Çalgı Aletleri Hakkında

Çalgı Aletleri Hakkında

İslâm’a göre çalgı ve çalgı aletleri haram mıdır? Çalgı çalıp şarkı türkü söyleyen­ler günah mı işliyorlar? Buna cevap vermeden önce çalgı aletlerini sınıflandırmamız ve çalındığı, yani icra edildiği yeri ve dinleyici kitlesini belirtmemiz gerekmektedir.

Çalgı aletlerinin deri kaplı olan tef ve benzeri aletlerin Resûlullah Efen­dimiz (s.a.v.) zamanında kullanıldığını ve Efendimiz’in buna ruhsat verdiğini görüyoruz. Musikiye gelince, genel anlamda duygu ve düşünceleri sesle ifade etme sanatıdır diyebiliriz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğin­de Medineliler onu tef çalıp neşide yani manzume, nağme, ezgi ile karşıladılar ve Efendimiz onların bu davranışını engellemedi. Sahih kaynaklarımız bu olayı çok detaylı biçimde aksettirmekte olup ilim adamları Resûlullah’ın musikinin bu kadarına ruhsat verdiğini istinbat etmektedirler.

O halde gerek deri kaplı tef ve benzeri çalgı aletlerini kullanmaya, gerekse nağme, ezgi ve benzeri sesli neşideler söylemeye bir ölçüde ruhsat verilmiş bulu­nuyor. Ancak bu ölçünün sınırı nedir? Müstehcen olmadığı, ahlaki değerlere ters düşmediği, şer’i ölçüleri aşmadığı, aile yapısını zedelemediği, toplumu ve aileyi gayesizliğe, havailiğe sürüklemediği, kadınlarla erkekleri birarada bulundurma­dığı takdirde İslâm’ın verdiği ruhsat geçerliliğini korur.

Kur’an’da eğlenilip güldürücü anlamda söz ve nağmeden bahsedilmiştir. Çalgı ve çalgı aletleriyle ilgili sarih (açık, net) anlamda bir âyet yoktur. Ancak insanları güldürüp eğlendiren söz ve ses üzerinde durulmuş ve bu anlamda kap­samlı bir ifade kullanılmıştır: “İnsanlardan bir kısmı bilgisizce Allah yolundan sap­tırmak ve Allah sözünü eğlence edinmek için sözün alaylı (güldürücü, eğlendirici) olanını edinip (söyler). İşte onlar için aşağılayıcı, rüsvay edici bir azab vardır.” (Lokman, 6) Kur’an’daki bu âyetle daha çok üç husus üzerinde durulmuştur:

a-Lehve’l-hadis

b-Bilgisizce Allah yolundan saptırmak. .

c-Allah sözünü alaya almak.

Birincisi, oyun ve eğlenceyi doğuran lehv tabiri ile belirtilmiştir. Lehv: Oyun faydasız ve yaramaz iş, güldürücü, eğlendirici müstehcen çalgı ve nağme gibi ma­nalara delalet eder. Allah sözünü alaya alanlarla halkı müstehcen ve çılgınca eğ­lendirmek için cazlı sazlı, sesli eğlencede bulunanlar arasında bir bağ kurulmuştur.

Celal Yıldırım bu âyeti şöyle yorumlamıştır: “Kur’an Kerim ilgili âyetle, bütün aşırılık, çılgınlık ve ölçüsüzlüğe yol açacak olan müstehcen anlamdaki çalgı, eğlence ve güldürü sahneleri üzerinde duruyor. Şehveti tahrik eden, ibadetten alıkoyan, kadın-erkek ayırımı yapmaksızın hepsini aynı çatı altında toplayıp yine şehevi ve gönül eğlendirici anlamda eğlenceler tertip ederek Allah yolundan çeviren her fiil ve davranışı “lehve’l-hadis” kapsamına alıp takbih ediyor. Zira insanoğlunun şu dünyaya çok daha önemli ve yararlı işlerle meşgul olup olgunlaşmak ve bu düzeyde Hakk’ın rızasını kazanıp salih emellerde bulunmak üzere getirildiğinde hiç şüphe yoktur, Cenab-ı Hak bu hususu şöyle açıklamaktadır: “And olsun kî ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım...” (Zâriyat, 56)

Çalgı çalmak, şarkı, türkü söylemek hakkında farklı ictihad ve görüşler orta­ya çıkmıştır. Bunların hepsini biraraya getirip te’lif etmek istediğimizde şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Edep, terbiye, ahlak ve mahremiyet sınırlarını aşan, müs­tehcen hareketler doğuran, şehveti tahrik eden, kadın ve erkeklerin birarada toplanıp eğlenmesine yol açan, kişiyi namaz ve ibadetten, Allah’ı anmaktan alıkoyan her oyun ve eğlence, her çalgı ve şarkı ve türki haramdır. Derecesine göre mekruh olanı da söz konusudur.

Şer’i sınırları aşmayan, ahlaki değerleri tahribe yönelmeyen, edep ve terbi­ye sınırlarım aşmayan, mahremiyeti ihlâl etmiyen, kadın ve erkeklerin bir araya gelmesine imkan vermeyen, namaz ve ibadetlere engel teşkil etmeyen çalgılar­dan bir kısmına şarkı ve türki, şiir ve ezgiye ruhsat verilmiştir

a-Bazısına göre teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) haramdır. Bunları dinlemek günahı gerektirir.

b-Kafiye düzenliyen, güzel konuşmayı ilham eden teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) de bir sakınca yoktur. Bunun gibi

c- Söylenen şiirlerde (teğanni şeklinde ifade edilenlerde) ibret, hikmet ve dünya ile ahirete yarayacak bilgi ve mana yer alırsa, kerahet kalkar.

d-İmam Ebû Yusuf’a “düğün dışında tef çalmak, mesela kadının şer’i sınırları aşmadan çocuklar için tef çalması mekruh mudur?” diye sorulmuş, imam şu cevabı vermiştir: “Ben bunu mekruh görmüyorum. Ama oyun ve eğ­lenceyi had safhaya vardıran tef çalma ve benzeri aletleri kullanmayı mekruh görüyorum.”

e- Bayram günleri yine şer’i sınırları aşmamak kaydıyla tef ve benzeri deri kaplı aletleri çalmakta bir sakınca görülmemiştir.



Prof.Dr.Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

Örtünmeye Dair Hükümler

Örtünmeye Dair Hükümler

Yüce Allah'ın: "Ey Âdemoğulları size avret yerlerinizi örtecek bir libas...indirdik" buyruğu ile ilgili olarak çoğu ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime, avreti örtmenin vücubuna delildir. Çünkü yüce Allah: "Avret yer­lerinizi örtecek" diye buyurmaktadır. Kimisi de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerimede onların sözünü ettikleri hususa delil teşkil edecek bir taraf yok­tur. Aksine bunda sadece bununla Allah'ın bize nimet İhsan etmiş olduğu­na delalet vardır, o kadar.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Avretin örtülmesi de bu nimetlerin bir parçasıdır. Böylelikle şanı yüce Allah, Âdemoğlunun zürriyetine avretle­rini örtecek şeyleri yaratmış olduğunu beyan etmekte ve tesettürün emr olun­duğuna delâlet etmektedir. Başkalarının görmesine karşı avretin örtülmesi­nin vücubu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak, avretin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ebizi'b der ki: Avret, erkekte, fercin kendisidir. Yani kubül ve dübürdür, başka da yoktur. Bu aynı zamanda Davud'un, Zahirîlerin, İbn Ebi Able'nin ve Taberî'nin de görüşüdür. Çünkü yüce Allah: "Avret yerlerinizi örtecek"; "Avret yerleri ken­dilerine göründü" (el-A'râf, 7/22) diye buyurmuştur.

Buharî'de de Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasulullah (sav) Hayber sokağında (bineğini) yürüttü -hadiste şunlar da zikredilmektedir:- Son­ra elbisesini baldırından yukarıya doğru çekti. Halta (şu anda ben) Allah'ın Peygamberinin -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- baldırının beyazlığı­nı görüyor gibiyim. [1]

Malik der ki: Göbek çukuru avret değildir. Bununla birlikte erkeğin, ha­nımının huzurunda baldırın açmasını hoş görmüyorum.

Ebu Hanîfe der ki: Dizkapağı avrettir. Bu, Ata'nın da görüşüdür.

Şafiî de der ki: Ne göbek çukuru, ne de dtzkapakları -sahih olan görüşe göre- avret değildir.

Ebu Hâmid et-Tirmizî'mn naklettiğine göre ise, göbek çukuru hususun­da Şafiî'nin İki görüşü vardır.

Malİk'in delili Hz. Peygamber'in Cerhed'e: "Baldırını ört. Çünkü baldır av­rettir" demiş olmasıdır." [2] Buharı, bu hadisi muallak olarak zikretmiş ve şöy­le demiştir: Enes'in rivayet ettiği hadis, sened itibariyle daha sağlamdır, Cerhed'in rivayet ettiği hadis ise daha ihtiyatlıdır. Tâ ki, kişi (bu ihtiyata ri­âyet etmek suretiyle) fukâhanın ihtilâfından kurtulmuş olsun. [3]

Cerhed'in bu hadisi de Ebu Hanife'nin dediğinin hilâfına delil teşkil etmek­tedir. Rivayete göre Ebu Hureyre, el-Hasen b. Ali'nin göbek çukurunu öp­müş ve şöyle demiş: Rasulullah (sav) seni nereden öpüyor idiyse ben de se­ni aynı yerden öpüyorum. Şayet göbek çukuru avret olsaydı, Ebu Hureyre de orayı öpmezdi, el-Hasen de ona böyle bir İmkân tanımazdı.

Hür kadına gelince; yüz ve eller müstesna her yeri avrettir. İlim ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Her kim bir kadın ile evlenmek isterse, onun yüzüne ve ellerine baksın." [4]

Çünkü, ihramlı İken de açılması vacib olan azalar da bunlardır. Ebu Bekr b. Abdurrahman el-Haris b. Hişam der ki: Tırnağı da dahil ol­mak üzere kadının her şeyi avrettir.

Ahmed b. Hanbel'den de buna yakın bir görüş nakledilmiştir.

Ummu'I-Veled (efendisinden çocuğu bulunan cariye) hakkında ise el-Es-rem şöyle demektedir: Ben Onun -yani Ahmed b. Hanbel'in- Ummi Veled'in na­sıl namaz kılacağına dair sorulan soruya şu cevabı verdiğini duydum: Başı­nı ve ayaklarını örter. Çünkü, öyle bir cariye satılamaz. Ve hür bir kadının na­maz kıldığı gibi o da namaz kılar.

Cariyeye gelince, onun da göğsünün alt tarafı avrettir. O, başını ve bilek­lerim açabilir.

Erkek hükmünde olduğu söylendiği gibi, başını ve göğsünü açmasının mekruh olduğu da söylenmiştir. Hz. Ömer de cariyeleri başlarını öttükleri için vurur ve: Hür kadınlara benzemeyin, dermiş. Esbağ da der ki: Baldırı açıla­cak olursa, vakit çıkmamışsa namazını iade etmesi gerekir.

Ebu Bekr b. Abdurra liman el-Haris b. Hişam der ki: Cariyenin tırnağı da dahil olmak üzere her şeyi avrettir.

Ancak bu, fukalıanın görüşlerinin dışına çıkmaktır. Zira fuhaka, hür ka­dının farz namazı elleri ve yüzü açık olduğu halde kılabileceğini ve bu şe­kilde bunların yere değeceğini icma ile kabul etmişlerdir. Cariye hakkında hükmün böyle olması öncelikle sözkonusudur. Um Veled'in durumu ise, ca­riyeye nisbetle daha ağırdır.

Küçük çocuğun ise, avretinin hürmeti yoktur. Küçük kız, göze gelecek ve arzulanacak bir hale geldi mi, avretini örter.

Ebu Bekr b. Abdurrahman'ın deliii yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü'mirilerin kadınlarına de ki: Cilbab-larını (dış elbiselerini) üzerlerine giyinsinler..." (el-Ahzab, 33/59)

Bir diğer delili de Um Seleme yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: Ona: Ka­dın hangi elbiseler ile namaz kılar, diye sorulmuş, O da şu cevabı vermiştir: Kadın dış gömlek ile ayaklarının üst taraflarını dahi örten bürüyücü baş ör­tüsü içerisinde namaz kılar. [5]Bu hadis, merfu' olarak da rivayet edilmiştir. Fakat onu Ummi Seleme'den mevkuf olarak rivayet edenler daha çok ve hıfz bakımından daha ileridirler. Bunlar arasında Malik, İbn ishâk ve başkaları da vardır. [6]Ebu Davud der ki: Bu hadisi, Abdurrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b. Zeyd'den, o, annesinden, O da Um Seleme'den şöylece mer­fu' olarak rivayet etmektedir: Um Seleme Rasulullah (sav)'a sordu... [7]

Ebu Ömer der ki: Burada sözü edilen Abdurrahman, hadis alimlerince za­yıf bir ravi olarak kabul edilmiştir. Şu kadar var ki, Buharı onun hadisinin bir bölümünü de rivayet etmiştir. Ancak, bu husustaki icma, gelen bu rivayet­ten daha güçlüdür



(1)-Buharî, Salat 12; Müslim, Nikâh 84, Cilıâd 120; Müsned, III, 102.

(2)-Tirmizî, Edeb 40; Ebu Dâvûd, Hamıram 1; Müsned, I 478. 479.

(3)-Buhari, Salar 12.

Hadisi bu lafizlarla tespit edemedik. Ancak, evlenmek isteyen kimsenin, talip olduğu ha­nını:!bııkmnsını öğütleyen rivayetlerin bazıları; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 239 v.d.;İbn lineer. Bulüğu'l-Mer&m, baskı yer ve yılı yok, s.179; Mııhanuned b. tsıniıil es-Snn'ânî, Subulu's-Sel&m, Mısır 1369/1950, 111, 113 v.d.; Şevkini, Neylü'l-Evtâr, Mısır tarihsiz, Vı. 124 v.d. da görülebilir.

(4)-Muvatta, Salâtu'l-Cemaa 36.

(5)-Bk. İbnAbdi'l-Berr, el-lstiskâr, V, 441.

(6)-EbûDâvûd, Salât 83.

(7)- İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 7/305-307.
Devamını Oku »

İtikaf Hakkındadır

İtikaf



Abidler, çeşitli halvetlerle Allah (c.c)'a yaklaşmaya çalışmışlardır. Fakat Resulullah (a.s)'ın hicretten sonra her yıl devam ettiği sünnet olan halvet, ge­nelde Ramazan'ın son gününe denk getirdiği senelik itikafıdır. Bu münasebetle Müslümanlar eskiden beri senelik halvetlerini bu günlere denk getirirler.

İtikaf aslen sünnettir. Fakat bir kimse Ramazan'ın son on günü itikafa girmeye niyet eder de bu günlerde itikafa girerse, İmam Ebu Yusufun görüşünü benimseyen Kemal İbni Hüman'a göre kalan günleri itikatla geçirmesi, o kimsenin üzerine vacip olur. Niyet edip başladıktan sonra itikafın gereklerini yerine getirmezse, on günü birden kaza etmesi gerekir. İtikafa başlayıp sonunu getirmezse, kalan günleri kaza eder. Fakat İmam Ebu Ha-nife ve İmam Muhammed'e göre sadece itikafı fasit olan günleri kaza etmesi gerekir.

Aynı şekilde bir kimse bir ya da bir kaç gün itikafa niyet edip itikafa gi­rerse, niyet ettiği kadar itikafta kalması ve bu süre zarfında oruç tutması gerekir.

Bu fetva, İmam Ebu Yusufun görüşüdür.

Fakat bir kimse nefsini hapsetme arzusunda değilse, camide kaldığı sürece itikafa niyet etmesi kafidir. Bu taktirde o kimsenin camide bir süre kal­ması, vacibi üzerinden düşürür. Fakat Ramazan'ın son on günü ya da herhan­gi bir zaman itikafa niyet ederse, fıkıhçıların ortak görüşüyle bu niyetini ye­rine getirmesi ve beraberinde oruç tutması gerekir.

Bir Müslüman camiye girdiği zaman itikafa niyet etmesi ve kaldığı süre zarfında zikirle, ilimle ve Kur'an-ı Kerim tilavetiyle meşgul olması müste-habdır.

Ramazan'ın son on gününde itikafa girmeye niyet eden bir kimsenin ken­dine bir program yapması ve bu program içerisinde her çeşit zikre, ilme, Kur'an-ı Kerim tilavetine ve vaz-u nasihatlere ayrı ayrı vakit ayırması, iti-kafını daha da güzelleştirir. Ramazan'ın son on gününde itikafa niyet eden kimse normalde teravih namazına iştirak eder, teheccud namazını kılar, bil­hassa Kadir Gecesi olma ihtimali bulunan gecelere ayrıca önem verir ve bol bol dua eder.

Ramazan'ın hakkını dosdoğru eda eden bir kimse itikaftan çıkarken günahlardan sıyrılmış ve kalbi tertemiz olmuş bir halde çıkar.

İtikaf; sözlükte kalmak ve bir şeye bağlanmak anlamındadır. Şer'i manası ise Hanefilere göre cema'atle namaz kılınan bir camide oruçla birlikte itikaf niyetiyle kalmaktır. "Kalmak," itikafın bir rüknüdür. Çünkü itikafın yüklemi, kalmak olduğundan, varlığı da onun varlığına bağlıdır.

Adak olan itikafda oruç tutmak ve niyet, onun şartlarındandır.

Erkeğin itikafı cema'atle namaz kılınan camilerde, kadının itikafı da evinin mescidinde sahihtir. Kadının camide itikafa girmesi mekruh olmakla birlikte evinde de sadece namaz kıldığı odasında itikafa girebilir. Başka yerde itikafı sahih olmaz.

Şafiilerin tanımı şu şekildedir:

"İtikaf; belli bir şahsm niyetle birlikte mescidte kalmasıdır. İtikafın meşru küınmasındaki hikmet, Allah Teala'yı mürakebe etmek suretiyle kal­bi temizlemek ve boş vakitlerde O'na yönelip sırf O'nun rızası için dünya meşgalelerinden ve dünyevi işlerden soyutlanmaktır. O, halde itikaf ihlas ve samimiyetle sadece Allah rızası göz önüne alınarak yerine getirilir. Böyle olduğu zaman, Allah (c.c) katında amellerin en güzelleri ve O'na en sevimli olanları arasında yer alır. İtikafın en faziletli olanı Ramazan'm son on gününde olanıdır. Fakat diğer zamanlarda itikafa girmek de müstahabdır."

Hanefilere göre nafile itikafın en azı, niyetle beraber az bir müddet bekle­mektir. Yani nafile itikafın zamanında belli bir sınır yoktur. Önemli olan sa­dece kalmaktır. Hatta fetva olarak kabul edilen görüşe göre yürürken itikafa niyetlenmiş olsa dahi aynıdır.

Malikilere göre itikafın en azı; bir gün, bir gecedir. Oruçsuz olan kimsenin itikafı da sahih değildir.

Şafii mezhebinin sahih olan görüşüne göre itikafda rukudan sonraki tadil-i erkandan fazla olacak şekilde ibadet denilebilecek bir müddet kalmak şarttır.

Hanbelilere göre itikafın en azı "itikafa girdi, kaldı," denilebilecek kadar bir zaman beklemektir. Bir an dahi olsa yine de geçerli olur.

Netice itibariyle ulemanın çoğunluğuna göre az bir müddet kalmak itikaf için yeterlidir.

Malikiler itikafın en azı için bir gün bir gece kalmayı şart koşuyorlar. Cuma namazına çıkma ihtiyacı hissetmemek için en iyisi merkezi camilerde itikafa girmektir. Bir kimse üç meşhur mescidin dışında herhangi bir camide itikaf yapmayı ya da namaz kılmayı nezrederse, bu adağım o caminin dışında herhangi bir camide de yerine getirebilir. Fakat bu üç mescidden; Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Nebevi'den ve Mescid-i Aksa'dan birini belirttiyse, bu mescidlerde yapılan ibadetler, diğerlerine nisbetle daha faziletli olduğu için diğer camiler yeterli olmaz. Bu kimse adağını yerine getirmek için bu üç mes-cidten birine hareket eder. Bu üç mescidin en faziletlisi sırasıyla Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa'dır.

Maliki mezhebine göre bütün mescidler itikaf yerleridir. Şafiiler şöyle demişlerdir:

"İtikafa giren kimse özürsüz dışarı çıkamaz. Cami dışında da olsa ezan-okumak amacıyla minareye çıkabilir. Yemek yemek için evine gidebilir, iti­kafı batıl olmaz. Şayet nafile itikafta ise cenaze namazı kılmak ve hasta ziya­ret etmek için camiden ayrılabilir. Fakat farz itikafta ise bu iki durumda da çıkamaz. Çıkarsa itikafı bozulur. Camide değil de mescidde itikafa girmişse, cuma namazına gitmek için kendisinden başka şahit yoksa kul hakkı olması hasebiyle itikaftan daha önemli olmasına binaen şahitlik etmek için çıkabi­lir. Bu iki durumda tercih edilen görüşe göre zarurete binaen itikaf bozul­maz. Evinde itikafta olan kadm boşandığı zaman iddet beklemek için çıka­bilir. Yine zarurete binaen itikafı batıl olmaz. İshal ve selisil bevl gibi camiyi pisletme ihtimali olan hastaların peşpeşe bir kaç gün dahi olsa çıkmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü bu tür mazaretler mezhep içerisinde meşhur ve sahih kabul edilen görüşe göre tuvalet ihtiyacı gibidir.

Bir kimse baygınlık geçirir de dışarı çıkarılırsa itikafı bozulmaz. Çünkü burada kendi ihtikarı söz konusu değildir. Kadm aybaşı olursa mescidden ayrılır. Çünkü bu taktirde mescid'de durma imkanı yoktur. Aşbaşı günleri itikaf günlerini aşar da temizlenme imkanı bulunmazsa itikafı bozulmaz. Temizlendiği zaman kaldığı yerden itikaf ma devam eder. Bir kimse zalim­den korkar da çıkıp saklanırsa, itikafı bozulmaz. İtikafda olan kimse nor­malde giymesi caiz olan her çeşit elbise giyebilir.

Said Havva - İbadetler Ansiklopedisi,9.cild
Devamını Oku »

Çalgı Aletleri Hakkında

Çalgı Aletleri Hakkında

İslâm’a göre çalgı ve çalgı aletleri haram mıdır? Çalgı çalıp şarkı türkü söyleyen­ler günah mı işliyorlar? Buna cevap vermeden önce çalgı aletlerini sınıflandırmamız ve çalındığı, yani icra edildiği yeri ve dinleyici kitlesini belirtmemiz gerekmektedir.

Çalgı aletlerinin deri kaplı olan tef ve benzeri aletlerin Resûlullah Efen­dimiz (s.a.v.) zamanında kullanıldığını ve Efendimiz’in buna ruhsat verdiğini görüyoruz. Musikiye gelince, genel anlamda duygu ve düşünceleri sesle ifade etme sanatıdır diyebiliriz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğin­de Medineliler onu tef çalıp neşide yani manzume, nağme, ezgi ile karşıladılar ve Efendimiz onların bu davranışını engellemedi. Sahih kaynaklarımız bu olayı çok detaylı biçimde aksettirmekte olup ilim adamları Resûlullah’ın musikinin bu kadarına ruhsat verdiğini istinbat etmektedirler.

O halde gerek deri kaplı tef ve benzeri çalgı aletlerini kullanmaya, gerekse nağme, ezgi ve benzeri sesli neşideler söylemeye bir ölçüde ruhsat verilmiş bulu­nuyor. Ancak bu ölçünün sınırı nedir? Müstehcen olmadığı, ahlaki değerlere ters düşmediği, şer’i ölçüleri aşmadığı, aile yapısını zedelemediği, toplumu ve aileyi gayesizliğe, havailiğe sürüklemediği, kadınlarla erkekleri birarada bulundurma­dığı takdirde İslâm’ın verdiği ruhsat geçerliliğini korur.

Kur’an’da eğlenilip güldürücü anlamda söz ve nağmeden bahsedilmiştir. Çalgı ve çalgı aletleriyle ilgili sarih (açık, net) anlamda bir âyet yoktur. Ancak insanları güldürüp eğlendiren söz ve ses üzerinde durulmuş ve bu anlamda kap­samlı bir ifade kullanılmıştır: “İnsanlardan bir kısmı bilgisizce Allah yolundan sap­tırmak ve Allah sözünü eğlence edinmek için sözün alaylı (güldürücü, eğlendirici) olanını edinip (söyler). İşte onlar için aşağılayıcı, rüsvay edici bir azab vardır.” (Lokman, 6) Kur’an’daki bu âyetle daha çok üç husus üzerinde durulmuştur:

a-Lehve’l-hadis

b-Bilgisizce Allah yolundan saptırmak. .

c-Allah sözünü alaya almak.

Birincisi, oyun ve eğlenceyi doğuran lehv tabiri ile belirtilmiştir. Lehv: Oyun faydasız ve yaramaz iş, güldürücü, eğlendirici müstehcen çalgı ve nağme gibi ma­nalara delalet eder. Allah sözünü alaya alanlarla halkı müstehcen ve çılgınca eğ­lendirmek için cazlı sazlı, sesli eğlencede bulunanlar arasında bir bağ kurulmuştur.

Celal Yıldırım bu âyeti şöyle yorumlamıştır: “Kur’an Kerim ilgili âyetle, bütün aşırılık, çılgınlık ve ölçüsüzlüğe yol açacak olan müstehcen anlamdaki çalgı, eğlence ve güldürü sahneleri üzerinde duruyor. Şehveti tahrik eden, ibadetten alıkoyan, kadın-erkek ayırımı yapmaksızın hepsini aynı çatı altında toplayıp yine şehevi ve gönül eğlendirici anlamda eğlenceler tertip ederek Allah yolundan çeviren her fiil ve davranışı “lehve’l-hadis” kapsamına alıp takbih ediyor. Zira insanoğlunun şu dünyaya çok daha önemli ve yararlı işlerle meşgul olup olgunlaşmak ve bu düzeyde Hakk’ın rızasını kazanıp salih emellerde bulunmak üzere getirildiğinde hiç şüphe yoktur, Cenab-ı Hak bu hususu şöyle açıklamaktadır: “And olsun kî ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım...” (Zâriyat, 56)

Çalgı çalmak, şarkı, türkü söylemek hakkında farklı ictihad ve görüşler orta­ya çıkmıştır. Bunların hepsini biraraya getirip te’lif etmek istediğimizde şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Edep, terbiye, ahlak ve mahremiyet sınırlarını aşan, müs­tehcen hareketler doğuran, şehveti tahrik eden, kadın ve erkeklerin birarada toplanıp eğlenmesine yol açan, kişiyi namaz ve ibadetten, Allah’ı anmaktan alıkoyan her oyun ve eğlence, her çalgı ve şarkı ve türki haramdır. Derecesine göre mekruh olanı da söz konusudur.

Şer’i sınırları aşmayan, ahlaki değerleri tahribe yönelmeyen, edep ve terbi­ye sınırlarım aşmayan, mahremiyeti ihlâl etmiyen, kadın ve erkeklerin bir araya gelmesine imkan vermeyen, namaz ve ibadetlere engel teşkil etmeyen çalgılar­dan bir kısmına şarkı ve türki, şiir ve ezgiye ruhsat verilmiştir

a-Bazısına göre teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) haramdır. Bunları dinlemek günahı gerektirir.

b-Kafiye düzenliyen, güzel konuşmayı ilham eden teğanni (şarkı, türkü, ezgi ve benzeri şeyler) de bir sakınca yoktur. Bunun gibi

c- Söylenen şiirlerde (teğanni şeklinde ifade edilenlerde) ibret, hikmet ve dünya ile ahirete yarayacak bilgi ve mana yer alırsa, kerahet kalkar.

d-İmam Ebû Yusuf’a “düğün dışında tef çalmak, mesela kadının şer’i sınırları aşmadan çocuklar için tef çalması mekruh mudur?” diye sorulmuş, imam şu cevabı vermiştir: “Ben bunu mekruh görmüyorum. Ama oyun ve eğ­lenceyi had safhaya vardıran tef çalma ve benzeri aletleri kullanmayı mekruh görüyorum.”

e- Bayram günleri yine şer’i sınırları aşmamak kaydıyla tef ve benzeri deri kaplı aletleri çalmakta bir sakınca görülmemiştir.



Prof.Dr.Yavuz Köktaş - Günümüz Hadis Tartışmaları
Devamını Oku »

4 Mezhebe Göre Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü

4 Mezhebe Göre Namaz Kılmayan Kişinin Hükmü

Bütün alimler, namazın akıllı, bulûğ çağına girmiş hayız ve nifastan temizlenmiş, deli olmayan, baygın bulunmayan her Müslümana farz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Namaz bedenî bir ibadet olup asla vekâlet ve niyabeti kabul etmez. Bir kimsenin başkası yerine namaz kılması sahih olmaz. Bunun gibi, bir kimsenin başka bir kimse adına oruç tutması da sahih değildir. Bütün alimler, namazın farz olduğunu inkâr eden kimsenin kâfir ve murted olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü namazın farz oluşu Kur'an, sünnet ve icmadan kesin deliller ile sabittir.

Tembellik ve umursamazlık sebebiyle namazı kılmayan kimse günahkârdır, fasıktır. Ancak böyle bir kimse eğer yeni Müslüman olan biri ise yahut kendisine namazın farz olduğunun tebliğ edileceği bir müddet boyunca, Müslümanlar arasında bulunmamışsa namaz kılmadığından ötürü fasık olmaz, çünkü sorumluluk yoktur. Namazı kılmamak hem dünya, hem de ahirette azaba uğramayı gerektiricidir.

Ahiretteki, azabla ilgili Allah tealâ şöyle buyuruyor:

"Mücrimlere soracaklar ki, sizi cehenneme koyan şey nedir? "Namaz kılanlardan değil idik" diyecekler." (Muddesir, 43),

"Namaz kılıp da namazlarından gafil olanlara azab vardır." (Mâûn, 4),

"Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı kılmadılar ve şehvetlerine uydular.", "Onlar yakında gayya kuyusuna gireceklerdir." (Meryem, 59)

Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:

"Bilerek namazı terk eden kişiden, Allah ve Resulunun zimmeti uzaktır."

(Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461 isnadı ile Mekhul'den rivayet etmiştir)

Namaz kılmamanın dünyadaki cezasına gelince:

Tembelliğinden veya umursamazlığından dolayı kılmayanlar hakkında fakihlerin farklı görüşleri vardır.

Hanefî'lere göre: (ed-Durru'l-Muhtâr, I, 326, Merakil-Felah, 60)

Tembellik sebebiyle namazını kılmayan kişi fasık olup, böyle bir kişi haps edilir ve namazı kılıp tevbe edinceye kadar vücudundan kan akacak şekilde dövülür. Ya tevbe edip namazını kılar yahut hapishanede ölür.

Ramazan orucunu terk eden kimse de bunun gibidir. Namaz ile orucun farz olduğunu inkâr etmedikçe yahut bunlardan birini hafife almadıkça, mesela, Ramazan'da herhangi bir özür olmaksızın oruç tutmamak gibi bir suç işlemedikçe öldürülmez.

Bunun dayandığı delil Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisidir:

"Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şey sebebiyle helal olur: Zina eden dul, cana karşı can, dinini terk edip cemaatten ayrılan kişi (murted)."

(Buhari ve Muslim)

Hanefiler buna şu hususu da ilave etmişlerdir:

Namaz kılan kimsenin Müslüman olduğuna ancak dört şart ile hüküm verilebilir:

Namazı vakti içinde kılmak, cemaatle kılmak, yahut vakit içinde ezan okumak, yahut bir secde ayeti okununca bunu duyduğu zaman tilavet secdesi etmek. Zâhiru'r- rivaye'ye göre, oruç tutup hacca giden yahut zekât veren bir kâfirin Müslüman olduğuna hüküm verilmez

Hanefiler dışındaki diğer imamlara göre: (el-Kavânînu'l-Fıkkıyye, 42; Bidâyetu'l-Muctehid, I, 87; eş-Şerhu's-Sağîr, I, 238; Muğni'l-Muhtâc I, 327 vd.; el-Muhezzeb, I, 51; Keşşâful-Kınâ', I, 263; el-Muğni, II, 442)

Bir vakit de olsa, özürsüz olarak namazı terk eden kimse murted de olduğu gibi, üç gün tevbeye çağrılır, (Şafiilerle Cumhura göre, tevbeye çağırmak burada menduplur. Fakat, murtedi tevbeye çağırmak vacibtir. Çünkü murtedliğin cezası cehennem ateşinde ebedî olarak kalmaktır. Dolayısıyla murtedi önce cehennem ateşinden kurtarmak vaciptir. Fakat tembellikten ötürü namazı kılmamak böyle değildir. Böyle bir kimse kâfir olmaz.) tevbe etmezse öldürülür.

Maliki ve Şafiilere göre, ceza olarak (hadden) öldürülür, kâfir olduğu için öldürülmez. Yani bu kişinin kâfir olduğu ile hüküm verilmez. Ancak zina, iftira, hırsızlık ve benzeri suçlardan dolayı cezalandırıldığı gibi ceza olarak öldürülür. Böyle bir kimse öldürüldükten sonra yıkanıp cenaze namazı kılınır. Müslümanların kabristanına defnedilir.

Tacuddîn es-Subkî (ö.771/1370)'nin ifadesine göre, namazı terk edenin kâfir olacağını savunan Ahmed İbn'u Hanbel (r.aleyh) ile, karşı görüştekilerden eş-Şafiî (r.aleyh) arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:

-Ahmed, sen, "Namaz kılmayan kâfir olur", mu diyorsun?

-Evet.

-Eğer kâfir olursa ne ile tekrar müslüman olur?

-Lâ ilâhe illallah Muhammedu'r Resulullah, diyerek.

-Adam bu sözü söylemeye zaten devam ediyor, onu bırakmış değil ki..

-Namaz kılarak müslüman olur..

-Kâfirin namazı geçerli olmaz. Böyle bir namaz ile de o kimsenin müslüman olduğuna hükmedilemez. Ahmed b. Hanbel bu noktada söyleyecek söz bulamaz.

(Tacuddin es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şâfiiyyeti'l-Kubrâ, I, 220)

es-Subkî şöyle demektedir:

"Bu diyaloğu mezhebimiz (şafii mezhebi) âlimlerinden el-Hasan b. Ammâr anlatmıştır. Bu zat, Fahr'ul İslam eş-Şâşî'nin öğrencilerinden olan Musul'lu bir adamdır."

(Tacuddin es-Subkî, Tabakâtu'ş-Şâfiiyyeti'l-Kubrâ, I, 220)

el-Cassas (ö.370/980) da, namazı terk etmenin küfür sebebi olduğu konusunda delil olarak gösterilen, "Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, hapsedin. Onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekatı verirlerse, siz de onların yollarını boşaltın", (Tevbe 5) ayetini yukarıdaki bakış açısı ile değerlendirmekte ve şöyle demektedir:

"Malumdur ki, ayette geçen `Müşrikleri öldürün' emrinin ortadan kalkması için kaçınılmaz şart, şirkten tevbe etmektir. Allah'ın namaz kılmak ve zekat vermek konusundaki emrini kabul etseler de o sırada namaz vaktinde bulunmasalar, müslüman olacakları ve kanlarının haram olacağı konusunda ihtilaf yoktur. Buradan anlıyoruz ki öldürülmekten kurtulmalarının şartı Allah'ın emirlerini kabul edip, onların bağlayıcılığını itiraf etmektir, fiilen namaz kılmak değildir. Bu konuda ayette sözü geçen zekât da namaz gibidir. Çünkü, malın üzerinden bir yıl geçmedikçe, yalnızca müslüman olmakla zekât vermek gerekmez. Şu halde, öldürülmeleri emrinin ortadan kalkması için zekât vermelerinin şart olması da makbul değildir"

(el-Cassas, Ebubekir Ahmed b. Ali, Ahkâmu'l - Kur'an, IV, 270)

Görülüyor ki, Tevbe, 5 ayeti, namazı terk edenin kâfir olacağı konusunda delil olmaktan uzaktır.

Namazı terk edenin kâfir olacağını ifade eden hadislere gelince, İslam ulemasının çoğunluğu bunlarda söz konusu edilen küfrü, "kufrân-ı nimet" (nimetin görmezlikten gelinmesi) (İbnu Ruşd, el-Mukaddemât, I, 65) ; "Namazı, farz olduğunu inkâr ederek terk etmek" (el-Cassas, Ebubekir Ahmed b. Ali, Ahkâmu'l - Kur'an, IV, 270) şeklinde yorumlamakta ya da; tehdit ve sakındırma amacına yönelik olduklarını, "namazı ihmal etmek, kişiyi küfre götürecek davranışlara sürükleyebilir" anlamını taşıdıklarını söylemektedirler.

(es-Suyûtî, Celâluddîn, Şerhu Suneni'n-Nesâî, (en-Nesâî'nin es-Sunen'i ile bir arada) I, 232; Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Bulûğu'l-Emânî Şerhu'l Fethu'r Rabbânî, II, 80)

Belirtmek gerekir ki "Onlarla bizim aramızdaki ahit namazdır. Kim onu terk ederse kafir olmuştur,"hadisinin zahirî anlamını esas kabul etmek mümkün değildir. Zira hadisin başındaki "onlar" kelimesi ile münafıklar kast edilmektedir. Buna göre hadisin anlamı `İslami hükümlerin onlara uygulanması konusunda temel kriter, namaza gelmeleri ve zahiri hükümlere boyun eğmeleri konusunda müslümanlara benzetilmeleridir. Namazı terk ettikleri zaman bu nitelikleri yok olacağı için diğer kafirler gibi olurlar' demek olur.

(Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Bulûğu'l-Emânî Şerhu'l Fethu'r Rabbânî, II, 80; et-Tîbî, Huseyin b. Muhammed b. Abdullah, Mişkâtu'l-Mesâbîh- el-Kâşif an Hakâiki's-Sunen, II, 155)

Kısaca hadisin konusu müminler değil, münafıklardır. Zaten kafir olan münafıklar için küfre girmek değil, olsa olsa küfürlerinin açığa çıkması söz konusudur. Şu halde bu hadis, namazı terk edenin kâfir olacağı ve öldürüleceği konusunda delil olmaz:

Diğer hadislerin ise yukarıda belirttiğimiz biçimlerde yorumlanmasını zorunlu kılan gerekçelere sahip bulunmaktayız.

Malikilerin namaz kılmayanın tekfir edilmemesinde dayandıkları delil, Allah tealânın:

"Allah kendisine eş koşulmasını bağışlamaz, kendisine eş koşma dışındaki suçları diledikleri hakkında bağışlar." (Nisa, 116)

Bu konuda bir çok hadis de vardır. Bu hadislerden biri Ubade b. Sâmit hadisidir.

"Beş vakit namazı Allah tealâ kullar üzerine farz kılmıştır. Bunları yerine getirip hiç birini kaçırmayan, bu namazların hakkını hafife almayan kimseyi Allah tealâ cennete koymaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler hakkında böyle bir sözü yoktur. Dilerse âzab eder, dilerse bağışlar."

(Ahmed; Ebu Dâvud, Vitir, 2, Salât, 9; Neseî, Salat, 6; Darimi, Salat , 208, Muvatta, Salatu'l Leyl, 14 ve İbn Mace,İkâmetu's-Salât, 194) rivayet etmişlerdir. Neylu'l-Eviâr, I, 294)

Bu hadislerden biri de Ebu Hurayra (r.anh) hadisidir:

"Kulların kıyamet günü ilk hesaba çekilecekleri amel namazdır. Rabbimiz, meleklere şöyle buyuracaktır: `Kulumun namazlarına bakın, onları tam mı kılmış, eksik mi bırakmış?'

Eğer namazları tam ise, tam olarak yazılır. Eğer eksiği varsa Allah tealâ şöyle buyuracak: `Bakın kulumun nafile namazı var mı?'

Eğer nafile namazı varsa Allah: `Kulumun farz namazlarını, nafile namazlarıyla tamamlayın'

buyuracak, sonra diğer farz ibadetleri de aynı işleme tabi tutulacaktır."

(Tirmizî, Salât, 188; Ebu Dâvûd, Salât, 145 - 149; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202)

Bu hadisi beş imam rivayet etmiştir. Bu iki hadis konusunda başka hadisler de vardır. Neylu'l-Evtâr, I, 295 vd) Bir kimse namaz kılmamakla kâfir olmaz. Çünkü kâfir olmak inanmamakla olur. Bu kişinin inancı ise sağlamdır. Eğer namazın farz olduğunu inkâr ederek kılmazsa kâfir olur. Bu alimler, Hanbelilerin delil olarak ileri sürdükleri hadisleri namazı terk etmeyi, helal kabul eden yahut kâfirlerin müstahak oldukları cezaya (ki, bu da öldürülmektir) çarptırılmayı hak eden manasına tevil etmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: (el-Muğnî, 442-447)

Namaz kılmayan kâfir olduğu için öldürülür. Çünkü Allah tealâ şöyle buyuruyor:

"Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, bütün gözetleme yerlerinde onların yollarını kesin. Eğer tevbe edib namazı kılar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Şüphesiz Allah Gafurdur, Rahimdir." (Tevbe, 5)

Bu ayete göre, namazı kılmayan serbest bırakılma şartını yerine getirmemiş olur. Dolayısıyla öldürülmesi mübah olarak kalır, namazını kılmayan kimse bu sebeple serbest bırakılmaz.

Peygamber (a.s.) de şöyle buyuruyor:

"Kişi ile küfür arasındaki fark namazı terk etmektir."

(Buharî, Neseî, Kutub-i sitte sahipleri ve İmam Ahmed rivayet etmiştir. Neylul'l-Evtâr, I, 291.) Bu hadis, namazı kılmamanın küfrü gerektiren hususlardan olduğuna delil teşkil etmektedir.

Yukarıdaki hadisin bir benzeri de Burayde hadisidir:

"Bizim ile sizin aranızdaki ahit namazdır. Namazı kılmayan kâfir olur."

(Bu hadisi beş imam ile İbni Hibban, Hakim rivayet etmiş olup Neseî ile Irakî sahih demişlerdir. Bu konuda başka hadisler de vardır. Neylu'l-Evtâr, I, 293vd)

Bu hadis de namaz kılmayanın kâfir olduğuna delalet eder.

İmam Şevkânî, bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir:

Gerçek olan, namaz kılmayanın kâfir olduğudur. Namaz kılmayan kâfir olduğu için öldürülür. Fakat, bazı küfür çeşitleri bağışlanmaya ve şefaate hak kazanmaya mani değildir.

Ben (Prof. Vehbe Zuhayli ) ise birinci görüşe meylediyorum. O da namaz kılmayanın kâfir olmadığına hükmetmektir. Çünkü, kelime-i şehadet getirdikten sonra bir Müslümanın cehennemde ebedî olarak kalmayacağına dair kesin deliller vardır.

Peygamber (a.s.) şöyle buyuruyor:

“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [Müslim, İman 35, hadis no 21]

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur;

"Lâ ilahe illallah" deyip kalbinde bir arpa ağırlığı kadar hayır bulunan kimse cehennem ateşinden çıkacaktır. Yine kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu hâlde "Lâ ilahe illallah" diyen kimse cehennem ateşinden çıkacaktır. "Lâ ilahe illallah" diyen ve kalbinde zerre kadar hayır bulunan kimse de cehennem ateşinden çıkacaktır"

(Buhari ; Enes (r.anh)ten rivayet edilmiştir)

Hanefilerin dışındaki üç mezhebe göre namaz kılmamanın cezası ölümdür

Hanefiler dışındaki cumhura göre öldürülme şekli eğer tevbe etmezse kılıçla boynunu vurmaktır.

(Prof. Vehbe Zuhayli; İslam Fıkhı Ansiklopedisi, C.1 , S.387-390)

Ahmed b. Hanbel ile eş-Şâfiî ve Malik b. Enes, namazı kasten terk edenin itikadi durumu hakkında farklı görüşlere sahip iseler de, böyle bir kimseye ölüm cezası uygulanacağı görüşünde birleşmektedirler. Ancak Ahmed b. Hanbel'e göre cezanın gerekçesi irtidat/dinden dönme iken, eş-Şâfiî ve Malik b. Enes'e göre gerekçe namazı kasten terk etme suçudur. Şu halde eş-Şâfiî'ye göre namazı terk etmekle irtidat hariç ölümü gerektiren bir suç arasında fark yoktur. Dolayısıyla namazı terk ettiği için öldürülen bir insan, İslami hükümler gereğince yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına gömülür ve varisleri ile arasında miras hükümleri uygulanır. eş-Şâfiî, namazı kasten terk eden kimseye uygulanacak prosedürü şöyle ifade etmektedir:

"Müslüman olanlardan farz namazı terk eden kimseye "niçin namaz kılmıyorsun?" diye sorulur. Eğer sebep olarak unutmaktan söz ederse, `Hatırladığın zaman kıl' deriz. Eğer hastalıktan söz ederse, `İster ayakta, ister oturarak, ister yan yatarak, ister ima ile; gücün nasıl yeterse öyle kıl' deriz. Eğer, `Namaz kılmaya gücüm yetiyor, gerektiği gibi de kılabiliyorum(ama yine de kılmayacağım)' derse ona; `Namaz, senin yerine başkasının yapamayacağı bir görevdir. Ancak senin eyleminle yerine gelir. Bu sebeple, kılarsan ne âlâ, kılmazsan tevbe etmeni isteriz. Tevbe etmezsen seni öldürürüz' deriz."

(eş-Şâfiî, el-Umm, II, 225) Malik b. Enes de, "Kim Allah'a inanır, peygamberleri tasdik eder ve namaz kılmazsa öldürülür,"

(el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi'li Ahkâm'il-Kur'ân, VIII, 48) ifadesiyle, eş-Şâfiî ile aynı görüşe sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Ahmed b. Hanbel, namaz kılmamakta direnen kimseyi öldürmeden önce üç gün hapsetmeyi vâcib görürken, eş-Şâfiî bunun iyi bir şey olduğunu, ama şart olmadığını söylemektedir. (eş-Şâfiî, el-Umm, II, 226)

İslâm Hukukunda had cezaları, bir takım suçlar karşılığında bizzat Allah ve Allah Resulu (s.a.v.) tarafından tespit edilmiş cezalardır. Ta'zîr cezaları ise, vahiy tarafından netlikle belirtilmeyen; hâkimin takdirine ve âlimlerin içtihadına bırakılmış olan cezalardır.

Namaz kılmayanlarla ilgili, Allah ve Allah Resulunun (s.a.v.) telaffuz buyurduğu her hangi bir had cezası söz konusu değildir. Şüphesiz, ayet ve hadislerde namaza çok büyük emir ve teşvik vardır. Dünya saadetinin de, ahiret saadetinin de zembereğinin namaz olduğu söylenmiştir. Namaz kılmamanın sonucunun da tehlikeli olacağı konusunda ciddi uyarılar mevcuttur.

Nitekim, Burayde'nin (r.anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulu (s.a.v.) namaz kılmamakla ilgili şöyle buyurmuştur:

"Kâfirlerle aramızı ayıran fark, kılmayı taahhüt ettiğimiz namazdır. Kim namazı terk ederse, kâfir olur" (Nesâî, Salât, 8)

Bu hadis-i şerifte yer alan hükmü ile; doğrudan namaz kılmayanın mı kast edildiği, namazı önemsemeyenin mi kastedildiği, namazı inkâr ederek terk edenin mi anlatılmak istendiği konusu âlimler arasında tartışılmıştır. Namazı önemsememek küfür sebebi olur. Nihayet namazı "inkâr" ederek terk edenin kâfir olacağı hükmü yer almıştır.

Bu hadisin zahirine bakan İmam , Ahmed bin Hanbel namaz kılmayanın küfre girdiği görüşündedir.

Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanefiler ise, "Tazîr cezası ise, yukarıda beyan ettiğimiz gibi, hâkimin ve ulu'l-emrin takdirine göre verilebilen bir ceza türüdür. İnkâr olmadıkça, namaz kılmayanın küfrüne hükmetmemişler, ancak namaz kılmayanın hemen tevbe etmesini teklif etmişlerdir. Tevbe etmediği takdirde, her üç mezhepte de tevbe edene kadar ta'zir cezası gündeme getirilmiştir. (1)

Hanefilere Göre Namaz Kılmayan Tecrid Edilir

Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terk eden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye , kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te'dib amacıyla dövülür. Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (Ibn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).

Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted'de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır. (Ibn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî tab'ı, I, 51; Ibn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).(2)

ayrıca bkz: http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2015/02/namaz-terk-edenin-hukmu-ve-hz-edip-rann.html

(1) http://www.islam-tr.com/forum/konu/namaz%C4%B1-terk-etmenin-_k%C4%B1lmayan%C4%B1n_-h%C3%BCkm%C3%BC.11226/

(2) http://www.sevde.de/Fikhi/N/namazi_terketmenin.htm
Devamını Oku »

Hükümlerin Kaldırılması (Nesih)

 


Molla Hüsrev




Asıl adı Muhammed b. Feramuz olan Molla Hüsrev (ö. 885/1480) Fatih döneminde yirmi yıl Şeyhülislamlık yapmış, Osmanlı devletinin meşhur ve önemli âlimlerinden biridir. Fıkıh alanında yazdığı Gurerü’l-ahkâm adlı metni ve onun Dürerü’l-hükkâm adlı şerhi, fıkıh usûlü alanında yazdığı Mirkâtü’l-vusûl adlı metni ve onun Mir’âtü’lusûl adlı şerhi özellikle Osmanlı coğrafyasında kabul görmüş ve medreselerde okutulmuştur. Aşağıda bu metin ve şerhten yapılan tercümede metin normal, şerh ise italik yazıyla verilmiştir.

-------------------

Nesih, sonradan gelen bir şer’î delilin önceki bir şer’î hükme aykırı bir anlama delalet etmesidir.

Buradaki “şer’î delil” Kur’ân ve sünnette yer alan söz, fiil ve onama türünden olan bütün delilleri içerir. Şer’î delilin, aslî ibaha (serbestlik) yönündeki akli hükme aykırı bir hususa delalet etmesi tanımın dışında kalmıştır... “Sonradan gelen” kaydıyla tahsis (genel anlamın daraltılması) ve istisna tanımın dışında bırakılmıştır...

Nesih aklen mümkündür.

Kulların menfaatleri göz önünde bulundurulmazsa, Yüce Allah âlemlerden müstağni olduğuna göre bu husus açıktır; çünkü Allah dilediğini yapar, istediği şekilde hükmeder ve yaptığından sual olunmaz. Kulların menfaatleri –çoğunluğun görüşüne göre bir (ilahî) lütuf olarak– göz önünde bulundurulursa, bunun sebebi zamanın değişmesiyle kulların menfaatlerinin değişmesinin mümkün olması, biz bilmesek de her şeyden haberdar ve her şeye gücü yeten Allah’ın bunu bilmesidir. (Hasta tedavisinde) mizaç ve zamana göre farklı ilaçların kullanılmasında olduğu gibi bunda da büyük hikmet vardır. Burada (Allah açısından) bir “bedâ” (görüş değiştirme) yoktur. Bu, Allah’ın (insanı) yaşatma ve öldürmesindeki (zamanlama) hikmetine benzer (yani bir insanın yaşamasında fayda varsa Allah onu yaşatır, ölmesinde fayda varsa onu öldürür, ancak bunun hikmeti bizden gizlenmiştir).

Nesih naklen de mümkündür.

Çünkü Hz. Âdem zamanında kızkardeşle evlenmek helaldi... sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Bunun gibi, sünnet olmak Hz. İbrahim’in şeriatında caizdi, sonra Hz. Musa’nın şeriatında vacip hükmünü aldı. Yine, iki kızkardeşle aynı anda evli kalmak Hz. Yakub’un şeriatında caizdi, sonra gelen bütün şeriatlarda bu hüküm neshedildi. Eğer ’Bu yeni hükümlerin her biri asli ibahanın (serbestliğin) kaldırılmasıdır’ denilirse, biz şöyle deriz: Buradaki serbestlik şeriata dayanmaktadır. İnsanlar hiç bir zaman başıboş bırakılmamıştır. Peygamberlerin bu fiilleri görüp susmaları onları onama anlamına gelir. Bu sebeple bunlar şer’î hüküm sayılır.

Yahudilerden İseviyye fırkası dışında kalanlar buna karşı çıkmıştır.

Yahudiler neshin mümkün olmadığını söylemiştir. Bir kısmı bunun aklen, bir kısmıysa naklen imkânsız olduğunu iddia etmiştir. Akli imkânsızlığı savunan görüş şu gerekçeye dayanır: Nesih ya ortaya çıkan bir hikmete bağlıdır ya da değildir; eğer bir hikmete bağlıysa bu “bedâ” (görüş değiştirme) anlamına gelir; bir hikmete bağlı değilse bu abestir (anlamsızdır) ve bu durumlardan hiç birinin Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir. Biz deriz ki: Eğer hikmetin ortaya çıkmasıyla onun zamanın yenilenmesine bağlı olarak yenilenmesi kastediliyorsa birinci şıkkı (yani neshin hikmete bağlı olduğunu) seçeriz ve bu durumda “bedâ” söz konusu olmaz; ama kastedilen şey hikmetin bilinmesinin yenilenmesiyse ikinci şıkkı (yani neshin yeni bilinen hikmete bağlı olmadığını) seçeriz ve bu durum abes sayılmaz; çünkü hikmet zaten önceden vardır ve devam etmektedir.

Neshin nakli delil sebebiyle imkânsızlığını savunan Yahudiler, şeriatının neshedilmeyeceğini söylediğini Hz. Musa’dan naklederler. Ayrıca onlar Tevrat’ta “Gökler ve yer var oldukça Şabat’ı uygulayın” denildiğini söylerler. Biz deriz ki: Biz bu sözün Hz. Musa’dan sadır olduğunu ve mütevatir olduğunu kabul etmeyiz. Ayrıca Hz. Musa’ya inen Tevrat’ta böyle bir ifadenin bulunduğunu kabul etmeyiz. Onların ellerinde bulunan Tevrat’ta bu ifadenin bulunması hüccet değildir; çünkü bu Tevrat tahrif edilmiştir ve bu yüzden onun nüshaları arasında çelişkiler vardır. Öte yandan, eğer bu doğru olsaydı onlar bu ifadeyi Hz. Peygamber’e karşı hüccet olarak kullanırlardı ve bunu yapmış olsalardı bunun normal şartlarda meşhur olup duyulması gerekirdi; ama onlar böyle bir şey yapmamışlardır...

Nesih gerçekleşmiştir. Ebû Müslim el-Isfahânî bu görüşte değildir. Ancak Ebû Müslim bununla ilk bakışta anlaşılanın dışında bir şey kastetmiştir. Zira neshi inkâr etme görüşü bir Müslümana ait olamaz...

Çünkü ilk bakışta bundan iki şey anlaşılır: Birincisi, “nesih” kelimesinin kullanılmasının reddedilmesidir. Bu, nassa aykırıdır. Yüce Allah: “Biz neshettiğimiz her ayetin...” (el-Bakara 2/106) buyurmaktadır. İkincisi ise önceki şeriatların Hz. Peygamber’in şeriatıyla kaldırıldığını inkâr etmektir. Bu da batıldır. Ebû Müslim’in kastı şudur: Önceki şeriatın geçerlilik süresi sonraki şeriatin gelişine kadardır; çünkü Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in şeriatının geleceğini müjdeledikleri ve ortaya çıktığında ona uyulmasını emrettikleri bildirilmiştir; önceki şeriat geçiciyse sonraki şeriatın onu neshetmesine gerek yoktur.

Biz deriz ki: Biz (Hz. Musa ve Hz. İsa’nın verdiği) bu müjde ve emrin onların şeriatlarının geçici olmasını gerektirdiğini kabul etmeyiz; çünkü onların Hz. Muhammed’e uyma yönündeki emirleri Hz. Peygamber’in önceki şeriatları açıklaması, onaması veya kısmi bir değişikliğe uğratması anlamına gelebilir ve bu durumda önceki şeriatların geçici olması gerekmez. Önceki şeriatların mutlak anlamda geçerli ve ebedi oldukları sanılıyordu; bu sebeple, onların değiştirilmesi nesih sayılır. (Önceki şeriatlarla ilgili) bu yorum kabul edilse bile, (Hz. Peygamber’in şeriatında namazda) Kudüs’e yönelme ve (mirasta) anne-babaya vasiyette bulunma hükümleri mutlak olarak konulmuşlardı, sonra bu hükümler kaldırıldı...

Neshi kabul eden hükümler, bir nasla geçici veya ebedi olduğu bildirilmeyen şer’î ve fer’î hükümlerdir...

“Âlem sonradan var olmuştur” gibi akli hükümler ve “Ateş sıcaktır” gibi hissi/duyusal hükümler neshe konu olmaz. İnançla ilgili asli hükümler de neshedilmez... Bir hüküm hakkında “Bu kıyamete kadar geçerlidir” denilirse onun ebedi olduğu bildirilmiş olur... Neshin şartı önceki hükme inanacak kadar bir vaktin geçmesidir, hükmün uygulanmış olması şart değildir.

Nesih Kur’ân ve sünnet hükümleri arasında her şekilde geçerlidir. Şâfiî’ye göre Kur’ân sadece Kur’ân ’daki, sünnet de sadece sünnetteki bir hükmü neshedebilir. İcma ise ne nesheder ne de neshedilir. Kıyas da böyledir.

Nâsih (nesheden) hüküm önceki hükümden daha kolay veya daha zor olabilir.

Nâsih hükmün mensuh hükümden daha kolay olabileceğinde görüş birliği vardır, daha zor olabileceği ise bizim görüşümüzdür; kelamcıların bir kısmı ve Şâfiî bu görüşte değildir. Onlara göre nâsih hüküm mensuh hükümle eşit zorlukta veya ondan daha kolay olmalıdır; çünkü Yüce Allah: “...Biz ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz” (Kur’ân 2: 106) buyurmaktadır. Biz deriz ki: Daha zor olan daha iyi olabilir; çünkü onun sevabı daha fazladır. Akli delil olarak şunu söyleriz: Daha zordan daha kolaya geçişte fayda olabileceği gibi, daha kolaydan daha zora geçişte de fayda olabilir. Naklî delilimiz ise şudur: İslam’ın ilk zamanlarında oruç tutabilenler oruç tutmak ve fidye vermek arasında seçim yapabiliyordu, sonra oruç farz kılındı. Bunun gibi, içki ilk başta helaldi sonra bu hüküm neshedildi (ve haram kılındı); haram kılmanın serbest bırakmaktan daha zor olduğunda ise şüphe yoktur.

Mütevâtir bir hüküm haber-i vâhid yoluyla gelen bir nakil sebebiyle neshedilemez, ama meşhur bir nakil sebebiyle neshedilebilir...

Nâsih; tarih, Hz. Peygamber’in açık veya dolaylı şekilde bildirmesi veya sahabenin bildirmesi yoluyla bilinir.

(İki çelişik hükümden hangisinin) nâsih (olduğu) bilinemezse tevakkuf etmek (durmak) gerekir; iki hükümden birini seçmenin caiz olduğunu söylemek doğru değildir.

Neshedilen şey ya tilâvet ve hüküm veya ikisinden biri ya da hükmün vasfıdır...

Molla Hüsrev 1966. Mirâtü’l-usûl fî şerhi Mirkâti’l-vusûl, İstanbul, Ergin Kitabevi-Salah Bilici Kitabevi, s. 368–379.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Yasa Koyucunun Şeriatı Vazetmedeki Amacı

 


eş-Şâtıbî




Endülüs’ün yetiştirdiği son alimlerden Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî (ö. 790/1388) dil, fıkıh ve usûl alanında birçok eser telif etmiştir. Bunların arasında fıkıh usûlüne dair el-Muvâfakât adlı eseri en meşhur ve özgün olanıdır. Bu eserinde Şâtıbî fıkıh usûlünü yeniden kurmaya çalışmış ve bu çalışmasında “makasıdü’ş-şeria”yı (şeriatın amaçlarını) temel norm olarak tespit etmiştir. İslam şeriatının din, hayat, nesil, akıl ve maldan oluşan beş ana değeri korumayı hedeflediğini belirten Şâtıbî her türlü hüküm, uygulama ve ictihadın, bu değerleri koruduğu düzeye göre değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Aşağıda onun bu mealdeki görüşleri tercüme edilmiştir:

------------

Şeriatın getirdiği yükümlülükler, onun insanlarla ilgili amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Bu amaçlar üç kısımdır:

1. Zarurî amaçlar

2. İhtiyaç derecesindeki (hâcî) amaçlar

3. Tamamlayıcı (tahsînî) amaçlar

Zarurî amaçların anlamı bu amaçların din ve dünya menfaatlerinin gerçekleşmesi için vazgeçilmez olmasıdır. Öyle ki bu amaçlar kaybedilirse dünyada işler düzgün bir şekilde yürümemekle kalmaz; düzensizlik, kavga ve ölümler meydana gelir; ahirette ise kurtuluş ve (ebedi) nimet elde edilemez ve oraya açık bir kayıpla dönülür.

Bu amaçların gerçekleşmesi iki tür şeyle olur:

1. Bu amaçların ana unsurlarını ayakta tutan ve temellerini sağlamlaştıran yükümlülükler. Bunlar bu amaçları var etmek için konulmuştur.

2. Bu amaçlarda meydana gelen veya gelmesi muhtemel olan zayıflıkları ortadan kaldıran yükümlülükler. Bunlar bu amaçları yok olmaktan korumak için konulmuştur.

İman, kelime-i şehadeti söylemek, namaz, zekât, oruç, hac ve benzeri temel ibadetler dini var ederek koruma amacına yöneliktir. Yiyecek, içecek, giyecek, mesken ve benzeri âdetlerin yerine getirilmesi hayatı ve aklı var ederek koruma amacına yöneliktir. Muamelât nesli ve malı var ederek koruma amacına yöneliktir... İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesinin kapsadığı cezalar bütün temel faydaları yok olmaktan korumaya yöneliktir...

Muamelâtla ilgili hükümler insanların birbirlerinden faydalanmasını düzenlemeye yöneliktir; mesela mal, menfaat veya cinsel yönden faydalanma üzerine yapılan sözleşmeler aracılığıyla hakların bedelsiz veya bedel karşılığında el değiştirmesi gibi.

Suçlar söz konusu temel faydaları yok eden şeylerdir; bu sebeple onların bu yok ediciliğini gideren ve o faydaları telafi eden cezalar konulmuştur; mesela hayatı korumak için kısas ve diyet, akıl ve nesli korumak için belirli had cezaları, malı korumak için el kesme ve tazminat ödeme gibi cezalar vazedilmiştir.

Zarurî amaçların toplamı beştir. Bunlar din, hayat, nesil, mal ve aklın korunmasıdır. Bu amaçların bütün dinlerde gözetildiği söylenmiştir.

İhtiyaç derecesindeki amaçların anlamı şudur: İstenilen şeylerin elde edilememesi sebebiyle ortaya çıkan zorluk ve sıkıntıya çoğunlukla yol açan darlığın genişletilmesi ve kolaylığın sağlanması yönünden bu amaçların korunmasına ihtiyaç vardır. Bu amaçlar gözetilmediği zaman insanların çoğu bundan dolayı zorluk ve sıkıntı çeker; ama bu sıkıntı genel (zarurî) faydaların kaybıyla oluşması âdet üzere beklenen bozukluğun seviyesine ulaşmaz.

Bu amaçlar da (zarurî amaçlar gibi) ibadet, adet, muamelât ve cezalarda gözetilmiştir. İbadetlerde bunun örneği hastalık ve yolculuk sebebiyle ortaya çıkan zorluğu hafifletici ruhsatlardır. Âdetlerde bunun örneği av, yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ve benzeri helâl olan güzel şeylerden faydalanmanın mubah/serbest kılınmasıdır. Muamelâtta bunun örneği emek-sermaye ortaklığı (mudârebe), ziraat ortaklığı (müsakat) ve selem sözleşmesinin meşru kılınmasıdır... Cezalarda bunun örneği karinelerin belli şartlarda delil kabul edilmesi, diyetin âkıleye ödetilmesi, zanaatkârların (üzerinde çalıştıkları mala) verdikleri zararın tazmin ettirilmesidir.

Tamamlayıcı (tahsînî) amaçların anlamı şudur: Güzel alışkanlıkları kabul etmek ve akl-ı selim sahiplerinin kendilerine yakıştıramadığı kötü alışkanlıklardan uzak durmak; “güzel ahlak” ifadesi bunları kapsar.

Tamamlayıcı amaçlar da önceki iki grup amacın gözetildiği konularda gözetilmiştir. İbadetlerde bunun örneği necasetlerin/pisliklerin temizlenmesi, genel olarak temizlikle ilgili bütün hükümler, avretin örtülmesi, güzel giyinme, nafile sadaka ve ibadetlerle Allah’a yaklaşma ve benzeri hükümlerdir. Âdetlerde bunun örneği yeme ve içme adabı, necis ve zararlı yiyecek ve içeceklerden, israf ve cimrilikten uzak durmaktır. Muamelâtta bunun örneği necis/pis şeylerle ihtiyaç fazlası su ve ot satımının yasaklanması, köleleri hürriyetine kavuşturma ve buna yol açan kitabet sözleşmesi, köleyi azad etme vasiyeti ve benzeri hükümlerdir... Cezalarda bunun örneği savaşta kadın, çocuk ve rahiplerin öldürülmesinin yasaklanmasıdır... Az sayıda verilen bu örneklerden onlarla aynı anlamda olan diğerleri hakkında fikir edinilebilir. Bu örnekler zarurî ve ihtiyaç derecesinde olan temel faydalara eklenen güzellikleri gerçekleştirmeye yöneliktir; çünkü bunların olmaması zarurî veya ihtiyaç derecesinde olan bir şeye zarar vermez; bunlar daha iyiyi ve daha güzeli gerçekleştirmeye yönelik hükümlerdir...

Tamamlayıcı olması sebebiyle, bu mahiyette olan her amacın bir şartı vardır: Asıl amacı ortadan kaldırmaya yol açmaması...

Bu husus şöyle açıklanabilir: Hayatın korunması genel ve önemli bir amaçtır; edep ve görgü kurallarına uymak ise tamamlayıcı mahiyettedir. Necasetten/pislikten uzak durmak edep ve görgü kuralları çerçevesinde, güzel alışkanlıkları yaymak için gözetilen bir amaçtır; ancak zaruret durumunda hayatın kurtarılması necis/pis bir şeyi yemekle mümkün oluyorsa bu şeyi yemek ölüme tercih edilir.

Bunun gibi satım sözleşmesinin kendisi zaruridir; (satılan nesneyle ilgili) belirsizlik ve bilgisizliğin giderilmesi ise tamamlayıcı mahiyettedir. Eğer belirsizliğin tamamen ortadan kaldırılması şart koşulsaydı alışveriş kapısı kapanırdı. Bunun gibi kira sözleşmesi de zarurî ya da ihtiyaç derecesinde bir muameledir; bedellerin karşılıklı değişimine konu olan (ıvazlı) akitlerde bedellerin sözleşme anında hazır bulundurulması tamamlayıcı mahiyette bir faydadır. Aynî malların satımında bu şart kolayca yerine getirilebildiği için selem sözleşmesi dışında, sözleşme anında var olmayan bir malın satılması yasaklanmıştır. Ancak kira sözleşmesinde bu mümkün değildir. Bu sözleşmede (kiralanan nesneden elde edilecek olan) menfaatin (meselâ kiralanan evde oturmanın) sözleşme anında var ve hazır olmasının şart kılınması bu muamelenin ortadan kalkmasına yol açar. Halbuki kira sözleşmesine ihtiyaç vardır. Bu sebeple, bedel sözleşme anında var veya hazır değilse de kira sözleşmesi yapmak caiz kılınmıştır. Aynı anlayış (yani caiz olmayan bir şeyin daha önemli bir amaç için caiz kılınması) bir hastalığın tedavisi için cinsel uzuvlara bakmanın caiz olmasında da geçerlidir...

Bunun gibi, zalim yöneticilerle birlikte cihad etmek alimler tarafından caiz görülmüştür. Mâlik b. Enes: ’Bunun bırakılması Müslümanlara zarar verir’ demiştir. Cihad zaruridir; onun bir yönetici tarafından yapılması da zaruridir; ama yöneticinin adaletli olması zaruri olanı tamamlayıcı mahiyettedir. Tamamlayıcı olan asli olanı ortadan kaldırıyorsa ona itibar edilmez. Bu sebeple Hz. Peygamber’den zalim yöneticilerle beraber cihad etmeyi emreden hadisler rivayet edilmiştir. Kötü yöneticilerin arkasında namaz kılma emriyle ilgili rivayet de böyledir. Çünkü bunun bırakılması cemaatle namaz kılma sünnetinin bırakılmasına yol açar. Cemaatle namaz kılma ise dinin emrettiği şiar/alamet niteliğinde ibadetlerden biridir. Yöneticinin adaletli olması ise bu emri tamamlayan bir husustur. Tamamlayıcı (bir unsurun bulunmaması) sebebiyle asıl ortadan kalkmaz.

Bunun gibi, namazın rükünlerinin tam olarak yerine getirilmesi zaruri bir amaç olan namazın aslını tamamlayan hususlardır. Bu rükünlerin tam olarak yerine getirilmesi namazın kılınmasını imkânsız hale getiriyorsa tamamlayıcı hususlar düşer; mesela hasta ve aciz olan kimsenin halinde olduğu gibi. Ya da bu rükünlerin tam olarak yerine getirilmesi önemli ölçüde zorluğa yol açıyorsa, bunu yapamayandan zorluk kaldırılır ve bu kişi ruhsatın izin verdiği ölçülere göre namazını kılar. Avret yerlerinin örtülmesi namazı tamamlayan/güzelleştiren hususlardandır. Ancak bu emir her hal ve şartta geçerli olursa avret yerlerini örtecek elbise bulamayan kişinin namaz kılması imkansızlaşır. Bunun gibi, şeriatta hepsi aynı esasa bağlı sayısız örnek vardır.

Şâtıbî 1417/1997. el-Muvâfakât, (nşr. Meşhur b. Hasan), Huber, Dar İbn Affan, II, s. 17-30.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Hükümlerin Sınıflandırılması

 


Hükümlerin Allah ve İnsan Hakları Şeklinde Sınıflandırılması


el-Pezdevî




Semerkandlı Fahrülislâm Ali b. Muhammed el-Pezdevî (ö. 482/1089), Hanefi mezhebine mensup hukuk ve metodoloji bilginlerindendir. Özellikle fıkıh usûlüne (İslam hukuk metodolojisine) dair eseri meşhur olmuş ve kendisinden sonra birçok kişi tarafından şerhedilmiştir. Bu eserle, Fergana/ Özkend’de yaşamış olan Şemsüleimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî’nin (ö. 483/1090) fıkıh usûlüne dair eseri arasında büyük benzerlik bulunmaktadır. Pezdevî’nin eseri Serahsî’nin eserinden daha kısa olmakla beraber birçok yerde iki eserin ifadeleri aynıdır. Abdülaziz b. Ahmed el-Buhârî’nin (ö. 730/1330) Pezdevî’nin eseri üzerine yazdığı ve kimisi günümüze kadar gelmemiş Hanefi usûl eserlerinden alıntılarla süslediği Keşfü’l-esrâr adındaki şerh meşhur olmuştur. Aşağıda daha açık olması sebebiyle Serahsî’nin ifadeleri tercümede esas alınmış, Abdülaziz el-Buhârî’nin şerhinin tercümesi ise italik biçimde verilmiştir:

--------------

Hükümler dört kısma ayrılır:

1. Sırf Allah hakları
2. Sırf kul hakları
3. Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren haklar
4. Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren haklar.

(Allah hakkı, bütün insanların genel faydasıyla ilgili olan haklardır. Bu tür haklar bir kişiye has değildir. Bu hakların Allah’a izafe edilmesi yüceltme sebebiyledir ya da zalim yöneticilerden birine has kılınmaması içindir... Mesela zinanın haram kılınması gibi; çünkü insanın temizliği ve kurtuluşu, neseplerin korunması ve zina yapanlar arasındaki anlaşmazlıklar sebebiyle ailelerin aralarındaki kavgaların ortadan kaldırılması gibi hususları içeren genele ait fayda buna bağlıdır. Bu tür hakların Allah’a izafe edilerek yüceltilmesinin anlamı şudur: Yüce Allah herhangi bir şeyden faydalanmaktan münezzehtir ve bir şeyin bu yönden onun hakkı sayılması mümkün değildir.

Bir şeyin yaratma yoluyla onun hakkı sayılması da mümkün değildir; çünkü her şey bu yönden aynı durumdadır. Bu sebeple, bu izafenin anlamı, bütün insanların faydalandığı büyük öneme sahip, yararı genel olan ve değeri yaygın olarak bilinen şeylerin yüceltme ve önemini belirtme amacıyla Allah’a izafe edilmesidir. Kul hakkı ise özel bir faydayla ilgili olan haktır. Mesela başkasının malının haramlığı gibi. Kulun malının korunmasının buna bağlı olması sebebiyle bu hak kul hakkı olmuştur. Bu sebeple, sahibinin izin vermesiyle başkasının malı mubah/helâl olur; ancak kadının izin vermesiyle ya da onun ailesinin izniyle zina mubah/helâl olmaz).

Allah hakları sekiz kısma ayrılır:

1. Sırf ibadetler
2. Sırf cezalar
3. Eksik cezalar
4. İbadet ve ceza yönleri bulunan haklar
5. Mali yükümlülük yönü bulunan ibadetler
6. İbadet yönü bulunan mali yükümlülükler
7. Ceza yönü bulunan mali yükümlülükler
8. Müstakil haklar.

Sırf ibadetlerin başı Yüce Allah’a imandır. Onun aslı da kalple inanmaktır. Bu sebeple, ikrah/zorlama veya başka bir özür nedeniyle kalple inanma vazifesi ortadan kalkmaz ve onu bir başka inançla değiştirmek her halükârda küfrü (dinden çıkmayı) gerektirir. Dille ikrar dünya ve ahiret hükümleri bakımından kalple inanmakla birlikte rükündür (temel öğedir) ve kimi durumlarda dille ikrar dünya hükümleri bakımından kalple inanç gibi asıl haline gelebilir...

İmandan sonra namaz en kuvvetli rükünlerden (esaslardan) biridir. Zira o dinin direğidir ve peygamberlerin hiçbirinin şeriatı namazsız değildir. Namaz bedenin dışı ve içiyle Allah’a kulluk etmeyi içerir...

Sonra iki nimet türünden biri olan mal yoluyla yerine getirilen zekat gelir. Zira dünyevi nimetler iki kısımdır: Beden nimeti ve mal nimeti. İbadetler dünyada bu nimetlere karşı şükrün gösterilmesi ve ahirette sevabın elde edilmesi için meşru kılınmıştır. Beden nimetinin şükrü bedenin tamamıyla yerine getirilen bir ibadet olan namazla olduğu gibi, mal nimetinin şükrü de o nimetin cinsinden olan bir şeyle yerine getirilen bir ibadetle olur...

Sonra beden nimetine şükretmek için meşru kılınan ibadetler cinsinden olan oruç gelir. Ancak o namazdan sonradır; çünkü o (namaz gibi) bedenin birçok uzvuna dağıtılmış hareketleri içermez; sadece bir rükünle yerine getirilir; o da iki şehvetin gereğini, yani karnın ve cinsel uzvun arzularını yerine getirmeyi bırakmaktır...

Sonra kutsal evi ziyaret etmek olan hac gelir...

Cihad da Allah’ın sözünü yüceltmek ve dini aziz kılmak yönünden bir ibadettir. Ayrıca cihad yoluyla müşrikleri zayıf düşürmek ve şerlerini Müslümanlardan uzak tutmak mümkün olur. Bu sebeple Hz. Peygamber onu dinin zirvesi olarak adlandırmış ve cihad, esası bakımından farz kılınmıştır; çünkü dini aziz kılmak farzdır. Ancak cihad farz-ı kifâye hükmündedir; çünkü amaç müşriklerin gücünü kırmaktır ve onların şerrini ve fitnesini defetmek Müslümanların bir kısmının yardımıyla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla bir kısım Müslüman bunu yerine getirirse geri kalanların üzerinden bu farz kalkmış olur.

İtikâf ilâve bir ibadettir; çünkü onda, kutsal bir yer olan camide kalarak orayı yüceltme vardır ve şehvetlerin gereğini yerine getirmekten nefsi korumak, yani oruç tutmak itikâfın şartıdır. Bu ibadetin amacı ise çokça namaz kılmaktır; bu, ya hakikaten namaz kılarak ya da abdestli bir şekilde namaza hazır halde camide namazı bekleyerek, yani hükmen namaz kılarak gerçekleşir.

Fıtır sadakası (fitre) mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadettir... (Şeriatın ona sadaka adını vermesi, onun oruçlunun boş veya edep dışı sözlerine kefaret olması, yerine getirilirken niyetin şart olması, sadakaların verildiği yerlere verilmesi... gibi hususlar fitrenin ibadet olduğunu gösterir. Başka bir insan için ödenmesi ve o insanın varlığının bu ibadetin vacip kılınmasına sebep olması ise fitrede nafaka gibi mali yükümlülük yönünün de bulunduğunu gösterir. Hz. Peygamber “Nafakasını sağladığınız insanlar için fitre verin” buyurmuş ve bu şekilde fitrenin malî yükümlülük yönüne işaret etmiştir. Ancak belirttiğimiz sebepler nedeniyle ibadet anlamı daha fazla olduğu için bu vacibin, içinde mali yükümlülük yönü bulunan bir ibadet olduğunu ifade ettik...).

Öşür ibadet yönü bulunan bir mali yükümlülüktür. (Çünkü öşrün sebebi ürün veren topraktır. Toprağa bağlı olması sebebiyle öşür bir mali yükümlülüktür; çünkü bir şeyle ilgili mali yükümlülük onun korunmasının sebebidir ve öşür toprağın korunmasının sebebidir. Zekâtta olduğu gibi ürüne –yani topraktan çıkana– bağlı olması ya da yine zekâtta olduğu gibi fakirlere verilmesi sebebiyle öşürde ibadet anlamı da vardır...).

Haraç ise ceza yönü bulunan bir mali yükümlülüktür...

Müstakil haklar ise savaş ganimetleri, madenler ve definelerden alınan beşte birlik hisselerdir; çünkü bu hakların ödenmesi baştan kimsenin üzerine vâcip değildir; savaş ganimetleri aslında Yüce Allah’ın “De ki: Ganimetler Allah’ındır” (Kur’ân 8: 1) buyurduğu gibi tamamen Allah’a aittir... Çünkü ganimetler Allah’ın sözünü yüceltme sebebiyle elde edilmiştir; ama Yüce Allah bir lütuf olarak ganimetlerin beşte dördünü o ganimeti elde edenlere vermiştir; bu sebeple geriye kalan beşte bir, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, aslında olduğu gibi, Allah’a ait olarak kalmıştır. Madenlerden alınan beşte birlik hisse de aynıdır; çünkü yerde var olan bu madenlerde aslında kimsenin hakkı yoktur; ancak şeriat onu bulana beşte dördünü vermiş ve beşte biri, kime ödenmesi emredildiyse onlara ödenmek üzere, Allah’a ait olarak kalmıştır... (Bu haklar namaz, zekât ve diğer Allah ve kul hakları gibi ibadet veya bir başka anlamda, kulun zimmetine bağlı olmayan veya yerine getirilmesi bir sebebe bağlanmadan kul üzerine vacip kılınan ve kendi başına sabit olan haklardır).

Sırf cezalar ise yasaklanmış olan sebeplerini işlemekten caydırmak için sadece Allah hakkı olarak meşru kılınan had cezalarıdır; mesela zina, hırsızlık ve içki içme suçlarının cezaları gibi.

Eksik ceza ise yasak olan insan öldürme fiilini işleme sebebiyle mirastan mahrum kalma cezasıdır. Bu bir ceza olmakla birlikte eksik bir cezadır; çünkü mirasçısı olduğu insanı hata yoluyla veya uyurken üzerine düşerek öldüren kimseye de bu ceza verilir; ama çocuk ve deliye verilmez...

İbadet ve ceza yönleri bulunan hakların örneği kefaretlerdir; çünkü kefaretler kulların meydana getirdiği bir takım sebep-fiillere karşı ceza olarak konulmuştur. Bu sebeple ’günahı örten’ anlamında “kefaret” adını almıştır. Bu yönden kefaret ceza sayılır; çünkü ceza günah kazanmaya sebep olan bir yasağın işlenmesini engellemek için konulan bir şeydir. Fetva yoluyla vacip olması (yargı hükmüne ihtiyaç duymaması) ve yapması gereken kişinin zorlanmadan kendi isteğiyle yerine getirmesinin emredilmesi yönüyle de kefaret ibadettir; çünkü şeriat hiç bir cezanın uygulanmasını suçlunun kendisine bırakmamıştır. Ayrıca kefaret sırf ibadet olan fiiller aracılığıyla yerine getirilebilmektedir (meselâ oruç gibi). Bu sebeplerle onun ibadet ve ceza yönleri bulunduğu anlaşılmaktadır...

Allah hakkı ağırlıklı, ama kul hakkını da içeren hakların örneği bize göre kazf (namusa iftira) suçunun cezasıdır...

Kul hakkı ağırlıklı, ama Allah hakkını da içeren hakların örneği kısas cezasıdır. Kısasta Allah hakkı bulunmaktadır; çünkü o en küçük şüpheyle düşmektedir; ayrıca o aslında öldürme fiilinin cezasıdır ve genellikle suçların cezaları Allah hakkı için konulmuştur. Ancak kısasın (suçlu ve mağdur arasında) eşitlik sağlamak üzere konulması onda kul hakkının daha ağırlıklı olduğunu göstermektedir... Bu yüzden onda kul haklarında olduğu gibi karşılığında bedel olarak mal almak (diyet almak) caiz olmuştur.

Sırf kul hakkı(nın örnekleri) sayılamayacak kadar çoktur; mesela diyetin, itlaf edilen malın bedelinin ve gaspedilen malın bedelinin tazmin edilmesi gibi”.

Serahsî 1984. Usûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgânî), İstanbul, Kahraman yayınları, II, 289–297; Pezdevî-Buharî 1414/1994. Keşfü’l-esrar an Usûli’l-Pezdevî (nşr. M. el-Mutasımbillah el-Bağdâdî), Beyrut, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, IV, s. 230–270.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Fıkıh Usûlü

 


Ebû Hanîfe




Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (ö. 150/767) meşhur mezhep imamı ve fıkıhta çığır açan büyük bir âlim ve müctehittir. Irak’ta Kûfe şehrinde yaşamış, yetişmiş ve ilmî faaliyetlerini sürdürmüş olan Ebû Hanîfe yöneticilerin kadı olması için yaptıkları teklifleri reddetmiş ve bu yüzden bir süre hapiste kalmış, bir rivayete göre hapiste vefat etmiştir. Irak bölgesinin ve rey taraftarlarının temsilcisi kabul edilen Ebû Hanîfe farazi fıkıh meseleleri türetme ve öğrencileriyle bunları tartışmakla meşhur olmuştur. Aslında diğer müctehitlerce de kabul edilen kıyas ve istihsan23 gibi akli yöntemlere çok sık başvurduğu ve rivayet edilen hadislerin kabulünde sıkı şartlar getirdiği için kimi hadis taraftarlarınca haksız yere eleştirilmiştir. Hanefi mezhebi günümüzde Türkiye, Türki cumhuriyetler, Irak, Suriye, Pakistan, Hindistan ve Mısır’da yaygındır.

--------------



Ebû Hanîfe’nin Genel Yaklaşımı


Ebu Hanife şöyle demiştir: Ben bir hükmü Allah’ın kitabında bulduğum zaman ona uyarım; hükmü Allah’ın kitabında bulamazsam Rasulullah’ın sünneti ve güvenilir kişilerin güvenilir kişilerden rivayet ettiği meşhur ve sahih hadislere uyarım; Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın sünnetinde bulamazsam onun ashabından dilediğim kişinin sözüne uyar, dilediğim kişinin sözünü de bırakırım, ama onların sözlerinin dışında başka bir kişinin sözüne uymam; iş İbrahim (96/815), Şa’bî (103/721), Hasan (110/728), İbn Sîrîn (110/729) ve Said b. Müseyyeb’e (94/713) –başkalarını da saydı– kadar inerse ben de onların ictihad ettiği gibi ictihad edebilirim.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-----

Hasan b. Salih (168/785) şöyle demiştir: Ebû Hanîfe hadislerin nâsih (önceki hükmü kaldıran) ve mensuh (hükmü kaldırılmış) olanlarını çok iyi araştırır ve bir hadisin Hz. Peygamber ve ashabından sahih şekilde rivayet edildiğine kanaat getirirse ona uyardı. Ebû Hanîfe Kûfelilerin rivayet ettiği hadisleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi ve memleketindeki insanların yerleşik uygulamalarına sıkı şekilde bağlıydı. Ebû Hanîfe: “Allah’ın kitabında nâsih ve mensuh vardır; hadislerde de nâsih ve mensuh vardır” derdi ve o, memleketinin âlimlerine ulaştığı ölçüde Rasulullah (s.a.s.)’in vefatına kadar sürdürdüğü son uygulamalarını çok iyi bilirdi.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-------

Sehl b. Müzâhim26 şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin görüşü(nün esası) ihtiyatlı davranmak, kötülükten/tutarsızlıktan (kubuhtan) kaçmak, insanlar arasındaki muamelâtın ve işlerin düzgün ve faydalı bir biçimde yürümesini sağlayan şeylere bakmaktır. Ebu Hanife meseleleri kıyasa dayanarak çözerdi, ama kıyas kötü bir sonuç verirse, tutarlı olduğu sürece istihsana göre hüküm verirdi. Bu da tutarlı değilse Müslümanların teamülüne/örfüne başvururdu.

(b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 82.)

-------

Katâde b. Diâme (118/736)27 Kûfe’ye geldi. İnsanlar onun etrafında toplandı. Aralarında Ebû Hanîfe de vardı. Katâde: ’Bana fıkıhtan sorun’ dedi. Ebû Hanîfe kalktı ve “... Kayıp kişinin karısı hakkında görüşün nedir?” dedi. Katâde: “Bu konuda Ömer’in görüşüne uyuyorum, kadın dört yıl bekler, bu süre içinde kocası geri gelmezse kocası ölen kadının beklediği iddeti (dört ay on gün) bekler, sonra da evlenebilir” dedi. Ebû Hanîfe: “Eğer ilk kocası gelir ve ’Ben hayattayken nasıl evlenirsin’ derse ve buna karşılık ikinci kocası kalkıp ’Kocan varken benimle nasıl evlenirsin’ derse bu kadın kimin eşi olur?’ dedi. Bunun üzerine Katâde kızdı ve ’Size hiç cevap vermeyeceğim” dedi... Sonra Katâde Ebû Hanîfe’ye (ve yanındakilere): “Bu mesele gerçekten oldu mu?” diye sordu. Oradakiler: “Hayır” dediler. Katâde: “Bana neden olmamış bir şeyle ilgili soru soruyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: “Âlimler zor durumlar için hazırlık yapar ve bu durumlar gelmeden önce tedbirlerini alırlar, başlarına gelince de bu meseleleri tanır ve bunlara karşı nasıl davranacaklarını bilirler” dedi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 23.
İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak, 1321, Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 102-104.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Kıyas


Anlamadığı bir meseleyi açıklaması için kıyas yapmasını isteyen talebesi Ebû Mukâtil’e Ebû Hanîfe şöyle demiştir:

Kıyas yapmamı istemekle ne iyi ettin. Arkadaşıyla müzakereden faydalanmak isteyen böyle yapmalıdır; kendisine söylenileni bilemediği zaman kıyasa yönelmelidir. Bil ki; doğru kıyas hakkı arayanın hakkı bulmasını sağlar. Kıyas, hak sahibinin dava ettiği hakkı (ispatlamak) için (gösterdiği) güvenilir şahitlere benzer. Cahillerin hakkı inkâr etmesi olmasaydı âlimler kıyas yapmak zorunda kalmazlardı.

Ebû Hanîfe 1368. el-Âlim ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, s. 15.Çeviren: Mehmet Boynukalın

İstihsan


Muhammed b. Hasan dedi ki: Ebû Hanîfe –Allah ona rahmet eylesin– yaptığı kıyaslarda arkadaşlarıyla/talebeleriyle tartışır, onlar da onunla yarışır ve ona karşı çıkarlardı; ancak “istihsan yapıyorum” dediğinde, istihsanla ilgili getirdiği meselelerin çokluğu sebebiyle artık içlerinden kimse ona yetişemezdi, bundan sonra tartışmayı bırakır ve onun doğruluğunu teslim ederlerdi.

İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 90.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Rey ve İctihadın Yanılabilirliği


Ebû Hanîfe’ye ictihadının şüphesiz hak/doğru olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap verirdi: Vallahi bilmiyorum, belki de o şüphesiz batıldır/ yanlıştır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, II, s. 153.

----

Ebû Hanîfe dedi ki: Bu konuştuklarımız reydir (görüştür); kimseyi buna zorlamıyoruz ve kimsenin bunu istemeden kabul etmesi gerektiğini söylemiyoruz; kim bundan daha güzelini getirebiliyorsa getirsin.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 258.

----

Bizim bu ilmimiz reydir (görüştür); bizim yapabildiğimizin en güzeli budur; bize bundan daha güzelini getiren olursa onu kabul ederiz” ya da “o doğruya bizden daha yakındır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 76–77.

-----

Benim kitaplarımdan fetva verenin, neye dayandığımı bilmeden fetva vermesi helâl değildir.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 267.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fıkıh Meclisi


Ebû Hanîfe’nin kitaplarını yazan talebeleri kırk kişiydi. İçlerinde ileri gelen on kişinin içinde Ebû Yusuf (182/798), Züfer b. Hüzeyl (158/775), Davud et-Tâî (165/781), Esed b. Amr (190/806), Yusuf b. Halid es-Semtî (189/804) ve Yahya b. Zekeriyya b. Ebû Zâide (182/798) vardı. Yahya bu kitapları onlar için otuz yıl boyunca yazmıştı.

İbn Ebü’l-Avvâm1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 342.

-------

Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin çözümünde farklı görüşler ortaya koyuyorlardı, şu bir çözüm getiriyor, başkası başka bir çözüm getiriyordu. Sonra meseleyi ona arzediyor ve çözümünü ona soruyorlardı. O da kısa bir süre içinde meseleye çözüm getiriyordu. Bazen bir mesele üzerinde üç gün tartışıyorlardı. Sonra o meseleyi kitaba yazıyorlardı.

İbn Ebü’l-Avvâm 1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 341–342.

------

Ebû Hanîfe’nin öğrencileri onunla birlikte bir meseleyi tartışıyorlardı. Âfiye b. Yezîd28 gelmediği zaman Ebû Hanîfe: “Âfiye gelmeden meselenin tartışmasını bitirmeyin” derdi. Âfiye gelip onlara muvafakat ederse Ebû Hanîfe: “Meseleyi yazın” derdi; onlara muvafakat etmezse: “Meseleyi yazmayın” derdi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 149–150.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Hukuk Metodolojisi Üzerine

 

eş-Şeybânî




Tam adı Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Hasen b. Ferkad eş-Şeybânî (ö. 189/805)’dir. Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hânife’nin ileri gelen öğrencilerindendir. Eserleri sayesinde Hanefî mezhebinin görüşleri büyük ölçüde kayıt altına alınmıştır. İlk Abbasi halifeleri zamanında yaşayan eş-Şeybânî Abbasi halifesi Hârunürreşîd tarafından Rakka kadılığına, daha sonra Ebû Hanife’nin bir diğer öğrencisi Ebû Yusuf’un vefatıyla boşalan başkadılık makamına tayin edilmiş ve vefatına kadar bu görevi sürdürmüştür. Maliki mezhebinin kurucusu kabul edilen İmam Mâlikten el-Muvatta’ı okuyan eş-Şeybânî Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şâfiî’ye ve Maliki fıkhını tedvin eden Esed b. Furât’a hocalık yapması sebebiyle re’y ve hadis merkezli ekoller arasında merkezi konumda bulunmaktadır.

En önemli eserleri arasında zâhirü’r-rivâyenin (Hanefî fıkhının temelini oluşturan şöhret derecesinde rivayet edilen İmam Muhammed’in eserlerinin bir kısmına verilen isimdir) temelini ’el-Asl’ oluşturmaktadır. Bu eser, Hanefi mezhebinin en temel ve en önemli kaynağı olduğu gibi zâhirü’r-rivâye eserleri arasında en hacimli olanıdır. Müellife âit, Câmiü’s-sagîr, Ebû Yusuf’un kendisinden öğrendiği Ebû Hanîfe’ye ait görüşleri ihtiva eden el-Câmiü’l-kebîr ve Medine ehlinin görüşlerinin ele alınıp değerlendirilerek yer yer tenkit edildiği el-Hücce alâ ehli’l-Medîne de diğer önemli kitapları olarak zikredilebilir.

---------------



İslam’da Yargının Kaynakları


İlim dört kısımdır:

1. Kur’ân’da yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

2. Hz. Peygamber’in sünnetinde yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

3. Sahâbenin icmâsıyla sâbit olan hükümler ve bunlara benzeyenler. Sahabenin ihtilaf ettiği meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkılmaz, birisi seçilir ve ona benzeyenler ona kıyas edilir.

4. Müslümanların bütün fakihlerinin iyi gördüğü hükümler ve bunlara benzeyenler. İlim bu kısımların dışına çıkmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 26.

Bu dört kaynağı bilen kişi namaz, oruç, hac ve her tür emir ve yasakla ilgili ortaya çıkan meselelerde ictihad edebilir, fetva ve yargı hükmü verebilir, düşünce, kıyas ve ictihad yolunda elinden gelen gayreti gösterirse ulaştığı sonuçla amel edebilir ve hata yapsa da bundan sorumlu olmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 61.

Hüccet Kitâb, sünnet, icma ve kıyastır.

Ebû Nuaym 1409/1988. Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, VI, s. 329, IX, s. 74.

Hadisin olduğu yerde kıyas yapılmaz.

Şeybânî 1403/1983. el-Hücce alâ ehli’l-Medîne (nşr. Mehdi Hasan el-Kîlânî), Beyrut, Âlemü’l-kütüb, I, s. 204.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İkrah, Zaruret ve Ruhsat


Allah Teâlâ tarafından haram kılınan ve hiç bir durumda helal kılınmayan, ancak ikrah (zorlama) altında ruhsat verilen konularda ikraha maruz kalan kişi ruhsatla amel etmeyip bu yüzden öldürülürse, böyle davrandığı için günahkâr olmaz. Ruhsatın var olduğunu bilse de hüküm aynıdır. Ancak, Yüce Allah’ın, zaruret halinde helal kıldığı meyte ve domuz etinin yenilmesi ve hastalık ya da yolculukta oruç tutulmaması gibi ruhsat durumlarında kişi Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayıp ölür ya da öldürülürse günahkâr olur. Birinci durumda ruhsat bulunmakla birlikte kişi ruhsatı terk ederek dini aziz kılmak/yüceltmek istemiştir ve bu yüzden Allah katında mükâfat alacaktır.

İkinci durumda ise Allah’ın zaruret, hastalık veya yolculuk sebebiyle helâl kıldığı şey yapılmamaktadır; burada dini yüceltme anlamı yoktur. Bu durumda Allah’ın helal kıldığı şey, normal şartlarda Allah’ın helal kıldığı şeyle aynı seviyededir ve Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayan (ve bu sebeple ölen kişi) bize göre günahkâr olur. Bildiğin gibi, ihrama girmiş bir kişi ya meyte eti yemek ya da harem bölgesine ait bir av hayvanını kesmek zorunda kalsa, bize göre onun için meyte eti yemek helal olur, ama meyte elinde olduğu sürece av hayvanını kesmek helal olmaz; çünkü meyte zaruret durumunda helal kılınmış, ama harem bölgesindeki av hayvanı zaruret ya da başka bir durum istisna edilmeden genel olarak haram kılınmıştır. Kur’ân’ın helal kıldığı şey, zaruret durumu için ruhsat verdiği şeye benzemez.

Bildiğin gibi, Yüce Allah ikrah durumunda küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren davranışta bulunmaya ruhsat verirken Kitab’ında: “Bu helaldir” dememiş, ama şunu demiştir: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse –kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka– fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır” (en-Nahl 16/106). Bu durumda, ikrah altında olandan kınanma kalkmıştır. Yüce Allah, “Ben bunu helal kıldım” dememiş, ama buna ruhsat verdiğini bildirmiştir. Kişinin bu fiili (küfrü) yapmayıp öldürülmeyi kabul etmesi daha erdemli bir davranıştır. Bildiğin gibi, Hubeyb30 kâfir olmayı reddettiği için öldürüldüğü halde o kınanmamış, Ammar (37/657) ise küfür sözünü söylemiş ve kendisine ruhsat verilmiştir. Ayrıca küfre zorlanan kişinin bunu reddedip öldürülmesi durumunda kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgeleneceği rivayet edilmiştir. Dinden çıkaran söz söylemeye zaruret durumunda ruhsat verilmiştir. Meyte ve domuz etini yemek ise zaruret halinde Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeydir. Bu durumda kim Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeyi yemeyip ölürse o günahkâr olur.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, VII, s. 416–418.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihat Hatası


Ebû Hanîfe şöyle dedi: Şahitlik konusunda yalancı oldukları düşünülmüyorsa bidat ehlinin (ashâbü’l-ehvâ, sapkın mezheplere mensup olanların) şahitliği caizdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedir. Ebû Yûsuf ve Muhammed şöyle dediler: Bu sapkın görüşler (el-ehvâ) aslında bu kişilerin verdiği birer fetva niteliğindedir; fetvasında hata yaptığı için bir insanın şahitliğinin reddedilmesi gerekmez. Kimi insanlar günahları çok büyük görerek onları küfre denk saymış ve bu şekilde hataya düşmüşlerdir. Bu onların bir fetvasıdır. Bundan dolayı onların şahitliği geçersiz olmamalıdır.

Kimi insanlar da dinlerinde şüpheye düşmüş ve “(Kesin bir şekilde) mümin olduğumuzu ikrar edemeyiz” demişlerdir; bu zayıf görüşleri sebebiyle onların şahitliği de geçersiz sayılmamalıdır. Bildiğin gibi, kâfirlikten sonra en büyük günah insan öldürmektir. Hz. Peygamber’in ashabı da öldürülmesi günah olan en büyük insanlardır. Ama onların bir kısmı diğer bir kısmını öldürmüştür. Sence Hz. Âişe (58/678) Hz. Ali’nin (40/661) önünde şahitlik yapsaydı ya da kendisine katılmadıkları halde Sa’d b. Ebû Vakkas (55/675) ve Abdullah b. Ömer (73/693) Hz. Ali’nin önünde şahitlik yapsaydı onların şahitliğini kabul etmez miydi! Bu insanların arasında meydana gelen görüş ayrılığından daha büyüğü var mıdır!

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, X, s. 477–478.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihadın Şartları


Dürüstlüğü, aklı, salâhı, anlayışı, sünnet ve hadis bilgisi ve sözlerin nasıl anlaşılacağını gösteren fıkıh yollarını bilme yönünden güvenilir kişiler dışında kimse kadı tayin edilmemelidir; çünkü sünnet ve hadisleri bilmeyen rey/görüş sahibi yeterli olmayacağı gibi fıkhı bilmeyen hadis sahibi de yeterli olmaz. Bu ikisinden (rey ve hadisten) biri olmadan diğeri yeterli olmaz. Bu nitelikte olmayan kişi müftü de olamaz, ancak işittiği şeyleri naklederek fetva verebilir.

el-Hâkimü’ş-şehîd. el-Kâfî, Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, I, 218a-218b.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

(İslam Hukukunda) Haber

 




İslam bilgi anlayışına göre insan duyular, akıl ve haber olmak üzere üç bilgi kaynağına sahiptir. Haber doğru yahut yanlış olan bir bilgidir. İslam hukuk metodolojisi bakımından hukukun temel kaynaklarından sayılan Kur’ân ve sünnet, haber sayılır. Haberin doğasıyla ilgili bütün özellikler ve sorunlar, Kur’ân ve sünnet hakkında geçerli olacağından dolayı, gerek Kur’ân’ın güvenilir bir haber kaynağı olduğunun, gerekse Hz. Muhammed’den günümüze ulaşan söz ve uygulamaların güvenilirliği, yüzyıllar boyunda geniş incelemelere konu edilmiştir. Bu bölümde İslam hukukunun kaynakları, haber olmaları bakımından çeşitli başlıklar altında incelenmektedir.


 -----------


Akılcı Okulun Haber Teorisi: İsâ b. Ebân


Ebû Mûsâ İsâ b. Ebân (ö. 221/836), İran kökenli Hanefi fakihlerindendir. Irak’ın çeşitli bölgelerinde kadılık görevi yapmıştır. Mihne yıllarında görev yapmış bir devlet görevlisi olarak kendisinin de Kur’ân’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasına muhatap olanlardan birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Haberler üç kısımdır: Bir kısım haberin doğruluğu ve içeriğinin gerçekliği kesin şekilde bilinir; bir kısım haberin içeriğinin yalan olduğu ve haberi verenin yalan söylediği kesin şekilde bilinir; diğer bir kısım haberin ise doğru veya yalan olma ihtimali bulunur. Birinci kısım, tevatür yoluyla geldiği ve nakledenlerin aralarında sözleşip anlaşarak uydurmaları mümkün olmadığı için içeriğinin kesin doğru olarak bilindiği haberdir. Mesela dünyada Mekke, Medine ve Horasan adındaki yerlerin varlığı, Hz. Peygamber’in insanları Allah’a çağırdığı, Kur’ân’ı getirdiği, onun Allah tarafından kendisine indirildiğini söylediği, onun bize namaz, zekât, Ramazan ayını oruçla geçirme ve Kâbe’yi haccetme gibi ibadetleri emrettiği konusunda (haber yoluyla edinilen) bilgimiz gibi.

Bu şeyler ve saydığımız emirler hakkındaki bilgimiz zorunlu ve kendini kabul ettiren türdendir. Bu emirleri reddeden sanki onları Hz. Peygamber’in ağzından işitip reddeden gibidir ve bu sebeple kâfir olup İslâm dininden çıkar; çünkü bu tür bilgi zorunlu bir bilgidir; bu tür bilgi duyu organlarıyla hissedilen ve gözle görünen şeyler hakkındaki bilgimiz, dünyada bizden önce insanların yaşadığı ve şimdi var olanların onların çocukları olduğu, biz doğmadan önce göğün var olduğu konusunda ve benzeri konulardaki bilgilerimiz gibidir. Bu tür kesin bilgiye ulaştıran haberlerde (haber verenlerin sayısı bakımından) bilinen bir sınır ve belirli bir rakam yoktur. Kimi zaman on veya yirmi kişi bile haberin tevatür derecesine ulaşmasını sağlamaz... Çünkü bu konuda dikkat edilmesi gereken şey o haberin bizi ulaştırdığı, şüpheye yer bırakmayan kesin bilgidir.

(Cassas şöyle der: İsa b. Eban bu kısımda Kur’ân’da gelecekte olacağı bildirilen ve haber verildiği şekilde gerçekleşen gaybla ilgili haberleri de zikretmiştir). Meselâ “Elif, Lam, Mim. Size yakın olan bir yerde Rumlar yenildi. Ama onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir” (Kur’ân 30: 1-4); “Siz Allah dilerse kesinlikle Mescid-i Haram’a güven içinde gireceksiniz” (Kur’ân 48: 27); “Sizden iman edip iyi işler yapanları, onlardan öncekileri hâkim kıldığı gibi, Allah yeryüzünde kesinlikle hâkim kılacağını vadetmiştir” (Kur’ân 24: 55) ve benzeri âyetlerde verilen haberler Allah’ın bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber de buna benzer şekilde geleceğe yönelik pek çok haber vermiş ve bunlar dediği ve anlattığı şekilde meydana gelmiştir. Bunların bir kısmı onun hayatında gerçekleşmiş, bir kısmının da ondan sonra meydana geleceği bildirilmiş ve haber verdiği şekilde meydana gelmiştir.

Bunlar gibi kesin bilgi ifade eden başka haberler de vardır: Mesela biz Cuma günü caminin yolundan gelen insanları görüp onlara nereden geldiklerini sorduğumuzda “Biz camiden geliyoruz ve namazı kıldık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında yalan söylemiş olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz. Bunun gibi Mekke yolundan dönen hacı kafilesiyle karşılaşıp sorduğumuzda “Biz hacdan dönüyoruz ve Arafat’ta vakfe yaptık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında verdiği haberin yalan olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz.

Yalan olduğu kesinlikle bilinen haber ise Müseyleme ve ona benzeyen yalancı peygamberlerin haberleri gibidir. Onlar gelecekle ilgili kimi şeyleri haber vermiş, ancak bunların yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca onlar uydurdukları peygamberlikleri hakkında delilleri bulunduğunu iddia etmiş, ancak bunların hiç birini getirememişlerdir. Böylece onların yalan söyledikleri ortaya çıkmış ve iddialarının boş olduğu açıkça görülmüştür. Bir insanın “ben bir anne-babadan olmayan, aniden yaratılmış adamlar gördüm” veya “Ben kimse tarafından yapılmamış bir ev gördüm” demesi ya da “ben Arife günü Arafat’ta insanların hepsinin öldürüldüğünü ve bunu haber verecek kimsenin kalmadığını gördüm” dedikten sonra Mekke’den gelen kimsenin onun verdiği haberi vermemesi de bunun gibi şüphesiz yalan olduğu anlaşılan haberlerdir.

Doğru ve yalan olma ihtimali bulunan haberler ise bir kişinin veya tevatür sayısına ulaşmayan ve aralarında anlaşmaları mümkün olan bir topluluğun verdiği haberlerdir. Böyle bir topluluğun verdiği haberin de (bir kişinin verdiği haber gibi) doğru veya yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Dıştan bilindiği kadarıyla dindar, güvenilir (adl) ve yalan söylemeyen bir kişinin rivayet ettiği haber, sayacağımız kimi şartlarla ve kesin doğru olduğuna tanıklık etmemekle birlikte, hükümler konusunda delil kabul edilir. Dıştan bilindiği kadarıyla günahkâr (fâsık) ve yalancı olan bir kişinin haberi ise kabul edilmez...

İnsanların tanıyıp bildiği şekilde ve meşhur bir biçimde gelmeyen bir haber-i vâhidin, Kur’ân’ın açık bir ayetinin anlamını daraltması (tahsis etmesi) veya hükmünü kaldırması (neshetmesi) kabul edilemez. “Mirasçıya vasiyet yoktur” ve benzeri hadisler ise meşhurdur... Bu şekilde gelen hadisler kabul edilir; çünkü bunlarda yanılma olması mümkün değildir. Ancak Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir haber-i vahidin görünen anlamı sünnet ve hükümleri açıklama yönündeyse veya bu haber icma edilmiş (görüş birliğiyle kabul edilmiş) bir sünneti reddediyor veya Kur’ân’ın görünen anlamına ters düşüyorsa bakılır: Eğer bu hadisin bunlara ters düşmeyen bir yön ve anlamı varsa onun anlamı en güzel yönde, sünnete en çok benzeyen şekilde ve Kur’ân’ın görünen anlamına en uygun tarzda anlaşılır; eğer bu şekilde anlaşılması mümkün değilse o hadis şazdır (kurala aykırıdır, hatalı rivayet edilmiştir). Âlimlerin hepsinin has (özel bir anlamı) olduğunu kabul ettiği bir Kur’ân ayetinin kimlerle ilgili olduğunun belirlenmesinde hadisler (açıklayıcı) kabul edilir.

Âlimler bu konuda kendilerine ulaşan en güzel ve sünnete en çok benzeyen hadislere dayanarak fikir yürütebilirler. Mesela “Hırsız erkek ve kadın...” (Kur’ân 5: 38) ayeti âlimlerin hepsine göre has (özel) bir anlama sahiptir ve hırsızların bir kısmını içine alırken diğer bir kısmını içermez; işte bu ayetle kastedilenin kimler olduğunun tespitiyle ilgili hadisler (açıklayıcı) kabul edilir. Mesela “Eşlerini zina ile suçlayan ve kendilerinden başka şahitleri olmayanlar...” (Kur’ân 24: 6) ayeti bütün âlimlere göre has (özel) bir anlama sahiptir; çünkü temyiz yaşına gelmemiş küçükler hiç bir âlime göre bu ayetin kapsamına girmez. Bu hususta bütün âlimler icma (görüş birliği) etmiş olduğundan bununla kimlerin kastedildiğinin tespitiyle ilgili haber-i vahid rivayetler kabul edilir. Buna benzeyen ayetler de aynı durumdadır...

Kur’ân’da açık bir şekilde bildirilen (mansus) herhangi bir konu hakkında, onu reddeden veya genel bir anlama sahipken anlamını daraltan (has kılan) bir hadis gelir ve bu hadisin anlamı açık olup farklı anlamlarda yorumlanma ihtimali bulunmazsa, eğer bu hadis insanların tanıyıp bildiği ve sadece içlerinden çok az sayıda insanın bilmediği, meşhur bir hadis değilse bu hadis terkedilir...

Birbirine zıt iki hadis rivayet edilir ve insanlar sadece bunlardan birini kabul ederse bu nâsih olan (önceki hükmü kaldıran) hadistir; eğer insanlar görüş ayrılığına düşmüşse bu hadisler hakkında ictihad etmek ve asıllara (bilinen âyet ve hadislere) en çok benzeyen hadise uymak gerekir. Eğer bu hadislerin tarihleri bilinirse ve uzlaştırılmaları da mümkün olmazsa sonraki öncekini nesheder (hükmünü kaldırır); eğer uzlaştırılması mümkünse bu yönde ictihad edilir; eğer insanlar önceki hadise göre hareket ediyor ve âlimlerin arasında bu hadis meşhur, diğeri sadece azınlık tarafından uygulanan garip bir hadis ise bakılır; önceki hadise uyanlar sonraki hadise uymayı caiz görüyorsa onun hakkında ictihad etmek caiz olur; ama onlar sonraki hadise uyanları ayıplıyorlarsa insanların (çoğunun) uyduğu hadise uymak gerekir; çünkü burada nesih gerçekleşmiş olsaydı onlar önceki hadisi bilmez ve birinci ihtimalde olduğu gibi bu hadisin neshedildiği onların arasında yaygın şekilde bilinir ve ancak çok az kişi bundan habersiz kalırdı. Senin de gördüğün gibi, kurban etleri(nin saklanması) hakkında hem yasaklama hem de serbestlik getiren hadisler aynı derecede meşhur olmuştur. Mezar ziyareti, içki kapları ve mut’a evliliğiyle ilgili hadisler de böyledir.

Cassas, el-Fusûl fi’l-usûl (nşr. Uceyl en-Neşmî), İstanbul, Mektebetü’l-İrşâd, ts., I, 156-158; II, 291; III, 35-37.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Az Sayıda Kişinin Rivayet Ettiği Hadislerin Durumu (Haber-i vahid): eş-Şeybânî


Bir veya az sayıda kişinin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadise haber-i vahid denilmektedir. İlk dönemden itibaren bu nitelikteki rivayetlerin delil olarak kabul edilmesi tartışma konusu olmuştur. Şeybânî bildiğimiz kadarıyla bu konuya değinen ilk müelliflerden biridir. O, bu konuya daha çok fıkıh meseleleri bağlamında değinmekle birlikte ortaya koyduğu deliller onun konunun fıkıh usûlüyle ilgili boyutunu da bildiğini göstermektedir. Ancak Şeybânî (ö. 189/804) döneminde fıkıh usûlü henüz bağımsız bir ilim dalı haline gelmediği için onun ifadelerinde konunun usûl boyutu zımnen ele alınmış olmaktadır. Yine bu ifadelerde Şeybânî’nin ravilerde aranan şartlara değindiği görülmektedir. Şeybânî’ye öğrencilik yapmış olan Şâfiî’nin (ö. 204/820) er-Risâle’sinde konu fıkıh usûlü açısından ele alınmış, Şeybani’nin kullandığı delillerin bir kısmına yer verilmiş ve konu daha detaylı biçimde incelenmiştir.

Yolcu bir adam gelip namaz kılmak istediğinde sadece bir kapta bulunan bir su bulur ve bir adam ona bu suyun pis olduğunu haber verir veya ona bir çocuğun idrarını yaptığını veya içine kan veya dışkı düştüğünü veya onu necis (pis) kılan başka bir şey düştüğünü söylerse, yolcunun kendisine haber veren adamın durumuna bakması gerekir: Eğer onu tanıyorsa ve bu adam ona göre dürüst, Müslüman ve iyi bilinen bir kişiyse o suyla abdest almaz, teyemmüm yapar ve namazını kılar. Bu adam köleyse veya haber veren kişi hür ve Müslüman bir kadınsa veya bir cariyeyse, söylediği şey hakkında dürüst ve güvenilir bir kişi olduktan sonra, durum aynıdır. Eğer o kişi güvenilir değilse veya haber veren kişinin güvenilir olup olmadığını bilmiyorsa bakar: Düşünce ve zannına göre bu kişinin doğru söylemiş olma ihtimali daha yüksekse yine teyemmüm yapar ve o suyla abdest almaz. O suyu döküp sonra teyemmüm yaparak ihtiyatlı davranırsa bu daha iyi olur.

Kendisine haber verenin yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz, namazını kılar ve namazı geçerli olur; teyemmüm yapması da gerekmez. Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bir kabileye ait bir havuza geldiğinde Amr b. As bu kabileden bir adama: “Yırtıcı hayvanlar bu suya geliyor mu?” diye sormuş, Hz. Ömer de “Bize bir şey söyleme” demişti. Gördüğün gibi Hz. Ömer adamın ona böyle bir haber vermesini istememiştir. Eğer o, adamın sözünün haber değerinde olduğunu kabul etmeseydi onun haber vermesine engel olmazdı.

Eğer kaptaki suyun necis/ pis olduğunu haber veren kişi zimmî (gayr-i müslim) bir adamsa onun sözüne inanılmaz; ama kendisine haber verilen kişinin kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bence en iyisi o suyu döküp sonra teyemmüm yapması ve namazını kılmasıdır; suyu dökmeden abdest alırsa bu da geçerli olur; ama kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bununla birlikte teyemmüm yapıp namaz kılması bence daha iyidir. Eğer onun yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz. Her iki durumda da abdest alıp namazını kılar ve teyemmüm yapmazsa bu onun için yeterli olur; çünkü bu dinî bir konudur ve bu konularda hüccet sadece Müslümanın haberidir. Ne dediğini bilen büluğa ermemiş çocuk ve ne dediğini bilen ama akıl zayıflığı bulunan bir insanın verdiği haber de böyle değerlendirilir.

Bir adam yemek yiyen ve içecek içen bir grup Müslümanın yanına gelse ve onlar onu yemeğe davet etse, bunun üzerine Müslüman ve güvenilir olduğunu bildiği bir adam ona: “Bu yedikleri et Mecusi (Zerdüşt dinine mensup, ateşe tapan) bir kişinin kestiği bir hayvanın etidir veya bu ete domuz eti karışmıştır veya bu içtikleri içeceğe şarap karışmıştır” dese, onu yemeğe davet edenlerse: “Durum onun dediği gibi değil” deyip yediklerinin helâl olduğunu haber verip doğru bir şekilde konuyu açıklar ve durumun anlattıkları gibi olduğunu söylerlerse, onların haline bakar: Eğer bu insanlar dürüst ve güvenilir olduklarını bildiği kişilerse o tek adamın sözüne bakmaz ve onların sözüne uyar; eğer bu insanlar ona göre dürüst olmayıp töhmet altındaysa o tek adamın sözüne uyar ve bu şeylerden yemesi caiz olmaz. Dürüst ve güvenilir bir Müslüman adam(ın haberi) bu konuda hüccettir; hür kadın, cariye ve köle de (bu konuda) onun gibidir.

Eğer içlerinden iki adam hariç bu insanlar güvenilir değilse, bu iki güvenilir adam tek adamın verdiği habere aykırı şekilde haber veren kişilerin arasındaysa, bu iki adamın sözüne uyar ve tek adamın sözünü bırakır. Eğer bu grubun içinde sadece bir adam güvenilir durumdaysa, birbirine aykırı iki haber veren bu iki adamın haberlerine bakar: Eğer yiyeceğin haram olduğunu iddia edenin doğru söylemiş olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa onun sözüne uyar. Eğer bir kanaate ulaşamadıysa ve iki durum da ona göre eşitse o yiyecekten yemesi ve içecekten içmesinde bir sakınca olmaz. İki adam birbirine ters düştüğünde, sana anlattığım her türlü ihtimalde abdest de bu mesele gibidir.

Yiyeceğin helal olduğunu haber verenler iki güvenilir adam olmakla birlikte bunlar köleyse, yiyeceğin haram olduğunu iddia eden ise sadece bir hür adamsa o yiyeceği yemekte bir sakınca yoktur. O yiyeceğin haram olduğunu iddia eden iki güvenilir erkek köle, helal olduğunu iddia eden bir güvenilir hür adamsa o yiyeceği yememesi gerekir. Bunun gibi, iki şeyden birini haber veren güvenilir bir köle, diğerini haber veren hür bir adamsa bu konuda kendi kanaatine göre en güçlü ihtimale bakıp ona uyar ve başkasına bakmaz. İki şeyden birini kendisine haber veren iki güvenilir hür adam, diğerini haber veren iki güvenilir erkek köleyse iki hür adamın sözüne uyar ve iki kölenin sözünü bırakır; çünkü hürler hüccet bakımından kölelerle aynı derecededir; ayrıca onların şahitliği yargıda kesin delil sayılır; bu sebeple hür olmaları durumunda onların şahitliği kabul edilmeye diğerlerinden daha lâyıktır.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın (13/634) yanında Muğîre b. Şu’be (50/670) Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir hisse verdiği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ebû Bekir ona: “Başka bir şahit daha getir” dedi; o da Muhammed b. Mesleme’yi (43/663) getirdi ve o aynı şekilde şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisseyi verdi. Bu dinî bir konudur. Hz. Ömer’in (23/644) yanında Ebû Musa elEş’arî (44/665) Hz. Peygamber’in: “Biriniz üç defa izin ister ve kendisine izin verilmezse geri dönsün” dediği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ömer: “Seninle birlikte buna şahitlik edecek birini daha getir” dedi. Bu ihtiyat bakımından daha iyidir; ama bir kişi de yeterlidir.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bunu ona sadece ihtiyatlı davranmak için söyledi. Eğer o başka bir şahit getirmeseydi onun şahitliğini yine kabul ederdi; çünkü Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın (32/652) şahitliğini buna benzer bir meselede kabul etmiştir; Abdurrahman b. Avf Hz. Ömer’in yanında tek başına, Hz. Peygamber’in yanında Mecusîlerin anıldığı ve Hz. Peygamber’in haraç alma konusunda: “Onlara kitap ehliyle ilgili hükümleri uygulayın” dediği yönünde şahitlik yapmış ve Hz. Ömer tek başına onun sözünü geçerli saymıştır.

Yine Hz. Ömer veba salgını varken Şam’a gitmek istediğinde Abdurrahman b. Avf’ın vebayla ilgili sözünü geçerli saymıştır. Hz. Ömer Şam’a gitme hususunda insanlara danıştığında kimi Muhacirler ona gitmesi yönünde görüş bildirmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639): “Ey müminlerin emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demişti. Mekkeli bir grup ise ona “Gitme” dedi. Bu sırada Abdurrahman b. Avf geldi ve: “Ben Hz. Peygamber’in: ’Bu kötü hastalık bir yerde yayılırsa oraya gitmeyin, sizin olduğunuz bir yerde yayılırsa oradan çıkıp kaçmayın’ dediğini işittim” dedi. Hz. Ömer de onun sözüne uydu. Başka bir hadis şöyledir: Hz. Ömer, bir kadının, öldürülen kocasının diyetine mirasçı olmaması yönünde hüküm vermeye niyetlenmişti ki; Dahhak b. Süfyan Hz. Ömer’e gelerek, Eşyem ed-Dibâbî’nin karısını onun diyetine mirasçı kılması için, Hz. Peygamber’in kendisine bir mektup yazdığı yönünde şahitlik yaptı ve Hz. Ömer onun sözüne uydu. Hz. Peygamber Bizans kralı Kayser’e tek başına Dihye el-Kelbî’yle (50/670) bir mektup göndererek onu İslam’a çağırdı ve bu, Kayser’e İslam’ı ulaştırma konusunda yeterli (hüccet) görüldü. Hz. Ali (40/661): “Ben bir şeyi Hz. Peygamber’den işitmeyip başkasından dinlediğim zaman o kişiye söyledikleri üzerine yemin ettirirdim; ama bunu bana Ebû Bekir es-Sıddık anlattı ve o doğru söyledi...” demiştir.

Bütün bu rivayetlerde bir Müslüman adamın şahitliği kabul edilmiştir. Bize ulaşan bir rivayete göre içlerinde Ebû Talha’nın (34/654) da bulunduğu bir grup sahabi fadîh (hurmadan yapılan bir içki) içiyorlarken onlara bir kişi geldi ve şarabın haram kılındığını haber verdi. Bunun üzerine Ebû Talha: “Enes! Kalk ve şu çömlekleri kır” dedi. (Enes (93/711)): “Ben de kalkıp onları kırdım ve içlerindeki içki döküldü” (dedi). Bu konuda delil çoktur.

... Hz. Peygamber Ramazan ayının hilalini görme konusunda bir bedevinin şahitliğini kabul etti. Bu kişi Medine’ye gelip hilali gördüğünü onlara haber verdi ve Hz. Peygamber onun şahitliğine dayanarak Müslümanların oruç tutmasını emretti. ...

Bir bedevi Hz. Peygamber’in yanında hilali görme konusunda şahitlik yaptı. Hz. Peygamber ona: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik eder misin?” diye sordu. O da: “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in verdiği emirle insanlar oruç tuttular.

Bu, dinî konularda bir kişinin şahitliğinin geçerli olduğunu gösterir. Bayram hilali hakkında iki hür erkek veya bir erkek ve iki kadın şahitten az sayıda kişinin şahitliği kabul edilmez; çünkü bu dinî bir konu olsa da oruç tutmayı bırakmaları ve orucu bozmaları sebebiyle bayram hilalini görmede insanların bir tür menfaati vardır; bu sebeple bu konu yargı hükmü gibi ele alınır ve bu konuda sadece yargı hükümlerinde kabul edilen şahitlik türleri kabul edilir. Eğer şahitlikleri geçerli olmayan ve töhmet altında olan kişilerdense, Ramazan ayının hilali konusunda bir veya iki Müslümanın şahitliği kabul edilmez.

Güvenilir Müslüman bir erkek köle veya ister hür ister cariye olsun güvenilir Müslüman bir kadın veya kazif suçundan dolayı cezalandırılmış olsa da güvenilir Müslüman bir erkeğin bu konuda şahitliği ise geçerlidir. Bu konuda şahitlik yapan şehir içindeyse ve gökyüzünde (hilali) görmeyi engelleyici bir durum yoksa onun bu konudaki şahitliği kabul edilmez; çünkü bu şahitliğin batıl/yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak gökyüzünde bulut gibi bir engel varsa ve güvenilir olan bu kişi hilali bulutların arasından gördüğünü haber verir veya başka bir yerden gelerek haber verirse Müslümanların onun şahitliğiyle oruç tutmaları gerekir.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl, nşr. Mehmet Boynukalın, Beyrut, Dar İbn Hazm, II, 243–249.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »