konferansa  katılmış olmalarına rağmen burası talep bile edilmemiştir. Nasıl  edilebilirdi ki; 1921′de imzalanan Moskova Muâhedesi ile Batum tekrar  Rusya’ya verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile beş milyon  ruble alınmıştı.

Batı Tırakya

Batı Trakya’nın da Misak-ı Millî’ye dahil olduğu münakaşasız bir  gerçek tir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada  mütâreke sıralarında “Batı Trakya Hükûmeti Müstakillesi” bile  kurulmuştu. Lozan’da İnönü burasını, talep etmek yerine Yunanistan’ın  elinden alınıp, Bulgaristan’a verilmesi için çalışmıştı. Buna Yunanlılar bile şaşmış da Venezilos :

“Şu Bulgarlar’a şaşıyorum. Bizimle harb edip de zafer mi  kazandılar ki, bizden toprak istiyorlar? Fakat asıl hayret ettiğim, İsmet Paşa’dır. Kendi elinde olmadıktan sonra, ha Yunanistan’da olmuş, ha Bulgaristan’da. Ne değişir ki, burasının bizden alınıp Bulgaristan’a  verilmesi için çalışıyor?” demek mecburiyetinde kalmıştır. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi’nden Ege’ye açılmak istiyor, İsmet Paşa  da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.

Adalar

1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman İtalyanlar ânî bir baskınla Ege  Denizi’ndeki adalarımızı işgal etmişlerdi. Arkasından Balkan Harbi zuhur edince, İtalyanlar ile anlaşma yapılarak tek cephede harp etmek  ihtiyacı hissedilmiş ve 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile Trablusgarp  Harbine nihâyet verilmişti. Buna göre, biz Trablusgarp’ı İtalya’ya  bırakıyoruz, onlar da Adalar’ı bize geri veriyorlardı, iâde ediyorlardı. Ancak, Yunanlılar’ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan Harbi  bitene kadar emâneten bunların, İtalyanlar elinde kalması kabul  edilmişti. Fakat Balkan Harbini müteakiben I.Dünya Harbi ve sonra da  Yunan Harbi başlayınca Adalar’ın bize devri gecikmişti. Demek oluyor ki, bunları Lozan’da topyekûn dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukûken bize  aid olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk murahhas heyeti bu işte de çeşitli tâvizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.

İnanılmaz bir gerçektir, ama İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, “Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir.  Bunların bir kısmı Yunanlılar’ın, bir kısmı İtalyanlar’ın elinde. Ahali  ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık,  iktisadî vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecâvüz  için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister.  Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve  alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demektedir…

Buna ilâveten askerî müşâvirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun Limni  Adası’nı müttefikler münâkaşasız bize verdikleri hâlde zapta geçmeyi  unuttuğu için kaybettiğimizi de tekrarlayalım.

Adalar meselesinde yapılan diğer bir hata da bu adaları gayr-i askerî hale getirirken, bunu Marmara Denizi’ne kadar şumüllendirmek ve  Antalya’nın önündeki Meis Adası ‘nı bile Yunanlılar’a kaptırmak  olmuştur.

Adalar mevzuunda Lozan’dan sonra bile birçok hatalar işlenmiş olmakla beraber, bunlar mevzuumuz hâricidir. Şu kadarını söylelimki Alman  Harbi’nde İtalyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve  Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu  halde, o günkü Türk Hükûmeti akıl almaz bir ahmaklıkla bu teklifi  değerlendirememiştir. Bugün Yunanistan “Kıt’a sahanlığı” meselesi ile  gırtlağımızı sıkabilmekte ise, hep bu adalar sayesindedir. Ayrıca NATO  üssü diyerek Adalar’ın Lozan’daki statüsünü bozan Yunanistan, yalandan  bir oyun bozanlık ile bir ara NATO’dan çıkmış sonra tekrar girerken de  Adalar’ı dahil etmeyerek, bunlardaki askerî üsleri kendi kontrolüne  geçirmek imkânını bulmuştur.

Kıbrıs

93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda İttihat Terakki’nin  mübeşşirlerince mâruz kaldığımız felâketi hafifletmek maksadıyla Sultan  Abdülhamid Han siyasî bir manevra çevirmiş ve bu iş için İngilizler’i  kullanmıştı. Çünkü onlar da Hindistan’ın Kuzey kesimindeki menfaatleri  itibariyle Ruslar’ın ilerlemesine karşı çıkmak mecburiyetindeydiler.  Fakat bize yapacakları iyilik mukabilinde bir tâviz olarak Kıbrıs’ı aldılar. Zira burası Hindistan yolunun emniyeti bakımından kendilerince  mühim idi. Anlaşmanın bir şartı da Ruslar, başta Batum olmak üzere  Elviye-i Selâse ‘yi(üç vilâyet yani Kars, Ardahan ve Batum) bize iâde  ettikleri takdirde, onlar da Kıbrıs’ı geriye vereceklerdi. Lâkin I.Cihan Harbi’nde biz İttihat Terakkicilerin hesapsız hareketleri sebebiyle  Almanlar’ın yanında yer alınca, İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası’nı ilhak ettiklerini ilân ettiler.

Türkiye, bu emr-i vâkiyi kabul etmedi. Mesele Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu.  Bunun da Lozan’da halli gerekiyordu. Lozan zâbıtlarını baştan sona kadar okuyanlar, Kıbrıs Adası’nın murahhaslarımızca talep olunduğuna dair bir tek cümleyle karşılaşmazlar. Muâhedenin 20. maddesi ile Türkiye’nin İngilizler tarafından 5 Kasım 1914 tarihinde ilân olunan ilhak kararını tanıdığı beyan edilmektedir. 21. maddede ise, orada yaşayan ahalinin  artık Türk tâbiiyyetini kaybederek İngiliz tâbiiyyetini kazandığı hükme  bağlanmaktadır. Ancak bizim murahhasların itirazı ile buna bir istisna  getirilmiş ve isteyenlerin iki sene içinde Türk tâbiiyyetini tercih  edebilecekleri kabul olunmuştur. Ancak bu tercih haklarını kullananların, müteakip 12 ay zarfında Türkiye’ye hicreti mecburî  kılınmıştır. İşte Kıbrıs Adası’nda Türkler ve Rumlar arasındaki nüfus  dengesizliği, bu sebepten kaynaklanmaktadır.

Sadece bu sebepten mi? Hayır… Bir de şu var: II.Cihan Harbinde açlık  ve bombardımandan kaçarak Ege sahillerimize sığınan on binlerce Rum,  istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs’a taşınıp  yerleştirilmişlerdir.

Antakya

30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi’nin akdi sırasında Fransız orduları  Şam dolaylarında bulunuyorlardı. İşgallerini tâ Maraş’a kadar çok sonra  ilerletmişlerdir. Bu itibarla Antakya da Misak-ı Millîye dahildi. Fakat  Lozan’da talep edilmedi. Maraş hadiselerinde yediği dayağın tesiri ile  henüz hiç bir zafer kazanılmamışken 1921 yılında “Ankara İtilafnâmesi” ni imzalayan Fransızlar, Adana’nın Dörtyol kasabasına kadar bütün  bölgeyi kendi rızalarıyla boşaltıp bize teslim etmişlerdi. Lozan’a zafer kazanmış olarak gitmiştik. Fransızlar’dan bütün Antakya’yı talep etmek  zaruri idi. Lâkin Ankara İtilafnâmesi’nin çizdiği hudutlarla iktifa  edilmiştir.
Burasının bilâhare kurtarılabilmeside bizimkilerin dirayetinden  ziyade İngiliz ve Fransız rekabeti sebebiyle İngiliz telkin ve desteği  sayesinde mümkün olmuştur ki, bunun tafsilâtı da burada mümkün değildir.

Halep

Aynı sebeplerle Halep de Misak-ı Millî’ye dahildir. Mütâreke günü  ordumuz Halep’in 4O km. güneyindeki “Nibil Kasabası” nda idi. Ankara İtilafnâmesi ile hudut Halep’in 40 km kuzeyindeki Tibil’den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız hâricinde bırakılmıştır. Malûm olduğu üzere Müslüman  alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta fark için Güney hudutlarımız 80 km kuzeyden çizilmiş demektir. Bunun da Lozan’da düzeltilmesi gerekirdi. Zabıtlarda baştan  başa Türk olan Halep için sarfedilmiş bir cümleye rastlamak mümkün  değildir!

Ve Musul

Bu öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler Mütârekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri  yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Kasım 1918′de işgal etmişlerdir.  Musul’un Misak-ı Millîye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk  murahhasları burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık  ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul’u da bize kaybettirmişlerdir!…
Lozan’da Musul, umûmî sulhun kaderinden tefrik olunarak, Türkiye ile İngiltere arasında 9 aylık bir müddet zarfında ikili bir sûrette  görüşülüp, halledileceği esası kabul edilmiştir. Bilâhare 1926 yılında İstanbul Kasımpaşa’da “Haliç Konferansı” adı ile toplanan konferanstan  da bir netice alınamayınca bu yüzden mesele Cemiyet-i Akvam’a gitmiştir. Buradan da aleyhimize karar çıkmak ihtimali belirince, Ankara’da 14  Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul  ingiliz mandası Irak’a bırakılmıştır. Karamela şekeri nevinden, 25 sene  müddetle petrol gelirlerinden Türkiye’ye yüzde 10 verilmesi esası kabul  edilmiş ve bu da alınamamıştır.

Halbuki Lord Gürzon ‘un hatırâtına nazaran, İngilizler, Musul’u bize  vermemekte direnirlerse ve bundan dolayı sulh gerçekleşmezse, petrol  yüzünden sulhe yanaşmadıkları yolunda itham olunacakları endişesiyle  Musul vilâyetini toprak olarak bize bırakmak, ama petroller üzerinde  mümkün olanı sağlamak kararındaymışlar. Lâkin, Türk murahhaslarının  meseleye bakışlarındaki zafiyeti gören Lord Gürzon, kendi Hükûmetinin bu sûretle vâki kararını bir tarafa bırakarak, dayatmış ve Musul’u hem  arazi ve hem de petrol olarak İngiliz Kraliyeti’ne kazandırmıştır.

Musul’un kurtarılması için bilâhare de fırsatlar zuhur etmiş ve  bunlar günümüze kadar devam etmiştir. Musul, bugün üzerinde 2,5 milyon  (sağa sola kaçırılanlarla beş milyon) Türk’ün yaşadığı bir esir vatan  parçasıdır. Buradaki halk, Kürdüyle Türküyle Dünya’nın en mustarip  insanlarıdır. Türkiye’nin geleceği bakımından en ciddi bir tehlikeyi  teşkil eden“Kürtçülük hareketi” gibi, gitgide ahlâk ve mâneviyatı kemiren maddî sefâlete karşı da, kurtuluş çaremiz Musul’dur, onun  kurtarılmasıdır. Bunun için henüz bütün fırsatlar elden kaçmış değildir. “Körfez krizi” kapanmamış bir yara gibidir! Umarız ki, bütün siyasîler  ve eli kalem tutan herkes, Musul’un ehemmiyetini kavrar da bu mağdur  vatan parçasının kurtarılması için gönül ve amel seferberliği eder.

LOZAN’DA MANEVİ KAYIPLAR

En Büyüğü Hilâfet

Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu  neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli  çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine  sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da  atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın  ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran  konuşmalar yapıyordu.

Hatta İzmir İktisat Kongresi ‘ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi  herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve  yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek,  Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı. Fahreddin Paşa’nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği “Mukaddes Emânetler”in geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.

İnönü’nün  buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa’nın Hilafeti  yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye  edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa’nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi  çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa’ya anlattı. Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ile Hilafeti  methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz  sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya  gitmekte olan İsmet Paşa’nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemal  kendisine mülâki olunca, hareket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât  alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha  gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir.

Patrikhâne

Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve  Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti  sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh  deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un  işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans  bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır  edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye  hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir  ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir.İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon ‘a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da  Lord Gürzon ‘un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır. Lozan  Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu  husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu  uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza  edilmiştir.

Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran  imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan  Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35.  maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi” başlıklı bölümde  serâhaten ifadesini bulmuştur. Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana,  onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir  kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere  eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926′da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren  tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da  unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi  mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de  kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman  resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten,  çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul  etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!..  Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar  için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye’de  yaşamış olan PatrikAtenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik  ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.

Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara  tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek  kanun çıkartamaz.

Yüzellilikler Meselesi

Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim  ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler,  Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince,  bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki;  bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler  değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler  afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların  bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç  nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin  tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i  hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta  hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af  protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm  ilâve edildi.

Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli  kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu  insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler  yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna  kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.

Adlî Murâkabe

Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu   larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara  resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul  etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî  kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara  rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan  ibaret olacaktır:
” Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm  Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır! Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan  stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği  küçük bir Türkiye’dir. ”
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken,  Lozan’ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!…

Kadir Mısıroğlu –  Tafsilatıyla öğrenmek için; Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?!, cild: 2ve 3

 
Devamını Oku »

Çanakkale Toprağı düşmanımıza satıldı (Lozan 128. madde)

lozan


Çanakkale’de Şehitlerimizin kanları ile sulanmış topraklar düşmanlarımıza satılmıştır (Lozan 128. madde)

Laiklerin bizi kurtardı dedikleri şahıslar, Lozan’da Çanakkale Şehitlerimizin kanları ile sulanmış topraklarımızı; düşmanlarımıza “satmışlardır” ama bu para karşılığı değil bildiğimiz kadarıyla… Bu noktada, satmak derken “hainlik” diyorum ben.


Lozan anlaşmasının 128. Maddesine bakalım: (Fotoğraf’a bakın)

**********

Bu konuda Mustafa Armağan şöyle diyor;

“Türk hükümeti”, “Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya hükümetlerine (düşmanlarımıza) (…) abideleri muhtevi olan arsaları ayrı ayrı ebediyyen terk etmeyi taahhüt eder.”

Ne demek bu toprakları ebediyyen, yani sonsuza kadar, İngilizcesiyle söyleyelim “in perpertuity” İngiliz’e, şuna buna vermek? Çanakkale’deki araziyi kıyamete kadar verdik demedikleri kalmış.

Soruyorum: Bizim şehitlerimizin de kanlarıyla sulanmış bir toprak parçasını emperyalistlere sonsuza kadar bırakmayı taahhüt etmek de dahil midir Lozan zaferine?

**********

`K. Çandarlıoğlu´

https://www.facebook.com/AntiChpArsivi
Devamını Oku »

İsmet İnönü Venizelos Dostluğu

İsmet İnönü Venizelos Dostluğu

Venizelos, Ankara'ya gelmiş, birtakım muahedeler imza et­mişler. Venizelos, ticaret ve emsali şeylerde bizimkileri dolaba koymuş. Bu adama büyük merasim ve alkış yapmışlar. İsmet onu kucaklamış. Güya artık dostmuşuz. Aramızda dava kalma­mış. Türk'ü yeryüzünden silmek isteyen, Lozan'da resmî celse­de ona barbar, katliama diye bağıran bu adama şimdi İsmet'in ve Türkiye'nin en büyük dostu imiş. Ve minel garaibi.

Bunu ve Ankara'da iken Atina'da Pangalos ve zabitler çok güzel tasdik  ettiler. Yani Türk ile dostluk istediklerinden isyan ettiler. İşte dava bitmemiş ve bitmez, Mustafa Kemal ve İsmet galiba şu fikirdeler;hummalı bir surette buna çalışıyorlar: Bütün haricî i mes'eleleri, pürüzleri bitirmek. Bunu da hep vererek yapıyorlar, Türk'ün menfaatleri gidiyor.Galiba "Halk aleyhimizde. Haricî bir mes'ele de zuhur ederse derhal devriliriz" diyorlar. Bu esna- da İtalya sefiri ve Macar Başvekili de Ankara'ya geldi. Avrupa gazeteleri Bulgar Kralının da geleceğini yazdılar.

Zannediyorum ki Mussolini oyun oynuyor. Bunlar, Balkan ittihadı hep onun iş­leri. Bunlar da Yugoslavya aleyhine olsa gerek. Veya onu böyle tesbit edip Fransa ile hesaplaşmak, yani harp edeceğini zannet­mem, sade sıkıştırıp şarkta bir şey koparmaktır. O da bizim yor­ganın başına gelecektir diye korkarım. Bakalım, bu Balkan İttihadi ne şekil alacaktır.

 

......................

İki tarihli Milliyet geldi. Veniselos, Fener'de Rum Patriğini ziyaret etmiş. Bu da başımıza geldi. Dünü düşünün, bugünü gö­rün! Eskiden gizli muhabere ederdi, şimdi aşikâr gidiyor, patri­ğin elini öpüyor. Ankara'da İsmet'le öpüşüp koklaştıktan sonra Fener'e gidip dudağında henüz duran İsmet'in yanağının tadı ile patriğin elini öpmesi, patriğin murassa bir haçı onun boynu­na geçirmesi ne kadar manâlıdır. Bizim ahmaklar bundan bir şey anlamıyor. Ve marifet yaptıklarına kaniler. Bu dostlukları sonra görürüz. Yunan'la yapılan ticaret muahedesi de aleyhimizde. Yunan bizim pamuğu ucuz alacak, mensucat yapıp bize satacak. Aferin. Herif şu bizim ahmakları iyi dolaba koymuş. İçyüzünü bilmiyoruz. Kimbilir daha neler var?.. Patrik, Venizelos'a kilise­ye hizmetlerinden dolayı dua ve teşekkür etmiş. Venizelos'un boynuna ortasında büyük bir pırlanta olan bir haç takmış. Bu ne mel'un hükümet ki bunlara meydan vermiştir.. Zavallı Türki­ye!.. Lozan'da ne idin, şimdi nesin...

Millet Meclisi açılmış, Mustafa Kemal bir nutuk söylemiş. Bu gazetede nutuk mevcud. Nutkun bir lübbü yok. Sade Serbest Cumhuriyet Fırkası ve belediye intihabından bahsederken "Bu müşahedelerin verdiği tecrübelerden Türk milleti cumhuriyetin beka ve inkişâfı için istifade etmelidir" diyor. Mühim bir söz. Sa­de, halkın bu tezahüratından memnun olmadığı anlaşılıyor. Kendi ders almış demek. Bu ders, halkı yeniden katliam etmek­tir. Bakalım. Ve yine: Fırkalara girecek adamlar temiz olmalı" di­yor. Bununla yeni fırka azasının pis olduğunu söylüyor. Pekiyi!

Halk Fırkasında nice kirli ve bulaşık insan var. Bunlar ne olacak?

Yine: "Kalem hürriyetini hüsnü idare etmeli" diyor. Yani matbu­at hürriyeti olur amma" mevkilerine dokunmamak, pisliklerini, cehaletlerini söylememek. Onu söylemeyince zaten o hürriyetin lüzumu kalmaz ki... O hürriyet olmaz ki... Yoksa kendi hüsnü idare eder, yani matbuatın ağzına kilidi takar. Yine: "Memleke­tin mukadderatında yegâne selâhiyet ve kudret sahibi olan bü­yük Millet Meclisi..." diyor. Bunu nasıl söylüyor bilmem. Onun i'rapta bile mahalli yok. Bu selâhiyetler senin elinde. Ve keyfî su­rette istimal ediyorsun.

Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur
Devamını Oku »

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Başlıktaki bu cümle aynen Ekrem Rize’ye aittir ve şöyle demektedir:
Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu!
Ordusu mahvolmuş bir Yunanistan her şeye sahipti. Hatta demiryolumuzun geçtiği topraklan bile bu mağlup Yunanistan elimizden almıştı. Her sene döviz verdiğimiz demiryolumuz Yunan topraklarından geçiyordu ve Yunanistan bir tazminat dahi vermemişti.

Aynı şekilde Güney hududumuz da aleyhimize çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi de müzakere edilmemişti.

Millî Mücadele’de Misak-ı Millîye’ye dahil olan Musul Vilayeti’ni Îngilizler, Milli Mücadelemden sonra bir taraftan o zamanki Londra sefirimiz olan Yusuf Kemal Bey’e, İngiliz Orta Şark Petrolleri Şirketi İdare Meclisi Başkanı Lord Imberfort'u göstererek, Musul ilini petroller taksim edilmek şartıyla Türkiye’ye iadeyi teklif ederken (ki, Yusuf Kemal Bey bu önemli teklifi bir raporla ve İngiliz postasına güvenmeyerek Fransa’dan Ankara’ya göndermişti) diğer taraftan, Lozan müzakeresinde de îngilizler, Doğu İşleri Müdürü Mr. Williams ve Lord Edward Grey vasıtasıyla konferansın Genel Kâtibi Reşit Saffet (Atabinen) Bey’e, Baş Murahhas İsmet (İnönü) Bey’e verilmek üzere şöyle bir teklif yapmışlardı: "Musul hariç, petrollerin %49’u bize verilmek ve Kerkük, Erbil, Süleymaniye yani Musul vilayeti bize iade edilmek üzere...” bu teklife rağmen, Türk Başmurahhasının bundan istifade edemediğini gören îngilizler, siyasî bir manevra ile Musul işini ileride görüşmek üzere Lozan Konferansından çıkartarak, onu konferans harici bırakmak başarısını göstermişlerdi. 1925 yıllarına doğru Ankara’ya gönderdikleri Mr. Lyndzie vasıtasıyla Musul meselesini (nasıl olduğu bilinmez) aleyhimize neticelendirmişlerdi.

Londra Sefiri Yusuf Kemal Bey’in Ankara’ya gönderdiği rapor çin Lord Imberfort, Yusuf Kemal Bey’in Londra’dan ayrılmasından sonra sefaret işlerine bakan Hikmet Bayur Bey’e herhangi bir cevabın gelip gelmediğini sorduğunda, hiçbir cevabın gelmediğini öğrenmişti.

Ekrem Rize’nin "Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu.” sözünün ardından anlattıkları gerekçelerin tamamı bunlar!

Yine Ekrem Rize, Milli Şef İsmet İnönü’nün bizzat saptadığı mebus adaylarının peşinen mebus olarak atandıklarını belirterek şöyle diyordu:

Muayyen kimselerin rey vermesi bir formaliteden ibaretti. Bu iş seçim değil, bir tayindi. Millî Şef, TBMM sandalyelerine keyfinin istediği kimseleri tayin ediyordu. Bunlar da güya Millî Şefi, cumhurbaşkanı seçiyorlardı.

Millî Şef İnönü’nün huzurunda ayakta dimdik saf tutan Meclis içinde? eski Terakkiperver Partisi ileri gelenlerinden Kâzım Karabekir Paşa (Parti Başkanı), Ali Fuat Paşa, (Sadece Cafer Tayyar Paşa hariç, Çanakkale’de uyguladığı savunma tekniği ile bütün birliklere örnek olan general, bu sahte mebusluğu kabul etmemişti.) Rauf Orbay, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski İttihatçılar’dan Hüseyin Cahid Yalçın, Halil Menteşe, hukukçular, profesörler de bulunuyordu.

Bunların hepsi bu CHP nizamnamesinin Şef e itaat ve bağlılık hükmünü imza ederek bu milletvekilliği mevkiine, Millî Şef’in lütfü ile tayin edilmişlerdi.

Osman Öndeş , Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Atatürk Devrimleri ve Sonuçları

Cumhuriyet yönetiminin antidemokratikliği birinci derecede laiklikle bağlantılı bir meseledir.Cumhuriyet öncesinde 1. Dünya Savaşı sonrasında yer yer işgale uğrayan Türkiye, kendini savunmak için halkın doğrudan katılımını gerektiren bir mücadele yürütmüştür. Halkın yönetime katılması bu dönemde sonraki yıllarda görülmeyecek seviyeye yükselirştir. 1920’de TBMM’nin Cuma namazından sonra ve dualarla açılması gibi şeklî unsurlar dışında, Meclis içinde yer alan çok sayıda sarıklı milletvekilleri, Müdafaa-yı Hukuk cemiyetlerinin bir çok yerde müftüler ve din adamları öncülüğünde kurulması mücadeleye halkın iştiraki için gerekliydi.

Savaş zaferle neticelendikten sonra yeni Türkiye Devleti Millî Mücadele dönemindeki havayı devam ettirerek “gerçek bir cumhuriyet” ve “demokratik bir yönetim” olabilirdi, öyle olması hâlinde ise, her hâlde “Atatürk devrimleri''' denilen uygulamalar yapılamazdı.

Yeni Türkiye Devleti gerçeklen halka dayanan, onun eğilimleri doğrultusunda hareket eden bir yönetim oluştursaydı, şüphesiz Türkiye yine ve daha aklî şekilde modernleşecekti. Ama bu modernleşme “inkılâp” diye yüceltilen uygulamalar sonucu olmayacaktı.

Doğrudan veya dolaylı olarak dine, dinî kurumlara veya dinî nitelikli sayılan kurumlaşmalara karşı yürütülen hareketler Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk on yılın özetidir. Bu yüzden, Cumhuriyetin kuruluş dönemi İstiklâl Mahkemeleriyle fazlasıyla iç içedir.

1923-30 arasında İslam'dan uzaklaşmaya, laikliğe mecbur edilen Türkiye, tabiî olarak şiddete ve İstiklâl Mahkemelerine de mahkûm olmuştur.

Türkiyenin dinî yapısının Lozan Konferansı’nın tamamlanmasının hemen ardından tartışılmaya başlanması ilgi çekicidir. Kâzım Karabekir konunun bu tarafına dikkat çekmektedir. Karabekir, Ankara’da Lozan'dan sonra yeni bir hava esmeye başladığını, İslâmiyetin ilerlemeye engel olduğunun üst kademelerde ve parti toplantılarında seslendirilidiğini belirtmektedir:

"Halk Fırkası ladini ve lâ-ahlakî olmalı imiş! Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi, Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları hâlde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış. Medeniyete girmişlermiş. Türkiye, İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslâm olduğumuzdan, bize düşman kalacaklarmış? Sulh yapmayacaklarmış! ”

“10 Temmuz 1923 Ankara İstasyonundaki kalem-i mahsus (özel kalem) binasında Fırka nizamnamesini müzakereden sonra, Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık. 'Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar ’ dediler. Kendisini Hilafet ve Saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığınla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahı verdi: ‘Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün delildir, Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Bu suretle kalkınma kolay ve çubuk olur.

Karabekir, Mustafa Kemal Paşa’nın ‘dinî ve ahlâkî inkılâp yapmadan once hiç bir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu prensibi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabilirim’ düşüncesinde olduğunu öne sürer.

Kâzım Karabekir, kendisinin bulunmadığı ve dinin tartışıldığı bir oturum sonrasında görüşmelerle ilgili olarak da şu bilgiyi naklediyor:
“Ben geldiğim zaman müzakere bitmiş; kısmen de dağılmışlardı. Mevcut azadan Tevfik Rüşdü Bey; ‘ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam ’ dedi. Ben de konuştuklarını bilmediğim için sordum:

*Nedir o kanaat?’
“Tevfik Rüşdü Bey ’in solunda ve benim hemen karşımda oturan Mah- mud Esat Bey sert bir cevap verdi:
‘İslâmlığın terakkiye mâni olduğu kanaati ¡..İslâm kaldıkça yüzümüze kimsenin bakamıyacağı kanaati.
“Fethi Bey söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki: Evet Karabekir, Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da, bu halde kalmaya mahkumdurlar! ’

Kâzım Karabekir, o günlerin Ankarasında bu çerçevede ortaya çıkan halkla yönetim farklılaşmasını ortaya koyan şöyle bir örnek veriyor:
“Maarif Vekili Vasıf Bey, sinema gazinosunda rakı istiyor! Ramazan içindeyiz.Garson şu cevabı veriyor;

Ramazana hürmeten polis açıkça içki içmeyi yasak etti. Rakı geti-remem! Bu cevaptan hiddet buyuran bu zat, garsona bir tokat atıyor ve kendisinin Maarif Vekili olduğunu söylüyor. Garsonlar da ona karşı grev yaparak, hiç biri masasına servis yapmıyorlar. Halkın ve garsonların gülümsemeleri ve aşağılayıcı bakışları altında Maarif vekilimiz sıvışıp gidiyor. Başka türlü yolsuzlukların da bazı vekaletlerde vukuu halk arasında çok fena sarsıntılar yapıyordu. Aklı başında olan bir çok kimselerden ayıplamayı duyuyordum: ‘İstiklâl Harbini bunun için mi yaptık’.”

II Ağustos 1923’de İkinci Meclis ilk toplantısını yapar. Fethi Bey Başvekil olur “18 temmuzda İslâmlığın terakkiye mani olduğunu haykıran Fethi Hey ve arkadaşları hu maniayı nasıl ve ne zaman kaldıracak-lardı? Hükümet programıyla mı? Yoksa Gazi nin herhangi bir hamlesiyle mir

Bu arada Kur’an-ı Kerim’in türkçeye çevrilmesi gibi bir takım dinî konular gündeme gelmiştir. Kâzım Paşa, M. Kemal Paşa’nın kendisine şöyle söylediğini yazmaktadır: “-Evet Karabekir, Arapoğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!”

“Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’anı ve Peygamber’i her yerde medh ve sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza veriyordu.”

Kâzım Karabekir Meclis’in açılışından sonra İsmet Paşa ile de bu konuları görüşür.
“18 Temmuzda Teşkilat-1 Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve ar-kadaşlarıyla yaptığımız ‘İslâmlık terakkiye manidir’ münakaşasını ve Gazi 'nin yakın zamana kadar her yerde Islâm dinini, Kur an ı ve Hilafeti medh ve sena ettiği (övdüğü ve yücelttiği) ve hatta pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu hâlde, dün gece heyet-i ilmiye karşısında Peygamberimiz ve Kur 'an ’ımız hakkında hatır ve hayale gelmeyecek biçimde konuştuğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan ’dan yeni geldiği hakkında kanaatin umumî olduğunu da söyledim. ”

İsmet Paşa da, Macarlarla, Bulgarlar’ın aynı saflarda İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri ve maytap oldukları halde, istiklâllerini muhafaza etmiş olmalarının Hıristiyan olmalarından kaynaklandığını, Türkiye’yi istiklâl verilmemesinin ise Islâm olmamızdan ileri geldiğini; İslâm kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin daima tehlikede kalacağını söyler. Karabekire gore bu fıkır istibdada yol açacak ve milli birliği bozacaktır. Dışarıda da ‘Türkler Hıristiyan oldular’ diye bütün İslâm âlemini bizden nefret ettireceklerdir..... Öteden beri bir taraftan hükümete ‘Avrupalı oluru Batı hayatını aynen alın, başka kurtuluş yolunuz yoktur" derler, diğer taraftan da arttığımız adımlara çelme takmak için içerde halkı isyanlara teşvik ederler ve İslâm aleminde de ‘Türkler Hıristiyan oluyor' diye aleyhimizde nefretler uyandırırlar. “

Karabekir, İsmet Paşa ile konuyu tartışırken Mustafa Kemal Paşa’nın sükunetle dinlediğini belirtir. “Mustafa Kemal Paşa, Lozan’dan da aldığı hızla, ne iktisat Kongresi‘nin ve ne Heyet-i İlmiyenin hazırladığı programlara ilgi göstermeyerek müthiş bir inkılâp hamlesi teklif etti:”
"Hocaları toptan kaldırmadıkça hiç bir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapamazsak, başka hiç bir zaman yapamayız. " Karabekir bu durum karşısında şöyle söyler:

“Peki ama ne olmak istiyorsunuz? dedim. Hıristiyan mı, dinsiz mi? Hiç birine imkân olmamakla beraber her iki yol da, hem tehlikeli hem de geridir! Münevver Hıristiyanlık âlemi ilim zihniyetine daha uygun yeni din esasları araştırırken bizim, onların köhne müessesini benimsemekliğimiz müthiş tehlikesiyle beraber, geri bir hareket olur!"

Kâzım Karabekir'in Türkiye'deki din-islâm karşıtı eğilim ve uygulamaları Lozan’a bağlaması enteresandır: “Lozan bize istibdat ve tehlike göndermesin!” der. Kâzım Karabekir, ertesi yıl. Halk Fırkası’nın bu çerçevede bir teşkilatlanmaya teşebbüs ettiğini, “Lâ-dini ve Lâ-ahlâkî” (din dışı ve ahlâk dışı) kulüp (mahfel)ler oluşturmaya kalkıştığım, 4.6.1924 tarihli bir yazışmaya dayanarak öne sürer. “Yeni Anayasa ya göre, Devletin dini “İslâm ” olarak tescil edildiği halde, Halk Partisi ’nin Anayasa ’ya aykırı olarak kulüpler açması, kanuna ve mantığa uyar bir şey olmadığı gibi, Lâ-dinî ve Lâ-ahlâkî denilmesi kamuoyunu ve halkı hiçe saymaktı ” der.

A.İzzet Paşa da dönemle ilgili müşahedelerinde Kâzım Karabekir’in söylediklerini teyid eder şeyler söylemektedir: ,

Bu kabadayılar milletin mal, can ve ırzına sataşmakta ve faydalanmakta kendilerini haklı buluyorlar, elinde bir memuriyet veya her hangi bir kuvvet bulunan her omuzdaşa çal, çırp, zengin ol, keyf et.. düşüncesini aşılıyorlardı. Bu tavsiyeler üstü kapalı veya örnek gösterilerek yapılıyor, basının kalemleri, devlet adamlarının nutuklarıyla desteklenip onaylanıyordu. Bu gibi rezillikler ve kötülükler dindar bir çevrede yapıl(a)maz. Dolayısıyla gazete sütunlarında, yardakçıların dillerinde dindarlığın delilik, hatta cinayet; veya sadakat, iffet yükselmeye ayak bağı şeklinde gösterilip yorumlanmaya başlandı.” Başbakan İsmet paşa tarafından Rauf Bey ’in sorgusu veya suçlanması münasebetiyle Halk Fırkası ’nda söylenen ve Halife hakkında tehdit içerikli meşhur nutkunda ‘verilen sözler, edilen taahhütler durumun ve zamanın gereklerine göre yok sayılabilir ’ vecizesi söylenmiş; yani sözünde durmak, yeminini tutmak gibi ahlâkî ve kanuni borçlar hükümet adamlarından, belki bütün milletten kaldırılmış ve düşürülmüştür. Bu türlü teorileri yürütmek, her gün değişik şekilleri görülen kötülükleri, özellikle Reisle özel avanesinın düşkün oldukları utanılacak zevk ve sefayı halka yutturmak için, kötülüklerin önleyicisi ve erdemlerin koruyucusu olan dini hükümleri zayıflatmak ve yok etmek gerekiyordu. ”

İzzet Paşa’nın konunun o dönemde algılanışı ile ilgili verdiği örnekler de ilgi çekicidir: “Gazetenin birisinde bir hocanın bir gece Kur’an okumayı Öğretirken suçüstü olarak yakalanıp tutuklandığı anlamına bir yazı gözüme ilişmişti. Bir gazete de ‘Artık Türk milleti kendisini şimdiye kadar ilerlemekten, zevk ve sefadan engelleyen utanmayı kaldırmıştır ’ yolunda bir vecize kullanmıştı.

Vakit gazetesi bir aralık lise öğrencilerine birer makale yazarak idarehanelerine göndermelerini ve düşünce ve üslup olarak zamanımıza, inkılâbımıza en uygun olanlarından üç tanesine değişik ödüller vereceğini ilan etti. Birincilik ödülünü kazanan makalenin konusu şöyleydi: Yazan öğrenci, okulda iyi not alamadığı için babası haftalığını vermemiş, fakat yine öğrencilerden iki kızla randevusu varmış, üzüntülü bir şekilde ne yapacağını düşünürken arkadaşlarından biri evine gelince derdini ona anlatmış. O aralık evde kimse yokmuş, arkadaşının önerisiyle evdeki şiltelerin pamuklarından birer miktar çıkararak pazarda satmışlar. Buluşma yerine gitmişler, fakat kızları bulamamışlar. Onların gelmesini beklemek için dolaşırken, bir kahvehanede kumar oynandığını görerek oraya girmişler ve ellerindeki parayı kaptırıp dışarı çıkınca kızlar önlerine çıkıvermiş, onları da hatırımda kalmayan bir hile ile aldatarak ellerinden kurtulmuşlar

Gazetenin seçici kurulu da modern gençliğin artık böyle düşünüp böyle davranması gerekeceğini övücü bir dille açıklayarak birincilik Ödülünü bu namuskar öğrenciye verdi. Haylazlık, hırsızlık, öğrencileri baştan çıkarmak, kurnazlık ve en son hilekârlık ve vefasızlık ki, bunların her biri dünyanın medeni ve bedevi her milletinin gözünde ayıplanacak iğrenç bir cinayet ve rezalet, bizde ise ayrıcalık ve ödül sebebidir.”

Mete Tunçay, Cumhuriyet’in ilk yıllarında laiklikle halkçılık ilkelerinin çatıştığı görüşündedir. Kemalizmin Altı Okundaki halkçılık ilkesi demokrasiyle aynı değildir. Cumhuriyet halkçılığı, Büyük Fransız ihtilali fikrine has bir anti-monarşizm ve imtiyazlara düşmanlık mânasına gelmektedir, Tunçay, Millî Mücadele’de daha önce başlıyan laikleşmenin geri çevrildiğini, din bağının alabildiğine vurgulandığını belirtmektedir. Birinci TBMM’nde bir tek gayri müslim üye yoktur.” Kamu gelirlerimle azalma da göze alınarak, sırf dini sebeplerle içki yasağı (Men'i Müskirat Kanunu) çıkarılmıştır. Bu dönemde İslâm milliyetçiliği ile siyasal toplumun tutunum (kohezyon) öğesi olarak dinden yararlanılmıştır.”

Tunçay, Cumhuriyet laikliğini Osmanlı İmparatorluğu'nun tersine, yapısal gereği kalmamış bir hareket olarak niteler. Türkiye C'umhuriyeti’nin nüfusu, Osmanlı tebasından çok daha türdeş (homojen) olduğu için, laikliğin, salt kültürel planda, Batı taklitçiliğinden kaynaklandığı düşünülebilir; “hatta bu devrim, Batıya karşın Batıya yaranma gayreti diye yorumlanabilir.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »